27 Ağustos 2020 Perşembe

DOĞAN VARLIK-YİTİK BİR ÖMÜR

 


Leonardo da VİNCİ-MADONNA





Alkışlarla; ellerim acıyana kadar...


DOĞAN VARLIK-YİTİK BİR ÖMÜR…

“ Doğan varlık, gün ışığını görür görmez zaman, armağanının yok etmeye koyulur. Aklın dengesi bozulursa yüce müzikten etkili bi çare, daha huzur verici bir ilaç yoktur; bir ilaç yoktur…

  Bütün dünya bir sahnedir ve kadın erkek ancak birer oyuncu, sırası gelen girer, sırası gelen çıkar; yitik perdelik bir ömürdür, yediden yetmişe bir ERKEK oyunu; erkek oyunu, erkek oyunudur…”

Not; Önce W.Şekspir’e, sonra; Haluk Bilginer’e ve değerli sanatçı arkadaşlara; teşekkürlerimle… Resim, Leonarda da Vinci’ye ait; Madonna isimli çalışma…

Güven SERİN 





14 Ağustos 2020 Cuma

DEDE OLMA AYRICALIĞI

 


                                        DEDE OLMA AYRICALIĞI

 

  Ne çok insan ( erkek )  bu duyguyla şenlenmiş, “ dede oldun “ haberiyle,imtiyazıyla yaşamında bir başka döneme evirilmiştir; kim bilir… Dede sözcüğünün bir sürü güzel manası var: Benim gibi torun sahibi olanlardan tutun da yaşlı insanlara “ Dede ne haber; nasılsın? “ seslenişlerine, Mevlevi tarikatında çile doldurmuş dervişlere verilen unvana kadar; değerli sıfatlar…

  Küçük; mini minnacık bir kız çocuğu. İsmi Nilda; babası Onur, annesi Özgün ve sanatçının dilinden bir sesleniş;

“ Hey Hey Hey Hey Hey

Anamın karnında bir sancı var

Ta şu göğüslerinin alt yerinde

Doğ Doğ Doğ Doğ Doğ “ 

diye devam eden, analığın-anneliğin uzun, derin, anlamlı süreçte, hiçlikten çıkarttığı, doğurup büyüttüğü bir yaşam gerçeğidir doğmuş olmak; doğmanın değerli ve güzel bebeği…

  Akşam vaktiydi; gün, geceye doğru ilerliyordu karanlığı ile birlikte usul usul… Nilda’nın doğumuna en az iki hafta daha var sanıyorduk.11 Ağustos gününün gecesi daha yeni başlamıştı. Bir sancı ile başlayan telaş hastane ziyareti, doktor kontrolü derken Nilda’nın sesi-soluğu duyulacakmış meğer birkaç saat sonra. Gece, diğer günün gecesine; Salı, Çarşambaya yarım saat kala; 23.30’da Nilda geldi dünyaya. Tıpkı, Şekpsir sahnesindeki gibi;

 “ Suskunluğu, mutluluğun haber vericisi” gibiydi…

  Annelik, dedelik, anneanne, babaanne heyecanları iç içeydi denizine tepeden bakan hastanenin güneye bakan odasının bekleme salonunda. 124 numaralı hastane odasının küçük bekleme salonunda mutlu insanlar vardı; Nilda’nın doğmuşluğu, masumiyeti, insan ruhuna dinçlik tazelik katan bebeğin yaşama sundukları şenlendirmişti orada bulunan, dedeler, anneanne, babaanne, amca, yenge, enişte ve teyzeleri.

