29 Eylül 2023 Cuma

YARDIMDA ÖNCELİK ALMAK

 

İNTERNET

                             İYİLİKTE, YARDIMDA ÖNCELİK ALMAK!

    ( Yaşlı Adam )

  Öteden beri kararlı ve söz konusu; yardım-iyilik olunca bazı insanların öne çıkışlarına imrenerek baktığımı söylemek isterim. Aldıkları terbiye, eğitim ne olursa olsun bu insanların refleksleri avcı bir kuş, yırtıcı bir hayvan atikliği, sezgileri içinde derhal yapması gerekeni yapma hamlesini üretiyorlar.

   Bizim toplumumuzun ruhundan süzüp de ortaya sürdüğümüz bir sürü değerli laf-deyim, atasözü vardır.”Ne kokar ne bulaşır! Kötülüğünü de iyiliğini de görmedik! Kirişi kırmak!” Daha bir sürü laf; tam da bizi anlatır. Onuru, namusu, iyiliği, dürüstlüğü kimselere bırakmayanları tam da kırılgan zamanlarda test etmeli desem de zaten gergin hallerimizi daha germemek adına; boş verin gitsin…

  Daha dumanı tüten, tanıklık ettiğim taptaze olayı paylaşmak isterim. Merkez köylerimizden ihtiyar bir adam… Bakıldığında düşkün olmayan, eli ayağı tutan ama çocuk masumiyetine dönüşmüş ve kulakları ağır işiten bir adam, misafir olduğum işyerine, sağanak yağmurların içinden çıka geldi.

   Konu çok basit; ihtiyar adam Tekirdağ merkezde yaşıyor. Oğlu ise merkez köylerden-mahallelerden birisinde… Günün erken saatlerinde köy minibüslerinin olduğu yerde oğlu ile buluşma planı yapmışlar. Oradan da tapuya gidip tapu işlemlerini yapacaklarmış.

   İhtiyar adam bir süre oğlunun gelmesini beklemiş. Yanına telefonunu almayı unuttuğu için panik yapmış. Zamanı, mekânı karıştırıp bildiği tek yer, konuk olduğum işyerinin yolunu tutmuş. Ne telefonu, ne şemsiyesi yanında; içeriye girdiğinde kasketinde, yüzünde, saf yağmur damlaları aşağı süzülüyordu. O ise oyundan yeni dönen küçük bir çocuk…

   Zor işittiği için işyeri tanıdık ile zar-zor da olsa anlaştılar. İşyeri sahibi ihtiyar adamın panik ve hüzünlü halini anlayıp derhal onu oturttu. Yüzünü silmesi için kâğıt peçete verdikten sonra kolonya şeker ikram etti. Ve ihtiyarın kaybolmuş haline bakarak:

—Sen merak etme, ben oğluna ulaşır, seni buradan almasını söylerim. Derhal kurtarıcı görevinin başına geçmiş, Allah vergisi yardım, iyilik önceliğini kimselere kaptırmamıştı. Oysa onu izleyen diğer kişiler için tam da muhabbetin en tatlı yerinde çıkıp gelen işitme zorluğu çeken ihtiyar; “ Nereden çıktı bu adam şimdi!” bakışlarına teslim olmuştu…

  İşyeri sahibi ihtiyarın tedirgin halini giderdikten sonra derhal oğlu ile telefon görüşmesi yaptı. Oğul dediğim, telefon konuşmasında bile halk dilinde; “ Bir kereste” hali içinde bir değil, bin tane sorun laf ediyor:

—Ben şuraya gelemem! Burasını bilmiyorum! Bir sürü mazeret sıraladıktan sonra yine işyeri sahibi yardım önceliğini elinde tutan kişi, babasını almaya gelecek adamın bildiği bir yeri; Direkleraltı karşısı. İşbank önünü tarif ederek anlaştılar.

   Öncü kişi ihtiyarın koluna girdi ve birlikte sağanak yağmurun içine daldılar. Hatta süzüldüler… Kesmekaya sokaktan ilerleyerek ana caddeye, oradan da karşıya geçtiler. Beş dakika sonra oğul geldi. İşyeri sahibi ihtiyar adamı bindirmek için kapıyı açtığında “Kereste” oğul, babasına söylemediğini bırakmadı. Niçin anlaştıkları yerde beklemediğini bir güzel azarlayarak söylenirken; işyeri sahibinin yüreğine bir acı tebessüm çöktü:

—Babanın ıslanmış yüzünü sil ve gideceğiniz yere gidin, diyerek oradan ayrıldı.

   İhtiyar adam 80 yaşını geçmiş, şehrin beton ormanı içinde zaten sersemlemiş, yağmurda ıslandığını farkında olmadan oğlundan işittiği paylamayı tıpkı yağmurun saflığı içinde duymazlık kültürü içinde çoktan azmetmişti bile…

   Öncelik almak, içinde yardım ve iyilik isteğini büyütmek; muhteşem bir şey… Ne dünya ormanları, ne dünya malı mülkü bunun yerini tutacak serinliği, özgürlüğü ve manevi şöleni sunacak güçte; ama gel de anlat…

 Güven SERİN 

 

 

 

 


27 Eylül 2023 Çarşamba

MİLLİ SPORCUMUZUN BİLİNMEYEN YÖNLERİ

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                       MİLLİ SPORCUMUZUN BİLİNMEYEN YÖNLERİ

   ( Ataberk Keskin )

   Abartmadan anlatmalıyım ki atıcılık sporu içinde mücadele ediği 25 yıl boyunca kaç madalya aldığını kendisi bile tam olarak sayamadı. Tekirdağ’ın atıcılık dalında ve sportif başarı öyküsü adına 25 yıllık disiplinli, başarıdan başarıya koşma öyküsü çok az insanımız tarafından yakalanmıştır.

  Yedi milyon nüfusa sahip Sirbistan, yetiştirdiği sporcular, bilim insanlarıyla sürekli adından söz ettirmeyi başarıyor. Tenis dünyasının en başarılı sporcusu Novak Djokovic Sırp halkının onurudur…

  1 Milyon nüfusu sahip şehrimizin atıcılık sporunda onuru ise Ataberk KESKİN’dir.

  Daha önceki yazılarımızda kazandığı başarıları detaylı anlattığım için sadece birkaç tanesini tekrar hatırlatacağım. Atıcılık sporu; Trap Atışlarında ve Yarışmalarında; 2 Dünya İkinciliği, Avrupa Büyük ödüllü ( Grand Prix) yarışmalarında 2 Birincilik,7 kez Balkan Şampiyonluğu ve Türkiye içinde sayısız şampiyonluklar…

 Madalyaları, kupaları olan Ataberk Keskin’in, milli sporcumuzun bilinmeyen yönlerini, diğer kuşaklara ve şehir kültürü adına tarihe miras bırakma bilinci içinde yazıyorum.

  Kendisinin ifadesiyle; “ Ben üretmeden duramam. Üretme ve yeşile olan aşkım, faydaya dönük, aynı zamanda insan merkezlidir. Betonu delerek yeşil yetiştirmeyi, betonun ve asfaltın kötü görüntülerinden bir parça yeşille teselli bulmayı seviyorum.”

  Ataberk Keskin bahçeli bir evde kirada yaşarken, orada ürettikleri sebzelerin, meyvelerin, dikmiş olduğu ağaçların sohbetini çok dinledim. Kupkuru bahçe halinden yemyeşil bahçeye; meyve ve sebze veren hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu sebzeleri, toprağın ve doğanın bize sunduğu bu zenginlikleri tekrar dönüştürüp insanların tüketimine sunuyor. Bu sunumdaki asıl amaç ticaret değil, sağlıklı ürün sunmak ve bu ürünler hakkında tüketiciyi bilinçli kılmak…

  Yurt dışı yarışmalarda tanıştığı Rus Prof.sayesinde 3000 yıllık kefir mayasını Tekirdağ’a getirinin kendisi olduğunu ifade eden Ataberk Keskin, İşletme Fakültesi’ni bitirdikten sonra gıda üzerine ihtisas (uzmanlık ) yaptığını açıkladı.Aynı zamanda süt ve süt ürünleri hakkında babası Hakkı Keskin ile büyük deneyim kazandıktan sonra, halen; klasik beyaz peynir, manda yoğurdu, sirke, turşu, kefir, Yugoslavya göçmenleri sayesinde öğrendiği Soka (biberli, kaymaklı, peynirli ) kahvaltılık, taze manda peyniri, kahvaltılık domatesler ve daha bir sürü üretim çeşidini kendisi yapıp, kendi aldığı tat ve doğal zevkleri çevresindeki insanlarla paylaşmaktan büyük zevk alıyor.

