31 Temmuz 2014 Perşembe

BAYRAMIN CANINI OKUDUM


Kamera; Güven    Benim bayramım; dağlar,çiçekler,çalılar,
ağaçlar;elbette vazgeçilmez insanlık; en hakikisi,en adisi...


BAYRAMIN CANINA OKUDUM

  Bir bayram daha geldi-geçti; bilinen manada, küçüklerin sevinmesi, dargınların barışması ve insanın kendi içinde sunacağı nezaket gösterileri adına…

  Gerçek manada bu bütünlük korunuyor mu; tama olarak korunduğu zamanlar oldu mu? Bilemiyorum, insanın olduğu ve insan denen canlının bitmeyen öfkesi, kini, cehaleti yüzünden şölenlerin tam manasıyla şölen olarak kutlanma olmayacağı bellidir.

 Şüphesiz bayramlar insanlık şölenidir. Her bölgenin geleneği, göreneği, özel katkıları bu şöleni daha da güzel hale getirir. Şölenlerde insanı mutlu eden şeyler nelerdir? Sadece iyi, temiz giyinme mi? Zaten, günümüzde iyi ve temiz giyinen insan sayısı oldukça fazla; artık, yeni bir şey almak için bayramlar beklenmiyor.

 Bayram tatlıları, çikolataları, şekerleri de günlük hayata yeterince heyecan katmıyor. Çünkü insanlar şekerlemelere gark olmuşa benziyor. Geriye kala kala dargınların barışması, birbirini görmeyen akrabaların, arkadaşların, komşuların birbiriyle hoş sohbetler etmesi kalıyor.

  Sırf hoş sohbetler adına bile, bayram buluşmalarına katılmak, kendi şifasını oluşturacaktır. Belki de birçok şurupta, hapta, övgüde aradığımız şifa, insanın insana muhtaçlığını hoşlukla, zarafetle bir araya geldiği buluşmalarda hep doğduğu gibi yine doğacaktır.

 Ne hazindir ki, dargınlar barışma eğilimini göstermedikleri gibi, hoşluğun sohbetleri de hızlı akan nehirler gibi önüne kimi katıyorsa onu sürüklüyor. İnsanımızın hızla akan teknolojiye kapılmış bedenleri bayram seyirlerini de çok hızla tükettiğimizin gösterisine-gösterilerine tanıklık ettim. Ben de onlar gibi, başlayan bayramın içine; bulanık ve oldukça hızlı akan, yaşamdan çok hüznü anlatan nehrin içine girdim.

  Eş, dost ve telefon konuşmaları; zaten her zaman yaptığım güzel şeyleri tekrarladım. Kendi adıma, yine her zaman aldığım tadı aldım; biliyorum ki, insan, ağzına kadar sanat, bilim, felsefe, yiyecek, içecek, altın, gümüş ile beslensin, yine insana, insanlığın alkışlarına, hoş gel dinlerine, merhabalarına ihtiyaç duyar; duyacaktır…

  Birkaç saat de bayramın canına okudum. Görüştüğüm, ziyaret ettiğim eş, dostun haricinde gidemediklerimle yapmış olduğum telefon konuşmaları; birkaç çocuğa küçük harçlıklar, yine her gün giydiğim temiz kıyafetler ve barışık yaşam felsefesiyle bayramın canına okudum. Aslında can çekişen geleneğin içine girip, kendimce bir yudum can suyu döktüm…

 Belediyeler, Valilikler, odalar, dernekler; ölmüş, gri ve soluk bir bayram kutlama mesajlarını, kısır kutlama gösterilerini bir kenara bırakıp, yepyeni şeyler icat etmeliler. Belki de var olan, başka uygarlıkların neredeyse tüm kent halkının bir araya geldiği, kadın, çocuk, erkek, yaşlı, genç hepsinin eğlendiği törenleri, bu çok sevdiklerini söyledikleri halklarına armağan etme zamanları geldi ve geçiyor bile.

 Bayram bayram gibi, tatil tatil gibi, çalışma çalışma gibi; insanlar, büyük buluşmalara, büyük şölenlere, bayramlara muhtaçtır; insanlığın, insanımızın köküne kibrit suyu dökmeyi bir kenara bırakıp, canına okuduğumuz güzel yaşamı, yılda birkaç gün olsa da ormana, tarlalara düşecek beklenen o güzel yağmur gibi düşünüp gerçekleştirelim.

  Her defasında bayramın canına okumaya, bir an önce bayram telaşını bitirmeye giden ben, yine her defasında kendi barışık, insancıl düşüncelerimi, insanların birbirine kurdukları tuzakları, sundukları avlama yemlerini kâh gülümseyerek, kâh endişe ederek izledim; bayramınız kutlu olsun; geçmiş değil, geçmemiş bayramınız…

  Güven Serin  









  

23 Temmuz 2014 Çarşamba

BİR SEVDANIN BELGESİ


Kamera; Güven   Marmara Adası-Marmara İlçesi


BİR SEVDANIN BELGESİ

 Yapı Kredi Yayınları Orhan Veli’nin doğumunun 100. yılı nedeniyle bir eser yayınladı; Yalnız Seni Arıyorum. Nahit Hanım’a Mektuplarla başlayıp, sadece Nahit Hanım’dan Orhan Veli’ye gelen bir mektup ile biten büyük aşkın yaşanmışlıkları.

  Orhan Veli ile Nahit Hanım’ın (Nahit Gelenbevi) birbirine duydukları sevgi, kavuşamamanın, yasak ve ulaşılmaz olanın yarattığı girdapı, yalnız ve yalnız mektuplarla aşılmaya, o büyük sancılar azaltılmaya çalışılmış.

