27 Mart 2020 Cuma

(...) SEN NEŞ'EDEN HABER VER






                                      (…) SEN NEŞEDEN HABER VER


    Dr. Selahattin İçli’nin bestesi olan bu güzel şarkı, belli ki insan karamsarlığını dağıtmak adına yazılmak istenmiş; haykırılmış ve insanlığın en zor zamanlarına armağan edilmiş;

“Sen Neş’eden haber ver derdi herkes tanıyor.”

   Bugünlerde fazlasıyla ihtiyacımız olan şarkılardan birisi. Klasik olmuş eserlerin insan ruhu ve sosyolojisiyle beslendiği bilinen bir gerçek. Dünyayı şekillendirmeye çalışan ve dünyaya sığmayan insanın yaratıcı, uzlaşıcı tarafında olan sanatçıları her döneme, kendi imzalarını attıkları gibi tarihsel uyarılarını da yapmışlardır.

  Daha birkaç hafta önce; virüsten önce insanların kavgalarının bin bir çeşidini dinliyorduk. Ülke siyasetindeki kavgaların alınamamış hırsları her akşam televizyonlara yansıyordu. Herkes kendi tarafının “kırmızıçizgi”lerinden söz ediyor. Hiç kimse, nitelikli yaşam, bu yaşamın merkezinde insan; insanlık olsun diye uğraş vermeden, haklılığının gücüyle boğuşan bir dünya trajikomikliği yaşanırken Şekspir (Shakespeare) tiyatrolarından çıkmış bir hayalet gibi bir şey; corona çıktı ortaya. Ve virüse dair anlı-şanlı nice senaryo; cirit atıyor, sosyal dünyanın merkezinde…

  Gelinen son durumda, yaşlılar risk altında olması sebebiyle, gençler insan yanılgısının şaşmaz yanılgısına bir kez daha düştüler; bütün gençlerin düştüğü, bütün insanların düşme olasılığının olduğu, dünyada kalıcı olma hırsının veya savurganlığının yarışı sayesinde hiçbir şey olmamış gibi sokakların, caddelerin, eğlence yerlerinin keyfini sürmek istediler. Olanlar bundan sonra oldu; taşıcı rolünde, kendileri hastalanmadan yakınlarındaki yaşlılara “ölümü” sundular…

 Evlere, hastanelere ve corona girdabına teslim olmuş yaşlı insanların korkusu bütün insanlarda bir parça yaşanırken, onların hassas, yıpranmış ve yaşam denizinin kıyıcığında oldukları en zor vakitler yaşanıyor. Her gün bir yaşlı insanın ölümünü duyan sağlıklı bir yaşlının yürek atışlarını varın siz anlayın! Onların yaşadığı dram, yaşlı olmamışların anlayamayacağı kadar derin ve asil…

  Orson Welles, şarkısı: I Know What It İs To Be Young’da belki de bu dramın, sessiz bekleyişin duygularını anlatmak istedi… Kült hale gelmiş, çok sevilmiş bu şarkı neler anlatıyor acaba;

“ Biz gençken yaşın bir anlamı yoktur
Üstünde durup düşünmedim bile
Ta ki bu yaşlı adam gelene dek
Ve bana şöyle söyledi…
Evet, bana şöyle söyledi

BEN GENÇ OLMAK NEDİR BİLİYORUM
AMA SEN
YAŞLI OLMAK NEDİR BİLMİYORSUN

Bir gün sen söylüyor olacaksın
Aynı şeyi
Zaman akar gider
Böylece anlatılır hikâye
Pek çok sorular sordum
Rastladığım bilge insanlara
Bulamadım bütün cevapları…
Hiç kimse bulamamış şimdiye dek
Hatırlanacak günler olacak
Kahkaha ve gözyaşı dolu
Yazdan sonra gelir kış
Böylece geçer yıllar
Öyleyse arkadaşım
Müzik yapalım beraber
Ben eskiyi çalayım
Sen bana yeniyi söylerken

  Böyle gider yaşlı adamın şarkısı… Bugün risk altında olan insanlık gibi, daha da risk altında olup, sokağa çıkmaları yasaklanan yaşlı dediğimiz insanlara bir armağan olarak gördüğüm bu şarkının hissiyatı içinde; zamanlar-arası gezintinin, tarihin; yani geçmişin ve bize bırakılanların, gün ve gelecek için ne büyük güzellik olduğunun erdemiyle; neş’emiz, ümitlerimiz her daim taze olsun. Evren, yaratıcı ve evrim, istemeseydi canlı yaşamı, daha baştan kaybederdi dünyamız. Öyleyse, yaşama, bütün ruhumuzla tutunalım; yaşlı insanların hassasiyetini bilerek, onları anlamaya çalışarak…