  Nilda’nın büyük dedesi Yusuf yaşasaydı, ona “ Torununun torunu olmuş!” müjdesini verselerdi, “ Ölümsüzlük budur.” Derdi hemencecik. Yaşamın devamı olan devinim, muhteşem süreç ve mucize olan şeydir yeni doğmuş bebek. Sadece ruhundaki pırıltı değildir ona bakan insanları mutlu eden şey. Aynı zamanda, ruhuyla birlikte etrafa sunduğu saf masumiyet, koku ve enerjidir de…

  Sanatçı, “ Sanat ayıpları ayıklar” derken, yeni doğmuş bir bebek de, iyi ellerde yetiştirilirse, toplumu tazeler, güzelleştirir. İyiliğin krallığını ilan eder; baskılardan, yıkımlardan çok uzak; onaran, yeniden inşa eden; bilimin ve sanatın özüyle beslenip, toplumsal bir şölene dönüşen yaratıcılık doğardı; bebeklerin saflık yasasını anlamış, topluma ait bu gelecek mirasını iyi bakıp, eğitebilseydik…

  Evren, nasıl ki hiçliğin içinde çıkıp bir erişilmezlik, sonsuzluk sa, yeni doğmuş bir bebek-Nilda da aynı ışıldı içinde, hiçliğin içinden gelen bir şey-evren gibi ruhumu, ruhumuzu aydınlattı; sonsuz aydınlığın, huzurun en hakiki duruşu içinde.

  Sanata adanmış sanatçıların tümü hayatla baş etmek için mücadele verirler. Sessizliğin sesi, anlatılmamış, duyurulmamış-duyurulamamış olanın duyurusunu yapmak isterler; kendi ilham perilerinin onlara sunduğu destek ve hünerli ellerinin, iradelerinin eşliğinde. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar baş edemezler sonsuzun öz evladı olan insanın yarattığı kargaşa ve kargaşalarla.

 Bütün bu görkemin, korkunç uğultuların hemen kıyıcığında dır sanatçının atölyesi, sanata dokunan ruhu ve elleri. Tıpkı annesi Özgün’ün yanı başında duran Nilda’nın minik ellerinin, masum bakışının ilham vermesi, alçak gönüllü zenginlik içinde insanlığın bütün kusurlarını yeniden ve yeniden silmeye, ayıklamaya, bütün ayıpları örtmeye geldim, der gibi bakan bakışlarda izledim güzel bebeği; sevgili torunum Nilda’yı…

  Tüm bebekler; insan yavruları kadar tüm annelerin yavruları ( Hayvanların) çok güzeldir. Hepsinin biricik amacı, neslinin devamı olduğu kadar, biricik gezegende, insanı ve canlı hayatını daha bir geleceğe taşımak; kadim zamanlardan bugüne, bugünden da ötelere…

  O yüzden, kolay kızanlara, öfkelenenlere, yok edicilere ilk önce bebeğin masumiyetini izletmeli. Bebeğin kokusuyla besleyip, onların enerjisiyle yıkamalıyız.

   Olarda ilk doğduklarında masum, korumasız bir bebek olduklarını bilip; “ Nasıl buraya geldi, bunca kargaşa, ölüm, dert !” sosyolojik sorusuna verilecek cevap; bebeği, daha anne karnında, anne ve babasıyla birlikte önemseyen eğitim, iş, eğlence imkânları yaratmada gizli olduğu anlaşılır mı acaba?

  Hoş geldin Nilda. Varlığının, astrolojik açıdan koç burcuna tutunsa da, kuşakları inceleyen bilim senin alfa kuşağı olduğunu söylüyor. Atamızın ifadesindeki gibi; Atalarının fikirleriyle çelişkiye düşersen; bilimi, sanatı, felsefeyi seç. ”

  Uzayın derin sırlarını keşfetme, yepyeni dünya dışı serüvenlere çıkacak neslin başlangıcı, çok ötelerin zorlayanları içinde güzel bir gelecek, neşeli bir yaşam senle birlikte olsun; bahtın açık olsun güzel çocuk…

Güven SERİN 


10 Ağustos 2020 Pazartesi

İYİ OLMAK MASRAFSIZ İŞ

 










     İYİ OLMAK, MASRAFSIZ ŞEY…

        ( Doku ve Organ Bağışı Yapalım )

 