  170 sayfalık kitabın hemen girişinde, yazıma başlık olarak seçtiğim sözcükler bulunuyor;

Bir Sevdanın Belgesi… Aynı anda iki eseri yan yana okudum. Birisi, ebedi hayata yönelmiş, edebi hayata kalıcılığın dizelerini armağan etmiş şair Orhan Veli. Diğer şair ise, günümüzün, bu zamanın gök kubbesi altında yaşamın her türlü kalp atışlarına, kendi beden motorlarıyla sevgi dağıtan, her türlü kabalığı, hoyratlığı törpüleyip, cilalayan şair, Olcay Kasımoğlu’dur.

  Yüreğimde Sakladığım Son Sözüm ve Yalnız Seni Arıyorum eserlerini tam da şairleri, onların yüksek duygularını, onların soluk alıp vermelerini, insanlığa uzanan ellerinin titreyişini, barışçıl esintilerini daha iyi algılayacağım tatil zamanında; Marmara Adasında okudum.

 Bu eserlere, mabede girer gibi, heyecan içinde, iç motorları en sessiz ve en yavaş haliyle… Taş mekanın, ahşap kapısını ağır ağır açtım. Orhan Veli için şu sözler kalıcılığın nezaketiyle buluşmuş;

 “ Boğaz’ın bir ucunda, Sarıyer’de, yalnızlık ve yoksunluk içinde yaşayan bir adam… Sıkboğaz eden parasızlıkla boğuşurken bile sevdasıyla soluklanmayı, gönül işçiliğiyle geçinmeyi öğrenmiş bir adam… Şiirle, sevdalarla, dostluklarla, at yarışlarıyla, sandal gezintileriyle, Karadeniz rüzgarıyla, yosun kokularıyla, alaca gemilerle, gökyüzünün mavisiyle, durmaksızın havayı karalayan martılarla ve elbette ‘ rakı şişesindeki balık’larla avunan bir adam…”

  Orhan Veli’nin mektuplarıyla kalıcı hale getirdiği, edebi hayata inanılmaz güzel mısralar kadar değerli mektuplar bıraktığı mektuplara; can, kan ve duygu verdiren kadın Nahit Hanım için çok yürekler attı. Bu yüreklerden birisi de Samet Ağağlu’dur. Nahit Hanım için; “ Rönesans gibi kadın” sözcüğü Cemal Süreyya’nın tanıklığıyla bu zamana kadar ulaşıyor. Ya da bir başka söylemi; “ Cumhuriyet gibi kadın”

  Nahit Hanım’a sadece Orhan Veli mi sevdalanmış; hayır! Rönesans gibi bir kadın olacak da onlarca şairi, yazarı; zarafetin, yeniliğin, yenilenmenin ateşiyle yakmayacak; bu mümkün mü; elbet değil. Sabahattin Ali de böyle sevdalılardan birisidir. Gönül seslenişine karşılık bulamadığı için Nahit Hanımı bir parça “hafif meşrep” bulur. Nahit Hanım’ın gücü, güzelliği karşısında, onun sekiz cephesi olduğunu, onu tanıyanların ancak üç cephesini tanıyabileceğini anlatır Orhan Veli’ye.

 Veli, sevdiği kadına birçok kez hep aynı seslenişi yapıyor; “ Sevgili Nahitim” Kitabın 45. Sayfası,” Canım Nahitim” diye başlayıp şu sözcüklerle tamamlanıyor; “ Koltuklarının ter kokusunu duymak istiyorum.”

 Sadece şairlerin değil, insanların içindeki sevgi yok olsaydı, yaşamın yokluğu, bugünün bütün anlamını kendi içinde büyük yıldızları yutan devasa kara delikler gibi bizim her şeyimizi yutardı.

 Orhan Veli, sevgiyi ve sevmeyi en üst düzeyde yaşayan, parasızlığı ise en altta hissettiği zamanlarda bile anlamlı, kalıcı şiirler üretmiş;

Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda;
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra…

  Orhan Veli ve Nahit Hanım’ın yaşamın diriliğini bozmadan tane tane, yine yaşama akan nehir kadar güzel, nalsı ve kararlı mektupları bir tarafımda; diğer tarafımda ise Olcay kasımoğlu’nun tazeliğini, toprak, su, rüzgar, güneşle harmanladığı şiirleri;

Canı canıma sürgün yar!
Gel ömrümün gülşeni,
Sende bulsun hayat…

 Bir başka şiirinde; Sustum; Korkak dediler/Söylendim; zehri var dediler/Biraz konuşayım dedim; kahrı var dediler/Ne zaman itirazım çoğalsa; muhalif dediler. Kasımoğlu o kadar çok üretmiş ki, her üretim, her erişmişin ölümün elinden kaçırabildiği kadar kaçırılacak eser gibi kitabın, taş yapının, ahşap kapısından girdiğim loş, serin salonuna yayılmış;

 “Her şey kendine akan bir ırmak gibiydi/ Sözün düştüğü yer rüzgar serinliğinde.”

 İnanıyorum ki Olcay Kasımoğlu daha çok sözcükleri şiirlerin sihirli güçleriyle buluşturacak.

  Orhan Veli'nin genç yaşta ölümünden sonra diş fırçasına sarılı bir kağıda yarım kalmış şu şiir; Aşk Resmigeçidi, adlı şiirin mısraları yazılmış;

  Hiçbirine bağlanmadım/Ona bağlandığım kadar/Sade kadın değil insan/Ne kibarlık budalası/Ne malda mülkte gözü var/Hür olsak der/Eşit olsak der/
İnsanları sevmesini bilir, yaşamayı sevdiği kadar.

 Güzel şey, sevmek hayatı; hayatın çok sesliliğini, her türlü zorbalığını, kaypaklığını, hilebaz lığını yontmak, törpülemek, keskinin ucuyla eşelemek, cilalamak ve sonra karşısına geçip yudumlamak çayını, yonttuğu, törpülediği hayata bakarak…

 Güven Serin 



 


  

14 Temmuz 2014 Pazartesi

AT ve TAVŞAN (KIŞ UYKUSU)


Kamera; Güven  Marmara Adası


Kamera; Güven   Marmara Adası-Saraylar

Yüzleşme, dut ağacı ve meyvesi ile yüzleşme buna denir;
neredeyse parmağım kadar dutlar, cazibeli duruş içinde
davetkar bir gösteri yapıyordu. Hazır dolaşıyorum, susamış,
acıkmışım birkaç tane yiyeyim dedim; asıldım, asıldım,
asıldım; dal kırıldı dut kopmadı; kopmadı ama bana
bir güzel oyun da oynadı, süzülen kan kırmızı su; bileğimden 
koluma; işte bu manzara çıktı ortaya.