Güven SERİN 



25 Mart 2020 Çarşamba

TOPLUMLAR ZOR ZAMANLARDA DESTANLAR YAKARLAR (DİDO NANA)






                    TOPLUMLAR ZOR ZAMANLARDA DESTANLAR YAKARLAR

                                                          ( DİDO NANA )


  Destanlar, şiirler, masallar, fıkralar; sanata ve edebiyata dair ne varsa hepsi insanlığın sözcüsü olup, gelmiş geçmiş bütün ruhların sahibidirler. İrlanda Edebiyatını açar okursanız, James Joyce, sanırsınız ki bizlerin pir parçası; ettiği küfürler ve ifadeler… Bir Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Gürcü, Megrel,Ezidi şarkısı dinlerseniz;kime ait olduğunu çoktan unutur,ruhunuzun bedeninize ve aklınıza sorular sormaya başlamasıyla yüzleşe bilirsiniz…

  Kartaca’yı ilk kuran kraliçe; Dido’nun öyküsü, Aeneas Destanını yazan Vergilius’u da etkilemiş ve bu destanın içinde yer almıştır. Neredeyse günümüzden 2800 yıl ötenin destanı; Truva’nın yıkılışından, korkunç gecesinden ve hayatta kalanların tanrısal bir öneriyle bir başka yurt arayışının öyküsünü anlatır…

  Bu öykünün içerisinde Truvalı Aeneas,Kartaca’nın Kraliçesi Dido ile birlikteliğinin aşk ve nefret kesişmesinin acılı sonunu anlatır.Aeneas tanrısal emirlerin peşinde,kendi neslinin yurdunu kurmak için yelkenleri İtalya topraklarına doğru açtığında,ona aşık olan Kraliçe Dido yıkılır.Kahrından şu sözleri söyler ve kendini kılıcıyla öldürür;

“ Kaderler ve tanrılar bana izin verdiği sürece/Sevdiğim giysiler, can giysiler; alın ruhumu!/Kurtarın beni bu acılardan! Söndü hayatım/Sona erdirdim bana çizdiği yolu kaderin!“

 Bu acıklı sona, sevginin nefrete ve yok oluşa dönüşmesine kim ağıt yakmaz ki? Bu ağıtları, yüzyıllar sonra belki Dido’nun ruhu, belki başka Didolar için Gürcistan’ın bir bölgesinde Megrel insanları yakar; bir başka sevgi, aşk yüceliği doğar;

“ Her sevgili bir değil, benim kaderimi başkasına yazdın
Beni sevdiğini biliyordum ama beni başkasıyla değiştin
Dido  na ni na
Gecem gündüzüm bir oldu, seni gözler oldum
Sen benim için öldün, başkalarının sevdiği geldi
Dido na ni na “

  Toplumlar zor zamanlarında destanlar, şiirler, hikâyeler yazarlar-YAKARLAR. Gelecek kuşaklara bir şey bırakmanın yüceliği, evrimin neslini aktarma becerisini sergilerler. Sınırlara, renklere, inançlara bölünmüş dünya, zorlukların, acıların imbiğinden süzülmüş her şeyi; şiiri, şarkıyı, destanı, masalı içselleştir ve kendini bulur; o sesin yanık haykırışında…

  Destanların, geçmişin adı sadece tarih ve mit değildir. Yaşamın en berrak tarafıdır; geçmiş denen tarih bilimi, destan, masal, öykü bilinci… Bir dersten öte, yaşamı devam ettirme gücü, neşesidir de…

  Kartaca Kraliçesi’nin destansı sonu-haykırışı ile aralarında belki de iki bin yıllık zaman dilimi var; tam burada devreye zamansızlığın ödülü girer. Toplumların kaderini belirleyen, yazgılarını derin çentiklerle diğer kuşaklara bıraktıkları öyküleri; dilden dile, şarkıdan şarkıya geçer durur.

  Dido Nana şarkısını Kazım Koyuncu ile sevdim. Geç tanıdığım, ebedi, felsefi bir samimiyetle sevdiğim Kazım’ın sesindeki aitlik; tüm zamanların sesiydi. Sanki hiçbir zamana ait olmamış, olamaz gibi, bütün kimliklerin, değerlerin ötesinden ses veriyordu…

  Bir anneye, anaya sesleniş gibi geldi bana. Uzakta olan anamın hasretini daha da değerli kıldı; Kazım her Dido Nana demesiyle… Oysa yıllar sonra öğrendim ki, bir sevgiliymiş Dido şarkısı kederli ayrılık öyküsü… Tıpkı; Kartaca Kraliçesi Dido’nun sevgili Aeneas için yaktığı ağıtsal ezgiler ve döktüğü berrak kan gibi;

“ Öcümü almadan öleceğim, ama öleyim/Böyle bile bile gitmek gölgeler diyarına/Hoş geliyor bana. Hain Truvalı gözleriyle/İçsin dursun denizden yalımlarını yangının/Birlikte götürsün lanetini de ölümün.”

