29 Aralık 2023 Cuma

ZİMA MAVİSİ

 

İnternet

                                                   ZİMA MAVİSİ

          ( Alaçatı Koylarında Yüzen Yelkenli )

  “Bugün sizinle çok özel bir şey paylaşmak istiyorum. Bazı şeyler vardır; sadece göründüğünden ibaret değildir.” Zima Mavisi-Hakikat Arayışı isimli belgeselin ilk sözcüklerini bugün zihnimin depolarından çekip çıkardığım ve onu bir güzel banyo edip sizlerle paylaşacağım Çeşme Alaçatı anısıyla birleştireceğim.

   Aziz Ateş, kadim yolculuğun değerli insanı henüz ölmemiş ve hastalığın pençesine düşmemişti. Çıkmış olduğum Ege yolculuğu için; “Bende varım” dediğinde epey düşünmüştüm. Sadece kendi sesimi, serüven açlığını alacağım yolculuk dopdoluydu. İzmir tarafında Ali Boylu’nun ziyareti, Agora Antik Kenti, Atatürk Evi ve daha bir sürü mekân… Çeşme ve Alaçatı aynı İzmir gibi dopdoluydu. Yazar Mehmet Culum’u ilk kez görecek, tanıyacak, misafiri olacaktık…

  Öyle de oldu. Gezi tam manasıyla amatör heyecan, öğrenme, tecrübe etme isteğiyle dolup taştı. Ölmeyen ve yaşama bilgi, görgü taşıyan anılar arasında yerini aldı.

   Bugün, Süleymanpaşa sahilinde yalı bölgesi ismini taktığımız yerdeki çınar ağaçlarının altında bir başka kadim tanıdığım arkadaşım Metin Korkmaz ile buluştuk. Yelken Kulübüne ait yelkenliler rüzgârın esintisini tam manasıyla çalışma biçimine dönüştürmüş, beyaz yelkenlileriyle gençler aynı bölgede dönüp duruyorlardı. Metin birkaç fotoğraf çekti uzak diyarlarda yaşayan arkadaşına göndermek için.

   Tekirdağ sahilinden yakınımızda yüzen beyaz yelkenlilere bakarken uyandı 14 yıl önceki Çeşme Alaçatı anıları. Aziz Ateş ile Çeşme’den Alaçatı’ya gelir gelmez oradaki rüzgârlı denizde yüzen bir yelkenli dikkatimi çekmiş ve derhal fotoğraf makinesini göreve davet etmiştim. O gün bugün, o zengin gezenin hatırlanacak onlarca görüntü-anı olduğu halde, aklımın başköşesine oturan yelkenli oldu. Tam olarak niçin bilemiyorum. Yelkeni mavi ve beyaz renklerden oluşuyordu. Rüzgârlı bir gündü. Belki de yeni öğretilerin heyecanı, seyahatimize ikonik bir anı bırakmak istiyordu. Ve bu anının en belirgin simgesi de mavi beyaz renkleri olan, rüzgârda tüy gibi savrulan yelkenliydi…

   Zima Mavisi belgeseliyle yollarının kesişmesi de böyle, mavi renk ve her an Alaçatı denizinden Tekirdağ denizine ulaşacak mavi beyaz renkleri olan yelkenli oldu. Beyaz rengini bir kenara atmış olan zihnim, onu sadece mavi bir halde saklamış…

   Zima Mavisi belgeselini-animasyon filmini dikkatle izledim. Belli ki merkezinde insanın uçsuz bucaksız anlam arayışı var. Hani özendiğimiz krallıklardan tutun da, serveti üç yüz katırın taşıdığı Karun hazinelerine sahip olma hırslarına kadar her şeyi yerli yeriyle anlatan bir öykü…

   İyi bir kitap, iyi bir film, tiyatro, opera izledikten sonra yaşama bakış açımızı değiştirmişse, dönüşüm başlamış demektir. Zima Mavisi isimli animasyon filmini izleyenler de böyle düşünüyor; “ Bakış açımız değişti. Hayata dair çok önemli dersler edindik” diye yapılan yorumlar boşuna değil…

