30 Aralık 2011 Cuma

NOEL BABA ve AKSAKALLI DEDE

Kamera; Metin  Teos Antik Kenti-Seferihisar

Ve ağzım ağzını öptü ise
Çünkü için sözle doludur
Elim eline değdi ise
Çünkü elin yaratılmış işler doğurur
Gözlerine baktım ise
Ki bakmışımdır
Onlar bir denizi sezme derinliğindedir,
der şair...

NOEL BABA ve AKSAKALLI DEDE



 Bir yılda bir tekrarlanan yediden yetmişe milyonlarca insanı heyecanlandıran, yepyeni düşlere yelken açtıran Noel; yani “yeni yıl” sevincini yaşarız. Noel Bayramı Hıristiyanlarca 25 Aralıkta kutlanır. Bizim ülkemizde ise “yeni yıl” 31 Aralık gününün gecesi; tam da eski yıl biter yeni yıla girerken kutlanır. Sanıyorum tüm dünyada ayrı bir şenlik havasında kutlanıyor bu gece. İşte bu zamanlarda Noel Baba beklenir. Geyikleri ve kızağı ile dağıtacağı hediyelerle birlikte.

 Kimi Noel Babaya, kimileri ise Aksakallı dedelere bağlar ümitlerini, hayallerini. Yeni yılı kış soğuğu ve karlar içinde, gaz lambalı zamanların içinde çok daha gizemli bulurdum. O zamanlar küçük bir çocuktum. Evimin, kasabamın dışındaki yerler Kaf Dağları kadar sisler ve gizemler ardında gelirdi.

 Hayallerin, düşlerin hiçbir zaman vergisi yoktur. Coşkununda, eğlenmenin de yanlışı ve ayıbı yoktur. İnsan denen canlı, bedenine ve ruhuna uyguladığı her türlü eziyeti, cezayı katbekat geri öder. Yapılanları ne bedene de ruh unutur. Bekler, sabırla bekler ve sizi şaşırtan hamleyi yapar. Mat olmanıza çok az kala hayatınız; tüm yaşamınız gözlerinizin önüne gelir. En çok mutlu olduğunuz çocukluğun saf günlerini, eğlence zamanlarını hatırlar ve pişmanlıklarla nasır bağlayan hayatınıza yanarsınız.

 O yüzden sizi mutlu edecek ne varsa, ne yoksa hepsine sarılın. Muhteşem kış soğuğunu bedeninizin duyumsamasına izin verin. Sadece yürüyün, soğuğu da hissederek ve soğuğa karşı bedenin meydan okuyuşunu, hayatta kalmak için muhteşem savaşını izleyin. Yalnız kalmanın çoğul erdemini fark edeceksiniz. Belki bu yılbaşını Noel Babasız, Aksakallı Dedesiz, büyük coşkulardan uzak; yapayalnız, birkaç mum ışında geçireceksiniz; aslında yalnız olmadığınızı bilerek; sizin yaşamınız için çırpınan bedeniniz ve milyar sayıdaki hücrelerinizin çığlıklarını duyarak; milyarlarca dostla eğlenerek…

 Veya eğlencenin en gürültülü ortamına mı girmek istiyorsunuz; girin o zaman. Baş dönmesinin yaşamaksa niyetiniz yaşayın! Bırakın dönsün başınız. Islansın dudaklarınız. Titresin bacaklarınız; zıngır zıngır…

 Eğer beklediğiniz Aksakallı bir Dede ise bekleyin. Bu yıl olmadıysa, muhakkak başka bir yıl… Hayır, Noel Babayı ve geyikleri, geyiklerin çektiği hediye dolu kızağı bekliyorsanız; bekleyin! Eninde sonunda sizin eve de uğrayacaktır.

 Düşündünüz mü hiç; Aksakallı Dede, Noel Baba, bu kadar niye sevilir diye? Hep verdikleri, verecekleri, vermek istedikleri için! İyi oldukları için… Onlar, sonsuza uzanan evren kadar sonsuza; yani ölümsüze, bonkörlüğe uzanırlar. Çünkü onları yaşatan; bizim beklentilerimiz, almak isteğimiz, mutlu olma ümitlerimizdir.

 Acaba, beklemek ve almak yerine; gitmeyi ve vermeyi denemek; Noel Baba ve Aksakallı Dede gibi olmasa da, birkaç çocuğa, yaşlıya gidebilmek ve vermeyi denemek nasıl olurdu acaba? Dengeli, ezici olmayan iyiliğin tarafsızlığını taşıyan verme ve gitmelerin insan denen canlıyı nasıl değiştireceğini merak ettiniz mi hiç?

 Adına insan denen canlının yolculuğu büyük; çok büyüktür. Beklentilerinde öyle. Kazandıkça, sahiplendikçe, coşkular, kızgınlıklar, korkular çoğalır; çoğalan beklentilerin dağ gibi büyüyen zenginlikleriyle birlikte.

 Yaratıcı ve tabiat her zaman dengeli beklentilere, sahiplenmelere ve cömertliklere davet eder bizleri. Verirken de, alırken de, eğlenirken de, isterken de; sevip-sevilirken de dengeli olmanın yüksek erdemini hatırlatır yaratıcı. Sonsuza uzanan evrenin muhteşem gezegeninde ölümlü insana ölümsüzlük kokuları serper tabiatın cömertliklerini düşünen yaratan.

 Tuhaf kokulardır bu kokular; bizim ile yaratıcı arasında muhteşem törenin ardında gülümser; tıpkı düşlerdeki Noel Baba, Aksakallı Dede, buğday kokulu nine, süt kokan anne, sevda kokan sevgili gibi…

 Güven Serin

28 Aralık 2011 Çarşamba

AĞIR AĞIR DÖKÜLÜYORUM

Kamera; Güven -Kıyıköy-Kırklareli

Tabiat, tüm döküntülerden yeniden
doğan ve yaşam üreten tabiat...

AĞIR AĞIR DÖKÜLÜYORUM




 Ölmek ne kadar kolay, eğer beklediğimiz ölüm o an geldiyse. Ölüm beklenir mi demeyin sakın! Acılara gark olduysanız, ruhunuz bedeninize acımaya başladıysa ve beden denen canlı organizma yaşam coşkusu taşamıyorsa; ölümü hatırlayınca minnet duyarsınız.

 Ölümün yaşam kadar gerçek ve kaçınılmaz olduğunu her akıl taşıyan canlı bilir. Bilir ama hiç ölmeyecek gibide dünyaya meydan okur elinden geldiğince. Böyle insanları görünce hiç üzülmeyin sakın; evrenin içinde çok küçük bir yer eden, yaşam dolu dünyanın içinde milyonlarca insan geldi ve geçti; ne, estirdikleri fırtınalardan, ne de çaktırdıkları şimşeklerden bir şey kaldı geriye.

 Ölüm gelince aklıma ilk önce Abidin Dino gelir. Hayatı kendi ruhunun mütevazı doymuşluğu ile yaşayan insan gelir. Şüphesiz oda her canlı gibi, koşmuş, sevmiş, üzülmüş, yemiş ve içmiş. Her canlının başına gelen onunda başına gelmiş; yaşlanmak! Yaşlılığın son anları hastalık, ağrılar ve acılar içinde geçmiş.

 Bilenler bilir; eli kalem tutan, yüreğindeki duygu tarlaları ölmeyen insanlar; sevdalarda da, acılarda da ölüme nispet yaparcasına bir şeyler yazar ve söylerler. İşte, o acıların en görkemli olduğu zamanlarda artık dayanacak bir hal kalmayan Abidin Dino, ölümlü bedenine inat, ölümsüzlüğe koşacak bir söz söyler ölüm adına;

“ Ölüm mü; ne büyük buluş…”

 Ölümü, en az Dino kadar saygı ve minnet ile anlamlandıran ve son anlarda bile mizah yeteneğini dizelere aktaran insanlardan biriside Cemal Süreyya’dır. Cemal Süreyya o ünlü şiirini; Üstü Kaslını ölüme az bir zaman kala kaleme almış ve o da ölüme, böyle karşılık vermiş;

Ölüyorum tanrım
Buda oldu işte

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir.
Üstü kalsın.