  Onlarca kupa, belki yüzlerce başarı öyküsü 25 yıla sığmış sığmasına ama bütün bu başarılar başını döndürmek şöyle dursun; görgüsüne daha büyük görgü, bilgi eklediği gibi üretim aşkı ve yeşile olan hasreti hiç sona ermemiş…

  Atıcılık sporunu şampiyonluklarla tamamlayıp, İstiklal Marşımızı defalarca dinletmenin yanında bu spor öyküsü sona ermiş olsa da doğal, faydaya, tat dünyasına katacakları ise son olmadığını, bu aşkın sonuna kadar devam edeceğini öğreniyoruz.

   Bugünün dünyasında burnundan kıl aldırmayan, bir parça başarı veya zenginlik yakalayan insanların sadece tüketimlerini düşünürsek, böyle yetenekli insanlarımızın kurum ve kuruluşlarımız tarafından keşfedilip, model insan-üretici, öğretici olarak faydalanılmaması şehrimiz ve ülkemiz adına ayrı bir kayıptır…

    Milli Sporcumuzun yeşili sevdiğini biliyorum. Yeşilin içine sadece diktiği artık meyve veren fidanlar değil, sadece sebzeler de değil, çiçeklere; özellikle ada çayı ve biberiyeye karşı duyduğu sevgi, onları sıklıkla yüceltmesi adına sordum kendisine:

—Biberiye ve ada çayı sevgisi nereden geliyor?-Dediğimde:

—Ada çayı antik zamanlarda bu yana insanlar tarafından maneviyat ve kutsiyet olarak çok önemli bulunmuş. Ayrıca bilgelik ve sonsuzu temsil ettiği gibi insan için çok faydalı olduğu ve bizim şehrimizin, Ganoslar diyarının da sembolü olduğu için değerli ve önemli buluyorum.

  Biberiye de eski tarihlerde aşkı ve sadakati temsil ettiği için tercih ediyor, önemli buluyorum.

—Bir de Lilyum, zambak çiçeğinden söz etmiştin; onu niçin seviyorsun?

—Karakterim alçak gönüllü, yapıcı, üretici bir insan ruhu içinde bulunmam sebebiyle Lilyum çiçeğini de kendime çok yakın buluyorum. Aynı zamanda bu çiçek; masumiyeti, adanmışlığı, saflığı simgeler…

   Tekirdağ’ın Milli Sporcusu Ataberk KESKİN düşünceleri, çiçek, toprak, üretim bilgisiyle en az sporculuğu kadar önemli bilgilere, görgülere sahip; keşfedilecek kim bilir kaç insanımızdan sadece birisidir…

 Güven SERİN 









26 Eylül 2023 Salı

ÖĞRETMENLERE ÇOK İŞ DÜŞÜYOR

 

İNTERNET

                          ÖĞRETMENLERE ÇOK İŞ DÜŞÜYOR

         

  Dr.Nezih Okur’un 14 Eylül 2023 günü Habertrak köşesinde yine çok önemli bir yazı; Mutlu Kimyalar diye bir çalışması yayınlandı. Kimya eğitiminden tutun da özgün bir düşünür nasıl yetişir, felsefesine kadar tecrübelere ve akademik çalışmalara dayanan iç aydınlatıcı bir çalışmanın sonuç bölümü ise;

   “ Özgün, yaratıcı, eleştirel düşünen öğrenciler yetiştirmek, temel bilimleri sevdirmek, öğretmek ve gerekli becerileri kazandırmak için öğretmenlere çok iş düşüyor.” Diye bitiyordu.

 Bütün mesleklerin anası, hatta toplumların öncüsü olacak insanları yetiştirecek ve çok iş düştüğünü bildiğimiz öğretmenler bu zorlukların altından kalkacaklar ama onların yaşadıkları zorlukları ortadan kaldırdığımız sürece…

   Hiçbir öğretmenin, günümüz şartlarında Sokrates gibi ideale sahip olmasını bekleyemeyiz. Onların en önemli barınma ve maaş sorunlarını çözmediğimiz, gelişmiş ülke seviyesine çekmediğimiz zaman, düştükleri yaşam savaşından geriye kalan son nefesleriyle ne kadar yardım edebilirlerse o kadar edeceklerdi…

  Çağatay Güler’in Cumhuriyet Gazetesi köşesinde paylaştığı, bilgi verdiği konu da Dr.Nezih Okur’un paylaşımı kadar değerli ve dikkat çekiciydi. Çocuklara yönelik reklâmları, bilimsel verilerle işliyor, anlatıyordu Halk Sağlığı Uzmanı Çağatay Güler.

  Oldukça dikkat çekici, hatta insanın kanını donduracak tuzaklar karşısında düşük eğitimli gençlerin yapacağı hiçbir şey yoktur. Gerçekten de ailelerin bilincine ve öğretmenlerin görgü, bilgi ve bilinçlerine çok iş düşüyor.

  Halk Sağlığı Uzmanı Güler, ayarı kaçmış reklâmların “Yıkıcı bir sosyal çevre saldırısına” dönüştüğünü söylüyor. Gelişmiş bir ülkede çocukların yılda KIRK binden fazla reklâm izlediği gerçeğini duyunca inansın tüyleriyle birlikte ruhunun da titrememesi mümkün mü?

   Sayın Güler, aynı zamanda yanlı, kötü niyetli reklâmların psikolojik yönlendirmeyle, çocukların karar verme yeteneğini zayıflatmaması ve onların gerçekten gereksinim olmayan bir şeyi almaması konusunda, reklâmların dürüstlük ilkesinden kopmaması gerektiğini savunuyor.

   Dr.Nezih Okur köşesinde ne demişti; “ Temel bilimleri sevdirmeliyiz!”

  Yani; Matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi…

   İlk uçağa bindiğim zaman jet motorları çalıştı. Hissettiğim güç, insanüstüydü. Tonlarca ağırlığa sahip uçak İstanbul’un üzerinden havalanırken ilk minnettarlığımı Uçak Mühendisliği içinde bulunan herkese yaptım. İşte bunlar, minnettar olduğumuz kişiler; matematik, kimya, fizik, biyoloji ve astronomi bilimlerinden tıka basa besleniyorlar.

   Bu yüzdendir ki halen büyük markaları dünyaya sunamıyoruz. Bir sürü iç kavga ve polemik-söz dalaşı… Oysa bu topraklarda çok gözyaşı, çok sürgün, çok zamansız ölüm yaşandı. Şimdi, tam da büyük sevinçlerin, sevgi dolu, insanlık taşkını yaşayacak sevgilerin çağı başlasa nasıl olur?

   Çok iş düştüğünü bildiğimiz öğretmenlere yüklediğimiz kutsiyet kavramını bir kez daha gözden geçirip, uygar dünya ile başa çıkacak nesiller yetişmesini istiyorsak, çok iş düşen öğretmenlere ÇOK önem vermeliyiz! Her alanda; ekonomik, maddi ve onursal…

 Güven SERİN 

  


25 Eylül 2023 Pazartesi

AKÇEŞMELİ VELİ

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                                              AKÇEŞMELİ VELİ

  Yazı insanlarının sıklıkla yaptığı işi yapmanın heyecanı ile bir başka gülümseyen yüz; Akçeşmeli Veli’yi gazete köşeme taşıma onurunu yaşıyorum. Akçeşmeli Veli’yi nerede tanıdın derseniz,-Akçeşme Sabuncu Kıraathanesi diyeceğim.

   Teknik ressamlar, mimarlar, mühendisler, filozoflar, arkeologlar yaptıkları işe, dört elle sarılmakla kalmazlar; yandan, üstten, birçok insanın göremeyeceği yerlerden de bakarlar. Akçeşmeli Veli’ye aynı gözlerle defalarca baktım. Gülümsemesi, her an gülme sevdalı olması tamamıyla karakterini gülme kaidesi üzerine oturtan genlerinden geldiğine karar verdim.