   Marcel Proust’un yaşamı boyunca Kayıp Zamanın İzinde çalışmaları Yakalanan Zaman eseriyle tam olarak sonlanmamış olsa da dönüp dolaştığı yer, insan denen canlının bulabileceği hakiki huzur basit etkinliklerde gizli olduğunu öğrenmek oluyor. Zima isimli robot da öyle; zamanla öyle gelişir, dönüşür ve sınırsız yeteneklere sahip olur. Öyle ki, evrene dahi açılır. Gün gelir, edindiği bütün zenginliklerden bıkar ve ilk haline döner…

  Zima isimli robotun Zima Mavisi tutkusu ve “Bildiğim tek şey, bilmem gereken tek şey!” felsefesi belki de yakın zamanlarda herkesin kendi özüne nasıl dönerim diye feryat edip, bir yudum basit şeyin huzuruna kavuşma ideali olacaktır.

   Zima Mavisi filminden yola çıkıp zihnimde temiz, dingin bir yer kaplayan mavi beyaz yelkenli fotoğrafını fotoğraf arşivimden bulup tekrar tekrar izledim; bir hissiyat ki sormayın; paha biçilemez bir nesne, bulunmaz Hint Kumaşı gibi bir değer benim için…

 Güven SERİN 



27 Aralık 2023 Çarşamba

BİLGE TÜRKLER

 

İnternet  Nikos KAZANCAKİS

İnternet   Zorba Filmi

                                          BİLGE TÜRKLER

  20.Yüzyılın önemli filozof, yazar, şair ve siyasetçilerinden Nikos Kazancakis’in Zorba eserinde, sayfaların yarıya yaklaştığı yerde kitabın kahramanı Aleksi Zorba ile diğer karakter arasında bir diyalog geçer. “Patron” diye seslendiği baba tarafı Yunan, anne tarafı İngiliz iş insanıyla Girit’e gelmişlerdir. İş insanında para, Aleksi Zorba’da da yaşama sevinci, uğraşma, didinme serüven aşkı vardır.

    Aleksi Zorba ile diğer karakter; patron arasında kadınlar hakkında çok önemli bir konuşma yaşanmaktadır. Zorba çıkışır ve eleştiri getirdikten sonra yaşanan büyük sessizlik sonrası konuşur:

 —Biliyorum, çünkü bunu bana çok bilge bir Türk öğretti. Patron dediği iş insanı şaşkın bir halde:

—Bir Türk mü? Ve sen bir Yunanlı ona inandın mı? Zorba duyduğu bu sözler üzerine çok kızar ve şaşırır. Ama İngiliz iş insanı sitemlerine devam eder:

 —Türklerle Yunanlıların hiç konuşmadıklarını sanırdım! Onlar sadece kavga ederler. Sakın bana hiç savaşa gitmediğini söyleme! Zorba’nın iyice canı sıkılır ve:

—Böyle aptalca konuşmaları sevmem

—Ülken için savaşmanın nesi aptalca? Der, patron diye seslendiği İngiliz. Zorba gayet içten:

—Kusura bakma ama patron ama bir öğretmen gibi konuşuyorsun. Bunu nasıl anlayacaksın ki?

  Anlatılan, aktarılan yarım yamalak bilgilerle her yanımızı düşmanların kapladığını öyle içselleştirdik ki, neredeyse gölgelerimizle kavga eder hale geldik. Sıkışınca da ülkeyi terk etmeyi “ Kendini kurtarmak” bilinciyle korkunç bir yanlış tercihler ile anlatmaya, kanıtlamaya çalışıp duruyoruz…

  Türkleri her daim kusurlu bulmak, bazıları için fazlasıyla sevindirici, takıntılı bir durumken, bazıları da Türkleri sürekli abartarak yaşatacağını sanır… Ne büyük kayıplar, karamsarlıklar ve aldanışlar…

  Dünyayı, insanlığı en iyi anlatan, gösteren, tanıtan sinema, tiyatro, edebiyat ve insanların benliklerine kazınmış tarafsız öyküler olmuştur. Nikos Kazancakis bu öykü anlatıcıların en tarafsız yazarlarından, filozoflarından birisidir. Biliyordur ki, sadece öldürme isteği; barış ve sevginin de öldürülmesidir… O yüzden, iki halkı, yüzyıllarca yaşayan iki kadim milleti, dünya durduğu sürece milyonlarca insanın okuyacağı, izleyeceği edebi sayfalar arasına koyarak;

