30 Mayıs 2012 Çarşamba

VİVALDİ ve DÖRT MEVSİM

Kamera; Güven  Topkapı Sarayı 1. Avlu
Aya İrini-KUTSAL BARIŞ

Kaç devir geldi
Kaç nesil geçti
Kaç çiçek soldu
Kaç aşk yaşandı


VİVALDİ ve DÖRT MEVSİM



 Elime geçen tanıtım kitapçığı Topkapı Sarayı’nda Pastoral Konserler duyurusunu yapıyordu. 26–30 Mayıs tarihlerinde Topkapı Sarayı’nın ulu ağaçları ve çimen kokuları, tarihi taşlarının hemen yanı başında yapılacak iki konser; müziğe uzak olan insanı bile heyecanlandırmaya yeter.

 Tekirdağ şehri ile İstanbul şehrinin bu kadar yakın olmasını her zaman büyük bir şans olarak görsem de bunu şansa, süreklilik taşıyan güzel kültürel etkileşimlere çevirememenin de burukluğunu saklayamam.

 Topkapı Sarayı’nın geniş havluları her zaman; yani Vivaldi’nin Dört Mevsim isimli konçertosu gibi sürekli çimen kokar. Rüzgârın esintisi eksik olmaz buradan. Kuşların çığlıkları günün her saati farklı sesleri kendi ahenkleri ile buluşturur.

 Pastoral Konserler tanıtımının pastoral sözcüğü ile ne kadar içe yakın bir samimiyet, heyecan taşıdığını fark ettim. Sonra Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde pastoral kelimesinin anlamına baktım. Pastoral, kır yaşantısını ve özellikle çobanların aşk ve yaşamlarını anlatan edebiyatın bir türü.

 Pastoral Konserlerin Topkapı Sarayı’nda yapılmasını ve fikre hayat verenlerin özel bir seçimi olmalı. Kır yaşamını anlatan ve kır esintileri taşıyan Topkapı Sarayı bu fikir için bulunmaz bir yer. Bizans’a, Osmanlı’ya ve şimdi Türkiye Cumhuriyetine tanıklık eden bu güzel tepenin rüzgârı her zaman insanı alıp getirir.


 Tanıtım kitapçığını biraz daha detaylı incelediğimde ilk konserin 26 Mayıs’ta yapılmış olduğunu gördüm. 26 Mayıs günün akşamı Topkapı’ya Tevfik Fikret’in dediği gibi güneş solarak düşecek. Çimenlerin üzerine yayılmış minderlere oturmuş müzik ile sevgiyi harmanlamış insanlar kır esintilerini muhteşem bir kır şarkısı; Vivaldi’nin Dört Mevsim eseri ile dinleyecek ve içe çekecekler.

 İnsan gidemediği, göremediği yerlere de kendi insanüstü empatisi ili gidip görebilir. Bende öyle yaptım; kır yaşamının zaten içimde var olan mayasını önce güneş, rüzgâr ile buluşturdum. Sonra güneşi ağır ağır soldurup muhteşem yapıların olduğu Sultan Ahmet Meydanına gittim. Burada bu meydanda hangi yapıyı anlatmalı bilmem ki? Binlerce yıllık Dikili Taşların hikâyelerini mi, Ayasofya ile nazik bir rekabet içinde duran Sultanahmet Camisini mi?

 Duygudaşlığımı biraz daha ileri getirip muhteşem eser Ayasofya’nın yanından geçip 3. Ahmet Çeşmesine selam ederek o muhteşem kapının önünde duraksadım. Bab-ı Hümayın yani İmparatorluk Kapısından geçip Topkapı Sarayı’nın 1. Avlusuna geldim. Eserler içinde eserler; Aya İrini her zamanki masalımsı duruşu ile dimdik… Yüksek ağaçların yüksek gölgeleri Akropol Tepesini çim kokuları ile dolduruyor.

 İşte böyle dostlarım; insan gidemediği yerleri bile gitmişliği ve duygudaşlığı ile birbiri içine katıp kendi özel duygusunu yepyeni gün ile yeniler.

 26–30 Mayıs Topkapı Sarayı Pastoral Konserler tanıtım kitapçığını incelememe devam ettim. 26 Mayıs’ta yapılmış olan ilk konserin solisti dünyaca ünlü Sayaka Shoji ve Shoji’ye dünyanın en iyi oda orkestrası kabul edilen, bu sene 50. sanat yıllarını kutlayan Sofya Solistleri eşlik etmiş. Konserin ilk bölümü çok ilginç bir eseriyle Vivaldi’nin Dört Mevsim seslendirilmiş.

 Vivaldi’nin Dört Mevsim eseri tam manası ile doğanın bize sunduğu doğal dönüşümü, dönüşümün ilahi dengelerini anlatıyor. Bu dönüşümde neler yok ki; gök gürültüsü, hasat zamanı, buzdaki kayganlık, baharda öten kuşlar ve derelerin coşmasını, ormanda ağaçların uyanışını anlatıyor.

 Küçük bir tanıtım kitapçığı bile insanı alıp getiriyor. Eğer insan insanlaşmaya adanmışlığı insanca istiyorsa. Ve bu anlatımın içinde geçmiş ile bugünün dansa dönüşmüş buluşmaları müzik ve insan sessizliğinde, ulu ağaçların, kır kokan çimlerin ve tarihi farklı bir dille anlatan taş yapıların hemen kıyısında yapıyorsa tadına doyum olmaz. Bu tat, zamanın imbiğinden her gün bir damla olarak süzülür; ruhların bedenlere, bedenlerin toprağa ve evrene süzüldüğü gibi…

 Mevsimler birbiri içine geçerken, hayatın kargaşaları büyük oyunlar içinde bizleri de kendi içine davet eder. Bu davetlerde gönüllülük, müzik, felsefe, tarih, sanat ve aşk yoksa daima düşünün çünkü belki de bu hayata bir daha davet edilmeme gibi bir durumunuz olabilir. Bir dünya yaşamı ve bir kez almış olduğunuz yaşam bileti elinizde uçup gitmeden, müziğin, tarihin, felsefenin, sanatın ve aşkın içine girin; yüreğinizi ve sizden önce atmış olan güzel yürekleri de dinleyerek.

 Güven Serin

29 Mayıs 2012 Salı

KORKUYORUM

Kamera; Güven  Topkapı Sarayı 1.Avlu

Korkuyorum, görmeyi görememekten,
duymayı duyamamaktan.
Korkuyorum dokunmayı dokunamamaktan
ve korkuyorum içimizdeki dönencenin
hakkını veremeyip insanca üzülememekten,
korkuyorum...
Kuşlar şarkılar söylüyor, gün solarken.
Gün geceye geçerken çok şeyi anlatır
kâinatın canlı olan canlılarına;
göçü, geceyi, uykuyu, sohbetleri,
müziği,sevişmeyi, insanlaşmayı
anlatır...

KORKUYORUM



 Korkularınızla yüzleşin der psikologlar; yüzleşin ki sizi çektiği uçurumdan kendinizi kurtarmış olasınız.

 Korkuyorum sevgili psikologum; senin de “erkek adam korkar mı?” seslenişinden korkuyorum. Hatta erkek kadın da korkmaz; aynı erkeğin korkusuzluğunu taklit eder.