  Sevmenin, nefret, ağıt ve yüce destanlara dönüşmesinin sebebidir; zor zamanların çığlıkları, iradesi ve inançları. Belki de evrimin şaşmaz oyunu; her daim değişime, dönüşüme giderken, dünyanın aldığı yol, galaksinin geniş düzlüklerinde koşarken, insan da, galaksinin bir parçası olarak, kendi düzlüklerinde, vadilerinde, dağlarında öyküler, destanlar üretecek…

  Yiğitler-kahramanlar sadece kazandıkları savaşların değil, kaybettiklerinin karşısında bile aldıkları kararlar, davranışlarla yiğitlik-kahramanlık hakkını elde etmişlerdir. Saf zaferler, tatminsizliği, zorbalığı doğururken, kaybedişler, asıl olan güzelliği; marifeti, şefkati, merhameti ve destanları; edebi dünyayı doğurur, besler…

  Belki de büyük komutan Hannibal; atası olan Kraliçe Dido’nun ağıtının hesabını yüzyıllar sonrası soruyor; Cannae Muharebesinde ise Roma Ordusu tamamıyla yok edilmiştir. Destanlar ve tarih iç içedir. Onları kucaklayan edebiyat, zamana ait olmadan akmaya, süzülmeye, kendi duyurularını yapmaya başlar; aklı, iradeyi, edebi, felsefi ve bilimsel önceliği elinde tutanlara, yaşamı anlamlı kılan, mucizevî bir besin sunar…

Güven SERİN  

23 Mart 2020 Pazartesi

YÜZ ELİ VAR ÖLÜMÜN





                                              YÜZ ELİ VAR ÖLÜMÜN


  Zalimliğin kim bilir kaç çeşidi, kıyametlerin kim bilin ne büyük destanları vardır; unutulmuşlar mezarlığında, raflarında, hatıralarında kalan ve ölen. Tarihi şehirlerin kalbinde; sokaklarında, caddelerinde sakladıkları, yaşatmaya çalıştıkları öyküleri; insanın, insanlık serüveninin bir parçasından başka bir şey değildir.

  Tekirdağ’ın da böyle öyküleri var. Mikes Kelemen,(Türkiye Mektupları)  günümüzden yüz yıllar önce kendini avutmak, can sıkıntısından kurtulmak için, şehrimizin resmini ressam gibi, fotoğrafını fotoğrafçı gibi, öykülerini yazar gibi kaleme almıştır. Şehrimize tat veren; Yahudi, Ermeni, Rum ve Türk Mahallelerinden ve o günün insanlarından; mutluluklarından, mahcubiyetlerinden, hüzünlerinden, hastalıklarından söz etmiştir.

  Yazarlar, şairler, ressamlar; kısacası sanatçıların olmadığı şehirlerin tarihi de olmuyor. Olsa bile, yarım-buruk kalıyor. İstanbul’un Pera Bölgesi de bir başka şairin gözüyle, kendi köhne biçiminden kurtuluyor, gün yüzüne, güneşin ışıklarını duyumsayan kiraz ağaçları, isketeler, bülbüller, serçeler gibi neşe saçıyor;
(Tarlabaşı’nda bir sokak)


“Karakurum Sokağı’nın Ölüm Yıkayıcıları

Yüz eli vardır ölümün ve bir kapısı
Dünya ki sınırsız korkular öğretti bize
Ve korkunç yalnızlıklar.

Biz ki yaşadıktı
Ölenle öleniz şimdi.
Sanki
Köyleri dolaşan gezgin köleleriz;
Bu bedeni oradan oraya sürüyoruz.

Eskiden her şeyimiz
Eskiden ellerimiz yüzümüz.

Bir adımız vardı bizim
Adımızı yitirdik.

Biz bu dünyayı adıyla çağırmayı unuttuk.
Günlerin ayların bir adı vardı,
Bir adı vardı kuşların, çiçeklerin,
Bir adı ağaçların, rüzgârların, unuttuk!

Kapalı pencereler gibiyiz.

Günler de
 Uzun mu uzun…

Bir ölü hayatı…
(Irmaklar, ağaçlar, otlar, kuşlar.)
Bir yalnızlığı eğiren…

Uzun bir yalnızlığı…

Yazılan bir yalnızlığı…”

  Şehirlerden, kasabalardan, köylerden; dünyanın en hücra yerinden insanı çıkardığınız vakit; her şeyi çıkarmış oluyorsunuz. Şiiri, resmi, öyküleri, ağlamaları, sevinçleri, sevmeleri, nefretleri; her şeyi; yitik bir hafızanın yitik bir gezegeni, çaresizliği hissetmeden çare arıyor aldığı yolun, izlediği yörüngenin uzun mesafelerinde, boşluğun hiçliğinde…

  Bir başka şair;Leyla Şahin,şehirler ve öyküler konuşulunca durur mu;?