 “Bunu bana çok bilge bir Türk “öğretti diyerek muazzam bir özgür irade, felsefi, tarihsel bilinci de insanlık tarihine kazımayı başarmıştır. Bu tür çıkışları, yaratılan eserleri gün yüzüne çıkartmak kolay değildir. Nikos Kazancakis’in yaşamı da hiç kolay olmadı. Ülkemizdeki tarafsız aydınların da, aydınlık yolculuğu sürekli kesintilere uğramış, susmaları için susturulmuşlardır; vahşice…

  Nikos Kazancakis’in mezarı Girit, doğduğu yerdedir. Mezar taşında da kendi istediği sözcükler yazar;

“ Hiçbir şey beklemiyorum. Hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm…” sözleri, sadece günlük ihtiyaçları, kişisel zaafları düşünen yazarların, felsefecilerin, siyasetçilerin başaracağı bir son ve ölümle başlayan yaşamın karşılığı olamaz…

  Nikos Kazancakis’den yüz yıl önce ölmüş bir başka aydın; yazar, şair, siyasetçi, doğabilimci Goethe bir başka bilge Türk’ten Doğu Batı Divanı isimli eserinde söz eder. İsim de vererek Nasrettin Hoca’nın fıkralarının tamamının Alman edebiyatına kazandırılmasını ister. Hoca’dan; “ O bilge bir Türk” der, ısrarla, kıvanç duyarak…

   Türkleri, Türklüğü sürekli karalamakla meşgul olanların bu tür ifadeleri, tespitleri, tarihsel kaynakları önemsemeyeceğini biliyorum. Bir başka şey daha biliyorum; yüz yıllarca, binlerce yılda oluşan kültürler; karalamalar, çamur atmalarla yok edilemez…

     Aferin almak için iyi insan da olunamaz, olunmamalı da. İyi olmak, insanlığa ve kendi tarihini de iyi bakıp sevme girişiminde bulunmak, oldukça ucuz ve değerli bir erdemdir, neşe ve evrensel aşktır…

    Adına uygar dünya ismini verdiğimiz çok büyük gelişmelerin yüz yıllık geçmişi bile binlerce yıllık kültürleri nasıl yerle bir ettiğini görüyor, şahitlik ediyoruz. Tam da sırası değil mi; edebiyata, sanat dallarına, insanlığa bırakılan insanlık miraslarına dört değil dört bin elle sarılmak gerekmez mi?

 Güven SERİN 

 

 




22 Aralık 2023 Cuma

HER ÖLÜM,ERKEN ÖLÜMDÜR ATİLLA ÖĞRETMEN

 

Atilla öğretmenin öğrencileri,
aradan 13 koca yıl geçti...


Göz ve gönül yaşlarını silmeye çalışmışlar
ama gizleyememişlerdi...



           HER ÖLÜM ERKEN ÖLÜMDÜR, ATİLLA ÖĞRETMEN

   Güzel ülkemin az gülen acılı ve bol baharatlı insanlarına mikrofonu uzatsam; “ölüm” üzerine bir şeyler söyleyin desem; acaba neler söylenir, hangi ağıtlar yakılır, destanlar okunurdu? Cenaze törenlerinde en çok konuşulan ve neredeyse karnıma sancılar girmesine neden olan sözlerden birisi de; “kaç yaşındaydı?” diye sorup; “ erkenmiş, zamanı gelmiş” gibi moral arayan garip sözcüklerden kaçmak isterim.

   Şairini dediği gibi ; “ Her ölüm erken ölümdür, biliyorum Tanrım.” İnsanoğlu ölümsüzlüğün sırrını bulsaydı, ölüm üzerine bu kadar kafa yormayacaktık. Ama mademki ölüm var, ayrılık var biz de insanız; duygulardan, kandan, kalpten oluşmuş bir bedenimiz; bizi ölümü de yaşamı da sorgulamaya yöneltiyor.