Kamera; Güven Marmara Adası-Saraylar
Mermerin ana vatanı... Güzel Sanatlar öğrencileri,
kendi iç  dünyaları, öğretileriyle burada 
yüzleşip, bu güzel şeyleri buralara dikmişler.

AT ve TAVŞAN (KIŞ UYKUSU)

  Bir hayvanı kendi doğasında görmediğiniz zaman tam olarak anlayamazsınız. Onun yaşam hakkı için nasıl bir mücadele verdiğini, mevsimleri döngünün en görkemli töreniymiş gibi kabul edip her türlü zorluğa uyum sağlayıp görkemli bir gösteri yaptığını bilemezsiniz.

 Anadolu da yaşayan vahşi atlar için de, hemen hemen her yerde bulunan yaban tavşanları içinde aynı şeyi söyleyebiliriz. Her ikisi de yaşamlarını en keskin doğa şartlarına rağmen uyum içerisinde yaşarlar;  hiçbir şikâyet, istek, arzu belirtmeden, soylu lanetler yağdırmadan…

 Tavşanların şansı biraz daha fazladır. Yuvalarını yeraltına yaparlar; toprağın o muhteşem koruyuculuğuna güvenirler, en sert kış fırtınalarından, soğuklarından korunmak için. Yine de yaşamın vazgeçilmezi vardır; yaşamak için yiyecek bulmak. O yüzden tavşanlar da yiyeceği bulmak için, en görkemli kış zamanlarında bile dışarı çıkarlar; hoplayarak; önce iki ayağını öne atıp, sonra arka ayaklarını yay gibi kullanarak yiyecek ararlar.

 Kış Uykusu filmi aynı zamanda diyalogların da gösterimi; yüzleşmenin, insan bedenine yaslanmış, şırınga edilmiş, dayatılmış kalıpların da büyük yapıtı. Sineme bu yüzden önemli; harcanan emek, yapılan yatırım, on yıllarca verilmek istenen eğitimin vereceklerini birden başınızdan aşağı döker.

  Bu filmin karakterleri insanı, yani bizleri olduğu gibi anlatıyor. En doğal haliymiş gibi, iç dünyamızın örümceklerini temizlemeden, kilerlerin loş, serin bir de ekşi fare idrarı kokan kapılarını sonuna kadar açıyor. Eşsiz manzarası, doğanın insanlığa büyük bir armağanı olan Kapadokya nice filme, diziye ev sahipliği yaptığı gibi Kış Uykusu Filmine de harika bir ev sahipliği yapmış.

 Kapadokya’yı anlamak için tabiatı anlamak gerekir. O güzel, sıra dışı şekillerin meydana gelişini Erciyes Dağına bakarak teşekkür edebiliriz. Sonra, yağmurlara ve rüzgara… Günümüzden iki bin yıl önceki insanların bu sıra dışı taşları, tavşanın hayatta kalabilmek için nasıl yeri eşeleyip, yontup kendi sarayını inşa ettiyse, insanların da taşları, yontup, eşeleyip inanılmaz saraylar inşa ettikleri bu yerler; insan aklının, zorluklarla nasıl da beslendiğini, bir başka döneme masalımsı bir şeyler bıraktığını da gösteriyor.

 Bu film iyi bir şarap gibi fıçısında, mahzeninde durdukça daha güzelleşecek. Bu şarabı içkiden öte içenler; hatta yudumlayanlar, insan ruhunun, tabiat ve yaşam şartlarıyla nasıl bir döngü içine girdiğini de yudumlayıp, kendilerini prangalardan kurtarmaya çalışacaklardır. Olsun, sadece debelenmek bile yeter, kurtuluş ümitlerini, kurtulma çabalarını anlatmak adına…

  Bu filmin görünmez kahramanları, belki da insanın alt katmanlarını zorlayacak en önemli anlar diyaloglar görünse de çok önemli iki oyuncu daha var; yakalanıp ehlileştirilen bir at ve beyaz karların yorgan gibi yeri kapladığı kış günü, nafaka ararken film başkarakteri tarafından vurulan tavşan…

 Bu iki sahne, bana sorarsanız en can alıcı sahneler… Birçok insanın kendini kandırıp, kafesine soktuğu kuşlar için söylediği bir şey vardır; “ burada ne güzel rahat yaşıyor. Tabiatta olsaydı çoktan ölürdü!” Birçok insanın çocuğuna büyük bir jest gibi gittiği hayvanat bahçeleri de böyle hüzünlerin büyük insanlık gösterisini yaparlar; ayıların, kurtların, zebraların, atların insanlığa gösterildikleri alanlar otuz kırk metre kareyi geçmez. Hâlbuki bu hayvanların doğal yaşam alanları yüzlerce kilo metre alanı kaplar.

 Filmdeki ehlileştirilen at ta öyle bir özgürlüğün içinden geliyor; Anadolu bozkırlarında bütün sevdikleriyle vadilerden, tepelere, yaylalara, bozkırlara koşarak yaşarlar. Her türlü yaşam mücadelesiyle baş etmeyi bilirler; insan hariç…

 Filmde yakalanıp en iyi şartlarda bakılan at, belki yaban hayatından daha iyi koşullarda görünse bile, bu hayat kendi doğal hayatı değildir. Sıkılıyordur, bir çıkış arıyordur. En iyi besin, en iyi iltifat, onun bozkırlarında onu bekliyordur. Tıpkı, filmin diğer önemli kadın karakteri Nihal gibi…

 Bu filmi, Nihal’i; yani kendi karşımızdaki, yakınımızdaki kadınları anlamak için aynı zamanda yakalanan vahşi atı ve onun sonrası özgürlük ile buluşma anını da beyninize iyi kazıyın derim…

 Tavşan ise çok kısa bir an, beyaz karların üzerinde yiyecek yerken görüntülenir; işte o an, filmin başkarakteri tarafından kurşunla vurulur. Göğsünden aldığı iki kurşun yarası onu boylu boyunca yere uzatır. Birkaç nefes, solunum, yaşam savaşından sonra ölür.