 Şairler, yazarlar böyle söylerler ama birde yaşamın bu anında yaşayan insanlar da bir şeyler fısıldar yakınlarımızda bir yerde. İşte öyle bir adam, tahta masaya, tahta sandalyeye oturmuş, uzatmaları çoktan bitirmiş kabulleniş içinde konuşuyor;

 Ağır ağır dökülüyorum; önce saçlarım beyaza dönüştü. Sonra, bir bir döküldüler tekrar yeşerirler umutlarımı tüketinceye kadar. Dişlerim, saçlarıma özenmiş olmalılar ki hiçbir duraksama yaşamadan geldikleri gibi gittiler. Kulaklarıma ne demeli? Artık konuşanları duymadığım gibi, konuşanlara gıcık almaya başladım; acaba ne konuşuyorlar? Yine beni mi çekiştiriyorlar; diye bir sürü şeyler uyduruyorum kendimce…

 Yaşlı adam çok sevdiği çaydan zorlanarak ardı ardına üç yudum aldı. Belli ki yorulan elini uzun bir süre dinlendirecekti. Etrafına bir çocuk masumluğuyla göz attı. Artık taşıdığı hiçbir günah onu korkutmuyordu. Çünkü kendince tüm günahları sevaba; tüm kötülükleri iyililiğe çevirecek metotlar bulmuştu. İnsan, zarardan fazla faydalı olmalı, diyor; küçük zararların yanında büyük faydaları olduysa, tabiatın terazisi onu dengeler ve sizin vicdanınızdaki pürtükler, çizikler bir bir düzleşir, diyor.

 Halsiz görünüyordu ama konuşmalarını zamana bırakacak son hatıra, son mirasmış gibide bitirmeye gayret gösteriyordu. Sesi, yaşlı adamın sesi inanılmayacak kadar güven verici bir yakınlık uyandırdı bende.

 Derin bir soluk aldıktan sonra, yine organları ile konuşuyormuşçasına şikâyetlerini, bir isyan değil, ama göz önünde bulunan bir gerçeği anlatmak maksadı ile tekrarlamaya başladı:

“ Şu eller, şu dizler artık onları zorlukla hissediyorum. Sol ayağını kaldırıp; ele şu sol ayağımı hiç hissetmiyorum; kurudu sanki. Ahşap bir kapıya “ ben geldim” der gibi, sol ayağının dizine üç kez vurdu. Artık gözlerim de bir kartal göze gibi değil; kara koyunun üzerindeki kara lekeyi göremiyorum artık. Bu lafı söyleyince yaptığı latifenin işe yarayacağını düşünmüş olacak ki; oda gülümsedi. Haylaz bir çocuk gibi gülüyordu.

 Beni esas korkutan unutkanlıklarım oluyor, dedi yaşlı adam. Öyle bir hal alıyor ki, bazen zar-zor sokağa çıkınca panikliyorum. Acaba, yine pijamalarla mı çıktım diye! Daha önceden, birkaç kez pijamalarla çıkmışım da komşularım uyardı. Çok utandım elbet, yaşlılık, ne yapacaksın, demek de zoruma gitti. Şimdi, caddeye çıkanca üzerime bakıyorum ama baktığım zaman da çok geç olmuş oluyor.

 Yaşlı adam, zorlanarak cebinden küçük bir paket çıkardı. Onu özenle açtı. Küçük paketin içinden yarısı kesilmiş bir sosisi aldı. Yine başka cebinden çıkardığı küçük pembe bir hapı sosisin içine özenle yerleştirdi. Sonra kahveciye seslendi; Ahmet, oğlum Ahmet

Buyur bey baba

 Oğlum, şu karşıda duran hasta köpeği görüyor musun; şu kara köpeği; bu haplı sosisi ona ver de son zamanlarını daha mutlu ve huzurlu geçirsin.

Bu ne hapıdır babacığım?

 Daha uzun yaşama hapı, dedikten sonra yine muzip bir çocuk gibi gülümsedi. Bu hap, o hasta, uyuz hayvana çok iyi gelecek evladım. O da benim gibi dökülüyor; beni aldığım on hap bile iyileştirmez ama o zavallı köpeği bir hap, bir iğne iyileştirir. Hem, kötü görünmez, hem de acı çekmez; bunca acıların yaşandığı bu uygar dünyanın batılı şehrinde. Laf; güya “Avrupa” lıyız, diyoruz ama gençliğimde nice memleket gezdim; bizim gibi, eğri, büğrü yolları, kaldırımları olan bir şehirde görmedim…

 İyilik ve bir şeyler yapıp, faydalı olmanın yaşı-başı ve yeri yok anladım. O köpek gibi yardıma muhtaç bir sürü canlı var çevremizde ama farkında bile değiliz. Bizler daha yaşlanmadan kendi döküklüğümüze, bencilliğimize kurban gitmiş canlılar gibi algıladım kendimi; çünkü o zavallı köpeği bile her tarafı dökülen, yolda bile zor yürüyen yaşlı bir adam hatırlıyordu; muhteşem tüketimlerin olduğu bu uygar şehirde; güya…

 Güven Serin

22 Aralık 2011 Perşembe

ÜNLÜ OLMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ

Kamera; Güven  Edirne Selimiye Cami
Ünlü olacaksan böyle bir eser ortaya
çıkararak ünlü ol.

ÜNLÜ OLMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ



 Biz insanlar ve biz insancıklar açısından ünlü olmanın dayanılmaz cazibesi vardır. Ünlü bir tanıdık, ünlü bir dost, arkadaş, komşu için çırpınıp dururuz; ünlü olmak istediğimiz hayatın bize ait olmayan bölümlerinde.

 Bugün her şeyin ucuzladığı ama yaşam denen döngüye pah biçilemediği bu dünyada her taraf ünlü ile doldu. Ünlü olmanın güzel ayrıcalıkları da yok değildir hani! Bir reklâm filmi birkaç milyon TL’yi kasanıza indirmenizi sağlar. Bir şarkı, bir dizi, bir sinema ve harika bir magazin desteği ile birkaç ömre sığdırılamayan zenginliği görebilir, bunun muhteşem mutluluğunu en cazip alkışlarla sindire bilirsiniz.

 Her zirvenin sonu olduğu bu dünyada her akıl dolu insan tarafından bilinse de, her ölümlünün zirve merakı olduğu içinde neredeyse tüm ömür zirve yarışlarında aşağı yuvarlanmalarla sürüp gider.

 Ele bir ünlü olayım, altıma en pahalı aracını alacağım. Nasıl da hava atacağım caddede bana bakanlara karşı! Dünyanın en pahallı evini de ben alacağım. Sık sık vereceğim davetlerle gelenleri çatır çatır çatlatacağım.

 Bir gün ünlü bir iş adamının konuşmasını dinlemiştim. İş adamı, bir sürü arabam var, hem de en pahallısından. Boğazın en güzel yerinde yalılarım var, diyordu. Sonrada büyük bir iç çekişle; lüks arabalarım, yalılarım var ama bu arabalara şoförüm benden daha fazla biniyor. Bu yalılarda hizmetliler benden daha fazla yaşayıp, keyif çıkarıyor; benim olsa ne olacak; ömrümüz bu serveti korumakla geçiyor, diye dert yanıyordu. Nereden geldiyse aklıma şimdi o konuşmayı hatırlayıp, burada paylaşmak istedim.

 Şimdi şöyle bir gerinsek ve sürekli şişen midelerimizi sert ellerimiz ile bir güzel kaşırken düşünsek;Ünlü bir yazar, şair, şarkıcı, besteci, çalgıcı, işadamı, işkadını, sporcu tanıdığımız olsa; ne büyük bir havamız olurdu değil mi?Bu havayı ölçen bir cihaz olsa, ibre en yukarı birkaç kez vururda cihaz bile şaşkına dönerdi!

 Ünlüleri her zaman ünsüzlerden daha fazla sevmişizdir; kimse inkâr etmesin! Ama iş ünlüler gibi yaşamaya geldi mi böyle bir yaşamı, sosyal dönüşümü ağzımıza almadığımız düşünceler, küfürler ile süsleriz.

 Onlar ünlü; kimin eli kimin cebinde belli değil. Onların da yaşamları yaşamı be; sonlarını görüyoruz; bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç kalıyorlar, gibi sözlerle de özendiğimiz, bir türlü olamadığımız ünlülere de harika laflar ezberleriz. Hâlbuki bu düşüncenin sahibine yarın ünlü olacaksın de; tası-tarağı, çoluğu-çocuğu, kadını bırakıp da geceden gitmezse ne olayım! Ünlü olmanın dayanılmaz çekiciliği vardır. En buruk, en çaresiz halde olan insana bile, bir fotoğrafınızı çekeyim deseniz; hemen gülümsemeye çalışıp, orasını burasını düzeltir. Eh; işin sonunda ünlü olmak da var; ne olur ne olmaz…

 İlkokul arkadaşım Mesut daha çocukluğunda farklı bir insan özelliği gösterirdi. Şiir yazar, kavgalarını kas kuvveti ile değil de nezaket ile barışçıl davranışlarla çözmeye çalışırdı. Daha sonra bu nazik yaşam tarzı, güçlü erkeğin kalın sesli krallığında yaşam şansı bulamadığı için Edirne’ye; şehre taşınmış.