   Ne çok konuşuldu; iyilik ve kötülük adına. Âlimler, filozoflar, peygamberler, öğretmenler, anne ve babalar ve daha niceleri… Farkındaysanız, ne çok şey üretiriz; kötülüğü örtmek, onun sebebini zaruri yet-mecburiyet ve keyfiyet içinde anlatıp “ONAY” almak istemek; çok büyük ağırlık ve pahalı bir şey…

  İyiliğin masrafı oldukça az; hatta neredeyse yokken, kötülüğün masrafı o kadar çok ki; sırf bu sebepten kaçılır kötülükten; kötülüklerden. Sadece kaçılır mı? Fırsatınız varsa, henüz vakit geçmemişse; ona karşı durulur, onunla baş etme oyunlarına çıkılıp, Şekspir’in sahnelerinde ki trajedileri belki de komediye çevirme ödülüne layık görülürsünüz…

  Dehaların ödülü; yalnızlık ve adanmışlıktır. Bazıları; sanata adanırken bazıları bir ülkeye-VATANA adanır. Tıpkı Mustafa Kemal ATATÜRK gibi… Hatırlar mısınız Mustafa Kemal’in ölümünden önce vasiyetini yazıp mirasını devrettikten sonra söylediği sözleri;

  “ Şimdi rahatladım çocuk! Üzerimden büyük bir yük kalktı.” Ve bilir misiniz o büyük insanın hep kaçmak istediği yer neresidir? Kırlar; kırlara, sükûnete, doğal olana ve basit bir kulübeye…

  Ya o zaman; bunca telaş, gurur, yorgunluk, kurnazlık niçin? Yetinmenin ölçüsü yok bilirsiniz. Durmak bilmeyen bir açlık cezası denen şey vardır; insanlığın ötesinden beri; yani, kadim zamanlardan beri peşine bırakmayan bir hastalık biçimi…

  Atölyemdeki masamın üzerinde küçük bir kart duruyor. T.C.Sağlık Bakanlığına ait ve şöyle bir ismi var;

DOKU VE ORGAN BAĞIŞ BELGESİ; (Ölümünden sonra bir başkasının yaşamasında yardımcı olmak istiyorum ) diye devam ediyor…

  Görüyorsunuz ya; iyi olmak, iyilik yapmak oldukça masrafsız. Ölümle başlayan organların bozulması-çürümesi bir hafta içinde yok olması demek! Kime yararı olacak, bize yaşam sunan organların toprağa karışıp, akıp gitmesi?

  Hadi gelin, masrafsız olanı yapalım; bunca telaşı, kargaşayı, kirli-tozlu bilgiyi, kulakları sağır edecek dedikoduları şimdilik bir kenara atalım ve masrafsız olana kucak açalım. En yakın hastaneye gidip; Doku ve Organ Bağış Belgemizi alalım. Üstelik bedava ve masrafsız… İçinize akacak bir belge, ruhunuzu şenlendirecek, yaşama edebi düşünceler, mitolojik öyküler gibi kök salacak bir iş yapmak çok kolay; hadi…

  Bizden sonra çürümesine izin vermediğimiz organlarımız; Kalp, Kalp Kapağı, Akciğer, Böbrek, Karaciğer,Pankreas ve Kornea’mız ne çok şey demek! Bir ışık, bir yaşam; yaşama tutunanların bizden sonra da kan akışlarının, yaşama çağrı yapan seslerinin duyulması anlamı demek…

  Başından da söylediğim gibi; iyi olmak masrafsız şey… Kötülük öyle mi ya? Can yaktıkça, korkar, korktukça evinizin bahçesini yükseltir, belinizdeki silahları çoğaltır, sizi koruyacak olanlara sığınma başlar. Her köşe başında bir gölge, her derin uykuda bir kâbus; her an bize saldırıp, kötülüklerin hesabını görecek gibidir…