Aslında bu ölüm, katı alışkanlıkların, katı öğretilerin; “ her şeyi yapıyorum, yediğin önünde, yemediğin ardında” diyenlerin de kendi ölümlerini simgeler; burada, bu filmi büyük cesaretle, gözlerini bile kırpmadan izleyecek kişi ve kişiler; tavşanın ölümüyle, kendi katı alışkanlıklarımızın, kültür diye etrafı aydınlatırken onları nasıl yok ettiğimizin fark ediş vicdanının da ölümü olacaktır…

  Biliyorum; zor bir yüzleşme…


 Güven Serin 




9 Temmuz 2014 Çarşamba

AYDINLANMA ve AYDINLATMA...


Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi
Osman Hamdi ve Alexander Vallaury ...

Bu müze en zor şartlarda dahi insanın insanlığa ne büyük
sunumlar yapacağının da kanıtı... 


Kamera; Güven Selçuk Demirel-Fransız Kültür Merkezi

Selçuk Demirel-Fransız Kültür Merkezi


Selçuk Demirel-Fransız Kültür Merkezi


Kamera; Güven Selçuk Demirel


AYDINLANMA ve AYDINLATMA YOLLARI

  Çeşit çeşit yolları vardır aydınlanmanın, aydınlatmanın… Dünya zamanı ile birlikte, insan ihtiyaçlarıyla değişir; döngünün değişimi gibi değişir.

  Çöküşler ve yeniden doğuşlar; işte bu yüzden önemlidir sosyal bilimler… Yıkılışı anlarsanız, doğuşu, yükselişe de en büyük katkıyı sağlarsınız. Tarih, sevimsiz veya birkaç zamanın kahramanlıklarını hatırlamak katar kısır ve kısa anılır. Hâlbuki içi dopdoludur, insan kokar; insan ilişkilerinin muhteşem gösterileri vardır her sokağında.

  Cumhuriyete geçişimiz böyle zamanların altyapıları, hayal kırıklıkları, çürümüşlükleri ve acılarıyla doludur. Sanırsınız ki bu zamanlarda  hep acı vardır? Hep hüzün mü olmuştur? Hayır! Böyle zamanlarda bile insan kendi mucizesini yaratır ve yakalar. Bu zamanlarda yeşermiş güzelliklerden birisi de Osman Hamdi’dir. Abdülazizi, Abdülhamit’i Reşat’ı görmüş, onların sağladığı imkânlar ile iyi bir eğitim almış bir sanatçı. Bugünün Arkeoloji Müzesini, içinde ki benzersiz, paha biçilmez eserleri bir araya getiren kişi. Aynı zamanda Mithat Paşa’nın dostu, güzel sanatlara âşık, aydınlanmanın çarkını, en ağır zamanlarda, kollarında derman kalmadığı anlarda bile çeviren bir insan…

 Dedik ya, aydınlanmanın, aydınlatmanın çeşit çeşit yolları vardır. Bu yollardan birisi de modern müzeciliktir. İçinde sergi salonlarının, video gösterilerinin, panellerin yapıldığı, geçmiş ile geleceğe dokunurken o dönemleri lanetlemek yerine, gerçeğin, güzelin, iyinin tohumlarını yeşertecek bahçeler, tarlalar, vadiler gibidirler.

  Böyle yerlerden ikisini, iki güzel mekanı anlatacağım size. Birinci mekan, Garanti Bankasının insana, insanına, insanlığa verdiği büyük destek doğrultusunda ortaya çıkarttığı yüz yılı çoktan geçmiş taş yapının görkemli yüzü olan yer; Salt Galata. Alexander Vallaury. Bu topraklarda doğmuş bir mimar. Çok az anladığımız, niçin azaldıkları, yok oldukları üzerine kafa yormadığımız vatandaşlarımızdan sadece birisi.

  Salt Galata, çok önemli bir sanatçıyı ağırlıyor. Rabıh Mroue’nin çalışmaları, sözcükler, video gösterimler, insan denen canlının her türlü esintisini, yine insana gerekli güzelliğe dönüştürüyor; büyük sorgulama ve büyük yüzleşmeye; bir kez daha, sözcüklerin, görselliğin yardımıyla erişmek, ilerlemenin katmanlarına birkaç tuğla, harç koymak oldukça önemli.

  Rabıh Mroue’nin çalışmasını, içtenliğe, insani gelişmelere, beyin dalgalarının dingin bir yolculuğa çıkması adına şiddet ile tavsiye ediyorum. Rabıh Mroue ne anlatıyor acaba?

Lübnanlı sanatçı, 1990 yılında Lübnan iç savaşının sona ermesini sorguluyor. Bu sorgulayış, oldukça çok sesli ve duyarlı bir gösteriye dönüşüyor. Siyasi huzursuzluk, ayaklanmalar, yıkımlar, kayıplar, sansürler ve tütmeye devam eden acıların edebi anlatımları; şiddetin içinden, pisliğin, hilebaz lığın içinden yeşeren nilüfer çiçeklerinin, kaktüslerin, kısacası hayata dair olan gerçeklerin yeniden var olabileceğini, irdelemeler sayesinde, şiddetin azaltılabileceğinin; aklımızın, beden bütünlüğümüzün önemlerini anlatıyor…

 Bir düşünün, illa büyük savaş, büyük kayıplar yaşanmadan bu gösterimi, insanlığa, vahşete seslenen bu tür sergileri lütfen minnet ile kabul edin. Rabıh Mroue şu seslenişi, her dönenin insanlığına bir seçenek olarak bırakılmış bir hazine gibi;

 “ Herhangi bir isim olabilirdi.
İsimsiz bir sayı olabilirdim.
Bir sanat eserinden bir karakter olabilirdim.
Tamamen kurmaca olabilirdim.
Hikâyesi olan bir filmde bir imge bir konu olabilirdim.
Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde olabilirdim.
Eğer Catherine ismimi iki kez seslenmemiş olsaydı; Rabih! Rabih!"