Korkma evladım; dur bakalım şimdi sayfaları çevirmeden önce seni bir kayıt yapalım.

Kayıt mı; ben kayıtlanmaktan da korkuyorum.

Adın ve soyadın?

Güven Serin

Yaşın?

Kırk altı yaşındayım; ama genç gösteririm evvel Allah.

Yahu bu işin gençlikle ihtiyarlıkla bir alakası yok. Ben seni takip etmek için kayıt etmem lazım.

İşte dedim ya doktorum, ben kayıtlanmaktan, takip edilmekten de korkuyorum.

Şimdi sayfaları geriye doğru çevirelim. Çocukluğuna inelim.

 İnelim doktorcuğum. Çocukluğuma bir inersek çıkamayız gibime geliyor. Haylazların en soylusuydum. Dut ağaçlarının serçe koşu, ormanların bülbülü, Meriç Nehrinin ılgın ağaçları gibi özgür ve doğaldır çocukluğum. Nine ve dede şefkatinin yanında ana, baba, teyze, hala, dayı, amca, yenge, arkadaş, dost yedi sülalenin sevgisi ile büyüdüm.

He anlat bakalım bu sevgi sarmalları içinde korktuğun neler vardı?

 Neler olacak; o zamanda sonsuz gökyüzüne bakar bu sonsuz güzelliğin mimarını, mühendisini, sanatçılarını düşünür düşlerin içinden çıkamaz aklımı yitireceğim diye korkardım.

Nasıl yani?

 Anlatayım doktorcuğum; hani büyük patlama var ya! Evet. Benim asıl merak ettiğim büyük patlamanın öncesi; yani sıfır hacmin de öncesi. Ne vardı, nasıl bu kadar büyük bir enerji çıktı ortaya. Ve insan, bu enerjinin neresinde? Bu kadar acizlik, bu kadar muhtaçlık ve yerçekimini alt edememem, en yakın yıldıza ulaşma şansımızın bugünkü ortamda olanaksız oluşu…

 Yahu biraz yavaş anlat. Bütün bunlardan sana ne? Sen asıl korkuya geç. Seni korkutan asıl meseleye.

 Peki, doktorcuğum seni daha fazla üzmeyeceğim. Zaten üzenler üzüyor seni. Bu ülkede önceleri öğretmen olmak da önemliydi, doktor olmak da. Şimdi, öfkenin kinin, şiddetin merkezinde bulunma görevlileri haline getirildiler.

Yahu sen öğretmeni, doktoru, mimarı bırak da kendine bak be adam! Asıl meseleye gelelim.

 Gelelim elbet gelelim doktorum. Meselem şudur ki azcık ileriye görenler, birazcık vatanperver olanlar ve ben; bu ülkedeki cinayetlerin hatta toplu intiharların daha da artacağına inanıyoruz.  Bu yüzden büyük korkular yaşıyorum. Yarınlara tam olarak güvenememek, beden ve ruh sağlığımızın her an çalınıp yok olacağına dair belirtilerin artması beni öyle korkutuyor ki korkak bir adam haline geldim.

Nasıl yani?

 Doktorcuğum mutlu olmak için mutlu insanlarla birlikte yaşamak lazımdır. Trafik çılgınlığından tutun da, doğanın katledilmesine kadar, eğitimin yaz-boz tahtasına dönüştürülmesine kadar; düşünce denen erdemli şeyin büyük bir düşüncesizlikmiş gibi algılanmasına kadar her şey korkutuyor beni; hatta korkudan öte tırsıyorum; titriyorum…

 Yahu sevgili kardeşim; ilk önce korkunu tanımlayalım diyeceğim ama senin korkunun ne ucu ne kulpu var. Sen kendin için korkmaktan öte başkaları için korkuyorsun. Tam bir karmaşıklık içinde yaşıyorsun. İnsan ilk önce kendini korkulardan arındırmalı ve korkusuzluğun engin denizinde yüzmeli.

Korkusundan arınmış insanlar diğer insanlar için, çevre için kokmazlar mı doktorum?

 Korkarlar elbet ama bu korkularını ilk önce tanımlarlar. Ne yapabilirim? Nereye kadar gidebilirim; elimdeki imkânlarım nedir? Diye sorgulamalar ile aklın öncülüğünde duygularını da mutlu ederek elinden geleni yapmaya çalışır ve huzuru yorularak, düşünerek çaba harcayarak bulabilirler.

Peki, siz böyle mi yapıyorsunuz?

 Evet, böyle yapıyorum. Ülkemin sosyal yapısını, adalet sistemimizi, eğitim durumumuzu, sağlık politikalarını, bölgeler arası büyük kültür farklılıklarını; bin bir çeşit milletin karışarak bir tek millet hüviyeti içinde yaşamaya çalıştığını biliyorum. Buna göre davranış öğretileri geliştirdim.

Peki, bütün bu farklılıklar, adaletsizlikler, zulümler karşısında ne yapıyorsunuz?

 Çok basit; sessizliğimi kültür haline getirdim. Ne kadar sessiz kalırsan o kadar rahat edersin. Etliye, sütlüye karışmıyorum. Suya sabuna dokunmuyorum. Ama illa dokunacaksam, işte su, işte sabun; günde en az yüz kere ellerimi yıkıyorum. Hijyene çok önem veririm; vermek de lazım.

Başka neler yapıyorsunuz?

 Siyasi düşüncemi yok ettim. Böyle bir inancım yoktur. Siyasetçilere, hele iktidar yanlılarına, buyurun ağam-paşam; buyurun hanımım, kraliçem diye sesleniyorum onlar da bana gülümsüyorlar. Ne kadar güzel çözümler bulmuşum değil mi?

Kesinlikle doktorcuğum; senin icatların çok güzel buluşlar ama bunlara buluş dememek lazım!

 Neden? Çünkü bunlar buluş değil! Nasıl yani? Çünkü büyük çoğunluk zaten böyle yaşıyor, böyle davranıyor; etliye, sütlüye dokunmayacaksın. Görmedin, duymadın, bilmiyorsun… Kıçına diken batınca çuvaldız batmışçasına havazın çıktığı kadar bağıracaksın;

SİZ BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUNUZ?” O zaman, ne polis, ne avukat, ne hâkim, ne adına mafya denen kan emiciler dokunur size; gül gibi yaşar gidersiniz…

 Güven Serin

23 Mayıs 2012 Çarşamba

SAVUR BENİ RÜZGAR

Kamera; Güven BÜYÜKADA-İSTANBUL

Savur beni rüzgar; ada'dan ada'ya savur;
Büyükada'ya,Burgazada'ya,Gökçeada'ya,
Bozcaada'ya, Marmara'ya savur...


SAVUR BENİ RÜZGÂR



 Duyguların en güzel ifade biçimlerinden birisi de insanın içinden geldiği gibi düz yazılara sığınmasıdır. Küçüklüğümün büyüklüğüme etkisi vazgeçilmez bir denge içindedir. O zamanların en güzel sığınmaları mahalle arkadaşları ve yalnızlığımın zamanları ise dut ağacı ile gülfidanlarıydı. Erik ağaçlarının hemen kıyıcığında küçük ama bir çocuk için büyük bir koruluk oluşturmuş gülfidanlarının içine derme-çatma yaptığım kulübeme sığınırdım. Aynı derme-çatmalığın bir başka kulübesi de yaşlı dut ağacının yapraklarla sarılı olduğu kendi görünmezliğini oluşturduğu en üst dalları arasındaydı.