   Siz değerli insanlar bilirsiniz ki; sürekli gülümseyen biri; ister kadın, ister erkek olsun bizim insanımız pek itibar etmez. Onu hafife alır. Yeri gelince ; “ Çok neşeli insan” dese de bu tür insanlar, hele kahkaha ile gülen kadınlara bazı çevreler tarafından neler dendiğini hepimiz biliyoruz. İşin garibi, insan denen canlı yaşama tutunmak ve yaşamda geçecek süresini biraz daha uzatmak ne büyük çabalar harcıyor ama nafile…

   Gülmeyi unutan, sürekli somurtan, can sıkan, kısacası huysuz bir canlıya dönüşen birini, bırakın insanların sevmesini, diğer canlılarında sevmeyeceğini düşünmeden edemiyorum.

  Tekirdağ sabahları, ufka doğru uzanacak bakışlarda, ışığın, gölgelerin bin bir çeşit oyunlarını seyretme imkânını bulabilirsiniz. Denizin rengi her an değişir. Deniz denen o gizemli sular, bazen mavinin her tonuyla sizi kuşatır, Akçeşmeli Veli gibi gülümserken, bazen de kurşuni rengiyle bir den Dante’nin İlahi Komedya eserindeki gezintiye çağırması mümkündür…

   Böyle bir günün sabahında denizin mavi tonlarının cümbüşleri, yelken sporuna gönül vermiş gençlerle oynaşırken, dün akşam Sabuncu Kıraathanesi gecesinde, gördüğüm konuştuğum Veli’yi hatırladım. Sordum kendime:

—Tekirdağ’ın renkten renge giren günü ve deniziyle Veli’nin ortak noktaları nedir?-diye. Cevap çok basit ve anlaşılırdı:

—Yaşama, sımsıkı ve gönülden tutunmuş olmak. Yaşamın içinde pırıltıların da her daim olabileceğini aydınlık taraflarıyla anlatmalarıydı…

  Son günlerde yaşanan ekonomik sıkıntılar saklanamayacak kadar ortada. Aslında siyasi açıdan da yaşanan belirsizlikler birçok insanı bilinmezliğe sürüklediği de bellidir. Fakat, herkes kendine bilgisi, görgüsü, gücü kuvveti dışında görev biçerse, tıpkı Orhan Kemal’in büyük eseri Bekçi Murtaza’nın durumuna düşmeyiz mi? Yaşam kıpırtıları yok olmuş, artık tek kurtarıcı, tek görevli bizmiş gibi sürekli bir taraflara hatırlatma, söylemler yaparak, kendi ruhsal kaderimizi de belirlemiş olmuyor muyuz?

   Bana soracak olursanız insan denen mucizevî canlı; ne kadar yük taşıyacağını çok iyi bilmelidir. Kapasitesi, kültürel, ekonomik, sosyal, fiziksel durumu nedir? Ne derler uçakta bilgi veren hostesler:

—Uçakta oksijen-hava sorunu yaşandığı vakit, hemen üzerinizde bulunan maskeyi takınız. Yanınızda çocuğunuz varsa, ilk önce kendi maskenizi güzelce takıp, sonra yanınızdaki çocuğa yardım ediniz.

   İnsan neşesini, pırıltısını, ruhsal enerjisini kaybederse; ne vatanına, ne şehrine, ne mahallesine ne de ailesine yardım edebilir; çünkü insan kendini kaybetmiştir…

   Akçeşmeli Veli TIKIZ’a ve Tekirdağ gününe her daim düşen o güzel, değerli pırıltılara yaşamı seven, benimseyen, yaşadığı yerleri sadece otel kabul etmeyen herkes adına minnetle teşekkürü borç biliyorum…

   Meşhur bir söz var ya; “Oynamaya gönlü olmayan, yerim dar” dermiş. Gülmek istemeyen için o kadar çok mazeret var ki anlatmakla bitmez; “Dişlerim sarı, dişlerim yok, moralim bozuk, şimdi gülme sırası mı?” Gülmeyi unutanların kendi kendilerine biçtikleri görev o kadar büyük ki, kendilerinin bile haberi yok…

Güven SERİN 





22 Eylül 2023 Cuma

SAYIN ABİ: YETER BE!

 

Kamera; Hasan Bey

Kamera; Hasan Bey

                                      SAYIN ABİ: YETER BE!

     Bugünlerde en büyük lüksüm dediğim şey; yalı bölgesi olarak bildiğimiz yere gitmek. Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından konmuş olan banklardan birisine; köy sofrasına oturur gibi oturup, kırlarda dalıp giden köy çobanı gibi denizin, ufkun ötesine dalıp gitmek; öylesine…

  Hatırlamada yarar var; kamuya açık, geleni geçeni bol olan bir yere giderken cebinizde her daim birkaç yudum esneklik, sabır hapları da bulunması gerekir. Her daim, dalmış olduğunuz düşten sizi uyandıracak bir tanıdık; bir Sayın Abi çıkar ortaya.

  Yarı güneş, yarı gölgesi olan ahşap banka oturup, bana ait lüksün-zamanın tadını çıkartıyordum. Birkaç arkadaşıma telefon edecek gibi olsam da bugün, biraz kendimi dinleyeyim, diye kimsecikleri aramadım. Ama Sayın Abi dediğim kişiyi unutmuşum.

   Kamudan emekli, boylu poslu, aklı başında, her an ciddi duran ve tanışıklığımız selamlaşmadan öte geçmeyen Sayın Abi, diğer banklarda boş yer olmadığından mı, yorulmuş olduğundan mı bilinmez; hemen yanı başıma çöktü. Oturduğum bank zor zamanda üç kişi alsa da Sayın Abi, sanki gelecek başka birisi varmış gibi iyice yapışık oturdu.

   Yolun karşısında çayhanesi olan Nasip Bey’i kahve için aramış, beni duymadı için telefonu açmamıştı. Sayın Abi yanıma geldiği için tekrar telefonu açınca içeceklerimizi de söyledim. Bildiğim kadarıyla Sayın Abi ciddi, az konuşan birisiydi. Kendi kendime dedim ki, birkaç söz ettikten sonra denizi izler, birbirimizi unuturuz…

   Sayın Abi böyle düşündüğümü anlamış ki, nasıl olduysa muhabbeti oğluna getirdi. Aman Allah; bekârken nasıl tutumlu olduğu, para biriktirdiği, hatta bazı beyaz eşyaları aldığını bir güzel, neredeyse eksiksiz anlattıktan sonra evlenince ilk önce arabasını aldığını, sonra havuzlu villasını, villanın içini, kuzeye bakan balkon manzarasına varana kadar anlatıyor.

   İnsan dinlemesini severim. Dinlemeyi sevdiğim için de edindiğim bilgiler, görgüler, yazı yaşamıma katkısı çok oldu. Meğer Sayın Abi, dinlemeyi seven birini belki de uzun zamandır rastlamadığı için, benim de iyi bir dinleyici olduğumu anlayınca; sözlerine ne nokta, ne de virgül koyuyor. Onu anladığımı, anlattığının değerli ve önemli olduğunu iyice göstermek için kafamı sallaya salaya başıma ağrılar girdi.

  Bir taraftan Sayın Abi, ringe çıkmış çok güçlü boksör gibi, rakibini köşeye sıkıştırmış a bire vuruyor. Bir taraftan da poyraz, çılgınlar gibi başıma üşüşen ağrıları daha da çoğaltıyor.

   Azcık başımı, gözümü farklı tarafa kaçırıp Sayın Abi’yi susmaya davet ediyorum; ama nafile! Sayın Abi bu sefer ya eliyle dürtüyor, ya vuruyor; aklınca konunun önemli, değerli olduğunu hatırlatıp, öğrencisini nazikçe azarlayan öğretmen gibi…

   Öyle konu bolluğu içindeydi ki, diğeri ne zaman bitti, ötekine ne zaman geçti asla anlayamıyorsunuz. Bir de baktım mutfağa, alışveriş işlerine geçmiş. Tam da o anda; “ Bende evin alışverişini yaparım, mutafa girerim” demeye korktum. Belki demezsem muhabbeti çabuk kapatır düşüncem yine yarıda kaldı. Sayın Abi, evde, hanımıyla yaptıklarını noksansız anlatmaya başladı. Kuskus, kesme, turşu, pekmez ve daha neler neler…

  Sayın Abi poyraz gibi ölçüyü kaçırmaya başladı. Ne deniz, ne limana uğrayan tekneler derdime çare olmuyor. Öyle soluksuz anlatıyor ki Sayın Abi’nin yerine ben tıkanmaya başladım.