 Catherine bir kadın. Lübnan iç savaşı sona erdiğinde sevdiği adamı arar boş yere seslenir yıkık, viran, savaşın dumanları tüten yapılara; Rabih! Rabih! Bu ses, Galata Salt müzesinde sizi bekliyor; önemsediğiniz, hiçliğe düşmüş olabilecek bedeninizi gerçeğin yakınına davet edecek sizi…

 İkinci mekân Fransız Kültür Merkezi; daima soğuk limonatası, taze kahvesi, insan ruhuna dokunan sergi ve gösterimi olan yer. Taksim’de, İstiklalin hemen girişinde… Bu sefer Selçuk Demirel’i ağırlıyor. Aydınlanmaya en kısa yoldan destek veren Demirel’in karikatürleri şimşeklerin o bildik gösterilerini yapıyor; kimi sessiz ama muhteşem ışıklarının gökyüzünü, o derin karanlığı kısa bir süreliğine aydınlatan cesaretini, kimi ise o korkunç gürültüyü; gökyüzünün altındaki korunmaya muhtaç insanı; insancıkları iliklerine kadar titretecek sanat boşalımını yapıyor. Burada da aynı güzellikte, cesarette ki çalışmaları sergileniyor.

 İki çalışması ne güzel anlatıyor dünyamızın öldürüşünü. Birincisi beyaz bir güvercin yükseliyor gökyüzüne. Başı görünmüyor. Çünkü gaz maskesi takmış. Gelecek zamanda hepimizin takacağı maskelere benziyor.

  İkinci çalışması ise denizin bir bölümü; kafalarını dışarıya çıkarmış balıklar; nefes alamıyor; denizde kalsalar, denizin kirliliğinden ölecekler; dışarıya çıksalar; dışarısı da aynı, denizin altı gibi…

 Güven Serin 






8 Temmuz 2014 Salı

RABİH! RABİH!


Kamera; Güven Salt Galata-Rabıh Mroue


RABİH! RABİH!

  Bir kadın sesleniyor savaşın, iç kargaşanın devam ettiği yanık, yıkık yerin hemen yakınında, erkeğini arıyor;

Rabih! Rabih! Diye…

  Lübnanlı sanatçı Rabıh Mroue’nin çalışmasındaki bu iki kelimelik sesleniş, dinlediğimden beri kulaklarımda, beynimin içinde; bana, yıkıntıların arasında kaybolmuş ruhuma sesleniyor;

 Güven! Güven! …

  Bu etkileniş, bu çalışma 1990 yılında sona eren Lübnan iç savaşını anlatsa da, bitmeyen kendi savaşlarımızda her gün azar azar ölümler yaşasak da, özellikle bu sesleniş niçin etkili oldu?

  Şimdi burada bu büyük insanlık hikayesinin çok küçük bir bölümünü, sanat deryasından, kendi iç dünyası ile dış dünyası arasında harmanlama yapan, çıkan ürünü tüm insanlığa sunan sanatçının çalışmalarından bir çeşni aktarıyorum:

“ Yerel gazetelerde kayıp kişi olarak çıkmış fotoğraflarımı topluyorum. Bunu neden yaptığımı çok iyi olarak bilmiyordum, ama bir kişinin nasıl kaybola bileceği sorusu ilgimi çekmişti; özellikle de Lübnan gibi herkesin birbirini tanıdığı, itirafçı, toplulukçu kabile gibi olduğu söylenen küçük bir ülkede.

  Burada-veya herhangi bir ülkede-kontrol ve otorite ne kadar iyi oturtulursa oturtulsun, insanların içinde kaybolduğu çatlaklar ve yarıklar her zaman var; kaçarlar, kurtulurlar, yok olurlar ve bazen de suç işlerler arkalarında hiçbir iz bırakmadan.

  Bana öyle geliyor ki, Lübnan vatandaşları olarak bireyselliğimizi kazanmak için, kaçırılma, ortadan kaybolma, cinayet ya da şehitlik gibi ağır bedeller ödüyoruz. Ve açıkçası, BUNUN BİLE YETERLİ OLDUĞUNA EMİN DEĞİLİM.”

   Bu sesleniş, bu çalışma içimde bir başka ben olurken bu toprakların da Lübnan topraklarına benzetilmeye çalışıldığını, tarihimizin hangi dönemine bakarsak bakalım, şanlı ölümlerin, öldürmelerin, cinayetlerin nasıl da bir yol bulunup politikacıların soylu açıklamalarıyla sıradanlaş-tığına tanıklık ediyoruz.

 Sabahattin Ali’nin nasıl ve niçin öldürüldüğünü bilmeyen, bilmek istemeyen, her gün kutsallıktan söz eden insanların, kendini insan-bir şey sananların, söz konusu kendi kıçlarını kurtarmak olduğunda Nazım Hikmetten şiirler okuyarak, vatan, hürriyet aşkını yüceltirken Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mithat Paşa’dan söz edip heykellerini dikerken, onların yaşamlarını, yaşam haklarını-süreçlerini, onların sonlarını ve son nefeslerini bilmek istemeyiz…

Sanatçı Rabih! Rabih! Diye seslenirken, kendi kayboluşunu, diğer kaybolan, yok olan, yok edilmiş canlıların ruhlarına adamışken yakın zamanın ölümleriyle bir kez daha yerle bir olan iş kazası sınıfına sokulan SOMA faciası, diğer ölümlere çare olacak adaletle, hakla, vicdanla yine kutsanmadığı, anlaşılmadığı ve anlatılamayacağı ortada duruyor.