 Rüzgârın uğultusunu, savurma işi, tabiatın dengesi adına vazgeçilmezliği belli olan bir şeydir. Kırlara; toprağa çok yakın çocukluk zamanlarımın rüzgârı inanılmaz kokuları da taşırdı erdemli ellerinde. Göğsü şefkatli bir sevgili, bir ana gibiydi. Saçlarımın dağıldığına, yüzümün uçuşan tozlar ve polenlerle örtüldüğüne aldırmadan rüzgârın taşıdığı kokuları ve dokunuşundaki mutluluğu yaşardım.

 İnsanlığın gelişmeleri adına iç içe, koyun koyuna yaşamlar dayanılmaz ve boğucu gerilimleri de birlikte getiriyor. Rüzgârın giremediği şehirler; betondan kaleler gibi doğanın en güzel esintisini şaşırtıyorlar. Bu yüzden rüzgâr milyonlarca yıldır estiği, patikalar, yollar oluşturduğu doğal yataklarını betondan kaleler ile kesen insanlığa büyük öfke duyuyor. Bu yüzden en kıymetli şehirlerimizde rüzgârın şefkatli kollarını, taşıdığı muhteşem kokuları duyamayız…

 Şimdi kırları, tepeleri, Meriç nehrini, ovaları bırakıp geldiğim Tekirdağ şehrinde yaşıyorum. Hiç bitmeyecek hoyratlığın bir kültüre dönüştüğü bürokratların ilgisizliğini, şehir aşkına çok uzak kalışlarını rüzgârın uğultusuna benzer uğultular ile selamlıyorum. Kim bilir belki de bir fırtınaya dönüşmek, gereksiz bütün kırıntıları, molozları tabiatın diğer boş çukurlarına savurmak istiyor oluşumun içgüdüsel seslenişidir bu düşünce…

 Denizin hemen kıyısında eski uygar insanların; Ermeni, Yahudi, Rumların yaşadığı güzel şehrimin ahşap binaları çoktan yerle bir olup rüzgârlı soğuk kış günlerine yakacak oldu. Uygar insanları sevip, sayamamanın, onları doğdukları denizin kıyısında, kurdukları oyma kapılı, cumbalı evlerinde yaşatamamanın şehirli yaşayanı olarak büyük kederler içindeyim.

 Hüznüm sadece şehrimin şehir olamayışı, ahşabına sahip çıkamayışı, bağrında yeşerttiği diğer uygar insanlara sahip olamayışından mıdır? Değil elbet değil… İnsan insanlığa borçlu ve o insanlığa giden ışığın çağrılarını hissetmeye başlayınca duyarlılığı da artıyor. Ve bu duyarlılık içinde gülerken bile kederlerinizi okşayışınız gelir. Bende öyle yapıyorum; üzerime çöken bencil gülüşleri, kahkaha seslerini kederlerim ile dengeliyorum.

 Şimdi yine öyle hafif yağmurlu bir günün kapalı havasına aldırış bile etmeden tüm hücreleri ile çalışan beden motorlarımın yaydığı ısıyı düşürmek adına düz yazının engin şefkatine sığınarak sesleniyorum;

 SAVUR BENİ RÜZGÂR… Savur buralardan öteye. Al götür beni; dağdan dağa, tepeden tepeye bırak. Ovaları, vadileri, küçük berrak dereleri dolaştır. Denize paralel giden ve ülkemi çevreleyen bütün dağları gezdir bana; ayaklarım şişse, altları açılıp katman katman yaralar bağlasa bile gezdir beni rüzgâr. Bütün bildik inançları, ayıplarla örülü örtüleri sıyır at bedenimden. Ruhuma baskı yapan bir deri gibi yapışmış bencilliğime katkı sağlayan kozmik ışınları da durdur.

 Savur Beni Rüzgâr… Savur at buralardan bilmedik diyarlara. İnsanı hapseden bütün yapaylıkları işitecek algılardan da kurtar ve yücelt. İnsanı, insanlığı günlere hapseden, kimi günü daha kutsal, kimi günü babalar, analar, sevgililer, öğretmenler, özürlüler günlerine bölen diğer günlerin hakkını yitirmiş insancıklardan çok uzaklara sürükle beni rüzgâr. İstersen dağların zirvelerine, istersen ormanların en koyu derinliklerine, istersen çöllerin bilinmeyen yerlerine hapset beni; ama kurtar varlığımın var oluşunu hissederken yok oluşa sürüklenen ve bedenime baskılar yapan ruhumu.

 Sevgiyi, sevecenliği inanılmaz rakamlara, renklere doğallığı büyük ustalıkla taklit eden yapaylıklara teslim etmişliğin tanıklığını yaptırma bana rüzgâr! İstersen hoyratça kavra bedenimi; bir sevgili, bir ana şefkatliğini unutarak gel kavra bedenimi.

 Beni bir moloz, küçük bir kırıntı say ve al göklerin genişleyen evrenin en son noktasına getir; tanıklık ettir büyük patlamaların devam ettiğine, büyük çöküşlerin kara deliklerinin sonsuz helezonun iç çekişlerini ve sarmaladıkları, yuttukları büyük yıldızları nasıl gizlediklerini göster.

 Savur beni rüzgâr; savur batıdan doğuya doğru; savur denizden denize; yosundan yosuna, sesten sese doğru savur rüzgâr beni…

 Güven Serin

21 Mayıs 2012 Pazartesi

GÜNAYDIN SABAH

Kamera; Güven   Tekirdağ

Günaydın yeşilin vazgeçilmez ağaçları.
Günaydın taşın gizemli yaşlı mekanları.
Günaydın,gün ile geceye ayıramayan
geceyi karanlığa, günü şamatala teslim
eden erdemli insanlar; size de günaydın.
Günaydın; sevmeyi büyük bir serüven,
ince bir sanat, evrensel bir müzik
olarak gören güzel insanlar, size de
günaydın...
Dostluğu içselleştirenler, mevsimleri
hava şartlarını mazeret olarak
ileri sürmeyenler; size de günaydın.


GÜNAYDIN SABAH



 Siz güne nasıl başlarsınız bilmem. Güne adım atarken hangi sokakları, caddeleri kullanırsınız onu da bilemem. Bugün güne gün içindekilere dokunarak ama sessizce dokunarak başlamak istedim.

 İlkönce “günaydın sabah” dedim, alışıldık seslenişi yapmadan “günaydın sabah” Siz sanırsınız ki sessiz günaydın deyişime sabah bir şey söylemedi. Siz öyle sanın! Sabahın fısıltıyı önce yele, sonra rüzgâra dönüştürmesini görmeliydiniz. Rüzgârın döngü içindeki oyunlarını en iyi kavak ağacında duyabilir ve görebilirsiniz.

 Kavak ağacının hışırtıları rüzgârın esintisini Latin müziği çılgınlığına çevirmişçesine bir oyana, bir buyana sallıyordu yeşil yapraklarını. Çamların umurunda bile değildi rüzgârın varlığı; ne rüzgârlar gördük biz, dercesine rüzgârı yel algısı içinde gururlu bir yaşlı edası ile dik tutuyorlardı başlarını.