  Ya iyiliğin serüveni? Gecenin en derin saatlerinde sokaklarda, caddelerde, sahilde, ormanlarda tek başınıza gezecek kadar hürsünüz… İçinizdeki pişmanlık ve korku ateşi değil de, güneşin, yıldızların, galaksilerin o mucizevî serüvenleri yapıp durur; bir yerde enayi görülseniz, bir yerde saflığınız ile erdeminiz karıştırılsa bile; iyi olmak masrafsız iş arkadaş…

  Hazır iyilikten söz ederken; iyiliğe adanmış kurum ve kuruluşlarımız var. Çocukların eğitimine, ülkemizin saygınlığına, bilimine, sanatına, sanayisine ve bizlerin maneviyatına adanmış dernekler; DÜRÜŞŞAFAKA ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği.

  Buralara da yardım etmek-EL UZATMAK, oldukça masrafsız! Sizin bütçenizi bozmayacak olan; belki bir çay-kahve; bir paket sigara parası; bir yudum, bir damla derken; yüzlerce genç kızımız, oğlanımız, yitik dünyaya bırakılacakken, merhametin şafağına teslim edilen güzel çocuklarımız onurlanacak; KURTULACAK…

 Dedim size; iyi olmak oldukça masrafsız bir iş…

Güven SERİN 

 

 

 


6 Ağustos 2020 Perşembe

VATAN MUTLAK SELAMET BULACAKTIR



  VATAN MUTLAK SELAMET BULACAKTIR


   Bu sözcüklerin söylendiği zamanlar;1912 yılıdır. Koskoca imparatorluk çöküşe girmiş “vatan toprakları” bilinen yerler bir bir gitmektedir.24 Ekim 1912 Avrupa Türkiye’si kaybolmuş Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelmişlerdir. Edirne bile Bulgarlara bırakılıp barış yapma sürecine girmişti. Makedonya, Selanik artık bizim değildi.

 Bab-ı Âli Caddesinde “Meserret” kıraathanesinde birkaç asker bir araya gelmişti. Bu askerlerden birisi de Mustafa Kemal’dir. Elden gitmiş Selanik’ten gelen birkaç askerin yanına yaklaşan Mustafa Kemal; -Nasıl bıraktınız? Selanik’i bu kadar ucuza teslim ettiniz? Sorularını ruhunu kavuran bir ateş içerisinde soruyordu. Selanik’i elinde bulunan 60 bin kişilik ordusuyla Yunanlılara bırakan asker; Hasan Tahsin Paşa’dır…

  Sözü getirmek istediğim yer şurasıdır. Tarih; yani geçmiş değerlidir. Geçmişin kayıplarını bilmek ve anlamak sadece geleceği değil günü kurtarır. Geçmişin çıkınında o kadar çok tedbir, o kadar çok deneyim yatar ki, sadece biraz anlayış, biraz sorgulama ve bilgi akışı sağlamakla yaşamın değeri arttığı gibi, yaşadığımız şehre, ülkeye katkılarımız da artar. Gün geçmiyor ki bir kirli bilginin ayrıcalığını, insanımızı bölme, bölüştürme saldırıları varlığı eksik olmuyor. Kirli-yanlış bilginin en çok yayıldığı ülkeler arasında neredeyse birinci durumdayız…

  Bana uygar ülke nedir; hangi göstergelerle ölçülür deye bir soru sorsanız; birkaç amatör bakış sözcüğünü sıralarım. Birincisi, hastane, hapishane ve adliye sarayı açmakla övünmeye ülke yöneticileri derim. Sanatın, felsefenin, demokrasinin en yaygın anlayış, ortam bulduğu ülkedir, derdim. Geçmişi sorgulayıp, kötünün ve iyinin rafine edilmiş halini, ülke gençliğine anlatan öğretmenlerin özgür olduğu, kurumların kendi bağımsızlıklarını, hadlerini bilmiş olma seviyesine geldikleri ülke derdim…

  Böyle ülkelerin insanları yaşanan en zor zamanları panik olmaktan öte, ayrı bir deneyim ve tecrübe yaşayarak atlatırlar. Ölümlerin, yasakların matematiksel algısından korkup saklanmak, kaçmak yerine, onurlu bir şekilde yaşamın her zerresini anlamlı kılacak saygın duruşlar yaşarlar.