  Bu ses, bu sesleniş kim bilir ne kadar yankılanacak beden duvarlarımda; Rabih! Rabih! Sanırım, yankılanmakta haklı, onu bırakmayan, kayıt altına alan bedenim, diğer seslerle buluşup kendi tesellisini buluyor almalı. Bir yanda Sivas vahşeti ve o vahşetin zarif kurbanları, onların yakınları sesleniyor;

Nesimi! Nesimi! Asım! Asım! Metin! Metin! Muhlis! Muhlis! Behçet! Behçet! Edibe! Edibe!

  Bir yanda çok yakın zamanın seslenişleri; ülkede kimsenin beklemediği insan seli, gençlik haykırışı, ilahi bir sesin hak arayıcıları gibi çıkmışlardı meydanlara. Gazla, coplarla, mermilerle insanları yutan yarıklara gömüldüler. Kimileri kör oldu, kimileri ise ölümle öldürüldüler. Ve onlara seslenenlerin, viran adaletin, yıkık siyasetin korku kokan mekanlarında onları arayan insanların sesleri bir aylardan beri tekrar ediyor o genç isimleri;

Abdullah! Abdullah! Ethem! Ethem!  Mehmet! Mehmet! Mustafa! Mustafa! Ali İsmail! Ali İsmail!

 İşte bu yüzden o iki sözcük ruhlarımızın derinlerindeki çanları çalıyor; bu yüzden davet ediyorlar bizi savaşların kötülüğüne sahip çıkıldığı kadar iyiliğinin de olduğunu anlatmaya. İyiliği nedir diyecek olursanız; insanlığın derine çekilen vicdanını, adalet arayışını tekrar yüzeye çıkarmak için sanatçı gibi onlardan, vahşetin efendilerinden özür dilemeliyiz;

 Onları üzdüğümüz için. Daha fazla çalmalarına, meydan okumalarına, doğayı ve insanlığı katletmelerine izin vermediğimiz için. İnsan denen canlının en olmadık yerde uyanıp ayağa kalkıp iyiliğin savaşını verdiği için de o maskeli efendilerden özür dilemeliyiz. Onları yanılttığımız için. Aklın, sanatın, felsefenin, evrenin, doğanın, insanlığın barışını savunduğumuz için özür dilemeliyiz…

 Bir yanda sanatçıyı arayan bir genç kadın sesleniyor; Rabih! Rabih! Diğer yanda bir anne, baba sesleniyor; Ali İsmail! Ali İsmail!


 Güven Serin 

7 Temmuz 2014 Pazartesi

STRATEJİ ve KADIN


Kamera; Güven İstanbul

STRATEJİ ve KADIN

 Strateji askeri anlamı olan harp kazanma sanatını anlatır. Burada bu makalede ise bilim ile kadının gerçek hikâyesini bulacaksınız.

  Fizik ile Biyoloji birçok alanda iç içe geçmiş durumda. CBT 1422/ Haziran 2014 sayısında Reyhan Oksay’ın yaptığı çalışma şunu gösteriyor; Fizikçilerin canlılar dünyasına el atmasını, biyologlar pek hoş karşılamıyor.

 Her iki bilim dalı da insanlığa, insanın yaşadığı dünya ve dünyalara hizmet etmek bilinciyle doğmuş olduğu için ortak noktalarda buluşmaya başladılar. Bilim, sınır tanımaz mücadelesine, merak ve araştırmalarına devam ederken çok önemli kazanımlar da ortaya çıkarıyor.

  Konu, canlılar dünyası. Düzen ile düzensizlik arasında bıçak sırtında bir yaşam… Bu keşif, zor koşullarla baş etmenin ideal yolunu da aydınlatıyor.

  Nasıl olacak peki? Birazdan!

  Bu makaleye hayat veren diğer konuğum kritik noktalarda, kendine sinyal şelaleleri gönderen, kendi buluşuyla bilimin; fizik ile biyolojinin ortak buluşlarının öncülüğünü sezgi, aklıyla ortaya çıkartan kadın.

 Oldum olası ince çizgiler arasındaki yaşam ilgimi çekmiştir. Kırılgan olmayan, esneyen, hoşgörü ve nezaketi yanında hisseden, koruma kalkanlarını zorbalık, kas gücü, şantaj ile çözmek yerine tabiatın ince çizgilerine başvuran yöntemler…

 Bu makaleye konu olan, yön veren kadın karakterleri Anadolu’da, Trakya’da oldukça fazla olmasına rağmen, bu canlılar reklâmı, öne çıkmayı sevmediği için pek görüp anlamayız onları. Onları yüceltmeye kalksak belki de daha da üzeriz. Çünkü onların üstlendiği görevleri denetleyen şey; gönüllü oluşlarıdır. Anne, eş, iş kadını, öğrenci, öğretmen; yaşamın her alanında verdikleri mücadele, üstün yeteneklerini ortaya çıkartır.

 Bazen günlerce aç kalsalar da aç olduklarını bilemezsiniz. Yaptıkları evlilik en zor şartlarda yol alsa bile, o kritik noktayı, yaşamın içinden, sanatçı ruhlarından damlayacak sinyal şelalelerini beklerler. Dayanıklıdırlar, zordurlar… Zorlukları, onlara dayatılan bütün kabalıklar karşısında bile zarif duruştan vazgeçmemektir.

 Böyle bir kadın, ancak şairlerin, yazarların gözünde daha bir anlam kazanır. Günlük hayatın büyük kargaşası bu mucizeleri görmeden geçip gitmemize neden olur. Günlük hayatın kadınları süslü, olay yaratan, kolayı seçen ve büyük oyunun pençesinde dişiliği tüccarlaştırma telaşı içinde, asıl kraliçeleri, prensesleri, tanrıçaları, anaları, güzel onurlu insanları görmemizi, anlamamızı engeller.