 Mesut’u görmeyeli yıllar geçmişti. Meriç nehrinin mil taşıdığı ovaların yanından uzaklaşalı çok olmuştu. O, şansını İstanbul ve Edirne’de denemişti. Ben ise ilk adım attığım şehirde; Tekirdağ’da kök saldım.

 Bir gün, şans eseri tatil yaptığım ve doğduğumuz yere çok yakın olan Enez Kasabasında buluştuk ince sesli, kibar yürüyüşlü Mesut arkadaşımla. O artık, o yörenin ünlüsü olmuştu. İsmi Şafak olmuş. Saçları uzamış, suratı incelmiş kibar bir kadın görünümünde bir insan olmuştu benim bahtiyar arkadaşım. Ama ben ona ikimiz kalınca yine Mesut olarak seslindim; bahtiyar, mutlu, sevinçli Mesut…

 Mesut, yani değişen ismi ve kılık kıyafeti ile Zeki Müreni andıran Şafak, eğlence yerlerinde şarkı söylüyordu. Alkışlayanlar, şarkı istek yapanlar ve özellikle kadınlar bayılıyordu ona. Ele ele kendi çevremizden daha önce ona selam bile vermeyen, ne adam, ne kadın yerine koymayanlar; şimdi Şafak diyerek el çırpıyor, neredeyse şarkı söyleyen Şafak arkadaşımın içine düşecekler.

 Öyle ya bizim Mesut, kılık-kıyafet ve huy değiştirip Şafak olmuş; ünlü olmuştu. Alkışlar, fotoğraf çektirmeler, takdir etmeler… Sonra, yaz bitince her kez kendi evine, kendi ünsüz dünyasına çekilence; bütün ünlülere ver-veriştir; bütün okkalı sözleri bir güzel etmeli, geleneği her zaman geçerli bir taraftar toplar.

Gördün mü bizim sünepe Mesut ismini değiştirmiş Şafak olmuş. Nasıl da kırıtıyordu kadın gibi! Birde erkek olacak deyyus!

 Bir zamanlar Bodrum’da Zeki Müreni görmüş birisin anlatıyordu; Ben Zeki Müreni gördüm. Bodrumda tek başına yürüyordu. Ama bir göreceksiniz, sahnelerdeki gibi kibar, düzgün konuşan birisi değil; bir küfürler ediyor; inanmazsınız! Ünlüyü bulmuş da, aklınca ünlünün ünsüz zamanlarını hatırlatıyor… Filanca artisti gördüm; kara-kuru bir şeymiş, bizde onu gösterişli bir kadın biliyorduk, boyu bile kısacak…

 İşte böyle dostlarım, ünlüler kaçar, biz kovalarız; ünlü olmanın dayanılmaz cazibesi vardır. Ele birde ünlü bir arkadaşınız, dostunuz varsa; kimse sizin keyfinize dokunamaz; çünkü sizde ünlü kokuyorsunuzdur, tıpkı kendini ünlü sanan, her reklâma koşan; toplumuna karşı hiçbir borç-alacak hissi taşımayan bir gecede ünlü olanlar gibi…

 Güven Serin

20 Aralık 2011 Salı

WEİGHTLESS (AĞIRLIKSIZ)

Kamera; Güven  Burgazada

Bir düşünün; düşken gerçek olmuş size ait adanız.
Issız ve alabildiğince doğanın serüvenleri sisiz bekliyor.
Faturalar,kredi kartları, insan ve araç çığlıkları
yok artık. Hiç huzur bilmek kaç kere kaç
olmuş...Her şey insanın başlangıcında mı gizli
acaba? İlk halde! Uzaklaştıkça aranası
muhteşem sadece bir rüyadan mı ibaret?




WEİGHTLESS-(AĞIRLIKSIZ)



 Şimdi İngiltere’de Weightless isimli şarkı tartışılıyor. İngiliz Marconi Union grubu tarafından seslendirilen Weightless isimli şarkı sekiz dakika on saniye sürüyor. Buda diğer şarkılar gibi insana, insandan akan çalgı aletlerinin uyumlu tınılarından ibaret.

 Bu şarkı sekiz dakika sürmesine sürüyor ama bunu diğer şarkılardan ayıran bir özelliği var. Time Dergisi sorguluyor; Bu şarkı geleceğin uyku ilacı olabilir mi? Diyor. Olabilir mi? Elbette dinlenceyi hak ettiğiniz, yorgunluğa boyun eğmek üzere olduğunuz o anı seçip bu şarkıyı dinleme imkânınız var. Karar verecek olan sissiniz. Aranan huzur ve dinlence için tam bir verip almak, bu şarkının müzik aletleri tınısının şovunu dinlemek istiyorsanız; en sakin bir ortamı hazırlamalısınız.

 Bilgisayarı olan herkes google’dan girip, İngiliz grubun ismi ile şarkının ismini yazarak aranası veya beklenesi iç huzura ulaşabilir.

 Marconi Union grubunun Weightless şarkısı İngiltere’de tüm zamanların en rahatlatıcı şarkısı seçilmiş. Sekiz dakika on saniyelik şarkı dinlendikten sonra iç sıkıntısı % 65 oranında azalırken, kalp atışları da % 35 oranında yavaşlatmakta. Bu şarkının rahatlatıcılığı, huzuru o kadar önemsenmiş ki bilim insanları tarafından otomobil sürerken dinlenmesi isteniyor. Ele ele bizim ülkemizdeki soylu canavarlar için beklide bir parça çözüm olur; yılda beş bin kişi değil de üç bin kişi ölerek, biraz olsun azalma yaratır…

 Bu çalışmamı hazırlarken aynı zamanda Weightless isimli şarkıyı da dinliyorum. Ölçüm aletleri olmadığı için kalp atışlarımın ne kadar yavaşladığını bilemiyorum. Ama sağladığı huzuru görüp kendimden geçmişliğin ağırlıksızlığa doğru giden bir hal aldığını ifade etmeliyim. Tam manası ile ağırlıksızlığı hissetmedim; çünkü hâla ayaklarım yere basıyor ve muhteşem yerçekimi kendini hissettirecek kadar güçlü. Yinede bir sürü şamata yapıp kafamızı şişiren adına şarkı denen bir sürü şarkıyı geride bırakacak.

 Sanıyorum uygarlığı kovalar ve daha iyi şeylere layık olmaya çalışılırken bazı kayıplarda vereceğiz. Bazen yükselmek için adına safra denen ağırlıklar atılacak; belki de o atılan ağırlıklar, yok olduktan sonra ayrı bir değer olduğu anlaşılacak. Tıpkı mahalle kültürleri, kıraathaneler, küçük esnaf, ormanlarımız, pırıl pırıl akan derelerimiz, taş ve ahşap yapılarımızın kaybolması ve artık yerlerine konulamamaları gibi…

 Daha çok gelişirken, kendimizi; yani insan beynini zorlayacak ilimsel çalışmalar yapılıp uzay bile sorgulanıp, yolculuklar hayal olmaktan çıkmışken; daha huzurlu, daha sanatsal yaşamak da yine insanın elinde. İnsan denen canlı; varlığı var eden, yokluğu yok eden esrarengiz canlı; bir gün kendini tam anladığı zaman bugün için sıra dışı denen birçok şey de yine ansan denen canlı tarafında insanlığa armağan edilecektir.

 Şimdi bu zamanda aranan ağırlıksızlığı kimimiz tütsülerde, kimimiz yüksek yoğunluklu eğlencelerde arıyor. Kimimiz, klasik müziğin uzun tünellerinde, dehlizlerinde, kimimiz çıtır kızların koynunda, kimimiz üç büyük devirmenin muhteşem gösterilerinde…

 Ağırlıksızlığı gerçek anlamda kalıcı hale getiren bir uygarlık olmadı bugüne kadar. Denendi, deneniyor ve denenecekte. İnsan denen canlı, huzuru hissetmek için ilk önce kaybetmeye ihtiyaç duyar; tıpkı Trakya’nın en güzel topraklarını sanayileşiyoruz diye katlettiğimiz gibi. Tıpkı, uygarlaşıyoruz, istihdam yaratıyoruz diye, derelerimizi; Ergene’yi bataklığa çevirdiğimiz gibi… Bu işe kim dur diyecek? Kim, uygarlık yalana adı altında, inanılmaz rüşvetlere, katledişlere baş kaldıracak? Bugün, gelişmiş ülkeler, topraklarını, doğasını kirletecek her türlü uygulamadan; sanayileşmeden ve tarımdan kaçıyorlar.