   Sayın Abi: Yeter Be! Diyen iç sesimi dinledim. Böyle olmayacak diye düşünüp, onun bitmeyen sohbetini aniden ayağa kalkarak kestim. Hemen elimi uzatıp sohbeti için teşekkür ettim. Sayın Abi’nin yarım kalmış sohbetleri için bana nasıl garip baktığını görünce, Sayın Abi için bir parça üzüldüm dersem lütfen bana inanın; sayın ağabeylerim, ablalarım, kardeşlerim…

 Güven SERİN 

 

 

 





21 Eylül 2023 Perşembe

AMCAM: AHMET SERİN

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

                                                AMCAM: AHMET SERİN

    Uzaklara, hep uzaklara bakmaya yazgılıdır insanın insanlık yolunda, birlikte yürüdüğü karakteri. Dağı,taşı,ormanı,suyu,başka başka şehirleri,insanları göklere çıkartır da, kendi etrafıyla girmiş olduğu rekabet, duygusal çekişmeler yüzünden esas olanı, insanın özünü anlatan en yakınlarıyla olan öykülerini yok sayar, yokluğun içinde ilerlerken…

   Yazı yolculuğum, bir yerde gönüllü yazgım diyebileceğim yıllar ve binlerce köşe yazısı içinde çok azı akrabalarım ve doğduğum yerle ilgilidir. Zamanı çoktan geldi de geçiyor. Almasaydım yüreğime dokunan amca özlemine ait uyarıyı, onunla oluşan saf ve temiz anıları anlatmak için yine yıllar geçecekti…

   Amcam: Ahmet SERİN, anlatılmaya, yazı sanatıyla diğer nesillere aktarılmaya değer bir abide gibidir. Burada dikkat kesilmenizi söylemek isterim sayın okuyucu. Amcam ile ilgili yazımda duygusal yakınlığımızın, akraba oluşumuzun kayırması içine girmeyeceğim. Bir çocuğun, siyasetten, ticaretten ve akrabalıktan uzak halleriyle, bir insanı nasıl sever ise öyle ifade edeceğim…

  Ahmet amcamla ilgili ilk anılarım; köy türkülerinin, masallarının, sürülerinin, kıraathanelerinin, okullarının, sağlık ocaklarının, komşulukların, akrabalıkların yok olmadığı zamanlara; 1970’li yılların başına gideceğim.

   Yama üstü dediğimiz yerde Ahmet ve Hüseyin amcaların ağılları vardı. Koyunların çanları müzikal etkinlikler gibi duyulur, küspe, gübre kokuları etrafa yayılırdı. Besili, güçlü çoban köpekleri ve kulübeleriyle birlikte, meşelik ormanın hemen yukarısındaki tepede kurulmuş, masalımsı bu yere gitmek, bizim için fazlasıyla eğlenceliydi.

  Neden mi? Akşam saati demek koyunların sağılma vaktinin geldiği ve Ahmet amcamın muhtemelen 1960 model Jawa marka motosikletiyle ağıllar bölgesine hep birlikte gitmemiz demekti. Soğuk kış günlerine aldırmadan, Ahmet amcamın kullandığı Jawa marka motosiklete doluşurduk; Mehmet amcam, Yılmaz ve ben…

   Yıllar birbirini kovalarken, bizler büyüme yolunda çok farklı deneyimler yaşarken, Amcam: Ahmet Serin, yine aynı istikrarlı karakteriyle akrabalarıyla, çevresiyle barış, ilerici diliyle konuşup, yaşayıp durdu. Sever çakırkeyif halleri. Matematiği öyle iyiydi ki, fabrika kurmuş olsa, pekâlâ yönetir, yüzlerce insanın iş sahibi olmasını sağlardı. Fabrika dedim de, Paşaköy’ün fabrika benzeri fırını amcam ve ortağı muhittin Eğercioğlu tarafından kurulmuştur. İsmi: FIRIN 81 olan bu yerde üç vardiya üretim yapılır, on kişinin üzerinde insan ailesini burada kazındığı ile beslerdi. O günün en lezzetli markası Paşaköy ekmeği, civar köylerden, ilçelerden de bilinir, ekmek satmaya yetişemezdik…

   Gün geldi, devran değişti yolum ve yazgım Tekirdağ ile kesişti.12 Eylül’ün karabasan halleri dağılmaya başlamış, sağa sola saçılan acılar henüz son bulmamıştı. Sanat okuluyla yurt arasında koşan, gençliğin verdiği neşelerle, öğretmenlerin insan ruhuna yakınlığı içinde bir yerde delikanlı hallerimize, kozasını yırtıp, başkalaşıp geçirme zamanları yaşanırken, bir öğle vakti amcam Ahmet Serin ile dayım Fevzi Çetin yurt kapısında beni bekliyorlardı.

   Suskun, bitkin iki yüz; iki akraba bir türlü konuşmadılar. Öğle vakti olduğu için;  bir şeyler yemek niyetiyle Hükümet Caddesi üzerinde bulunan köfteciye gittik. Amcam ile dayımın yüzü hep aynı hüzün içindeydi. Dokunsan ağlayacak hallerde… Aklımdan ne çok şeyler geçti:- Herhalde babam öldü de bana söyleyemiyorlar,-diye düşündüm. En sonunda zar zor birisi: - Babanı içeriye aldılar, diyerek beni rahatlattı.12 Eylül’ün zorbalığı, baskısı azaldı sanırken, son bir yıkım, eziyet ve çökertme yaşanıyordu. Babam da o kurbanlardan birisi olmuştu…

  Babam Selimiye Kışlası’nın karanlık odalarında ölüm kalın savaşı verirken, evdekilere moral olsun diye Cuma akşamları yola çıkıyordum. Tekirdağ İpsala arası Dörtyol Mevki ile kardeş olmuştuk. Gece karanlığı çöktüğü, birkaç yıl önce arkadaşım Ali’nin kayıplara karıştığı yerde bekleyen bir kişi vardı: Ahmet SERİN: Amcam…

  Bir insan hiç mi metanetini kaybetmez? Bir insan hiç mi yorulmaz? Laf aramızda dostlar; yaşım 35 civarı, babama şöyle bir sesleniş yapmıştım; “ Baba, ben seni babam olduğun için değil, insanları insanlığı sevdiğin için sevdim…” Aynı seslenişi Ahmet amcam için de kim bilir kaç kez yaptım, kendi kendime;

“ Amca, ben seni akrabam olduğun için değil, yaşama şarkı sözleriyle, şiir tadıyla, filozof bonkörlüğü içinde dokunduğun için sevdim…”

  Son sözlerimi Sevdiye yengeme ayıracağım. Sabrı, çalışkanlığı, Ahmet Serin ile olan imrenilecek birlikteliği, çok çabuk dağılan, hemencecik yıkılan aile yaşamları için sapasağlam bir örnek kişilik olan Sevdiye Serin’i, yengemi; saygıyla, minnetle selamlıyorum…

 Güven SERİN 


 





19 Eylül 2023 Salı

İKİ KONUK: BİR ESER

 


           İKİ KONUK ve BİR ESER-KÜLLİYAT

      ( Güneş Gürseler ve Ali İhsan Tertmiz )

  14 Eylül 2023 günü saat 14.00’ı gösterdiği vakit iki yazar avukat Hüseyin Pehlivan Caddesi köşesinden Demir Sokak yönüne saptılar. Buluşmak için verdikleri saate dakikası dakikasına uyan iki insanın gelecekleri zamanı tam vaktinde hissedip onları Hüseyin Pehlivan Pasajı girişinde karşıladım.

   Yazacak, anlatacak ve yaşadığı yerle duygusal bağ kurmuş her insan gibi Yazar Av.Güneş Gürseler ve Yazar Av.Ali İhsan Tertemiz’in yüzlerinde günün ve şehrin buruk neşesi vardı. Yaşamak ve yaşatmak için çok şeyleri olan iki insan, gezdikleri gördükleri yerlerde imrendikleri şehirler gibi bir TEKİRDAĞ istedikleri için, yaşadığım neşeli burukluğu onların da yüzlerinde gördüm.

  Atölyemde her gün farklı mesleklerde, düşünce ve görüşlerde olan insanlar ağırlıyorum. Sosyal, kültürel ve kent bilinci adına bir sürü konuşma, yorum dinliyor, kentimizin hak ettiği temizliğe, mimariye, turizme sahip olmadığı için için yanıyoruz…

  Güneş Gürseler ile Ali İhsan Tertemiz atölyeme ilk kez gelecekleri için heyecanım büyüktü. Onların tecrübe, deneyim ve birikimlerini her an takip edecek ve etmek isteyen bir heyecan bir süre sonra demli bir sohbete dönüştü.