  Yaşamın akışı içinde, iki çocukla baş başa kalan, nice kadının temsilcisi gibi dimdik yürüyen kadınımız; o kritik noktada, ne çocuklarını mağdur eder, ne işini ne de akrabalarını… Kardeşlik sevgisi azalmadığı gibi, analık şefkati de yok olmak yerine daha da çok yönlü büyük görkemli bir mühendislik projeye dönüşür. Çünkü kritik nokta; yaşamın içinde bütün zorluklara karşı yepyeni stratejiler geliştirmektir.

  Fizikçiler de harıl harıl çalışır. Amaçları düzen ile düzensizlik arasındaki bıçak sırtı yaşamların stratejilerini anlamaktır. İlk önce insan nöronlarını incelerler. Yani beynimizin içindeki o küçük dehaları. Nöronlar bir tarafta uyarıya cevap vermeye hazır ve istikrarlı bir konumda iken, diğer tarafta kontrolsüz bir şekilde nöbetlere yol açacak şiddete, yaylım ateşine başlayabilirler. Sinir bilimcilerine göre bu iki yaylım ateşi arasında kurulan denge, beyin çalışmalarını anlatıyor.

  “Kritik noktada her şey delirmiş gibi. Dolayısıyla canlı daha duyarlı davranışlar sergiler.”

 Bir başka çalışma ise çekirge kuşlarını incelemek amaçlı damların üzerine bir sürü kamera yerleştirildi. Kuşların sürü içinde geliştirdikleri davranışları, sürülerin bütün olarak sergiledikleri davranışlar; uçuş sırasında sürü içinde muazzam uyumların görüntülenmesine, ispatlanmasına da olanak sağladı. Kritik konumda bulunmaları bunda çok önemli rol oynadığı anlaşıldı.

  “Bu durumun nöronlar üzerinde ki incelemeyle karşılaştırıldığında ise milyarlarca nöronun da aynı hareket içinde olduğu görülüyor. Hep birlikte hareket eden nöronlar, öğrenmemizi, anıları depolamamızı, çevremizdeki dünyayı algılamamıza yardımcı oluyor.”

 Makaleye konu olan kadın da zor koşullarda aşırı uçlardaki kritik noktaları iyi kavrayarak, bu toplumda kadının omuzlarına binen zalim, zorba, kurnaz yükleri bir bir yok ediyor. Ne annelik yaşamı, ne iş yaşamı aksıyor; erkeğinden ayrılma kararını en kritik noktada verdiği zaman.

 Bu ülkenin büyük kültürleri içselleştirmiş güzel insanları şunu bilmeliler ki; kadınların hürriyeti, sosyal bilinçleri, ekonomi içindeki üretimleri olmadan hiçbir kalkınma olmaz; bir taraf karanlık, hep karanlık kalır…

 O yüzden, usta filozof hep haykırır, “ Bu ülkede tek halk hareketi GEZİDİR! “ Geziyi incelediğimizde büyük çoğunluğunun kadın olduğunu göreceksiniz. İşte bu büyük aydınlığı, en kritik noktada büyük bir uyum içinde ortaya çıkan muazzam gücü görenler, sanatçılar, filozoflar, fizikçiler, biyologlar dır. Görmek için incelik, duyarlılık, muhteşem analizleri gereklidir; yani, zahmet, hareket, bilim, zanaat gerekir…

 Güven Serin 


  


3 Temmuz 2014 Perşembe

AYAĞA KALKIN


Kamera Güven  Antalya


AYAĞA KALKIN!

  Zeno’nun Bilinci zihni temizleyen uyandırma seslenişleri gibidir. İtalo Svevo 386. sayfasında şöyle seslenir; tatlı uykunun ifadesiz donuk yüzlü insanlığına;

 “ Ne güçlü şeydir sözler! Zamanı aşar, geçmiş olaylara bağlanır.”

  Geçmişi, sadece ağıtlardan, efsanelerden ibaret saymak bugüne en büyük ihanet değil midir? Öyledir efendim, tam olarak öyledir; çünkü bugünün arınmışlığı geçmişin büyük titreşimlerinden, neredeyse sonsuz hatalarından faydalanmak zorundadır.

 Ölü zamanlar belki de hiç yoktur. Kendi yarattığımız zamanın matematiksel yolculuğuna, beden yaşımıza, bilgi depomuza bakıp sırt dönerek yürüdüğümüz gelecek hep düşlerde kalır; sırf bu yüzden; geçmişi ölü zamanlara bırakmış olmanın yaşayan ölü tepkisizliğinden…

  III. Napolyon Prusya Ordularına boyun eğer ve teslim olur. Bunu fırsat bilen halk silaha sarılır; tam bir halk harekâtıyla direnirler. Kadın, çocuk, erkek tekrar cumhuriyeti ilan ederler. Bu direnişi ayağa kaldıran, halk hareketine besin taşıyan yazarlardan birisi de Viktor Huko’dur. Halkına seslenir;

  “ Ayağa kalkınız!

Her ev bir asker versin. Her kent bir ordu olsun. Gece gündüz demeden savaşalım. Şehirlerde, dağlarda ve ovalarda savaşalım. Ateşkes yok, dinlenme yok, uyku yok! Düşman, durma, dinlenme, uyuma fırsatı bulmasın karşımızda. Despotluk özgürlüğe saldırıyor. Haşin olun ey yurtseverler!

  Bir köylü kulübesinin evinin önünden geçerken içerirde uyuyan bir yavruyu alnından öpmek için, sadece o anda durun.”

 O sıralar Seine nehri kan akıyor. Parisliler köpek, kedi eti yiyorlar. At eti bulanlar şanslı hissediyor kendini. Bu hallerine şükür ediyorlar.