 Günaydın sabah, sırtımdaki ceketi önemseten hatta önündeki iki düğmeyi ilikleten rüzgâr sana da günaydın. Vilayetin önündeki dut ağaçları, temizlik işçilerine büyük uğraş yaratsanız da varlığınız, meyveleriniz, ipeğe dönüşen yapraklarınız, koyu gölgeniz, sığırcık kuşlarını besleyişiniz hatırına günaydın…

 Günaydın arkadaşım, dostum, sevgilim, aşkım, nur topacım, evren bakışlım, gezegen üreyişlim, yıldız mesafelim, güneş yakıcılığım günaydın sizlere.

 Dedim ya bu sabah ki günaydın seslenişimi geri bildirimsiz yani sessiz-sedasız yapacağım diye. Her sabah yürüdüğüm altı dakikada işyerine geldiğim sokaklara caddelere uğramadan günaydın dedim. Önce büyük ve gösterişli binası olan Vilayetin önünden süzüldüm, büyük insanlık kusuru olan Belediye binasının yanından geçtim. Sinan’ın eseri Rüstem Paşa Camiine de en sessizinden, önüm ilikli ve hafif eğilerek günaydın dedim.

 Taş merdivenler çamların eğimiyle aşağıya, aşağılara indirdi beni. Bağrı deşilen, adına şelale, su akıntısı denen garip mimari ve mühendislik yarayı da görerek günaydın dedim taş merdivenlerin yanındaki taş dükkânlara. İlyas Bey’in sessiz-sedasız işyerlerinin ahşap sandalyelerine de bir günaydın. Eğrelti bir yapı gibi bulunduğu yere yakışmayan, ama bizlere sıcak bir ev sahipliği yapan öğretmen evine de kocaman bir günaydını en sessizinden yaptım.

 Ali’nin Lokantası ve diğer lokantalara, insanların geçişini engelleyen taksilere, taksicilere, yayılmaktan, işgalden sözüm ona büyümekten büyük zevk alan esnaf Ali’ye de günaydın… Ahşaba, taş yapılara, zaman zaman yeşili göstermeyen trafik ışıklarına, ışıkları geçince günlük nafakayı bekleyen simit satıcısına, beden ve ruh sağlığına önem veren sabah yürüyüşçülerine de günaydın sabahın güzel hatırına günaydın…

 Belediyeciliği, yöneticiliği fotoğraf çektirmek gören, insana, insan olmaya üsten bakan bütün soylu yöneticilere, soğuk bakışlı bürokratlara, robota dönüşmüş memurlara, hâla insan kalmaya çalışan memur ve işçilere de günaydın… Çiftçinin yanındayız, bizler çiftçi dostuyuz, diye diye çiftçiyi bitiren siyasetçilere, küçük esnafı yerle bir etmelerine seyirci kalan oda ve dernek yöneticilerine de günaydın… Günaydın sabahın hatırına günaydın…

 Geri bildirimsiz günaydın, geri bildirim beklemeden yapılan yardımlar kadar anlamlıdır. Geri bildirime gebe kalmamış yaşam felsefeleri, beden duruşları; ruh süzülüşleri gibi oldukça güzeldir… Yaradılışından ötürüdür insanın geri bildirimleri beklemesi; iyiyi güzeli yeterince arayıp bulamayışındandır, alkışa, sevgiye muhtaçlığı. Kurnazlığı, hileyi, düzenbazlığı kovaladığı kadar sevgiyi, aşkı, sanatı kovalasaydı insan; bir ömrün yarısı bile yeterdi doymak bilmeyen bütün açlıklara. Sonraki kalan ömrünü insanlık sınırlarını zorlayan günaydınlara; sessiz seslenişlere, evrenin büyük sesini, kokusunu duymaya ayırır, esas eğlencenin sınırsızlığını sınırlı olan dünya kuşatmalarından çıkarak yapardı.

 Günaydın Sabah; günaydın geri bildirimi beklemeden günaydınlar size… Âşıklar merdiveni ağır ağır ama sporcu coşkusu, edebiyatçı heyecanı içinde çıktım. Çocukluğumuzda ahşaptı gıcırtılar içinde çıkardım âşıklar merdivenlerinden. Şimdi taş; insan eliyle yapılmış yapay taşlarına basarak gıcırtılar işitmeden çıktım. Duvarlara onlarca yazı karalanmış. Bir şey anlatmak istemiş sıra dışı düşündüğünü sanan genç insanlar. Özellikle de sevdikleri kızların isimlerini yazmışlar karalanmış duvarların renkli karalıkları içine.

 Öğrencilik yıllarımızda ahşap sıralara da böyle yazılar görürdük; hoşlandıkları kızların isimleri ahşaba, taşa, ağaca kazırlardı genç âşıklar. Hoşlanmadıklarını insanlara ise hokkalı küfürleri tuvaletlerin beyaz duvarlarına soylu küfürlerle yazardı yazıya âşık olduğunu sanan biçare âşıklar…

 Onlara da günaydın; gönülden gönül’e akamamanın, köprü kuramamanın burukluğu içinde olsalar da geri bildirimsiz kocaman bir günaydın…


  Güven Serin

16 Mayıs 2012 Çarşamba

GÜL BİRAZ

Kamera; Güven Fransız Kültür Merkezi

Hadi gül biraz; gülümse!
Hop, bir dakika; gülmenin de a:da:bı ve
zamanı var. Daha ölmedik...
Peki ağabey peki; belli daha
ölmemişsin,kemiklerin yerli yerinde
duruyor...

GÜL BİRAZ


 Kulağa çok tuhaf gelen bir sözcük; “gül biraz” Bir rica veya bir emir ile gülünür mü hiç? Belki gülümsenir… O zaman; “gülümse biraz” ricasını tekrarlıyorum.

 Elbette bu ricam yüzlerce sesin koro haline dönüşmesini sağlıyor; “nasıl gülelim?” Yeterince sıkıntı varken; nasıl gülümseyelim? Hoca Nasrettin burada olsaydı vereceği cevap; “sizde haklısınız” derdi. Gülmeyişin, sevmeyişin haklılığı olur mu?

 Sıkıntı varsa çözümü de vardır. Ama nasıl? Çözüm biziz. Biz insancıklar topluluğu… İnsan hep aynı yerde zıplayıp durursa ve zıpladığı yere ikide birde gözyaşı niyetine su dökerse ne olur? Zıpladığı yer bataklığa dönüşür. Bataklık tepinen insanı dibe çekmeyi sever; bu onun en sevdiği şeydir…

 Çalışıp hak aramayı, adalet istemeyi, dünyaya örnek olacak huzurlu ülke halkı olmayı becermediysek ne olacak? Bu bize giydirilen adına kader dedikleri zalimce kabullenişin en hakiki gerçeğidir.