 Hiç düşündünüz mü; tekstil sanayi niye bizlerin ülkelerine kaydırıldı diye? Tekstil, kazandırdığından daha fazla yok eden bir sanayi kuruluşu. Ele ele denetlenmediği sürece çalışanını da, doğal su kaynaklarını da, derelerini de, yıllarca onarılamayacak kadar batırır ve kirletir.

 Bilime önem veren ülkelerde bilimsel çalışmalar tüm hızı ile ilerliyor. 28 yaşındaki Alman biyolog Anke Domaske sütten kumaş üretti. Saç inceliğinde üretilen iplikten de kumaş elde ettiler. Bir elbise için altı litre süt kullanılıyor. Ve üretim için sadece iki litre su harcanıyor. Normal pamuklu tişörtün üretimi için harcanan su miktarı 41.000 litre. Varın, ilime, bilime saygı duymayın!

 Şimdi, Weightless yani “ağırlıksız” anlamını taşıyan şarkıyı tekrar açıp, kendi ağırlığımın ne kadarından kurtulacağım onu anlamaya çalışacağım; güzel ülkemin soylu sorunlarının ne kadarını unutup, bir kenara bırakıp gönül hoşluğu yaşayacağım, merak ediyorum…

 Güven Serin

19 Aralık 2011 Pazartesi

OLMASAYDI SÖZCÜKLER

Kamera; Güven  Ganoslar-Tekirdağ
Olmasaydı sözcükler Latife Hanımın güzel
seside olmazdı.
Olmasaydı sözcükler Aziz Öğretmenin şiirleri, fıkraları
hiç olmazdı.
Latife Hanıma; o yanık, o büyülü sese; İstanbula
selam ediyorum.
Muhteşem ses...Tabiatın,temizliğin,düzenin,ezilmişin yanında olan
soylu kadın...


OLMASAYDI SÖZCÜKLER



Bugünkü hayat; bu kadar anlamlı olur muydu, olmasaydı sözcükler? Olmazdı elbet… İnsan denen canlı sözcükler olmadan da anlaşırdı ama eksik çok şeyler kalırdı.

 Mesela, sözcükler olmasaydı yazı da, şiir de bugünkü görkemi ve güzelliği ile ortaya çıkmazdı. Olmasaydı sözcükler Sırp şair Vesko Popa’da bu dizelere böyle kavuşamaz ve haykıramazdı.

Vakso Popa 1922’de Voyvadin’in Grebene köyünde doğdu. Sözcükleri kavradıkça yaşamı da sahiplendi. Yaşam içinde tüten duyguların davranışlara olan etkisini de gördü.

Vasko Popa bir gün seslendi sözcüklere;

Bir zamanlar bir öykü vardı
Başlamadan
Bitti.
Ve başladı bittikten sonra.
Kahramanları
Öldükten sonra girdiler öyküye.

Ve çıktılar.
Doğmadan önce.
Konuştular kahramanlar
Havadan sudan
Söylediler her şeyi.

Tek söylemedikleri
Bilmedikleriydi kendilerinin
Yalnızca kahramanları olduklarını
Bir öykünün

Başlamadan biten
Ve bittikten sonra
Başlayan
Bir öykünün

Sözcükler çoğaldıkça, yıldızlarda, evrende ve sonsuz da çoğaldı. Daha çok gün geceye, gece de güne kavuştu.

Bu sefer benim ülkemde, bu diyarda bir şair, bir yazar var olan sözcüklerle seslendi; ses verdi Sait Faik Abasıyanık adıyla. Ve haykırdı;

Köprüden köprüye perilerin sallandığı
Karlı bir cumartesi akşamı;
Lastik ayaklarınla karlara basan cinler
Mavnaları doldurmuştu
Beyaz iskelelerde
Zatürreeli memurlar uyuklardı

Biz şarap içmiştik;
Kar sabahtan beri yağmıştı
Sokakta yalın ayaklan
Toprakta bembeyaz ölü kokusu
Ortalık hiç yeşillenmeyecek…

Kış günleri köprülerden köprülere periler…
Bembeyaz mavnalarda lastik ayaklı cinler
Gripli ve zatürreeli dünyanın içinde mesut
İki kişi
Hayır bir!

 Olmasaydı sözcükler, olmazdı böylesine şiirler ve şairler. Olmazdı sözcükler, sihirli masallar ve yazarın kaleminden bir tanrıçanın rahminden doğar gibi doğmazdı hikâyeler, romanlar…

 Dün, filozoflar vardı şairler ile birlikte. Bugün, yazarlar da var memleketimde. Kimi taht kurmuş kuru bir yaprak kadar kuru… Kimi, bir vadiye itilmiş; yeni bitmiş çimen, çiçek ve filiz kadar taze ve canlı.

Vadiden seslendi sözcüklere biçim ve ruh veren kalemin yazarı;

 Olmasaydı sözcükler, nefretle, kinle dövüşen sevgide olmazdı. Sesin büyüsü, buğusu da olmazdı. İnce, kalın, billur, kadife seslere hayat veren ince belli, nokta benli, gamzeli bedenlerde olmazdı, kaslı bedenlerin otoriter hükmü de!

Bu kadar anlamlı ve çalımlı olmazdı seslenişler; olmasaydı sözcükler…
 Güven Serin









15 Aralık 2011 Perşembe

27 NUMARALI EV

Kamera; Güven 27 NUMARALI EV-
                              TEKİRDAĞ

Yokoluştan kimse kaçamaz; 27 numaralı
ev gibi. Büyük düşüncenin büyük felsefesi
der ki; varoluştan da kimse kaçamaz...
Ama bu felsefe; bu iki düşünce insan denen
canlıyı ne başlangıcı, ne de sonsuzu
görüp dokunamadığı için filozofların
haricinde kimseyi mutlu etmez...

27 NO’LU EV



 Tekirdağ şehri ve insanı, bir bir yok olan ahşap evlerine baktı durdu… Kimisi ben gibi; hüzünlü ve çaresiz baktı. Kimisi, hoyratça, bir an önce yıkıp yerlerine büyük apartmanlar dikmeli diye el ovuşturarak baktı. Kimisi ise, hiçbir şey düşünmeden, içliğin içine düşmüşçesine hiçbir şey hissetmeden baktı…

 Biz, bizler; bakmaya devam ederken, son kalan evler de sessiz bir gemi gibi sadece fotoğraflarda kalma ümidi içinde yok olup gidiyorlar. 27 numaralı ahşap evde öyle evlerden birisi. İki katlı ahşap ev şu an yalnızlığı ile baş başa kalmış. Kırılan camlarına kartondan camlar yapılmış. Rüzgâr karton camların dayanıklılığını sınarcasına oynatıyor, zalim terk edişliğin destekçi oluyordu.

 Birçok kez geçtiğim bu yerden nedense bugün daha ağır geçmek istedim. Bir fısıltımı duymak istediğim, bir inleme, bir şikâyet mi? Belki de hiçbiri değil?

 Bir ev konuşur mu insanla? Bir fısıltı, bir dert ortağı seçer mi insanı acaba? Hadi canım sende, deli olma, diyenleri de duyuyorum. Bende öyle sanırdım, ev konuşur mu hiç insanla diye düşünürdüm! Meğerse konuşurmuş…

 İki katlı ahşap evin ağzı da yok dili de yok; nasıl konuşacak? Duruşu ile sessizliğe gömülüşü ile. Artık ahşap kapısına kimselerin çıkmamasının başı eğik anlatması ile…

 Terkedilmiş, kırılan camları onarılmamış, boyası, verniği yapılmamış ahşap bir ev ne der, biz insanlara? Benim önünde durduğum, hâla yıkılmamak için direnen ve diğer apartmanların arasında zaten kaybolmuş ahşap ev şöyle dedi bana;

 Merhaba ey Âdemoğlu insan! Bilirim, benim gibi çaresizsin, benim yalnız kalışıma. Beni satın alıp, tekrar yenileyemezsin! Yorgun tahtalarımı onarım, boyayamaz, vernikleyemez ve cilalayamazsın! Bilirim…

 Apartmanların arasında sıkışıp kalmış 27 numaralı ev, pek gösterişli değildi, diğer yok olup giden zarif evlerin yanında. Belki de mimari açıdan da pek önemsenecek durumda da değildi ama onun tanıklık ettiği zamanların mahalle kültürü içinde yüzlerce gösterişli ev vardı Ertuğrul Mahallesinde.

 Bahçelerindeki kuyulardan buz gibi sular çekilir, yaz aylarında kuyuların soğuk sularına karpuzlar bırakılırdı. Cumbalı balkonlardan bakan kadınlar, çocuklar, tanıdık mahalle komşularına el sallarlar; genç kızlar yol ve sevda gözlerdi cumbalı ahşap evlerin yaşadığı bu yerlerde.