“Üst üste üç kez çalıyor Aya Triada’nın çanı
Avniye Hanım! Avniye Hanım! Avniye Hanım!

Mis Sokağı’na yaklaştırmıyor adımlarınız sizi bir türlü
Oysa bir zamanlar o sokaktan bir peruk almıştınız

Bak, birazdan Narmanlı Hana geçeceksiniz
Ahmet Hamdi, Bedri Rahmi de oradalar
Onlarda söyleyecekler sana kırmızının yakıştığını.”

Güven SERİN  


20 Mart 2020 Cuma

BAYAN SUS ve SUSKUNLUK SARMALI




Zorunlu olmadıkça lütfen dışarı çıkmayın!Nasıl ki
laf ola beri gele konuşmanın erdem olmadığını
biliyorsak,deli-dolu ve karşılığı olmayan
iz bırakmayan yaşamın kargaşasından
sıyrılıp tam da edebi dünyayı ve
asıl olanı;kendimizi keşfetme zamanı...


                                  

                                BAYAN SUS!!! ve SUSKUNLUK SARMALI
                                                   (EVDE KALIN!)

 


   1976 yılında bir ajans için yapılan çalışmanın mankeni, hemşire görünümünde ki Dilek Tunca’dır. Aradan geçen yarım yüzyıllık zaman içerisinde dahi herkes tarafından bilinen, bizi SUSMAYA davet eden; SUS işareti yapan hemşirenin fotoğrafı neredeyse beyinlerimize kazındı…

  Niçin? Susmayı çok sevdiğimizden mi? Sükûtun, konuşmanın yanında altın sayılmasından mı? Sanırım her ikisi de değil! Susmuş toplumların susturulmuş öykülerini bilimsel çalışmalarla ortaya koyan araştırmacıların ortaya çıkarttığı bir gerçek var; kamu otoritesini elinde bulunduranların, medya ve eğitim kurumlarını da kullanarak, empoze edilen-dayatılan fikirlerin kabul ettirilmesi adına, farklı fikri-görüşü olan insanların bastırılıp susturulduğu kanıtlanmıştır.

  Suskunluk Sarmalı olarak bilinen çalışma da böyle araştırmaların sonucu ortaya konmuş bir tezdir. Nazi zulmü, Afrika’da ki sömürüler, ABD’de siyah derili insanlara yapılan baskılar, dışlamalar ve en son noktada Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında hep bu SUSKUNLUK projelerinin susmuş insanları-toplumları vardır.

  Suskunluk Sarmalı çalışmalarını yapan Neumann, yapmış olduğu saha araştırmaları sonucu elde ettiği bilgiler-veriler eşliğinde “ Suskunluk Sarmalı”na ulaşmıştır. Nedir bunlar?

“ 1-Birey kendi değer ve fikirlerinin toplum görüşü nezdinde kabul görmeyeceğini anladığında fikirlerini saklar ve genel geçer görüşleri kabullenmiş gibi görüntü verir.
2-Kişinin sarmaldan çıkması, suskunluk sarmalını var eden korku atmosferinin dağılmasıyla mümkündür.
3-Toplumsal algı veya toplum görüşü denilen kavramı var eden şey, kamu otoritesini elinde bulunduran güçlerin meyde ve eğitim kurumları üzerinde sürekli tekrarladıkları mesajlardır.
4-Suskunluk sarmalı herhangi ikili durumları değil, her türden toplumda görülebilecek ve zaman içinde değişkenlik gösterebilecek bir olgudur.”

  Yakın tarihimize bir dönelim!1918 ve 1920 İstanbul, Trakya ve derken Anadolu’nun işgaline! Hiçbir görüşün gözlüğünü takmadan bakalım; sadece vatan-yurt-ülke aşkıyla… Susturulmuş ve susmuş toplumun görüşleri, tepkisizliği ve dermansızlığı, her şeyin bitmiş olduğunu göstermiyor muydu? Ta ki;19 Mayıs 1919;bir dehanın, yüce bir komutanın Bandırma Vapuru’na binene kadar…

  Suskunluk sarmalı, bastırılmış düşüncelerin zamanla daha ve daha çok büyümesiyle tepkisizliğe ve eylemsizliğe dönüşür. Aynı zamanda üretimsizliğe… Bu sarmalı değiştirebilecek insanlar kimler sorusuna şu cevapları vermek mümkün; reformistler, sanatçılar ve bilim insanlarıdır…