   Yaşama sadece TİCARET, sadece SİYASET gözüyle bakmayan, körlük perdesini kaldırmış insanlarla bir araya gelmek, kendi adıma büyük bir ziyafet sofrasına davet edilme anlamı taşıyor. Biliyorum ki yaşamın hakiki tarafı; doğal olanda, edebi, sosyal, kültürel ve sanatsal deryalarda gizli…

   Güneş Gürseler’in elinde kocaman bir kitap; Temmuz 2023’te ilk basımı yapılan; GÜNEŞ GÜRSELER KÜLLİYATI (Hukuk, Siyaset, Çevre Yazıları ve TBMM Konuşmaları) eseri, imzalı bir halde bana hediye edildi.

   Bir gün önce atölyeme gelen Mehmet Altaş’ın elinde ve neşesinde, kocaman eseri görmüş imrenmiştim.903 sayfadan oluşan Külliyat, aynı zamanda Güneş Gürseler’in henüz Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğu yıllarda gazetelere yazı yazmaya başladığı, avukatlık mesleğine verdiği değerin inceliklerini Külliyatın derinliklerinde bulunduğunu tespit ettim. Bilenen bütün meslekler bu kitaptaki deneyim, tecrübe ve önerilerden faydalanabilirler. Neden mi? Neredeyse bütün meslekler öyle veya böyle yara aldı da ondan…

   John Milton’un Yitirilen Cennet isimli eseri için bir başka yazar şu notu düşmüş; “ John Milton’un eserini hangi sayfadan okumaya başlarsanız başlayın ayrı bir tat ve öğreti kazanırsınız.”

   Aynı sözün benzerini Güneş Gürseler’in Külliyatı, eseri için söylemek isterim! Kitabı bir roman gibi okumak yerine; içindekiler yazan bölümüne girip, o an hangi konuda bilgi sahibi olmak isterseniz o sayfaya ulaşabilir, Milletvekilliği, Meclis deneyimleri, hukuk, siyaset ve çevre konularında hiç ummayacağınız kadar değerli ve bugüne kadar bilmediğiniz için üzüleceğimiz algıyı, görgüyü, iradeyi yakalayabiliriz…

   Örneğin 295.sayfaya birlikte gidelim. Avukat İntiharları isimli çalışması, uyarısı, belki de her mesleğe “Silkelenin” haykırışını 18 Aralık 2012 tarihinde yapmış.

  “ Dünyada saygın bir statü olarak avukatlık, ülkemizde kolay elde edilen bir meslek olarak sıradanlığın da altına düşürülmektedir.”

   Yukarıdaki tespitleri, elli yılın deneyimiyle yapması, aynı zamanda 76.sayfada 2010 yılında yapılan, Meslek Grupları Güven Endeksi içinde öğretmenler birinci sırada görünüyorken, avukatlık mesleğine güven,11.sırada, gazetecilik mesleğine güven; 17.sırada, politikacılara ise; 20.en son sırada olduğu anlaşılıyor. Aslında bu bilgilere iyi bakarsak; her yıl her meslek grubu güven endeksi denen ölçümlerde kayba uğradığı acı bir gerçektir…

   Hemen zengin olmanın yüce bedelleri tarihin bütün sayfalarında, öykülerinde, destanlarında gizlidir. Aydınların görevi, bulundukları ülkenin şartları gevşemeye, meslekler bozulmaya başladığı vakit o bildik sözleri söylemektir; “ Kral Çıplak”, “Demokrasi ve Adalet” Güneş Gürseler’in Külliyatı, çevre, hukuk, siyaset ile ilgili bir sürü tespiti kayıt altına almakla kalmıyor, şehrimiz Tekirdağ için bir esere daha sahip olmanın kıvancını hissediyoruz…

   Kitabın başlarında iki söz çok dikkatimi çekti. Birincisi Prof.Dr. Tayfun Atay’a ait; “ Hayata yazarak müdahale etme arzu ve aşkı…” İkinci söz ise Güneş Gürseler’e ait; “ Tüm aileme ve bende emeği ve katkısı olan herkese teşekkür ve saygılarımla…”

   Yazarın dili, üzerinde durduğu konular; hukuk, çevre, siyaset gibi görünse de tam manasıyla edebi bir felsefe, bir sosyolog bilinciyle dopdolu. O yüzden, bilgiyi, görgüyü bütün zamanlar diğer sanatçıların yaptığı şekliyle, evrensel bir dil, yani “Hayata yazarak müdahale etme arzu ve aşkı…” içinde ülke ve şehir kitaplıklarına:-Artık bu kadar gaflet yeter,- diyecek ve herkese söyleyecek bir söz, ayrılacak bir zenginlik taşıyor…

   Güneş Gürseler’e, insan kalmanın erdemine ve sapa sağlam tutunmuş olmasına; hangi meslekte ve rütbede olursa olsun bağlı kalma aşkına teşekkürümü borç biliyorum.

 Güven SERİN 

   


15 Eylül 2023 Cuma

DEVLETİMİ: DEVLETÇİLİK İLKESİNİ ÖZLÜYORUM

 

İnternet

               DEVLETİMİ: DEVLETÇİLİK İLKESİNİ ÖZLÜYORUM

   Devlet eliyle milletin esenliği, refahı için planlı projeli kuruluşlarımızdan birisi de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’dür. İpsala, Tekirdağ Devlet Su İşleri binalarının yanından her geçişimde henüz anlamlarını bilmediğim mimari, estetik, şiirsel kavramlar hissedip söze dökemiyordum.

   İpsala Devlet Su İşleri idare binaları,araç otoparkları ve aynı zamanda burada bulunan çalışanlar için yapılmış bahçeli evler; mimari,mühendislik zekasının bir örneği olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün Devletçilik İlkesi idealini taşır…Cumhuriyet’in ilk yılları ve izleyen yıllarda yapılan her devlet binaları gibi…Yani,aynı zamanda buraları; sosyal,kültürel,sportif alanlardır da…

  Dikkatinizi şu tarihe çekmek isterim; İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat–4 Mart ) 2023 tarihinde yapıldı. Türkiye’nin her yerinden 1135 kişi katıldı. Cumhuriyet ise 10 ay sonra ilan edildi! İleri görüşlülük, ülke sevgisi ne demektir, en iyi şekilde anlatmıyor mu?

  İzmir İktisat Kongresi yapılırken İstanbul’da henüz İngiliz bayrağı dalgalanıyordu.

  Mustafa Kemal’in Devletçilik İlkesi zannedildi ki her şey devletin olacak, özel teşebbüs olmayacak. Hâlbuki bu ülkenin biricik amacı; ülke insanının esenliğini sağlamakla birlikte, özel teşebbüsü de teşvik etmektir…

   Daha 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi, alınan en önemli kararlardan birisi de özel teşebbüse kredi verecek devlet bankasını kurmak olmuştur.(İş Bankası ve Sanayi Maadin Bankası )

   Okul zilleri çalalı bir hafta oldu. Okullara çocuklarını gönderecek ailelerin yüzlerinde neşeden çok, telaş ve korku var. Niçin acaba?

   Öğrenci servis ücretleri? Okul kantinlerinde çocukların beslenme ücretleri? Okul kırtasiye masrafları?

   Sormak isterim; güzelim okul kooperatiflerine ne oldu? Çok düşük karlarla, öğreten ve öğrencilerin işbirliği ile kurulan kooperatifler, kantinler hem kırtasiye, hem de yiyecek satardı. Ne oldu bunlara?

   Gelelim izlediğim habere. Ağlamak isteyip de ağlayamama, yardım etmek isteyip de edememek; korkunç bir zehir gibi; hemen öldürmeyeceğini bilip de size aylarca acı çektirip, yaşamınızı yaşanmaz hale getirecek…

   En çok öğrenci İstanbul’da var. En pahalı şehirlerimizin başında da İstanbul geliyor. Hele evi kirada olanlara yardım edecek tek bir güç kaldı; göklerdeki yaratıcının mucizevî gücü!