 27 numaralı eve dönüp dönüp baktım; çaresiz bir bakıştı benimkisi. Biraz önce ahşap evin bana fısıldadığı gibi onu satın alamaz; tahtalarını tamir edemez, boyasını ve verniğini yapamam! Bütün bunları yapsam bile etrafı saran beton yığınları arasında bu işin keyfini ahşap evde çıkaramaz, bende çıkaramam…

 Küçük bir yel esti ve 27 numaralı evin kartondan olan camını içeri doğru salladı. Sallanan karton camla birlikte içerideki rengi kaçmış perdede sallandı. Acaba, bir baş, bir yüz uzanır mı diye heyecanlandım o an. Bu hüzünlü evde, bir can, bir soluk var mıydı? Sallanan perdeye, yerinden oynayan karton cama baktım boşu boşuna. Ne bir yüz, ne bir baş, ne bir ses vardı, ahşap evin rengi kaçmış perdesinin olduğu yerde.

 Derin bir soluk aldım yaşamın güzel hatırına. Sanki ahşap evde aynı solumayı yaptı ve yine eski bir dost gibi, sanki hiçbir şikâyeti, yalnızlık acısı yokmuş gibi bir şeyler anlattı:

 Ey Âdemoğlu insan; kes artık üzülmeyi! Çaresizliğe üzülmek yerine çare üretmeli insan. Kendi benciliğinin girdabına tutulmuş insanoğlu bir çare üretemez artık bana. Görmedin mi, bilmedin mi; yakın zamana kadar yüzlerce güzel ahşap ev vardı bu diyarda. Hepsi, eriyip gitti, hepsinin acısına son verildi, karanlığın bastığı zamanlarda. Bir bir yalnız kaldık. Birer birer tahtalarımız söküldü. Mermer basamaklarımız, cumba balkonlarımız, taş kuyularımız; birer birer yok edildi!

 Ey insan; bak ve gör; az yukarıda bir ilkokul var. Ve kim sorarsa bugün Öğretmenler Günü kutlanıyor. Acaba, bir günün, bir saatine sığdırılan kutlamaların bir hükmü var mıdır; samimi ve içten olmadıktan sonra! Tuvalete kadar çıkacak teneffüsleri olmayan çocukların haline, benim halimden daha fazla üzülürüm ben!

 Kes artık üzülmeyi ve git hadi yemeğini ye, sigaranı ve çayını iç; sonra da işine dön. Döngünün içinde ne yalnızlıklar yaşandı, ne yok edişler yaşandı. Ahşap ve taş; mimari, mühendislik ve estetik ister. Bütün bunlardan anlayacak insan ister!

 27 numaralı eve daha hoşça kal demedim. Çünkü henüz ölmedi o! Yaşadığım ve önünde geçtiğim sürece, onun ölümünü ve sökülen her tahtasını; yeniden inşa ediliyormuş gibi; yeni tahta, boya, vernik kokuları duyuyormuş gibi algılayacak; bunun bir, ölüm töreni değil, yaşam; yaşamak eğlencesi olarak algılayacağım…

Güven Serin

13 Aralık 2011 Salı

SÖZÜM MECLİSTEN DIŞARI

Kamera; Güven  Bergama Arkeoloji Müzesi
ÇEPNİ GELİNİ
Hüsmen Amca ile Kör Kamil'in kavgasını dinlemek
yerine yüzyılların birikimi, emeği, özlemlerle yoğrulmuş
sevginin ürettiklerini sergilemek, anlatırken
öğrenmek istedim.
Çepni gelininin başına krepten altı renkten oluşmuş
alın çekisi, çeki üzerine üç adet çiçek
(süsleme alameti) çekinin alt kısmına 28 veya
32 adet, ortada ve yanlardaki büyük olan
mangırlar sarkar şeklinde yerleştirilir.
Kenarları boncuklu, üzeri pullu bezden
yapılmış sakandırak süs takısı gelinin
çene altından başına bağlanır.
Boy gömleği(göynek), üç etek,göğüslük,
cepken, şalvar, cepken üzerine libade,
bele tokalı kemer ile örme kuşak,
hayvan kemikleri, ağaç parçalarından
nazarık.Ayağa sarı çizme giyilir.

Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi Bergama
Çepni Gelini
Aynalı kemer ince bele
Bu can kurban tatlı dile...


SÖZÜM MECLİSTEN DIŞARI



Sözüm Meclisten Dışarı, der söylemediğimizi bırakmayız. Öyle ya sözümüz, meclisten dışadır. Bol küfür, harika hakaretler, korkunç peşin hükümler ve sonra; “sözüm meclisten dışarı dostlar!” Tabiî ki bu lafı duyan dostlar şöyle bir rahatlıyor; öyle ya, onca söz onlara söylenmemiş; onlar ayrıcalıklı insanlar…

Hüsmen Amca ile Kör Kamil bir araya gelmişler bol bol kaynatıyorlar. Hüsmen amca sıkışınca “Sözüm meclisten dışarı arkadaş” deyince Kör Kamil inanılmaz bir gururlanma sonrada gülümseme içinde; “ ah, tamam o zaman” deyip muhabbetin altındaki ateşi üflüyor;

Gerçekten mi Hüsmen Amca; Bu ülke elden geldiğince hatta el birliği ile elden mi gidiyor?

Ne sandın Kör Kamil!

Ama her şey güllük-gülistanlık gibi gösteriliyor televizyonlarda, gazetelerde!

Sen onu benim takkeme anlat!

Yani!

Yani-mani yok Kör Kamil! İşsizlik, sanılandan çok öte!

O zaman; bu millet, niye açım, yoksulum diye sokaklara dökülmüyor?

Anneler, babalar, nineler, dedeler sağ olsun!

Nasıl?

Aileler, işsiz çoluk-çocuklarına yardım edebilmek için kendi gıdalarından kesip onlara yardım ediyorlar.

Bak arkadaşım, sadece 5 yıl içinde 16 bin insan intihar etti. Bu anlaşılabilir bir durum mu?

İnanamıyorum 16 bin insan mı? Bir kasaba nüfusu kadar!

Evet, bir kasaba nüfusu kadar! Beş yıl içinde trafikte ölenler ise 25 binin üzerinde…

Yani trafik ve intiharlarda beş yılda kaybettiğimiz insan sayısı 50 bine yaklaşıyor.

Evet, 50 bin… Yaralananlar, maddi asarlar korkunç sayı ve boyutlarda…

Bir ara bu duruma kendini kaptırıp kaybeden Kör Kamil, açtı ağzını yumdu gözünü;

“ Bu ülkeyi yönetenlerde hiç mi vicdan yok be! Ölüm; zamansız ölüm etrafta kol geziyor; ama hâla inanılmaz mutlu nutuklar atılıyor. Durumu örtbas etmek için bir sürü kavga yaratılıp gündemler zeki planlar yapılarak değiştiriliyor. Ben böyle yöneticilerin… Ben böyle halkın…”

Hop, hop… Kendine gel Kör Kamil!

Sözüm meclisten dışarı Hüsmen Amcam; sözüm meclisten dışarı.

 Kurtarıcı gibi sarıldığımız bu sözler durumu kurtarır ya ben buna şaşarım! Ne düşündüğümüzü, ne yaptığımızı, ne yapacağımızı şeytan bile bilemez! Birden en merhametli insanlar, birden en coşkulu, en acımasız insanlar oluveriyoruz. En duyarsız insanlar olmamıza ne demeli?

 Duyarsız mı? Elbet duyarsız! Duyarlı olsaydık bunca insan boşu boşuna ölürken sessiz sinema seyreder gibi seyredip göbeğimizi kaşır mıydık? Kaşımaz mıydık? Elbette kaşımazdık. Duyarlı insan, sıranın kendine, kendi çocuklarına, çevresine de yansıyacağını bilir. Duyarlı insan, adaletsizliğin, kanunsuzluğun en sonunda tüm ulusun başına patlayacağını da bilir.

 Ya yollara ne demeli; tüm ülkeyi saran ama yama yamalanmaktan kurtulamayan yollar. Evet, yollar bizi medeniyete bir adım daha yaklaştırır. Ama yolların üstündeki insanlar yollar gibi yamalı ruhlara, yamalı bedenlere sahipse; her an her yerden patlarlar… Beş yılda 16 bin intihar bunun gerçek anlatımıdır bize.

 Bankalara teslim olmuş, bankaların insaflı avukatlarına bırakılmış bu insanlar; bu soylu insancıklar çocukları ile birlikte kurban törenlerindeki kurbanlıklar gibi avukatları, haciz memurlarını beklemekteler…

 Olacak bir iş midir; geliştik, uygarlaştık, Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne kadar yapılan yatırımlardan daha büyük yatırımlar yaptık, derken, evlatlarımızı, halkımızı bankaların insaflı avukatlarının insafına terk ettik.