  Tekirdağ’ın gelişmişliğini tarihe verdiği önemle, güne taşıdığı kültürel zenginliklerle görmek, değerlendirmek isterim. Anıları, hatıraları var eden, onların diğer kuşaklara aktarılmasını sağlayan şeyler kitaplar olmakla birlikte aynı zamanda; mekânlardır. Yani, insan ruhunun iç içe geçtiği mekânlar, yaşlı ağaçlar… Bunların kıymetini bilmek, o mekânlarda geçen olayları, eğlenceleri, hüzünleri de kayıp etmek anlamını taşıyor.

  Messeret Kahvesi de böyle mekânlardan sadece birisi. Bu mekânda kimler olmadı ki? Mustafa Kemal’den tutun da, Orhan Kemal’e, Sait Faik, Yaşar Kemal, Edip Cansever, Melih Cevdet Anday, Halit Ziya Uşaklıgil’e kadar insanlar burada; siyaset, edebiyat, sosyal meseleleri konuştu; düşleri gerçeklerle yüzleştirdi.

  “Vatan mutlak selamet bulacaktır.” Bu düşünce, inanmış, öğretilerle donanmış, kendi özünü bulmuş insanlar için çok şey ifade eder. Malazgirt, Mohaç Muharebesi, Çanakkale-Gelibolu ve Kurtuluş Savaşı, böyle insanların selamete giden yolda izledikleri yol-felsefe ve askerlik sanatına, sosyal hayata verdikleri değerlerin önceliğini çok iyi zamanlama ve kararlılık göstermeleri sayesinde elde edilmiştir.

   Esenliğimiz, yaşamın kıyıcığında bir yudum yaşam ömrümüz her daim şiir tadında olsun; Attila İlhan, yani, yaşadığı mekânlara, şehre hizmet etmiş bir şair;

“ Kanatları parça parça bu Ağustos geceleri

Yıldızlar kaynarken

Şangır şangur ayaklarımın ucuna dökülen

Sen

Eğer yine İstanbul’san

Yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim

Pançak pançak şiirler tüküreceğim

Demek yine ben

Limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor”

Güven SERİN 


4 Ağustos 2020 Salı

KİMSESİZLERİN KİMSESİ


İnternet





                                           KİMSESİZLERİN KİMSESİ


  Bir beyit duydum, kadim zamanlardan kalma; Bayburt Müftülüğü paylaşmış; Fatih Sultan Mehmet’e ait;

  “ Kimsesiz hiç kimse yok, herkesin var kimsesi.
Kimsesiz kaldım, yetiş hey kimsesizlerin kimsesi.”

  Yüce Yaratana sığınır nice “Kimsesiz “ insan. Yaşadıkları, yattıkları, yedikleri ve içtiklerini görünce; inanamazsınız ilk önce; burada insan yaşar mı, bu şekilde yaşanır mı? Diye düşünür ve hayatın akışı içerisinde düşüncenizle birlikte kaybolur gidersiniz…

  Tekirdağ Süleymanpaşa ilçemizde de nice kimsesizler yaşadı. Akrabası olduğu halde, bir sürü “ Malum” sebepten dolayı, yalnızlığa bırakılmış veya yalnızlığa yelken açmış insan; bizim gözümüzde “ İnsancık” öylesine yaşadılar. Sanki ağrısız, sızısız ve cansız bir halde; zamanla, mevsimlerle birlikte akıp gittiler.