 Yıl 2013 büyük halk hareketi; Gezi başlamıştır. İnanılmaz bir uyum; zor koşullarla baş etmenin ideal yolculuğuna çıkış gibi; binlerce kuşun göç yollarında ki büyük ahengi gibi; bilinen sosyolojik kavramları yerle bir edercesine; silahtan, kabalıktan, öldürmeden uzak; dövülürken, ölüyorken bile…

 Geçmişin diri zamanlarından, günümüzden 145 yıl önce İstanbul gazetesinde bugünkü gazetelerin cesaret edemeyeceği sanat ve uygarlık ilişkisi üzerine yazılar çıkıyordu;

 “ Medeniyet âlemi içinde bizi bedevi aşiretleri halinde gösterecek şeylerden biri de memleketimizde güzel sanatların, yani mimari, heykel, resim ve müzik sanatçılarının kıtlığıdır. Zira adı geçen sanatlar güzellik ve nefaset meydana getirme esasına dayandığı için güzel sanatlar diye isimlendirilmiştir. Sanattan mahrum millet medeni sayılmaz. Medeniyette geri kalanlar, medeni milletlere yenilerek onların esiri haline düşerler.

  Yaratma gücünün Doğu sanatçılarının noksan yanı olduğunu sanmıyorum. Artık Türkler çekingen tarzda ayak koyduğu bu yola karalı bir şekilde girmelidir. Her yıl güzel sanatlar sergileri açılmalı. Sanatçılara mükâfatlar verilmeli.”

  Şimdi bu zamanda, bir yazar, şair; “ ayağa kalkın” diye bağırsa ne anlam ifade eder? İnsan bahçeleri insanlık bahçelerine dönüşmesi için en az çeyrek yüz yıl geçmesi gerekiyor; bugün doğan bir çocuğun görgü, şefkat, sanat ile yetişmesi ciddi, uzun bir yolculuk. Bir de kısa yoldan mutlu olmak varken, ter kokularını soylu ucuz parfümlerle bastırmak duruyorken, zor iş olmalı; medeniyet yolculuğunun güzel uğraşları…

 Güven Serin










1 Temmuz 2014 Salı

MERHABA ADINI BİLMEDİĞİM KİŞİ




Kamera; Güven        Karadeniz

MERHABA ADINI BİLMEDİĞİM KİŞİ

Telefonun karşısında bir hanımın sesi; tahminen 10 yaşlarında küçük bir çiçeğin. Sanırım aradığım kişinin telefonunda ismim kayıtlı olmadığından açılan telefondaki ses;

 “ Merhaba adını bilmediğim kişi. Annem telefonu evde unutmuş. Kendisi büroda.” Bu seste, ne bir oyalama, ne bir kuşku, ne bir başka şey vardı. Bir an önce, çalışan bir annenin kızı olduğu için ve anne telefonu evde unuttuğundan ona ait olmayan telefona bakıp, en hakiki, en kestirme ve en duyarlı cevabı vermek oldu.

 Bu genç hanım, sesine yansıyan öğretici baloncuklar konuşmayı şöyle tamamladı;

 “Bay bay…”

 Ve ben, hiçbir şey söyleyemeden, “merhaba”  bile diyemeden, arayacağım diğer numaranın peşine bile düşmeden, 10 yaşındaki hanımefendinin öğretici terbiyesiyle şaşkına döndüm.

 Niçin?

 Yapaylık, kuşkular, gereksiz sorular ve esas meramımızı anlatamamak o kadar büyük boyutlu oldu ki; bunca bilgi, bunca görgü deryasında bile konuşamıyoruz. İletişim eksik…

  Peki, ama neden? Canlılardan, bu canlıların en kıymetli, en zeki olanı olan insanlardan bize yayılan frekansları karıştıran, bize ulaşmasını engelleyen şey ne?

 Korkuyu, çekinceleri iyi tanımlayamama! Beynimiz oldukça gelişmiş bir bilgisayardır. Ama hisleri olan bir şey… Ne kadar çok görgü, nezaket, çok boyutlu muhabbet, yaşanmışlık doldurulursa o kadar.

 Bir dostum bir zamanlar konuşmasında şu sözcükleri söylemişti;

 “ Muhabbet, sohbet dostluğun ön sevişmesidir.”

 Hakikate, dünya kalıcı huzuruna; bütün mevsimleri, bütün hadiseleri algılayarak erdemli ve dimdik bir bedenle yürümek;  hangi yaşta olursa olsun ilerlemek, çok özel bir tercih, çok muhteşem bir donanım olmalı…

  Çoktan beri moda olan bazı seslenişler var; “ Kendine iyi bak!” Peki, ama bu kadar güzel bir temenni bu kadar güzel bir şekilde eskitilir mi? Kendine iyi bakacak bir insan, bakmanın bir ömür sürecek bir şey olduğuna inanmamışsa, bu kadar kolay bir sesleniş, iyi bakmayı tetikler mi? Zor…
Bir de şöyle düşünelim; kendine iyi bak diyen kişinin çoğu zaman kendine iyi bakmamış bir beden, parçalanmış bir ruh taşıdığını görüyorum. Acaba, bu iyi bakmamışlık mıdır, bu moda sözcüğe sarılmak; bir kuru teselli midir kendisine…

 Bu âlemi şiir tadında yaşayan bir dostum oğlu ile yaptığı bir diyalogu anlamıştı bana. Oğlunu geziye göndermiş. Gezi dönüşü küçük beyefendinin üzerinde bir sürü kene görünce şaşırıyor. Meğer küçük beyefendi gezide bir köpeği çok sevmiş.

 Dostum seslenmiş oğluna;

 “ Ellemeden sevseydin ya!”

 Küçük beyefendinin verdiği cevaba bakar mısınız?;

“ Dokunmadan sevemem ki! “

 Yaşamın hangi tarafında, hangi unvanda, yaşta olursanız olun; elbet dokunmayı da bilin. O zaman seslenişler, anlatımlar yavan kalmıyor. O zaman, kuşkular, korkular PARANOYAK bir yaşam sıyırmasına dönüşmüyor.

 Bu çalışmama ciddi bir ruh katan, küçük hanımefendiye, beyefendiye eğilerek selam ediyorum; ne muhteşem sesleniş; hakikat, nezaket, doluluk ve insan kokuyor…

  Güven Serin