 Hâla bir ev ve evin eşyalarını koruma altına alacak kanunları çıkaramadık. Bugünün şartlarında bir ev, bir araba ve içindeki eşyalar lüks müdür? Soruyorum sana Kör Kamil, bunlar lüks müdür?

Kör Kamil’in kafası iyice karışmış. Zaten saman olan kafası, şimdi insan gibi düşünüyor, yok mu bunun çaresi be Hüsmen Amca, diye tekrarlayıp duruyordu.

Hüsmen Amca;

 Olmaz mı bunun çaresi var elbet! Halkın gerektiğinde tek vücut olmayı bilip, ülkesine, ulusuna sahip çıkmasıdır. Bölgeciliği, aşiret geleneklerini, tarikat yalanlarını-dolanlarını ve gökten gelecek kurtarıcılığı bir kenara; nazikçe bırakacak ve sonra ilk önce kendi çalışacak. Kendi dürüst olup, güçlenecek. Sivil örgütlenmeyi siyasetin dışında tutup, gerektiğinde bir şamar gibi yöneticilerin yüzüne çarpacak!

Hop hop; Hüsmen Amca fazla ileri gitmiyor musun?

Sözüm meclisten dışarı be dostum; sözüm meclisten dışarı…

 GÜVEN SERİN

10 Aralık 2011 Cumartesi

BERGAMA ve SUPERİSİ NYMPHE

Kamera; Güven Bergama Arkeoloji Müzesi
Superisi Nymphe
Şöyle sesleniyor bize;

"Ben ırmaklar perisi, İlya suyunun
kızı... Bu suların şifasını bedeninde
taşıyan Nymphe"

Kamera; Güven Bergama-Serapis Tapınağı(Kızıl Avlu)

Ürkütücü bir güzelliğe sahip; ama artık viran...
Acaba diyorum, bunuda dışarı kaçırsaydılar bu halde
olur muydu?
Mısır tanrıları hem Serapis hem de İsis'e itaf 
edildiği söyleniyor. M.s 2.yüzyıl

Kamera; Güven  Bergama-Akropol

20 yıldan bu yana bir araştırma yapılmamış. Önceden
meraklı batılı arkeologlar sayesinde birazı
su yüzüne çıkmış. önemli bir bölümü ise
yurtdışına taşınmış. Şimdi meşhur
Zeus ve Athena'ya adanmış
sunak dışarıda eski günlerini
aratmayacak muhteşemlikte
ilgili, alakalı insanlara bir şeyler
anlatıyor.


Kamera; Güven Bergama Akropol-Tiyatro

Dünyanın en dik tiyatrolarından birisi; bugün dahi
heybetli görünüyor. Akropol, yani içkale zamanla
dışa açılmış ve şehir genişlemiş.
Buradaki yani 70 derecelik eğimli tiyatroda
sanatın ve sanatçının seslerini, kokularını
duymak muhteşem olmalı...


Kamera; Güven Bergama Akropol

Burada bu yüksek tepede, hâla ayak sesleri,
kadın dudaklarından dökülen melodiler
ve inanmışlığın kutsal kokularını duyumsamak
mümkün. Küçük bir esinti bile, orada bekleşen
ruhları farketmeniz için size sunulan
güzel bir ödül...


Kamera; Güven İlk Büyük Hastane(Asklepion) Bergama

Tenhalık inanılmaz bir gösteri yapıyor...


Kamera; Güven Asklepion  -Bergama


Kamera; Güven Asklepion - Bergama


Kamera; Güven  Asklepion-Uyku Odaları
Buraları geçmiş zamanlarda şifa dağıtmak amaçlı
yapılmış. İnsanoğlu sadece savaşmamış; mühendislik
mimari yönünden de önemli yol almışlar. Tıpkı
hastalıklarla savaşarak aldıkları yollar gibi


Kamera; Güven  Medusa Mozaiği-Akropol-Bergama


Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi -Bergama
Nike Heykeli -Roma Dönemi
Asklepion


BERGAMA ve SU PERİSİ NYMPHE



 1188 km ve 60 saatlik gezimizin ilk durağıydı Bergama şehri. İlk geldiğim ve taşın insan hayatına bu kadar yakın olduğunu gördüğüm bu yer oldukça etkilenmeme neden oldu. Sokaklar ve caddeler işi iyi bilen ustalar tarafından tamamı ile taş döşeli. Caddelerin bir yanı ise daha önce hiçbir yerleşim alanında görmediğim uzunlukta demir ızgaralar ile örtülmüş. Yani, bu yerde yağmuru bile görmek mümkün olmamalı! Neredeyse tüm yerleşim yeri taş ve ızgaralar ile kaplı.

 Bergama deyince ilk akla gelen şey; Zeus Sunağı oluyor. Bugün, antik dönemlere ait bu muhteşem eserin neredeyse tamamı Almanya’da sergileniyor. Çünkü 1897 yılında yurtdışına taşınmıştır. Bazen düşünüyorum da, yurtdışına kaçırılmayan eserler; bizim ülkemizde kalsaydı bu kadar tanınır ve bu kadar sağlam kalabilir mi diye? Zor bir durum! Kaçırılan eserlere üzülürken bir yandan da seviniyorum; çünkü eserler hâla sapa sağlam duruyorlar…

 Bu ülkede bir gün tarihi iyi anlaşılır ve tarihin içinde duran uygarlıklara önemli kaynaklar ayrılmaya başlanırsa işte o zaman mucizenin adı TÜRKİYE olur. Turisti koyacak yer bulamazsınız. Bugünkü hali ile Bergama 600 bin turist çekiyor. Antik döneme ait şehirleri, tapınakları, sağlık merkezleri ve arkeoloji müzesi ile bu turisti çekerken, bu yerlerin sürekli zenginleştirilmesi için iyi ve önemli kaynaklar ayrılsa, 6 milyon turisti çekmesi işten bile değil!

 Bergama’nın her tarafı tarihi kokuyor. Hemen şehrin içinde duran devasa kırmızı duvarlı yapı; Kızıl Havlu (Serapis Tapınağı) harabeye dönmüş hali ile bile insanı ürkütücü bir şaşkınlık içinde karşılıyor. Kırmızı tuğlalardan yapılmış ve bir harabeye dönmüş tapınağın karşısında; mimariye, mühendisliğe ve harcanan emeğe yerlere eğilecek kadar minnet duydum. Tüm şükranlarımı benden 2 bin yıl önce yaşamış insanlara gönül rahatlığı ile yolladım.

 Bergama şehri, antik zamanın ustalık şehri! Mimarinin, mühendisliğin ve şehir altını kaplayan kanalların, suyun huzurlu şehri! Son zamanlarda Bergama’nın adı, sular altında kalan Allianoi kurtarma kazıları ile öne çıktı. İnanılmaz bir hata ile inanılmaz bir tarihi sular altına gömüyoruz. Bir gün, bunun önemini anlayacak nesiller, bu zamanı belki de korkunç bir cehalet ile suçlayacaklar.

 Allianoi kurtarma kazılarında ortaya çıkan en güzel eserlerden biriside Nymphe heykeli. Bir su perisi! Nympe ile ilgili internette gördüğüm yazıdan birazını buraya aktarıyorum;

“ Ben, ırmakların perisi, İlya suyunun kızı… Ben, suların şifasını bedeninde taşıyan su perisi Nymphe. Bir masal gibi gelecek anlatacaklarım size. Masal, her ruha şifa verir biraz. Taşlar sırlarını masallara döker. Rüzgâr ağıtını. Gök tanıklığını masallara söyler. Bir ağacın yalnızlığı ancak bir masalda dile gelir. Bu böyle bilinir, böyle sanılır.”

 Bergama şehrinin önemli antik yapılarından birisi de Asklepion’dur. O çağlarda Bergama’da çok önemli bir sağlık merkezidir. Apollonun oğullarından Sağlık ve Hekimlik tanrısı olarak bilinen Asklepios adına yaptırılmıştır. Sütunlu yollardan yürüyerek ulaştığımız bu yerde oldukça ilginç! Asklepion sağlık merkezinde bulunan küçük tiyatro, uyku odaları, kaynak suları ve çamurlar şifa bulmak insanlara hizmet vermekteydi. Tiyatronun bir bölümü, uyku odalarının bir bölümü hâla insana şifa dağıtacakmış hissi ve huzuru veriyor.