 Gülmeye, gülümsemeye muhtacız… Bizi güldürecek tiyatrolara muhtacız… Bizi düşündürecek sinemalara, resim sergilerine muhtaçlıktan öteyiz…

 Gül Biraz… Dokun, hisset ve önemse kendini… Kas gücünün zavallılığını terk et. Beyne taşı bütün öğretileri. Beynin zarafetine, bilgeliğine, coşkusuna sele kapılan yaprak gibi kapıl. Taşı, ahşabı fark et; yıkmadan, yakmadan var etmenin özentisiz zarafetini tanı ve gülümse…

 Sade kendi başına gelince haykırma; haykıranları, canı yananları duy! İnsan olma bilincini insana yakışır bir şekilde tüm evreni ve o evrende yaşayan canlıları anlayabilme düzeyini sorgula. İnsan olmanın erdemini siyasi düşüncelerden, dini inançlardan, mahalle baskılarından öte taşı…

 Ama bu iş kolay mı? Başlamak, her evin önünün süpürülmesi ile işe başlamak koskoca şehri temiz kılar. Temizliğe hasret ve temizlik savaşı verenlerin savaşı budur işte; başlamak, evinin önünü süpürmek…

 İlkönce yere yakın olmayı öğren; yaşadığın yere ve insanlara. Yüksek bina hırslarını, büyük talanları, sadece kendi sarayını yükseltme hırslarını nazikçe uçurumlardan aşağı bırak. İlk önce yere yakın olmayı öğren; sonra kütüphanelere, müziğe, ilime yakınlaş olabileceğin kadar. Bırak alabildiğini alsın beden; düşünürken gülümsemeyi, gülümserken gülmeyi ve güldürmeyi keşfetsin. Sürekli ağlatmaktan, ağıtlar yaktırmaktan, karalar bağlamaktan çok daha güzeldir gülümseyen, güldüren bedenlerin yaşadığı yerler…

 Bir kadın sağ elini çenesinin altına koymuş gülümsüyor. Müziğe adanmış ve arınmış bir yüzle her türlü kötülükten uzak bir bedenin yüzü ile gülümsüyor. 12 Mayıs tarihinde Sakıp Sabancı müzesinde İstanbul Resitalleri 5. si Simone Dinnerstein’in piyona ya dokunan parmakları, notaların insandan insana ahenkli bir şekilde akması ile gülümsemeye dönüşecek. Sadece 10 TL karşılığında…

 Rüşveti tembelliği, duyarsızlığı, haksızlığı, kabalığı, görgüsüzlüğü değiştiremiyor; değiştirmek istemiyorsak yine de gülümseyin; en azından durumu kurtarırsınız. Kimine göre pişkin bir huzuru, kimine göre deliliği yakalarsınız…

Gülümse hadi gülümse bulutlar gitsin.
Yoksa ben nasıl yenilenirim hadi gülümse
Belki şehre bir film gelir.
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir Akdeniz olur hadi gülümse.
Tut ki karnım acıktı anneme küstüm.
Tüm şehir bana küstü…
Bir kedim bile yok anlıyor musun?


Hadi gülümse.
Sazlarım vardı ırmaklarım vardı
Çakıl taşlarım vardı benim.
Ama sen başkasın anlıyor musun?
Başkasın…

Gülümsemek başkalaştırır insanı; başkalaşmak ise insanlaştırır…

 Güven Serin

14 Mayıs 2012 Pazartesi

KAÇ PARA KAZANIYORSUN

Kamera; Güven  Karaköy Limanı Antrepo 3

Görünen bedenin görünmeyen enerjisi vardır.
Bu enerjinin görünür olmasını sağlayan en önemli
aktörler; sanatçılardır.
Van Gogh ruhunu, resimleri ile görünür kılmıştır.
Güle güle... Yine görüşmek üzere...


Kamera; Güven  Karaköy Limanı Antrepo 3

Van Gogh -  BADEM AĞAÇLARI

Maviliğin hemen altında yerkürede badem
ağaçları çiçek açtı; beyaz çiçekler...
Düşkünlük zalimliğine boyun eğmektense
hiç vazgeçmeyen döngünün hatırına çiçekleri
görüp farketmek aranası cennetin huzuru
hatırına daha iyi değil midir?


KARAKÖY LİMANI
ANTREPO 3 İSTANBUL

Yarın bir son, diğer günlerin bir
başlangıcı değil midir?
Sonlu güzelliklere iç çekmek ve
acıları nasırlaştırıp merhametsiz
olmaya itmek yerine,sonun başka
başlangıca gebe olduğunu
düşünmeliyiz...

KAÇ PARA KAZANIYORSUN



 Habertrak gazetesinden yazmaya başladığım ilk yılların başında bana sorulan en sık sorulardan biriside ; “ bu işten kaç para kazanıyorsun?” Benim verdiğim cevap da; “ sizin anladığınız anlamda maddi bir kazancım yok ama para versem kazanamayacağım zenginlikler, tecrübeler, maneviyat yükleri kazanıyorum.” Der, karşımdaki insan tatminsiz bir suskunlukla yanımdan uzaklaşırdı.

 Her soru soran, her meraklı kişi kendince haklı nedenleri vardır. Birincisi yaptığım yazı işinin iyi para getirip getirmediği; ikincisi de yakınında olan bir insanın ne kadar varlıklı olup olmayacağı da olabilir…

 Esnafın klasik bir sözü vardır; “müşteri daima haklıdır!” tartışılır bir söz olsa da doğru müşterileri bir kenara almak şartı ile insanı bulunduğu bölgeden terk ettirecek müştericiklerin olduğunu da bilen biliyor…

 Her insan yaptığı emek harcadığı işten para kazanmak ister. Tarımla, bahçecilikle uğraşanlar bilir; buğday eksen altı ay beklemen gerekir. Elma, armut, badem, ceviz ağacı eksen; 5 ile 8 yıl beklemek gerekir. Söz konusu insansa, insana uzatılan bir köprü ve o köprüden akacak insan davranışları, insanlık selamları, hatırlatmalar ve en sonunda kendine ulaşmak ve öz kişiliğin tahtına kurulmaksa bu uğurdaki yolculuktan para beklemek daha başlamadan bu işi kaybettin demektir…

 Yıllar geçtikçe içimdeki yazma sevdası kara sevdaya dönüşmese de neredeyse yaşamımın en önemli parçalarından biri haline geldi. Nasıl ki İstanbul sevdam varsa, nasıl ki doğaya, evrene, arkeolojiye, ahşaba, taşa sevdalıysam yazıya da öyle sevdalandım ben. Geriye dönüşü olmayan bir sevda…

 Buraya kadar her şey normal; gönüllü çıkılan yolculukta yürek sevdasını yakalayıp bu sevdanın peşine düşmem beni hiçbir zaman rahatsız da etmedi. Yorulduğum; huzurlu yorgunluklarımdan sonra içsel tatmine ulaştıran bir yazıyı kaleme aldığımda bir sevgili huzuru bulduğum zamanlarım çok olmuştur.

 Yazı ile aşkımın yıllar üstüne yıllar koyması, yazdıkça ağır ağır kendi öz kişiliğime, arayışıma gidiyorum derken ne olduysa o cin bakışlı yazarın söylediği-yazdığı sözcüklerden sonra oldu. Acaba dedim ben; yani bir yazar kimliğinde yaşayan; aşk ile meşk yapan bende o cin bakışlı yazarın tespit ettiği gibi bir şey miyim?