  Hani planlama? Hani özlediğimiz DEVLETİMİZ? Okulların önünde Büyükşehir Belediyesi’nin okula başlayan çocuklara verdiği poşeti alan her anne ve babanın yüzünü görmenizi isterdim. Bu yüzlerde tam manasıyla saf bir minnet vardı; sadece saf bir minnet… Niçin? Sadece küçük bir poşet ve o gün çocukları bir şeyler yiyeceği veya o gün para harcamayacakları için…

   İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından verilen küçük poşetlerde ne vardı? Bir küçük elma, bir sandviç ve bir küçük süt! Kendimizi yoksul sandığımız zamanlarda böyle bir poşeti versen kimseyi mutlu etmezdi. Birçok anne ve babayı sevindiremezdi. Çünkü çocuğunun yanına ne koyacağım diye düşünmezdi. Yani, zeytin ve peynirin, sütün, ev kiralarının can yakmadığı zamanları söz ediyorum…

   Okul kantinleri dahi özelleştirilmişse, her şey büyük karlılık, büyük kazanç üzerine dönmeye başladıysa, ekonomik yetmezlik içinde olan aileler ne yapsın? Çocukları okullara başladı diye nasıl sevinsinler? Ya çocuklar; burukluğun kol gezdiği evlerde yeni düşüncelere, yeni öğretilere nasıl kapı açıp o temiz zihinleri olgunluğun neşesiyle dolduracaklar?

  Devletin şefkatli eli her yere uzanmalıdır. Özellikle okulların, çocuklarımızın olduğu her yere; eşit, adaletli bir şekilde…

   Devletimi: Devletçilik İlkesi’ni özlüyorum…

 Güven SERİN 

 

 

 

   


14 Eylül 2023 Perşembe

MİLTON,NAZIM VE SABAHATTİN ALİ'NİN ÇARESİZLİKLERİ

 



 
                                                      İnternet

         MİLTON, NAZIM VE SABAHATTİN ALİ’NİN ÇARESİZLİKLERİ

    Edebi dünyanın sonsuz enerjisine, görgü ve bilgisine imrenmemek, bayılmamak elde değil. Evrenden ve yaşamın içinden aldıkları ilhamlarla beslenen şair ve yazarlar, yaşarken sıradan insanların katlanamayacağı acılarla yoğrulmaya yazgılıdırlar.

    İngiliz şiirinin babası kabul edilen John Milton için şöyle dersek yanlış olmaz:

-Milton’un Çaresizliği…

   Milton’un çaresizliği, bir bir eziyetle sınanma yaşadıktan sonra Kayıp Cennet eseriyle sonlanmıştır.1600’lü yıllarda yaşayan İngiliz şair Milton, sadece görme yetisini kaybetmedi. Karısını, çocuklarını, itibarını her şeyini… Kral olan II.Charles’in yenilenme ve değişim,dönüşüm siyaseti sayesinde hapse atıldı.

   Nazım Hikmet ve Sebahattin Ali gibi… Nazım, Moskova’da öldü. Yanıp tutuşurken ülke hasretiyle, en çaresiz olduğu zamanlarda yazdı dünya durdukça okunacak şiirlerini:

“Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin” dizelerini yazarken; “ Sen memleketim kadar güzelsin” dizelerini de bağrına yapışan özlem kadar yapıştırmıştır sonsuzluk kitabına.

   Sezgileri kuvvetlidir Sabahattin Ali’nin. Düşleri gibi, başına gelecekleri kâhinlere danışmadan bilen ve şiire taşıyandır; “ Yanıyor beynimin kanı, bilmem nerelere gitsem” şiiri, onun için pusu kurmuş canilerin vicdanlarını uyarmayacak, yakmayacak, pişmanlık duymayacaklardır.

   II. Charles başa geçince, Milton’un acılı ama kısmen huzurlu günleri sona erdi. Kitapları Londra Kalesi’nden aşağı savruldu. Cellâtlarca yakıldı, yok edildi. İşkenceyle idam edilmekten son anda kurtuldu. Hapishanede en ağır koşullarda yaşadı. İtibarı, sanatı, her şeyi rezil edildi ve hırpalandı.

   İşkenceyle idam edilmekten kurtulmasaydı, sonu şöyle olacaktı: -Önce asılacak, boğulmak üzereyken ipten alınacak, kendisine gelmesi sağlanacaktı. Ya sonra? Bağırsakları deşilecek, hadım edilecek ve organları yakılırken zorla izletilecekti.

   Sadece 350–400 yıl öncesi bile en gelişmiş uygar dünyanın insanlığı böyle korkunç çığlıklar atabiliyordu.

   Nazım Hikmet ise doktorasını hapishanelerde yapacak, Orhan Kemal, İbrahim Balaban gibi yeteneklere hiç düşünmeden destek verip onların köklerine su ve toprak dökecektir.

   Kaçacaktır bir gemi: Rumen şilebiyle önce Romanya’ya. Sonra Moskova ve gezecek, gidecektir bir ucunda dünyanın Küba’sına. Yazacaktır o vakitler Havana Röportajını; “ Geçen yıl Küba’ya gittim; Havana’ya. Prag’dan kalktı uçağımız.17 saat süren yolculuktan sonra indim Havana’ya. Küba kıyıları koylarıyla göründü.”

   Nazım’ın hiçbir gezisi, şiiri memleket hasreti düşüncesinden uzak yazılmadı. Yazılamazdı. Onu besleyen iksir orada gizliydi…

   Milton’un en önemli eseri Kayıp Cennet de hapishane yaşamı, eziyetleri, çaresizliği, dibe vurulma ve yenilgisi sonucu doğmuş oldu.

   Sabahattin Ali ise yazdıklarından daha çok yazacakları olmasına rağmen Kırklareli sınırları içinde, Yurtdışına kaçmak üzeriyken vahşice başı ezilerek öldürüldü. Belki de o acının, kaybediş saniyeleri içinde öncesinde yazdığı şiiri tekrarlıyordu; “ Yanıyor beynimin kanı/Bilmem nerelere gitsem?/İçime sığmayan canı/Hangi rüzgâra eş etsem?”

Güven SERİN 

 


13 Eylül 2023 Çarşamba

İNDİM ŞARKÖY YOLUNA

 

Kamera,Güven Şarköy

Kamera; Güven Şarköy

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                                        İNDİM ŞARKÖY YOLUNA

  Ne zaman yola koyulsak, kıvrıla kıvrıla giden yolların o tepeden diğer tepeye oyun oynayan ışık ve gölgeleriyle birlikte Uçmakdere ve Gaziköy’ü geçer geçmez Ege iklimine teslim olurum…

  Şarköy diyarlarına gidenler buranın rüzgârının da, güneşinin de ürünlerin de bol olduğunu bilir ve görürler. Uçmakdere’nin vadisi zeytinliklerle dolu olsa da şarkıdaki gibi en güzel zeytinler Şarköy yoluna ve tepelerine yakışır. Edebi dünya ile şarkılar el eledir. Tıpkı ışığın, rüzgârın, bulutların, tepelerin, suların birlikte rüya benzeri dansları gibidirler…

   Yaz günleri yerine sonbahar günlerini bırakmaya hazırlanırken yine Şarköy yollarındayız… Minibüsün küçük camları açık ve içeriye; Ganosların tepelerinden, vadilerinden ve yamaçlarından uçuşan türküler, baharat kokuları ve her an değişen yansımalar doluyor.

   Yakın zamanda ısrarla; “ Şarköy’ü, yenilikleri bir daha gör diyen Lokman Bey’i dinleyerek çıkmış olduğumuz yolun yolcusu olduk.”

    Tekirdağ, sanayi kasabalarıyla ne kadar övünür bilemem ama Şarköy gibi eşsiz rüzgârı, insanlık mirası sayılan ürünleri ( Üzüm, zeytin, kiraz, incir, şarap ve turizmi ) olan bir yerimizle çok fazla övünüyorum.

  Zamanı geriye alsaydık eğer 2000 yıl önce ve daha ötelere; şairlerin şiirlerinde, mitlerin muhteşem hikâyelerinde de bulacaktık; sıra sıra zeytinlikleri olan Şarköy’ü.

  Bir yerin sadece üzüm ve zeytini bile varsa; medeniyetleri dönüşüme zorlayan yenilik reformları başlamış demektir. İyi beslenen, efkâr ve stres dağıtan bu yerler; iç turizm olduğu kadar dış turizm için de çok değerlidir. Minibüsün yan koltuklarında oturan bir aile otuz yıldan bu yana Hollanda’dan Şarköy’e iki aylığına tatile, dinlenmeye geliyorlarmış. Kim bilir bu aile gibi kaç bin aile; bu toprakların bereketli, huzur verici dünyasında dinleniyorlardı…

  Şarköy’ün merkezine geldiğimizde özlemiş olduğum çınarlı caddenin bu sefer değiştiğini, Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından, onların kendi ifadelerine göre; “ Avrupa standartlarında bir yol” yapılmış. Yolun araç trafiğine kapatılması, ışıklandırılması, taş işçiliği esnafların yüzlerine, orada dolaşan insanların iç huzuruna yansımış yansımasına ama bir sorun var!