  Halen yaşayanlar da var Süleymanpaşa’nın caddelerinde, sokaklarında; hiç kimseye şikâyet etmeyi bilmeden, yüce Yaratıcıya teslim olmuş, içgüdüleriyle; sanki bütün yükleri sırtlarından atmış; bizlere göre, sefil bir görüntü içinde, onlara göre; sınırsız özgürlüğün ağırlıksız yaşamı…

  Yakup da öyle birisi; görünürde kimsesizlerin kimsesine muhtaç! Bir ara, Dağlı Mehmet ile arkadaşlık yapıyorlardı. Sonra ne olduysa araları bozuldu; yalnızlığın engin denizlerine sadece kendine ait olmayı seçti. Bu seçim ve ilerleyen zaman; belini, boynunu daha da büktü. Bütün bunlara rağmen elinde bir poşet; içinde kim bilir neleri var. Kış günleri sıcak bir kahvehanenin köşesinde, kahvecinin insafına teslim olmuş bir içgüdü, hayvansal bir sokulma ile yazın sıcak güneşi içerisinde, kışlık kabanı üzerinde. Bağrı açık, boynu iyice bükük! Ayağının aksaması daha da artmış; belli ki bir sürü sorunu var.

  Yakup ne yapsın? Bunca insan, kendi malı-mülkü, iradesiyle yetinmeyip sürekli kavga ederken, sesini kime duyursun! Şairin; Edip Cansever’in Yakup’u gibi;

“ Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kez söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç ÇAĞRILMADIM!
Biri olsun “ Yakup “ diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim”

  Bizim Yakup’a da hiç kimse “ Yakup “ demedi. Belki birkaç iyi insan-esnaf onu bir derviş sanıp veya kendince bir sevaba girme düşüncesiyle koruyup kolladı kendilerince… Ama ne kadar? Yakup’a; “ Yakup “ diye seslenmediğin sürece; içindeki durgun e çürük suları atmadığı, yıkanıp paklanmadığı sürece Yakup, Yakup olabilir mi?

  Kurumlarımız var Yakup gibi; boynu bükük, ayağı aksayanları, kimsesizlerin kimsesini arayanları kollamak, korumak adına. Ama yeterli mi? Bu kurumların ölçme-değerlendirmesi nasıl yapılır; bunca kimsesiz etrafta veya evinin kör kavuğunda yaşarken…

  Hüseyin de böyle kimsesizlerden birisi. Kasıklarındaki büyük-korkunç şişliği taşımaktan gocunma duygusunu çoktan kaybetmiş, kimsesizlerin kimsesi, onu da koruma kalkanı altına öyle almış; caddelerde, kendi kendine konuşarak dolaşma şekliyle… Bir de gülümsemesi var Hüseyin’in; sormayın; güllük-gülistanlık bir neşe içinde…

  Esnaf Şükrü de böyle insanlardan birisi; o da, kimsesizlerin kimsesini sesleniyor; hafızasını kâh kaybedip, kah bularak. Ona bırakılan yemeği, kedileri beslemek için kullanırken bile teslimiyetin saf haliyle bakıyor; günahsız, dermansız ve hafızasız…

  Bunca telaş, tüketin ve kargaşa içerisinde halen oturtulamayan kurum-kuruluş bilincimiz; eksik olan toplumsal vicdanımız; sadece görünce ACIYARAK bakmak; merhamet sahibi olduğumuzu göstermez. Yaşama; kimsesizlere dokunmak, onlar için kesin çözüm bulmak için her insanın yapacağı bir şey olmalı…

“ Ve kendine bilmeyenler yaratan Yakupum, ben, iyi ya
Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya! “

  İşte böyle dostlarım. Telaşımız çok büyük. Kargaşamız da öyle. Kapımızın biraz ötesinde, şehrimizin ana caddeleri, tenha yerlerinde; nice çağrılmayan Yakup, fark edilmeyen Hüseyin, yitik hafızası ile Esnaf Şükrüler; bizleri sınayan uçsuz evrenin yüce Yaratıcısı tarafından çoktan fark edilmiş de bizlerin cümbüşü, merhameti ve becerileri sınanıyor sanki…

“ Kimsesiz hiç kimse yok, herkesi var kimsesi
Kimsesiz kaldım, yetiş hey kimsesizlerin kimsesi”

Güven SERİN