Yazarlığı anlatan usta kalemin, sanata dönüşmüş zekânın kalemi şöyle diyor;

“ Yazarlık nedir? Bir hüsran avuntusu! Yazarlık bir narsis kompleksi; bak ben yazdım. Ne marifetlerim var benim. Okuyun beni. Beğenin, zekâmı, buluşlarımı demek. Sade yazarlık mı? Aktörlük, askerlik, politikacılık, işadamlığı hırs olmadan, beğenilme hevesi olmadan yapılır mı?

 Oysa kendini gerçekleştirmiş olan beğenilmeye boş vermiştir. Hayatı bir oyun olarak almış, mutluluğunu bunda bulmuştur, gerisine aldırmadan.”

 Şimdi sırası mı deme cesaretini gösteremem. İnsan hiçbir hissedişten kaçmamalı. İyi ve kötü; fazla veya eksik; kendi sanatsal terazisini sıkça ayarlatmalı özünü bulacağı en doğruya ulaşacağı zamana kadar…

 Demek ki benim de şu an yaptığım yazı işi; yani yazarlık bir hüsran avuntusuymuş! “Okuyun, beğenin beni”, hissedişinin duymak, görmek için pusuya yatmış bir avcı gibi bekliyormuşum… Şimdi, daha yazma işinin, okumanın, dansın, aşkın, gezgin olmanın büyük erdemini tatmamış, onlara doymamış birisi olarak bütün bunları inkâr mı edeyim? Doğrusu edemem; aradığım insanlığın büyük hatırına edemem…

 Fakat teselli olarak bu hüsran avuntusunu sadece yazarların yaşamadığını aynı zamanda, aktörlerin, işadamlarının, işkadınlarının, askerlerin kısacası birçok meslek içinde bulunan insanların da yaşadığını bilmek biraz mutlu etti beni.

 Ulusal basının, medyanın yani büyük para kazananların halini düştükleri büyük karakter yanlışlıklarını, yanılgılarını görünce az kazanan veya hiç kazanmayan bir kalemin sahibi olmanın erdemini, büyük huzurunu da taşıdığımı söylemeden bu yazıyı sonlandıramayacağım…

 Güven Serin















11 Mayıs 2012 Cuma

CAN KAYIPLARI

Kamera; Güven Ganoslar-Tekirdağ

İnsan doğanın kendisidir. Doğanın işleyişi,
üreticiliği, değişime açlığı ve yaşam ile
uyumlu süreci insanın iradesi ile
birleşir.
Ortaya ürpertici derece güzellikler çıkar;
bütün mülkiyetleri içe sayan, ruhani bir
esintiyi yanında hisseden insan hiçbir
ölümün,kötülüğün, nefretin oyununa
gelmeden yaşam için yürür ve koşar...

Yaşam,yaşamak ve yaşatmak; bütün
kötülüklerden üstündür;bütün zamanlar
bu türküyü besteler ve söylerler...

CAN KAYIPLARI




 Can kayıpları, bu ülke insanının duymaya alıştığı en önemli yaşam biçimleri haline gelmiştir. İsterseniz yüz yıl geriye inelim; Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı ve kısa bir süre sonra Kurtuluş Savaşı. Hepsi büyük bedeller; canlar ödenerek yapılmıştır.

 Canla ödeme yapmak aynı zamanda cananları; anneyi, eşi, dostu, sevgiliyi de yokluğun içinde yok kılar. Zordur canını kaybetmiş güler yüzlü canan olmak; çok zor bir iştir. Alışıldık bir sürü nasihat duyarsınız; “ ölenle ölünmez… Onu kalbimizde yaşatacağız… O, ölmedi…” Duyduğunuz nasihatlerin çekiciliği kulağa hoş gelse de yüreğinizdeki ateşin soğumasına zaman vardır daha.

 Dünya insanının savaşı hiç bitmeyecek; bu bellidir. Ne toprak kavgaları, ne petrol kavgaları ne de teknoloji alanında, ilim-bilim alanında yapılan savaşlar son bulacaktır; hepsi kendi yoluna devam ederken; nice insanı güzel canından, cananlarından edecektir.

 İnsanın en büyük savaşı ilk önce kendisiyledir. Kendisinin ne halde olduğunu bilen insan, kendi savaşına hazırlanırsa diğer savaşlara da kafa tutabilir. Her zaman aklın öncülüğünde yapabileceklerini ve yapamayacaklarını; nedenler, niçinler sorgulanıp tatlı canımızı da yaşam içinde daha uzun yaşatma imkânlarına kavuşuruz.

 İlk önce insandır; insan olmaktır insanın insanlık vazifesi… İnsan, her şeye doyabilir, her şeyden tiksinebilir zamanı gelince. Ama saygınlık, erdem, sevgi; hiçbir zaman doyulmayacak kadar güzel şeylerdir.

 Gülinaz Çimen 82 yaşında bir kadın. Ellerini gökyüzüne kaldırmış dua ediyor. Artvin’de yaşıyor. Artvin’in eşsiz doğası, rüzgârı, yağmurları ile yıkanmış yıllar boyu. Doğaya uyumlu, doğayı sevmiş her insan gibi o da insanı; insanlığı insanın canını; yaşam hakkını sevmiş.

 Her şeye fiyat biçersiniz de insana; insanın insan olmuş haline fiyat biçemezsiniz. Sanmayın ki her insanın ticaret eşyası gibi bir değeri vardır. Satın alınmayı, satılmayı kabul eden her insanın ruhsal durumu ve bulunduğu şartlar da iyi değerlendirilmeli. Eğitimi, görgüyü, erdemi, saygınlığı, sevgiyi tanımış evrenselliği vicdana yerleştirmiş hiçbir insanın borsa değeri yoktur. Sonsuza uzanan bir ederi vardır. Bir güzel söz, bir kahve, bir merhaba o insanın size katılmasını ve sizemerhaba” demesine yeter de artar bile…

 Gilinaz Çimen 82 yaşında güzel bir kadın. Ruhu Artvin’in doğası gibi rüzgârlı ve bol oksijenli! Gök bakışlarında insanın erdemi ile sesleniyor diğer insanlara; hem de büyük bir insanlık şiiri söyler gibi sesleniyor.

 Gülinaz Çimen Hamın yaşadığı yerde yangın çıktı. Yedi ev, bir cami ve bir samanlık yandı. Yanan evlerden birisi de Gülinaz Çimen’in evidir. Yangın sona erince Gülinaz Çimen durum tespiti yaptıktan sonra can kaybı olmayınca toprak kokan ellerini göğe; evrene açılan büyük-sonsuz boşluğa kaldırıp sesleniyor;



acımız büyük ama çok şükür CAN kaybımız yoktur.”

 Bir metre yer için, bir parça bez için canlara kıyıldığı bu güzel diyarda; evi, samanlığı gitmiş 82 yaşındaki Gülinaz Çimen’in hayat felsefesi; “ilkönce can” diyor. Canları kurtarmalı. Canlar yaşatılmalı ki yine el verilsin, emek harcansın, insanın insanlık yolculuğu gözyaşı, ağıtlardan uzak kalsın…

 Yaşamı güzel kılan insanlar bu felsefeleri ile yaşam içinde hayat-ümit sunmaya devam edecekler. Kaldıkları yerden yıkılanı, yananı, talan edileni telafi etmeye çalışacaklar; hem de yürekleri ile.