   Nedir bu sorun? Yağmur biraz fazla yağınca, suyun akacağı yollar çok küçük, ızgaralar yetersiz olduğu için işyerleri için su basma tehlikesi çok büyük!      Büyük emeklerin olduğu ve ne yapsak yetmez olacak Şarköy için Atatürk Caddesi, ne olur bir süre sonra kâbusa dönmesin? Daha birkaç ay önce açılışı yapılan harika denecek kadar gösterişli olan caddenin, yağmurda akacak sularının sorunu ACİLEN çözülmelidir. Yoksa yine derede boğulma, yapılan büyük emekleri gölgede bırakma durumu çıkacak…

  Şarköy’ün Mavi Bayraklı plajları çoğalmaya başladı. Sahil şeridi herhangi turistlik şehrimizden, kasabamızdan farklı yoktur. Parkları, bahçeleriyle birlikte Şarköy Belediyesi’nin vermiş olduğu hizmetlerin devamlılığı göz doldurmaya ve buraya tatile, dinlenmeye gelenleri daha uzun süreliğine mutlu etmeye başlamış.

  Atatürk Caddesi yürüyüş yolculuğumuzda en çok imrendiğim şey; bölgenin üreticilerinin neredeyse beş on metrede bir ürettiklerini sergilemeleri; satmalarıdır. Üzümler, incirler, armutlar, zeytinyağları; masalımsı bir görüntü içinde, belki de beş on yıl sonra bu üreticilerin bu ürünlerini göremeyeceğimiz zamanlara doğru ilerliyoruz.

   Ziraat işiyle uğraşanların hızla yaşlanması; zeytin, üzüm, bağ ve bahçe diyarlarında da içimin bir yanının kararmasına neden oluyor; dostlarım…

  Bir gün boyunca Şarköy ilçemizi gezdik. Doymadığım bellidir ve söylemek isterim. Atatürk Caddesi, Sevgi Yolu, insanların birbirlerine sokulup güz sohbetleri anlattıkları çınar ağaçlarıyla süslü çay bahçeleri; tam manasıyla insanın kıpırtısını, zaman içindeki değerli yolculuğunu anlatıyordu.

   Henüz vakit varken; İlla Londra, Paris’e gideceğim veya gidemedim diye üzülmeyin! Şarköy’e, Malkara’ya, Marmaraereğlisi’ne gidip, yörelerimizin öne çıkan insan yapılarını, insan üretimlerini ve oralardaki güneşin, rüzgârın neşelerini de henüz vakit varken; gezin ve görün…

 Güven SERİN


 

 

 

 

 

 

 









11 Eylül 2023 Pazartesi

BERGAMA ve SU PERİSİ

 

Kamera; Güven Bergama Müzesi

Kamera; Güven Bergama

Kamera; Güven

Kamera; Güven Kızıl Avlu

                                       BERGAMA ve SU PERİSİ NYMPHE

  1188 km ve 60 saatlik gezimizin ilk durağıydı Bergama şehri. İlk geldiğim ve taşın insan hayatına bu kadar yakın olduğunu gördüğüm bu yer oldukça etkilenmeme neden oldu. Sokaklar ve caddeler işi iyi bilen ustalar tarafından tamamı ile taş döşeli. Caddelerin bir yanı ise daha önce hiçbir yerleşim alanında görmediğim uzunlukta demir ızgaralar ile örtülmüş. Yani, bu yerde yağmuru bile görmek mümkün olmamalı! Neredeyse tüm yerleşim yeri taş ve ızgaralar ile kaplı.

   Bergama deyince ilk akla gelen şey; Zeus Sunağı oluyor. Bugün, antik dönemlere ait bu muhteşem eserin neredeyse tamamı Almanya’da sergileniyor. Çünkü 1897 yılında yurtdışına taşınmıştır. Bazen düşünüyorum da, yurtdışına kaçırılmayan eserler; bizim ülkemizde kalsaydı bu kadar tanınır ve bu kadar sağlam kalabilir mi diye? Zor bir durum! Kaçırılan eserlere üzülürken bir yandan da seviniyorum; çünkü eserler hâla sapa sağlam duruyorlar…

   Bu ülkede bir gün tarihi iyi anlaşılır ve tarihin içinde duran uygarlıklara önemli kaynaklar ayrılmaya başlanırsa işte o zaman mucizenin adı TÜRKİYE olur. Turisti koyacak yer bulamazsınız. Bugünkü hali ile Bergama 600 bin turist çekiyor. Antik döneme ait şehirleri, tapınakları, sağlık merkezleri ve arkeoloji müzesi ile bu turisti çekerken, bu yerlerin sürekli zenginleştirilmesi için iyi ve önemli kaynaklar ayrılsa, 6 milyon turisti çekmesi işten bile değil!

   Bergama’nın her tarafı tarihi kokuyor. Hemen şehrin içinde duran devasa kırmızı duvarlı yapı; Kızıl Havlu (Serapis Tapınağı) harabeye dönmüş hali ile bile insanı ürkütücü bir şaşkınlık içinde karşılıyor. Kırmızı tuğlalardan yapılmış ve bir harabeye dönmüş tapınağın karşısında; mimariye, mühendisliğe ve harcanan emeğe yerlere eğilecek kadar minnet duydum. Tüm şükranlarımı benden 2 bin yıl önce yaşamış insanlara gönül rahatlığı ile yolladım.

   Bergama şehri, antik zamanın ustalık şehri! Mimarinin, mühendisliğin ve şehir altını kaplayan kanalların, suyun huzurlu şehri! Son zamanlarda Bergama’nın adı, sular altında kalan Allianoi kurtarma kazıları ile öne çıktı. İnanılmaz bir hata ile MUHETEŞEM bir tarihi sular altına gömüyoruz. Bir gün, bunun önemini anlayacak nesiller, bu zamanı belki de korkunç bir cehalet ile suçlayacaklar.

   Allianoi kurtarma kazılarında ortaya çıkan en güzel eserlerden biriside Nymphe heykeli. Bir su perisi! Nympe ile ilgili internette gördüğüm yazıdan birazını buraya aktarıyorum;

   “ Ben, ırmakların perisi, İlya suyunun kızı… Ben, suların şifasını bedeninde taşıyan su perisi Nymphe. Bir masal gibi gelecek anlatacaklarım size. Masal, her ruha şifa verir biraz. Taşlar sırlarını masallara döker. Rüzgâr ağıtını. Gök tanıklığını masallara söyler. Bir ağacın yalnızlığı ancak bir masalda dile gelir. Bu böyle bilinir, böyle sanılır.”

  Bergama şehrinin önemli antik yapılarından birisi de Asklepion’dur. O çağlarda Bergama’da çok önemli bir sağlık merkezidir. Apollonun oğullarından Sağlık ve Hekimlik tanrısı olarak bilinen Asklepios adına yaptırılmıştır. Sütunlu yollardan yürüyerek ulaştığımız bu yerde oldukça ilginç! Asklepion sağlık merkezinde bulunan küçük tiyatro, uyku odaları, kaynak suları ve çamurlar şifa bulmak insanlara hizmet vermekteydi. Tiyatronun bir bölümü, uyku odalarının bir bölümü hâla insana şifa dağıtacakmış hissi ve huzuru veriyor.

  Antik dönem filozoflarından birisi, en önemli güç sudur, demiş! Suyun olduğu yerlerde uygarlıklar kök salmış, yeşermiş ve bugününün insanına; insanlığa hizmet etmişlerdir. Savaşlar ne kadar çok yapılsa bile, aynı zamanda insan ve insanlık hiç ölmeyecekmiş gibi insanı korkutucu muhteşemlikle, yapılar ortaya çıkarmışlar.

  Bergama’nın içinde taş caddelerden ilerleyip, bir harabeye dönse bile o heybetli duruş sergileyen Serapis Tapınağına (Kızıl Avlu) selam vererek geçin. Bu tapınak Mısır tanrılarına adanmıştır.