  Tarihin onurlu sayfalarına dönüp bakarsak suskunluk sarmalını kıran insanları görebiliriz. SOKRATES, bunlardan birisidir. Bedelini bir tas baldıran zehriyle ödese bile; binlere yıl, konuşmanın erdeminin öncülüğünü yapmaktadır. Hindistan’da GANDHİ, bu sarmalın içinden çıkmayı başaranlardan birisidir.(İngiltere’ye karşı bağımsızlık öncülüğünü yapan insandır.) Suskunluk sarmalını bozan diğer bir reformist-öncü; MANDELA’dır. Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına dayalı rejimi yıkarak, yerine herkesin eşit temsil edildiği demokratik bir rejim için mücadele etti. Vatana ihanetle suçlandı. Hapse atıldı (27 yıl) sonra davasını kazandı; Nobel Barış Ödülü aldı. Güney Afrika’nın ilk siyahî Başbakan’ı oldu…

  1976 yılında bir ilaç firmasının reklâm ajansını arayıp “Sus” işareti yapacak bir hemşire fotoğrafı istemesi üzerine;”Bayan Sus” projesi gün yüzüne çıkmış, insanımız tarafından yapılan bu işaret, zaten alışık olduğu inanılmaz yolculuğundaki bastırılmışlığını belki de ayrı bir yolla, susmaya davet edilmiştir.

   Aradan geçen 44 yıl sonra dahi bayan sus, fotoğrafı hafızalarımızda yer etmişse, olayın reklâm-ticari ve sanatsal boyutu ayrı, sosyal içeriğinin ise apayrı olduğu üzerine düşünmeme neden oldu. Güzel bir kadının-hemşirenin sadece işaret parmağını ağzının izahına getirerek gürültüyü bastırması, bir başka açıdan ise sessiz olmaya davet olmanın nazik yönüdür…

  Bu kadar susmuş ve susturulmuş toplumu anlamak için futbol sahalarına; yani statlara gitmek yeterlidir. Oraya gelirken, herkes yüzündeki nur, kalbindeki şefkatle yola çıksa bile; küfrün, argonun bin bir çeşidini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Hiçbir ahlak anlayışına uygun olmayan bir sevgi veya tepki biçimi; bizi yozlaştıran, çökerten, uygar devletlerle rekabetten geri bırakan yüz kızartıcı bir utanmazlık-tan başka bir şey değildir; kat’iyen…

  Maçları izleme bahanesiyle içinde yaşadığım toplumumu daha iyi anlamak için farklı kahvehanelerde izlediğim maçlarda da bu korkunç sarmalın bedelini, insanımızın hangi duruma düştüğünü anlatan küfür ve argoya teslimiyetiyle görünce; tebessüm ederken dahi, içimin-ruhumun yandığını anlatmak isterim… Tepki; şiddet içeriyor, en kıymetli anlarımızı hedef alıyorsa; korkunçluğu varın siz değerlendirin…
Sarmal; büyük, çok büyük… Bu durumda; herkese çok büyük işler düşüyor. Eğitim kurumlarından, ailelere, Kültür Bakanlığı ve Müdürlüklere kadar…

  Bayan Sus, bu sefer; dünyayı saran korkunç virüs için; “Evde kalın; zorunlu olmadıkça dışarı çıkmayın; sağlık çalışanlarına yardımcı olun!” ricasını yapıyor; şehrimiz, ülkemiz ve tüm insanlık adına…

 Güven SERİN  



16 Mart 2020 Pazartesi

ON DÖRT MART DÜNYA Pİ GÜNÜ





                                       ON DÖRT MART DÜNYA Pİ GÜNÜ


  Tüm dünyada On Dört Mart Pi Günü yarışmaları düzenlenir. Niçin? Pi sayısı; 3,14 olduğu için Mart ayının 14’cü günü Dünya Pi Günü ilan edilmiştir. Ama tam olarak Pi veya Pi Sayısı nedir? 3,14’ü neredeyse bilmeyen yoktur. Ama Pi Sayısı matematiksel olarak nedir? Bir dairenin çevresinin çapına oranı; Pi sayısını verir. Pi sayısı ismini, Yunanca çevre sözcüğünün ilk harfi olan Pi harfinden almıştır.