 Antik dönem filozoflarından birisi, en önemli güç sudur, demiş! Suyun olduğu yerlerde uygarlıklar kök salmış, yeşermiş ve bugününün insanına; insanlığa hizmet etmişlerdir. Savaşlar ne kadar çok yapılsa bile, aynı zamanda insan ve insanlık hiç ölmeyecekmiş gibi insanı korkutucu muhteşemlikle, yapılar ortaya çıkarmışlar.

Bergama’nın içinde taş caddelerden ilerleyip, bir harabeye dönse bile o heybetli duruş sergileyen Serapis Tapınağına (Kızıl Havlu) selam vererek geçin. Bu tapınak Mısır tanrılarına adanmıştır.

 Yavaş yavaş dikleşen tepeye yürüyerek de, teleferik ile de, araçla da çıkabilirsiniz. Bu tepede sizi Akropolis bekliyor olacaktır. Almanya’ya kaçırılan Zeus Sunağının olduğu Akropolis! Burada ilk çağlarda kral sarayları, sarnıçları, tapınakları, sunakları, kütüphanesi, cephanelikleri yer alıyordu. Burada Zeus ve kızı Athena’ya adanmış Zeus Sunağı bulunuyordu. O, muhteşem, o, heybetli eser… Şimdi temelinin olduğu yerde onu arayabilir, görmek isterseniz de Almanya’ya gidebilirsiniz. Ayrıca Athena Tapınağının küçük bir kalıntısı hâla o dik tepenin üzerinde duruyor. Dünyanın en dik tiyatrosu 70 derecelik eğimle ve ilk zamanları hatırlatan gösterişi ile görülebilecek taş yapılardan.

 Akropolis’de bulunan kütüphane zamanın en büyük kütüphanelerden birisiymiş. İskenderiye Kütüphanesi ile yaraşır zenginlikte 200 bin kâğıt rulo bulunuyormuş. Bu kütüphanede bulunan 3,5 metre yüksekliğindeki Athena heykeli de halen Berlin müzesinde, dünya insanları ile buluşuyor.

 Batılı tarihçileri, arkeoloji meraklılarını dinleyen bir tele kulağımız olsa onları dinlerken ne hissederdik acaba? Alman, İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyan sanatseverleri, tarih, arkeoloji severleri duyar gibiyim;

“ Bu Türkler, tabiat, tarih, su, dağ, tepe, orman, deniz, arkeoloji yönünden ne kadar şanslılar. Ama bu şansın farkında bile değiller! Ne hazin… Hâlbuki Türklerin kaderini değiştirecek nice eser kaçırıldı, yok edildi ve hâla büyük çoğunluğu toprağın, suların, taşların altında yatıyor; ne garip ve ne ürkütücü bir gerçek…”

 1188 km yolu, 60 saatlik zamanı, yeniden ve yeniden bitmeyecek bir sonsuz kadar sonsuz olan öğrenimleri ile son bulan ve yalnız bedenime değil ruhuma da yapışan bu gezinin; bu geziye inanılmaz katkı sağlayan geçmiş uygarlıkların önünde insanca; yalnız insanca; bütün korkutucu, ayrı düşürücü koşullardan sıyrılmış bir beden gibi eğiliyorum…

Bu çalışmayı yine o güzel eser, peri için yazılmış bir cümle ile sonlandırıyorum;

“ Güzel rüyalarda gördü yurdum. Kâbuslarda! Şimdi hem yeniden doğuyor, hem ölüme yaklaşıyor. Umut taşıyan adımlar atılıyor geleceğime. Ama belirsizlikte sürüyor. İşte, bütün hikâyeyi anlatacağız size. Toprağın 1800 yıldır sakladığı gerçek bir hikâye! Ben ve Allianoi halkı birlikte.”

Güven Serin













6 Aralık 2011 Salı

SIĞACIK, SAKİN LİMAN

Kamera; Güven-Sığacık-Seferihisar
Yaşlı Zeytin ağacı Teos Harabeleri içinde yaşıyor.
Bu tür ağaçlara her zaman imrendim, tarihin,
arkelojinin ve buradaki masalların içinde
yaşıyorlar. Ve o masallar, insanları hikayelere
hikayelerde umutlara bağlıyor.

Kamera; Metin  Teos Antik Şehri
Zamanın en güzel şehirlerinden birisi şimdi
kurtarılmayı bekliyor kurtarıcı olabilmek için...


Kamera; Güven  Sığacık-Akkum Plajı
İncecik billur gibi kumlar, yaz güneşi ve
zamanı için bir şeyler söylüyor...


Kamera; Güven  Sığacık-Seferihisar
Uyusam,
Kendimi bir son vapurda sansam...
Peşimizde yıldızlar
Peşimizde uskur
Uyusam...
Sait Faik Abasıyanık


Kamera; Güven Sığacık Limanı
Bazı akşam üstleri, oturur
Hikayeler yazardım,
Deli gibi!
Ben hikaye yazarken
Kafamdaki insanlar
Balığa çıkarlardı.

Kadınlar,
Kahve cezvelerini ısıtan, mavi ışıklı ispirto
lambalarını yakarlardı.
 S.Faik Abasıyanık


Kamera; Güven  Sığacık Kaleiçi

İnsanı buraya çeken bir şeyler var!
Ama ne? Bir sıcaklık, bir yakınlık, ber huzur
ve sevgi mi? Yoksa bizi yutan dünyadan öte
bizim kendi krallığımızın hissedildiği
bu yerdeki eşitlenmiş insan otoritesi mi?

Kamera; Güven  Sığacık-Kale

Kaptan-ı Derya Piri Reis'in katkıları ile
Teos Harabelerinden getirilen taşlar ile inşa
edilmiş.
Bizler Teos Harabelerini taşımışız, Almanlar
Zeus Sunağını. Ama aradaki fark, onlar
taşıdıkları, kaçırdıkları eserleri aslına
uygun yaşatmışlar...
Umuyorum ki yerleşik hayatın incecik
sanat ve felsefe ruhu bizide saracak
bir gün... İşte o zaman, her şey yerli
yerine oturacak. Taşlara can veren
masallar,heykeller tekrar oldukları
yerde hayat bulup, coşku verecekler...


Kamera; Metin Burg Pansiyon Sığacık
Ömer Ertuğ
Bir gün önce yabancıydım burada.
Şimdi, geçmişin ortağı, günün soluğu,
sesi ve dinleyeni...


Kamera; Güven Burg Pansiyon
Ömer Ağabeyin dinlenme salonu


Kamera; Güven  Burg Pansiyon

Beşiktaş ve Barış Manço sevdalısı
Bir pansiyondamı kaldım,yoksa bir otelde mi?
Sanki orası kendi evim, orada konuşan insanlar
benim kendi dostlarım...


Kamera; Güven  Sığacık
Ömer Ağabeyin Krallığı
Bacaya dikilen bayrak Beşiktaş bayrağı.
Siyah ve Beyaz, ne güzel dalgalanıyor...
Güzelliği spor, centilmenlik, estetik ve
görselik olarak görmek şartı ile...


Sığacık Pazarı
Bu pazar "Yavaş Şehir" kurallarına göre hizmet veriyor.
Her şey kendi ürettikleri ve doğal ürünlerden ibaret.
Burada,yenen,yenecek her şey, emek ve tabiatın
işbirliği ile doğuyor...
Şimdi kahvaltı zamanı; mutlu bir beden için şart:))


Kamera; Güven Sığacık Pazarı
Buradaki el emeği ve doğallık kadınların elinden
ve ruhundan geçiyor. Her yan güzel gülüşlü
kadınlarla dolu.


Kamera; Güven Yavaş Şehrin doğal pazarı
Neler yok ki; karanfiller, reçeller,  zeytinler,
salçalar, ekmekler, peynirler,zeytin yağları...


Kamera; Güven Sığacık Pazarı
Her şey  görülmeye değer. Göz hakkı burada da
geçerli. Her şeyi tada bilirsiniz:)) Tattım ve damağımda
taşıdım, emeğin ellerinden çıkan ürünlerin tadını.


Seferihisar
Çay yudumlarında, çaydan öte bir şeyler var.
Sadece hoşçakal diyerek ayrıldım, bize ve
insanlığa ait güzel diyardan; sadece
hoşçakal dedi çocuk ve hissetti
kokuyu, insanı, sevgiyi; hissetti;
uzaklıklar ne kadar uzun olsa da...

SIĞACIK, SAKİN LİMAN



 İnsan bazı zaman huzuru hiç olmadık şeylerde arar da bulamaz. Aranacak huzur, geminizi çekeceğiniz liman Seferihisar’ın Sığacık yerleşim yerinde sizi bekliyordur da sizin haberiniz yoktur!