  Yavaş yavaş dikleşen tepeye yürüyerek de, teleferik ile de, araçla da çıkabilirsiniz. Bu tepede sizi Akropolis bekliyor olacaktır. Almanya’ya kaçırılan Zeus Sunağının olduğu Akropolis! Burada ilk çağlarda kral sarayları, sarnıçları, tapınakları, sunakları, kütüphanesi, cephanelikleri yer alıyordu. Burada Zeus ve kızı Athena’ya adanmış Zeus Sunağı bulunuyordu. O, muhteşem, o, heybetli eser… Şimdi temelinin olduğu yerde onu arayabilir, görmek isterseniz de Almanya’ya gidebilirsiniz. Ayrıca Athena Tapınağının küçük bir kalıntısı hâla o dik tepenin üzerinde duruyor. Dünyanın en dik tiyatrosu 70 derecelik eğimle ve ilk zamanları hatırlatan gösterişi ile görülebilecek taş yapılardan.

  Akropolis’de bulunan kütüphane zamanın en büyük kütüphanelerden birisiymiş. İskenderiye Kütüphanesi ile yaraşır zenginlikte 200 bin kâğıt rulo bulunuyormuş. Bu kütüphanede bulunan 3,5 metre yüksekliğindeki Athena heykeli de halen Berlin müzesinde, dünya insanları ile buluşuyor.


  Batılı tarihçileri, arkeoloji meraklılarını dinleyen bir tele kulağımız olsa onları dinlerken ne hissederdik acaba? Alman, İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyan sanatseverleri, tarih, arkeoloji sevenleri duyar gibiyim;

  “ Bu Türkler, tabiat, tarih, su, dağ, tepe, orman, deniz, arkeoloji yönünden ne kadar şanslılar. Ama bu şansın farkında bile değiller! Ne hazin… Hâlbuki Türklerin kaderini değiştirecek nice eser kaçırıldı, yok edildi ve hâla büyük çoğunluğu toprağın, suların, taşların altında yatıyor; ne garip ve ne ürkütücü bir gerçek…”

  1188 km yolu, 60 saatlik zamanı, yeniden ve yeniden bitmeyecek bir sonsuz kadar sonsuz olan öğrenimleri ile son bulan ve yalnız bedenime değil ruhuma da yapışan bu gezinin; bu geziye inanılmaz katkı sağlayan geçmiş uygarlıkların önünde insanca; yalnız insanca; bütün korkutucu, ayrı düşürücü koşullardan sıyrılmış bir beden gibi eğiliyorum…

   Bu çalışmayı yine o güzel eser, peri için yazılmış bir cümle ile sonlandırıyorum;

   “ Güzel rüyalarda gördü yurdum; kabuslarda! Şimdi hem yeniden doğuyor, hem ölüme yaklaşıyor. Umut taşıyan adımlar atılıyor geleceğime. Ama belirsizlikte sürüyor. İşte, bütün hikâyeyi anlatacağız size. Toprağın 1800 yıldır sakladığı gerçek bir hikâye! Ben ve Allianoi halkı birlikte.”

 Güven SERİN 


 

 

  









8 Eylül 2023 Cuma

GEKÇEADA BEBEK ARASI: BİR KARDEŞLİK HİKAYESİ

 

Kamera; Güven Gökçeada

Gökçeada Zeytinli Köyü

İstanbul Bebek
Kamera; Güven
Kamera; Güven
Bebek

Rumeli Hisarı

               GÖKÇEADA BEBEK ARASI: BİR KARDEŞLİK HİKÂYESİ

   Sonbahar ayı bitmek üzere, kış başlamak için gün sayıyordu. Yıllar önceydi; “ Gökçeada’nın makyajsız halini görmeye gidiyorum!” Sloganıyla yola çıkmıştım. Kısacası; “ Kış vakti ne işin var orada diyenleri hem susturmak hem de kendi zihinsel yoğunluğumu attırmak için sarılmıştım bu slogana.

  Gökçeada gerçekten de makyajsız bir haldeydi. Zeytin ve çam ağaçları hariç diğer ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüş, otlar sararmış, solmuştu. En önemlisi de turizm mevsimi geçmiş, Gökçeda’nın yerlileri, yani orada sürekli yaşayanları kalmıştı.

   Güya yanıma da dört beş kalın kitap almış, kitap ile doğa ve ada arasında bir bağ, yalnızlığın demlenme biçimini oluşturacaktım! Tabi ki öyle olmadı. Bremen Mızıkacıları gibi adaya inerken yolda tanıştıklarım ile birlikte tam olarak altı kişi olmuştuk…

  Gökçeada’nın merkezinde kalmış olduğumuz otelden erken saatlerde çıkıp en yakın Rum köyü Zeytinli’ye sabaha yürüyüşü yaptığım vakit tanıştım oranın yerlisi olan Maria ile. Yaşı 80 olmasına rağmen, dinç ve dimdik yaşam mücadelesi içindeydi. Birkaç saatlik misafirliğim, üretken ve zarif bir ev sahibi olarak evinde neler varsa bana ikram etmeye çalıştı. Ayrılık vakti geldiğinde son sözlerimizi konuşurken öğrendim, bir de ikizi olduğunu. Maria’nın ikizi Naia İstanbul Bebek’te yaşıyormuş. Hastalanmış, felç geçirmiş. Biraz toparlasa da, ablası Maria, ada güneşi ve rüzgârının kol gezdiği bu yerlerde ona şifa olsun diye birtakım bitkiler toplamış. Maria benim sıklıkla İstanbul’a gideceğimi öğrenince “ İkizim olan kız kardeşime uğraman ve ada da topladığım bu bitkileri ona götürmen mümkün mü?”

  Mümkün olabileceğini söyledikten sonra anne oğul-kardeş abla gibi birbirimize sarıldıktan sonra tekrar Gökçeada merkeze dönmek için yola koyuldum. Maria’nın kız kardeşi için verdiği topladığı bitkilerden oluşan bir torba ile birlikte…

   Haftalar geçtikten sonra yağışsız ama soğukça bir İstanbul günü erkenden Bebek’te beni bekleyen Naia’nın kapı zilini çaldım. Kapı hemen açıldı. Geleceğimi Gökçeada’da yaşayan ablası bildirmiş, kim bilir kaç zamandır yolumu gözleyen bir beden dili içinde kapıyı açtı. Zar zor dayanakları sayesinde yürüyordu. Ablası gibi temiz bir yüz ve ruh âlemi içinde çok güzel bir Türkçe ile  “ Hoş geldin beyefendi” diyerek karşılandım.

   Beyefendi seslenişinde en ufak abartı, sancı, korku, eziklik yoktu. Onların alışık olduğu insana saygıyı anlatan bir seslenişti… Yardımcısı Dilber Hanım henüz gelmemişti. Ablası gibi evin mutfağında ne var ne yok bana ikram etmek istiyordu. Pastaları, kurabiyeleri birlikte hazırladık. Kahve zamanı geldiğinde yardımcısı Dilber Hanım da gelmişti. Kahveler içildi. Sanki birbirimizi kırk yıldır bekleyen iki akraba gibi en hoş ve en acıklı konulara girildi. Oğlunun Avrupa’da okuduğunu bu sohbetler eşliğinde öğrendim. Yedi yabancı dil bildiğini, Avrupalı bir kıza âşık olup, ayrılınca alkol, hap bağımlısı olduğunu. Anneyi rahatız etmesin diye baba ile ayrı bir evde yaşadığını da o zaman öğrendim…

   Ayrılık vakti geldiğinde son görüş olduğunu Naia’da ben de anlamış olsak da yapacak bir şeyimiz olmadığı için evin dışına çıktığımda son bir kez geriye dönüp baktım. Naia ve Dilber de bana bakıyordu. Ayrılık hüznü etrafı sarmıştı. Ruhlarımız birbirini onaylamış, insanı insan yapan etkileşimi ve önyargı eşiğini çoktan geçmiş halde son bir bakış içinde Bebek sahiline indim. Kış güneşi, neşeliydi. Karabataklar kış güneşini fırsata çevirmek için buldukları her yere tünemiş, kanatlarını ısıtıyorlardı.

   Boğaz sahilinden yürüyerek ilerledim Aşiyan diyarına. Programımda Rumeli Hisarı ziyareti ve Sabancı Atlı Köşk’te gitmem gereken sergisi vardı. Serginin baş konuğu ise Abidin Dino’nun eserleriydi. Eşi Güzin Dino ile birlikte onlar da boğazı çok severlermiş; sessiz sedasız yürüyüp sevgimi adımlayarak ölçmeye çalıştım; Bebek’ten Aşiyan’a doğru yürüyüp, boğazla birlikte zamanın içinde akıp giderken; göğsümde bir çığlık, henüz keşfedilmemiş kim bilir kaç sözün yutkunması ile birlikte…

 Güven SERİN