  Üçüncü ayın on dördüncü günü; tüm dünyada kutlanan Pi günü… Kendini Pi’ye adayan, Pi’nin sonsuza uzanan desenlerini, şekillerini arayan nice matematikçinin ömrü yetmedi; yetemedi…

  Pi sayısı için; “ Tüm zamanların, tüm mekânların en şaşırtıcı numaralarından-sayılarından birisi” diye söylenir. Yanlış da değildir; o matematiğin, yaşamın ayrı bir mucizesidir… Pi’nin güzelliği diye kavramlar yaratılmış, algılar, sanatsal çalışmalar doğmuştur. Onun güzelliğinden ilam alanlar-sanatçılar; sanat eserleri yaratmıştır…

  Matematikçileri ona âşık olan bilim insanlarını en çok yoran ve meraklandıran şey; Pi’nin ardında aradıkları paternler; yani belli bir düzen…

  Matematiği en güzel anlatan ifade; “ Doğanın dili” oluşudur. Doğanın gizemli, sıra dışı güzellikte olan dilidir… Matematikçiler; etrafımızda bulunan her şeyin matematikle, sayılarla anlaşılır ve ifade olunacağını söylüyorlar.

  Araştırmacılar çok daha ilginç verilere ulaştılar. Japonların oynadığı Go oyununun, sonsuza açılan bir oyun olduğunu anlamak gibi… Nasıl ki iki kar tanesi birbirine benzemiyorsa, iki Go oyununun da birbirine benzemediğini gören bilim insanları daha da şaşırmış durumdalar.

  Gelinen noktada her şey bir yere kadar anlaşılıyor. Ya sonrası? Bir kargaşa, uçsuz bucaksız bir gizem doğuyor… Tıpkı, milyonlarca yıldır dünyaya hapsolmamız gibi; sadece olduğumuz yerden izledik evrenin bir yüzünü. Oysa bugün; içinde bulunduğumuz galaksinin bile yüz milyar yıldızdan oluştuğunu öğrenince; evrenin büyüklüğü, anlaşılır ve anlaşılmazlığı karşısındaki algımızın durumunu bir düşünün! Ne kadar zavallı olduğumuz, eriştiğimiz, edindiğimiz obje ve nesnelerin anlamsızlığı karşısındaki garip-çaresiz halimiz ise hayret verici yoksulluktan ibarettir.

  Bu dünyanın saf gerçeği; Matematik,kolayca açıklanamayacağı gibi;insan denen canlı da tam olarak anlaşılamaz.Bu yüzden birbiriyle çelişen bir sürü ifade,yargı ve anlayış…Bu yüzden,bir sürü sınır,beklenti ve kaos-karışık durum…

  Bu sabah izlediğim sabah haberlerinde İyi Partinin İstifa eden Antalya Milletvekilinin daha sonra Ak Partiye Katılışını, yaptığı konuşmasını, eski konuşmasıyla karşılaştıran gazetecileri dinledim. Antalya Kadın Milletvekili İyi Parti vekiliyken, iktidarı sert bir dille eleştirirken, Ak Partiye katılım programında ise Büyük bir partinin üyesi oldum, mutluluğunu değerlendiren gazeteciler şaşkındı. Deniz Zeyrek şu ifadelerle “ Bu ne ilk, ne de son olacaktır!” Sunucu ise; “ siyasetçiler böyle işte!” diyerek, bu sonucun-oyunun sadece siyasetçilerin işiymiş gibi yorumlaması ise ayrı bir garip durum… Bu durumu, Maslow Teorisiyle, psikolojik, sosyolojik açıklamalarla izah edebiliriz… Ayrıca, matematik bilimiyle de anlamaya, insanın daha anlaşılır olmasına katkıda bulunabiliriz… Ne kötü, tam olarak kötü;ne iyi,tam olarak iyidir;hepimiz;evrenin bir parçası,figüranlarıyız…Büyük sahnenin küçük oyuncuları;bütün başkaldırımız,birbirimize ve daha güçlü olduğumuz yanılgısı içine düştüğümüz doğaya karşı…

  İnsani tarafımızı yok saymadan; şefkati, merhameti, sevgiyi; matematik biliminden de uzak durmadan dünyamızı, şehrimizi ve evreni anlamaya çalışmak oldukça keyif verici; bütün bilinmeyenlerine rağmen. Ya bu düşünceden uzaklaşırsak? Nümerolojist olmanın eşiğinde takındı olduğumuz sayıları her yerde gören bir insana dönüşmüş olur muyuz acaba?

  Yüzyıllar öncesinden seslenir Pisagor; “Evren sayılardan yapılmıştır.” Der… Basit yaşamın keyfini sürmek varken,lise tahsilim orta derecede bitirdiğim matematik dersim,edebi dünyanın algılarıyla yaklaşma denemelerim;bir esinti zamanı yürüyüşü kadar gerçek,anlamlı ve basit bir derinlik taşıyor,henüz yaşamın içerisinde soluğumuzu hissediyorken;

  Dünya Pi Gününü kutluyorum; yaşama hizmet eden her canlıyı ve her değeri…


Güven SERİN 

10 Mart 2020 Salı

KUŞ SESLERİYLE DOLU KARAAĞAÇLAR






                              KUŞ SESLERİYLE DOLU KARAAĞAÇLAR





 Günümüzden kırk yıl önce Trakya’nın meşhur meşelikleri gibi, kuş sesleriyle dolu büyük ulu karaağaçları vardı.