 Dünyadaki en zengin insan; hayatı kavrayıp kendi iç huzurunu, kendi krallığını diğer insanlara emir verme, baskı yapma olarak görmeyen insandır. Bilir ki her şeyin bir sonu vardır; bir yangın, bir sel, bir deprem hayatın tekrar başladığı yere sürükler. Yeniden efsaneler doğar ve o efsanelerin içinden yükselen yeni yeni insan toplulukları ırkların, milletlerin, dinlerin, madenlerin, teknolojilerin savaşını verir; sil baştan hep aynı güzel oyunlarla…

 Nereye çıksam, kiminle konuşsam bol nasihat, bol fikir duyuyorum. Bildik, emek harcanmamış tekrarlanan eskimiş, miadı geçmiş ve içinde insan olmayan fikirler. Aslında bu fikirler bir düş bile değil ama iyi niyetli bakarsak bir düş diyelim! Herkes kendi düşünü kursun; kendi zenginliğini, kendi özgürlüğü, kendi krallığını…

 Fakat yaşamımızı düşlerle renklendirirken, ağıtların, korkuların, yalan ve talanların içinden böyle sıyrıldığımızı düşünürken, Maksim Gorgi’nin bir sözüne de kulak verip onu düşlerimizi aralayacak bir anahtar olarak da kabul etmemiz bize zarar vermez diye düşünüyorum.


“Eğer hepimiz yalnız düş kurmayla uğraşırsak, yaşamın güzel olmasını kim sağlayacak?” diye hatırlatmada bulunuyor Gorgi.

 Elbette Artvin’de yaşayan 82 yaşındaki Gülinaz Çimen’ler savunacak; bu insanlar evrensel buyruklarla yaşamı güzel kılmaya çalışan gönüllüler ordusudur.


 GÜVEN SERİN




7 Mayıs 2012 Pazartesi

SİGARAYI BIRAKTIM

I
Kamera; Metin   Kumbağ-Tekirdağ

Marmara Denizi adalara uzanan gizli bir
yoldan getirir beni. Dolaşırım kırlarda bir
keçi gibi. Sessizliğin erdemi kucaklar
 bozkır çocuğu belli...
Rüzgar sert ve sınamak ister yüreği
olan insanın yürek elini. Ve uzanır
kışın soğuk zamanında bile
sevmişliğin, boyun eğmişliğin bedeni...


SİGARAYI BIRAKTIM



 Tiryakilere göre benim sigara içmem “içmek” sayılmazdı. Günde 2–3 sigara içiyordum. Adam gibi içeceksen hiç, diyenler bile vardı. Adam gibi içmek nasıl oluyor? Elbette bir paketin hakkını vererek… İyi ve disiplinli tiryakilerin tümü yedek sigara paketi bulundurur. Yanlarında yedek kitap, felsefe, düşünce, vitamin, coşku, hoşgörü olmasa da ziyanı yok canım! Yedek sigaraları vardır daima; büyük kurtarıcının korkunç hayal kırıklığı adına…

 Hiç sigara içmeyenlere göre ise içtiğim 2–3 adet sagara bile fazlaydı. Neden fazlaydı? Çünkü bugün üç olan, yarın 13 olacak elbet düşüncelerini temel alıyorlardı. Üstelik bir tek sigaranın da yararı var diye hiçbir sağlık dergisinde okumadım. İçinde birkaç bin zararlı madde olan ve vazgeçilmez sanılan değerli dostumu bir kenara; nazikçe bir kenara bıraktım. Üstelik sigara paketini daha yeni almıştım. Göz alıcı kırmızı paketin üzerinde bir de çakmak öylesine üzgün duruyorlar.

 Sigara sevdamdan geriye kalan bir paket ile bir tek çakmak bütün mahzunlukları ile beni kandıracaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar. Her ne kadar centilmen, hoşgörülü, ılımlı bir insan felsefesi taşıyorsam da iradenin, bilimsel verilerin ve beden sesinin uyarılarını yok sayamam. Saymadım…

 Sigarayı bıraktım, dediğimde sigara için arkadaşların pek de sevinç çığlığı atmadığını gördüm. Öyle ya, onlar içerken, muhteşem keyiflerin dumanlarını gök kubbeye savururken ben yalnızlığa, hiçliğe mi karışacağım? İlk sözleri; “kilo alırsın!” ne kadar düşünceli arkadaşlar; sigarayı kilo ile şişmanlık ile özdeş hale getirmişler. Sigarayı bırakırsam fidan gibi bedenim şişmanlayacak ve pek yakışıklı olan görünüşüm yakışıksız olacak; ne büyük düşünce ve arkadaşlık gösterisi…

 Daha birçok arkadaşımın haberi olmadı; sigara sevdamdan vazgeçişimin. En çok limanda kendim ile baş başa kaldığım, kendim ile neşeli-huzurlu dakikalar geçirirken sigaramı yandan çarklı vapur gibi işlettiğim zamanları ararım diye düşünüyorum. Sigara ile liman dinlencem neredeyse özdeş hale gelmişti. İyi bir ikili gibi görünüyorlardı. Hâlbuki dinlence zamanında, kendimiz ile baş başa kaldığımız durumlarda sigaradan başka ne büyük dostluklar var da haberimiz bile yok.

 Diyelim ki yılın on iki ayı indiğim liman çay bahçesine yine indim. İğde ağacı ile şeftali ağacının yanına oturdum. Küçük kayıklara şöyle bir selam verdim. Sonra limanın girişine, oradan denizin gerisine; Çanakkale boğazına uzandım. Akıntısı ve rüzgârı bol olan boğazı geçip efsanelerin, tanrı ve tanrıçaların dans ettiği, masallar anlattığı binlerce koyu, adası olan Ege’ye geldim. Oradan sevdaların büyük denizine; Akdeniz’e ve Cebelitarık boğazına kadar ulaştım. İspanya arenasında besili bir boğanın büyük diyet adına kahraman matadoru yerlerde sürüklediğini görünce üzülmeden Atlas Okyanusuna çıktım…

 Şimdi sorarım size; böyle uzun ve güzel bir gezi bir tek sigara içmeden yapılabilinir mi? Sizin değerli düşünceniz adına ben cevap veriyorum; “ELBET YAPILABİLİNİR” Sigaranın yerine bir tek şiir koysanız; nice paketleri yerle bir eder. Nikotinin insan ciğerlerini kavrayıp, güzelim oksijeni kapı dışarı etmesi; insanın kendi insanlığına yaptığı en büyük ayıp değil midir? Bu ayıbı kim örtecek? Elbette en güzel zamanlarımızda; orta yaş dediğimiz, kiminin yaşlılığa yaklaştığı dönemlerde ilk uyarıyı ciğerlerimiz, kalbimiz ve bacaklarımız yapacak.

 İşyerine uğrayıp selam veren tanıdık sima, hal-hatırdan sonra bilinen konuşma devamını getirdi. Sanki en büyük yasaymış gibi, elli yaşına geçen her insan, onlardan önce yaşayan diğer insanlar gibi köhne olmak zorundaymışçasına sağlık sorunundan söz etti;

bacaklar, bu bacaklar yürümüyor artık. Yokuş aşağı iyi de, yokuş yukarı zorluyor beni.” Bu sözü söyleyen insan yaşamın en güzel zamanlarında bulunmasına, görünüşte iyi bir bedene sahip olmasına rağmen iç bedeni iyi bakmamanın, sağlığın, beden sesinin uyarılarına kapalı olduğu için; inlemeyi değerli bir kültür haline getirmiş.