 Seferihisar Türkiye’nin ilk yavaş şehridir. Yani. Cittaslow. Cittaslow nedir? İtalyancası Citta (şehir), İngilizcesi slow (yavaş) kelimelerinden oluşur. 1986 yılında İtalya’nın Barolo kentinde “Yavaş Yiyecek Birliği” oluşturuldu. 1989’da Paris’te uluslar arası boyut kazandı. Bugün yüzden fazla ülkede temsilciliği ve 80 bin üyesi bulunuyor. Yavaş yiyecek kavramından esinlenerek 1999 yılında İtalya’nın Chianti bölgesindeki Greve kentinde, 30 kadar yavaş yiyecek kentinin katılımıyla atıldı.

 Yavaş şehir olabilmek için çevre politikaları, altyapı, kentin dokusunun kalitesi, yerel üretim ve ürünlerinin desteklenmesi, konuk severlik gibi ölçütler gerekiyor. Kısacası, yavaş şehir olabilmek için, doğa ve insan ile barışık olma, şehirleri kirlilikten arındırma girişimlerine önem vermek gerekiyor.

 Bende Türkiye’nin ilk yavaş şehri Seferihisar’ı ve onun liman, kale ve antik kent Teos ile kucaklaştığı Sığacık yerleşim yerini merak ettim. 60 saatlik zaman dilimine 1188 km’lik yolculuğa arkadaşım Metin ile birlikte çıktık.

 Yolculuğumuz iki bölümden oluşuyor. Birincisi dünya çapında ün kazanmış Bergama ilçesi ve tarihi yerlerini ziyaret. İkincisi de Seferihisar-Sığacık bölgesinin tanınması, buradaki heyecanın, rüzgârın, kokuların ve seslerin güzelliklerine tanıklık etmek.

 Çıktığım her yolculuğu hiçbir zaman büyük koşullara gebe bırakarak başlatmam. En güvendiğim şey esnekliğin, koşulsuzluğun bana hediye edecekleri gerçeklerdir. İnsan, tarihi, tabi güzelliklerin olduğu her yerde sanatsallık da vardır. Oradaki doğa ve tarih size bir şeyler anlatır.

 Sığacık ömrümün son çeyreğinde tanıdım. Ve benim ülkemde beni mutlu eden, onurlandıran bir yer. Buradaki kalenin tarihi Sultan Süleyman zamanına, Kaptan-ı Derya Piri Reis tarafından fark edilmesiyle Teos harabelerinden getirilen taşlar ile yapılmıştır. Kale ile liman yan yana; gece ile gündüz kadar yakınlar birbirlerine. Kalenin içindeki alçak evler, unutulan özgünlüğü, mütevazılığı açık hava müzesi gibi anlatıyor.

 Seferihisar’dan Sığacığa yaklaşırken mandalina bahçelerini gördüm. Yeşillikler üzerine dizilmiş sarı meyveler. Buradaki yerli halkın söylediği bir şey var; “ göz hakkı” Buradaki bahçelerdeki mandalinaları görüp de özenen her kim olursa olsun kopara bilirmiş. Ama bir tek şartı ile koparacağı mandalinayı dalının üzerindeki küçük sapı ile birlikte koparmalıymış. Çekerek kopardığın zaman, mandalinanın bir bölümü orada kaldığı için o dalda bir daha meyve yeşermiyormuş.

 Seferihisar ve Sığacığı öne çıkaran sadece “yavaş şehir” hareketine katılmak değil. Zeytin ve mandalina ağaçları, çam ağaçları ile birlikte insan denen canlıya adanmışlığın en güzel sunumlarını yapıyorlar. Deniz ve temiz koyları; Akkum plajları, sörf yapabilme imkânı, ince kumun tertemiz ile birleştiği bu yerde 45 yat kapasiteli birde yat limanı var.

 Osmanlı İmparatorluğu zamanında burasını önemseyen ve kale olmasında çaba gösteren Kaptan-ı Derya, bu güzellikler karşısında o günün savaş ortamında en güzel dinlenceyi ve huzuru bulmuş olmalı! Şimdi bu zamanda, henüz hayatın içindeyken bizde bu güzel limana gidip kendi gemimizi; yani, beden ve ruhumuzu niye çekmeyelim?

 Yavaş şehrin sakin limanı bizleri bekliyor. Yavaş şehrin heyecanı burada yaşayan insanları sarmış bile. Tok görünüşlü insanlara o güzel gülümsemeler yakışıyor. Bu insanlardan ikisi de Burg Pansiyonu işleten Hatice Hanım ile Ömer Beydir.

 Pansiyonların otellerden en önemli farkı; kendinizi yuvanızda gibi hissetmenizdir. O, ormanın içinde kaybolmazsınız. Birkaç merdiven ile aşağı; dinlenme odasına iner Hatice Hanımın yaktığı sobanın sıcaklığı ile ninenizi, dedenizi anımsarsınız.

 Ömer Ertuğu daha Almanya’da çalışırken bölgesinde pansiyon açmış. Sonra kesin dönüş yapınca da pansiyonunu işletmeye devam ediyor. Tereddüt ederek girdiğimiz pansiyondan neredeyse “iç çekerek” ayrıldık. Aslında tam manası ile ayrılamadık! Bir yanımız; ruhumuzda taşıdığımız huzurlu hatıra ile köprü kurulan Sığacık ve Burg Pansiyon; bir yanımız Seferihisar, bir yanımız Tekirdağ olarak hep yaşayacak.

 Sığacak bölgesi yakın bir gelecekte Teos şehri ile de anılacak. Antik zamanların en önemli şehirlerinden birisidir Teos. 12 İon şehirlerinden birisidir. Kent, bir dönem Efes ile yarışmıştır. Çok geniş bir alana yayılmış Teos Harabelerini gezerken bir başka dünyaya geçiş yaptık. Mandalina, zeytin ve çam ağaçları içine yayılmış antik şehir; insan denen canlıya ayrı bir aşk sunuyor. Bir huzur; geçmişin hatırına bugüne inanılmaz bir ısı yayıyor.

 Antik şehri gezerken gördüğüm mandalina bahçelerine göz hakkı ile baktım. Ve bana söylenen koparma işini hatırlayarak dala tutunmuş ince sapıyla birlikte kopardım. Ağaçtan yediğimiz mandalinanın kabuğunu her koparışımda ortaya yayılan buğulu bir güzellik; sanki sabah sisini kaldırıyor, tekrar bize dönecek buharlaşmayı başlatıyordu.

 Günün tarihi gezisi tabiatın tam da kalbinde gerçekleşti. Akkum plajının incecik kumları üzerinde yürüdük. Ege’nin insanlığa sunduğu mandalina, zeytin, çam ağaçları arasından Burg Pansiyona geri geldik. Bir kış zamanı içinde olsak da, gün sona ererken bu diyara yalnızlık çökmedi. Işıklar içinde sakin şehre adanmışlığın heyecanı ile birbirini tanıyan ve insana insandan önce selam verip alan, size yardım için bekleyen canlılar ile karşılaştım.

 Yemeğimizi yedikten sonra Ömer Bey ile sohbete daldık. Hatice Hanımın çay ve mandalina ikramı tüm bonkörlüğü ile ortada, sohbete eşlik etti. Burada yaşayan Alman vatandaşı insanlarda vardı. Onlar Alman prensibi ile erken yatmışlar. Bizler Türk alışkanlığı ile gecenin içine girdik. Ömer Bey ve Hatice Hanım ile sohbetin en demli olanlarına geçtik.

 Ömer Bey Sığacık sevdalısı bir insan! Bu sevdayı pansiyonunda da gördüm. Burada, insana ve insanlığa akan sevdaların resimleri vardı. Barış Manço’nun fotoğrafı tüm sıcaklığı, sanat adamlığı ile duvarda asılı duruyor. Beşiktaş amblemleri hemen her köşede var.

 Ömer Bey’e sordum; neden Beşiktaş? Renkleri ve insana huzur veren spor felsefesi, dedi. Neden Barış Manço? Barış, üç kuşağa hitap etti. Barış’ı annem de sevdi, çocuklarım da. Annem, Barış Manço televizyonda çıkınca “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” çıktı derdi.

 Gezi zamanının son saatlerinde Sığacığa Pazar günü kurulan kale içindeki pazarı gezdik. Yavaş şehre yakışır bir Pazaryeri; her şey kendi doğal ürettikleri ürünlerinden oluşuyor. Eğer taşıyacak, getirecek durumum olsaydı, o güzel insanların sunduğu ve doğal bakışlar içinde sattıkları tüm ürünleri almak istedim. Ama yinede, bir deste karanfil, zeytinyağı, tatlı, mandalina, domates, yeşilbiber aldım. Bu ürünler, tıpkı ninelerimizin doğallığı kadar doğal kokuyorlardı…

 Güven Serin