  Latin şair, günümüzden 2050 yıl önce yaşadığı topraklarda huzur bulduğu karaağaçlardan söz eder; “Kuş sesleriyle dolu karaağaçlar bütün ihtişamlarıyla yükselmekte idiler. Bu ağaçlar eskiden olduğu gibi şimdi de yalnızlığın ve huzurun koruyucusuydu.”

  Yıllardır karaağaçları göremiyorum. Halk arasında bir söylenti öteden beri; “ Televizyon vericileri-sinyalleri bu ağaçları kuruttu” diye bir söylenti dolaşır durur. Durmayan bir şey varsa, zamanın çok hızla akıp gittiği…

    Zaman nehri akıp giderken, uygar memleketlerin insanları boş durmuyor. Tarihlerinin, anılarının, geçmişle bağlarının kopmaması için her türlü çalışmayı yapıp, geçmişlerinin kayıp kıtalar gibi, kayıp kütüphaneler gibi kaybolmaması için bilgi, görgü ve iş üretiyorlar.

  Karaağaçlarımız, kırk yıl içerisinde yok olup gittiler. Üzüm bağlarımızın yok oluşunu biliyoruz; tekrar söylemeye, yazmaya gerek yok. Köy Enstitülerimiz, tütün tarlalarımızın da, köylerimizin de, koy okullarımızın da yok oluşunu biliyoruz. Tıpkı onlarda, karaağaçlar gibi; yalnızlığın ve huzurun koruyucusu idiler…

  Yıllar önce, şehir merkezinde kuruyan servi, çam ağaçları için Namık Kemal Üniversitesinde ilgili bölümü aramış, yaşlı ağaçlarımızın kuruma nedenleri hakkında bilgileri olup olmadığını sorduğumda Üniversitenin ilgili çalışanı şu ibretialem cevabını vermişti;

“ Niçin ağaçlarla bu kadar ilgilisiniz? Neden ay çiçekleriyle ilgilenmiyorsunuz?” Sorunun garipliğine mi yanalım; Üniversite gibi bilginin, bilimin, aydınlanmanın, merakın peşinden koşması gereken insanların zavallılığına mı yanalım?

  En iyisi sözü ve sazı 2050 yıl önce yaşamış, Dante ile İlahi Komedya yolculuğuna çıkmış Latin şaire bırakayım;

 “ Bunlar, ezgi olup çıkmış ölümsüzlük anlarıydı. Ölümün karşısında simgeye dönüşen gerçeklikti. Bağışlanmanın en ender anlarıydı. Mutlak anlamda özgürlüğün en ender anlarıydı ve ölümün en gerçek yüzünün olduğu gibi göründüğü anlardı. Hayatın kendisinin alaca karanlıktan kurtarılmış anlarıydı.”

  Karaağaçlar çok önceleri yok oldu. Yok, oluşunun bilimsel sebepleri kimseleri ilgilendirmedi. Yok, olan, uçsuz bucaksız köy kokuları, köy komşulukları, köy peynirleri, ekmekleri gibi; çobanlığın, samanın ithal edileceği gibi hiç kimse bu yok oluşların ithalatıyla gereken huzuru bulamayacağı anlaşılmıştır. Yok, oluş çılgınlığına büyük bir teslimiyeti değerli bir erdem gibi sunmuş olan bazı cahil yöneticilerin kurbanı olmuş, yok oluş nehrinde hiçbir anımızın, hatıramızı peşinde koşamayacağı-mızın sancısı çok büyük…


Güven Serin

5 Mart 2020 Perşembe

ÖLÜMÜN KAÇINILMAZLIĞI


internet





                           ÖLÜMÜN KAÇINILMAZLIĞI

  Neredeyse insanın bütün öyküsü bu düşünce içine hapsolmuş durumdadır. Ondan kurtulamayacağını anlayan insan çıkış yolunu inançlara sığınmakta buldu. Yakarışları her daim gökyüzüne, ölümden sonraki yaşamın kurtuluşu üzerinedir…

  Ölümün kaçınılmazlığını cenaze törenlerinde görmek mümkündür. Gidene ağlayanlar, ardından bayılanlar ve birkaç saat sonra, kaldığı için, ölümün teğet geçtiği insanların kurnaz planları yine iş başındadır. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi, bütün kargaşa olduğu gibi taptaze devam eder… Yüzüklerin Efendisinin yazarı; J.R.R. Tolkien; insanların bütün hikâyesinin ölüm üzerine olduğunu anlatması, bu konuda bizlerin önünü biraz daha açması, ölümün gaddarlığı ve eninde sonunda çıkacağımız yolculuk adına hiçbir şeyi değiştirmiyor.