 Aslında sigarayı bırakmak veya bırakmamak değildir mesele; iyi ve kaliteli bir yaşamın içinde olmak istiyor muyuz, yoksa istemiyor muyuz? Sonsuza kadar kimse yaşayamaz. Genetik mirası çok sağlam olmayan insanlar da en iyi şartlarda bile ömürlerini çok fazla uzatamazlar. Ama çok önemli bir şeye sahip olurlar; son ana kadar kaliteli, huzurlu bir yaşamın içinde; gitmek istedikleri yerlere kendi ayakları, iradeleri ile giderler. Dokunmak istedikleri nesnelere, canlılara kendi elleri, gözleri, dudakları ile dokunurlar…

 Sigarayı bıraktım; sonsuza kadar yaşamak adına değil; bana biçilen ömrün son kırıntısını köhne bir beden taşıyarak değil, temiz, bakımlı ve çevremizdeki diğer insanlara acıma hissini vermeyen taze, saygın bir bedenin sahibi olarak bıraktım sigarayı…

 Güven Serin

2 Mayıs 2012 Çarşamba

YENİDEN DOĞUŞ (RENAİSSANCE)

Kamera; Güven     Antalya

Zakkumlar,Yaseminler,Hanımeliler,Limon Ağaçları
Kumsal ve Dağlar; düşü gerçeğe, gerçeği düşe
dönüştürmek için aklın sevgi ile buluştuğu
insanı; insanları bekliyorlar...

YENİDEN DOĞUŞ ( RENAİSSANCE)


Kendini arayan insanın yegâne tutkusu bu değil midir? Yeniden doğmak; yeniden yaşamak ve geçmişte yaşadığını anımsadığına dair içsel seslerden bir şeyler çıkarmaya çalışmak…

 Yeniden doğmak; yeşermek, yeşillenmek ve sonra meyveye, tohuma dönüşüp yeniden yepyeni doğuşlara çıkılan yolculuk coşku, heyecan vermez mi insana? İnsanı arayan insanın en tatlı düşlerinden birisidir.

 Düş kurmayı evrenin gökteki yıldızları kadar çoğaltmış insan, yeniden doğmayı bile ürpertici bir gerçekçilikle isterken, bugün; bize ait olan hayatımızın farkında mıyız acaba? Farkındaysak onun için ne kadar güzel şeyler yapabiliyoruz? Savaşımız, gerçek savaşımız kimle acaba?


 Hayvanlar gibi yer belirleme, yer paylaşma neslini devam ettirmeden öte, diğer yollara; yolculuklara hazırlık yapmak için bavullarımıza neleri koyduk. Ya algımızın patronu olan beynimize; hangi besinleri verdik de yeniden yolculuğun düş olmaktan çok gerçeğe yakın olduğunu anlayabilsin…

 Yeniden Doğuşu düşleyen insan, bedeni ihtiyarladıkça ruhunun gençleştiğini, tazeliğin kokusunu duyacağı hissine kapılıyorum. İhtiyarlayan beden gereken saygı ve özeni gördüğü için güzel görünecektir ihtiyarlık korkusu taşıyanlara. Yolculuğa çıkmadan önce vahşi dünya ilişkilerinden arınmış bir insan iç huzuru ile bavullarını toplayacaktır doğuşa inanan kişi. Bavulları güzel bir hatıranın sembolik düşünden öte geçmeyecektir aslında.

 İnsan ruhu, insanı harekete geçiren mucizevî enerji, insan bedeninin aklı-iradesiyle yolculuğun hazırlığı içine girer. Korkulardan arınmış insan bölmeden çok birleştirme, yok etmekten çok var etme ile uğraşır. İnsanlığı yeniden doğuşa hazırlayacak tapınakların, ibadethanelerin görkemli taşlarına ihtiyaç kalmadan bütün sınırları dinleri, ezberletilen ilkeleri kaldırıp atıverir göklerden aşağıya doğru.

Fransız şair Villon Azra Erhat’ın kaleminden Asılmışların Baladını anlatıyor;

Ey dünyada kalan insan kardeşler
Olmayın bu kadar katı yürekli
Allah da sizden razı olur belki
Sizler acırsanız bizlere eğer;
Şurada asılmışız üçer beşer;


Kuş sütüyle beslenen şu bedene
Bir bakın, dağılmadan günden güne
Bakın kül olan kemiklerimize;
Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene.
Tanrıdan bağışlama dileyin bize.

 Villon bu şiiri kendisi için; bir mezar anıtı için hazırlamış. Villon kendi eseri için; “ tunçtan daha dayanıklı bir anıt diktim.” Demiş.

 Evrenin yasası, insanın ruhu ile ahenkli yaşaması karşılığında insandan sonra yaşayacak eserlerin yeniden doğuşuna izin verir. Yeniden Doğuşa hazırlık yapan insanın öfkesi dinmiş, kin ve nefreti kurutulmuştur. Yolculuğun büyük aşkına zamanın parçalanması her parçada duyulacak büyük öfkelere mazeret uydurması ile devam etmez. Bilir ki millet olmuş bütün milletlerin geçmiş zamanlardaki ata hayatları; kirli, paslı bol hüzünlüdür. Onları aklamak yerine ak olan zamanın savunucusu, ev sahipliği cömertliği içinde bütün insanlık için insan aklı ve vicdanı ile oluşturulan sevgi ile selamlar.

 İnsan aklı ile olgunlaşmamış bir beden, bir ruh; hiçbir inancın, kurumun, tapınağın yardımı ile olgun ve merhametli bir vicdana varması mümkün değildir. Dünya yasaları ile bölmeye, bölüştürmeye, geçmişindeki büyük kirleri ve kanları savunmaya devam eder; son nefesler bu yüzden korku ile zebaniler görmüşçesine büyüyen gözlere küçülen bedene hükmeder.

 Ne dünü kirli bırakmalı, ne de yarınlara kuşkulu girmeli. Gün ışığına, uzaktaki yıldızlara, çok yakınımızdaki ay’a şükran duygularını sunmalıyız. Bizi yerden göğe yükselttikleri, yer ile göğün arasındaki romanı anlatmaya çalıştıkları için…

 Kalıplaşmış, yenilenmeyen, insan ruhuna huzur vermeyen ideolojilerin bataklıklarına batmak, ruhumuzu korkutup kaçırmak yerine tapınaklardan daha kıymetli kitaplıklar kurmalı. İçinde danslar, felsefeler, aşklar yaşamalıyız…

Yine Azra Erhat’ın insanlaşmış kaleminden Villon seslensin yeniden doğuşun güzel hatırına;

İnsanlar tanıdım fakir zengin
Akıllı deli, dinli dinsiz,
Soylu soysuz, cömert pinti,
Büyük küçük, güzel çirkin


Ne bayanlar, halleri başka başka,
Kimi açılmış saçılmış,
Kimi takmış takıştırmış,
Ölüm hepsini aldı gitti.


 Güven Serin