  Belki de, çok okumayıp, çok irdelemeyenlerin yolculuğu çok daha sade-basit, birkaç yakarışa sıkışmış bir gönül rahatlığı içinde gerçekleşiyor. Bütün eksiklerin, yanlışların, ayıpların, günahların, can sıkıcı durumların bağışlanacağına inanmak; basitliğin hamuruyla yoğrulmuşlar için kâfidir…

  J.R.R.Tolkien ölümünden önce yapmış olduğu röportajında, bizlerin; yani insanların hatırı sayılır dikkatlerini, bu dikkatleri canlı tutan şeyin ve tüm uzun hikâyelerin karşılığı olan tek bir şey; Ölüm hakkındaki öykülere ulaşacağımızı hatırlatıyor.

  Felsefenin, edebi dünyanın karşılığı olan şey; soru sormak? Ve cevap aramak? Bilimin elindeki en hakiki gerçek… Soru soranların öncülüğü olan dünyada, ama korkunç bir suskunluk içinde, soru soracak, cevap arayacak vaziyette olmayan milyarların içinde yaşamak da ayrı bir alegori…

  J.R.R. Tolkien ölümün kaçınılmazlığını, gazetede okuduğu bir yazı ve o yazıda Simone de Beauvoir’den yapılan bir alıntı üzerine daha netleştiriyor;

“ Geçen gün gazetede gördüğüm Simone de Beauvoir’den yapılan alıntı bana göre her şeyi özetliyor. Şimdi onu okuyacağım sizlere; ‘Doğal ölüm diye bir şey yoktur. İnsanın varlığı tüm dünyanın doğruluğunu sorgulanır kıldığı için… İnsanın başına gelen hiçbir şey doğal değildir. Her insan ölür, ama her biri için kendi ölümü bir kazadan ibarettir… Bunu bilse, bunu kabullense bile, yersiz bir haykırılıktır başa gelen.’ Bu sözlere katılıp katılmama size kalmış…”

  Bir taraftan insanlığın bilim yoluyla almış olduğu korkunç muhteşem yol ve yolculuk, bir taraftan bize anlatılan insan soyunun beş veya on bin yılık olduğuna dair olan öyküler, hikâyeler veya inançlar… Dünyanın yaşının 4,6 milyar yıl olduğunu düşünmek, sorgulamak, bunun üzerine bir şeyler söylemek; ayrıcalıklı zekâların, bilgi sahibi insanların işidir. Tıpkı, R.R.R. Tolkien gibi uçsuz bucaksız düşlerin içine giren, Dante gibi katmanlar arasında; (Cehennem, Araf ve Cennet) gezinen, Mevlana, Buda gibi insanı ağırlıksız bir yere; beden ve ruha davet eden insanlar…

  Bugün, geldiğimiz noktada uçak mühendisliğini ve teknolojisini reddeden yoktur. Yaklaşık 750–900 yıl önce,(Haçlı Savaşları) her şeyi birbirine karıştıran büyük yanılgılar, büyük günahlar ve günahkârlıklar ile birbiriyle çatışma halindeyken; Akdeniz ve Ege; Avrupa kıt'asına geçmek isterken boğulan yüzlerce, binlerce insanın mezarlığı haline geldi.

    Kendi topraklarında, doğdukları yerlerde huzur bulamayan milyonlarca insan; Orta Doğu ve Afrika'nın insanları; batı dedikleri büyük “Deccal”a (!) koşup kurtulmanın bin bir yolunu aramaktadırlar.

   Bugün geldiğimiz noktada ölümsüzlük ilacı-hapı bulunmuş olsa, ilk önce bu ilaca kimler koşardı? Sanıyorum ki, öncelik filozofların ve bilim insanlarını olmazdı. En çok cenneti satmak isteyen, pazarlamaya çalışan papazların ve dinin; dinlerin tüccarlığına sığınanların koşacağını düşünüyorum… Oysa en az günahkâr ve en çok cenneti hak eden onlardı ama dünyadan da ayrılmak istemeyenler onlar olması, oldukça garip bir durum değil mi?

  İnsanın özelliklerine gelirsek; dünyada bulmuş olduğumuz yaşamın farkında lığına odaklanmak, hüzünleri yaşarken, sevinç çığlıklarını, eğlenceleri de doya doya, sindire sindire yaşayamayan insanların öyküsü, her daim buruk ve yarım; belki de “yalan dünya” dedikleri yerde bir rüya kadar geçici oluyor…

 Güven SERİN