   Abidin Dino, ölümüne çok az kala; yaşın, yaşlılığın, hastalığının acılarını duyumsarken bile; “ ölüm mü, ne büyük buluş” diyerek ölümün korkulacak bir şey olmadığını da anlatmıştır bize. Yaşlı ve acılı bedenin, kurtuluş için bir başka çözüm yoludur belki de ölüm!

   Milyar yaşındaki gezegenimizin milyarlık insan sayısı; her gün doğum ve ölümleri görmemize, duymamıza neden oluyor. Ne ilk, ne de son olacaktır duyacaklarımız, derinlerden gelip de akıtacağımız yaşlarımız… Atilla öğretmen 45 yaşında, idealistliğin doruğunda yaşayan bir insandı. Bir insan ile sıkça konuşmadan, derin tanışmadan da sevilebileceğinin, sayılabileceğinin buluşunu yaşadım; Atilla öğretmen ile yaptığım 10 yıllık komşuluk hayatımda.

  Atilla öğretmen ile yollarımız en çok sabahları kesişiyordu. Ben yürüyüşten dönerken o okuluna, öğrencilerine gidiyordu. Daha yanına yaklaşmadan gülümseyen bir yüzle “Günaydın” diyordu. Bu günaydınlar, merhabalar oluşturdu saygıdan geçen sevmişliğimizi…

   Bir gün; o zalim gündü. Günler ne kadar birbirine benzese de biz onları, çeşitli sayılar, anılar ile ayırmayı bilmişiz. İşte o gün de Atilla öğretmenin sayılar ile belirleyip diğer günlerden ayırdığımız gündü. Aynı yaşlarda olduğumuz Atilla öğretmen, öğrencilerine Facebook’ tan “ Tatildeyim, geleceğim” dediği hastaneden seslendiği zaman; Atilla öğretmenin ilk kez sözünde durmadığı zamandı. Aslında o sözünde durmuş, kayıt zamanında yorucu bir sezon geçirip iki haftalığına tatile çıkarken seslenmişti arkadaşlarına; “ Hakkınızı Helal Edin” diye. Arkadaşı Kazım öğretmen de yadırgamış; “ Atilla Hoca, iki haftalığına gidiyorsun, ölüme mi gidiyorsun.” diye tavır almıştı nazikçe.

   Aslında Atilla öğretmen tatile çıkmıştı çıkmasına ama hastanenin yolunu tutmuştu. Ve süreç, dünya ışığı, yaşam akışı, Atilla öğretmeni seçmişti. Son ana kadar umutlarını yitirmeyen, gülümsemesini bırakmayan doğru ve inanmış bir insandı. Belki bazılarımıza göre yaşadığı çok az bir zamana dayalıydı. Belki doymak bilmeyen insan için hiçbir zaman da yeterli değildi. Ama belli ki Atilla öğretmen az denen zamana daha kırışmayan tenine çok şeyler yüklemişti. O sevginin, gülümsemenin bir başka adıydı. Bir insanla, anılar, hatıralar oluşturmadan da sevilecek ender insanlardan birisiydi…

   Cenaze merasimlerini eleştirip, olması gereken samimiyette, sadelikte olmadığı için bu kültürün yozlaştığını yazdım bu köşeden. Atilla öğretmenin naaş’ı Ortacami’ye geldiğinde bende gittim. Gördüklerim için özellikle “muhteşem” kelimesini kullanacağım. Atilla öğretmene ölüm yakışmamıştı, bu ölüm de erken ölümdü ama kırmızı bayrağa sarılı naaş’ı ve her şeyden önce; orada bulunanlar gerçekten onu sevmiş insanlardı. Caminin bahçesi, samimiyet, sevgi kokuyordu.

  Genç bir insana, daha ideallerini tamamlamamış öğretmene ölüm yakışmıyordu ama caminin havlusu, samimiyete, sevgiye yakışıyordu. Genç öğrenciler vardı yaşlı çam ağaçlarının sakin duruşları altında. Hüzün, bu genç insanlara bu kadar yakışır, bu kadar anlamlı durur mu hiç? Onlar, sadece saygının gereği için değil, sevginin gereği için hüznü yaşıyorlardı. Çoğunun gözleri nemli ve kızarmıştı. Onurlu bedenlerinde sevginin izlerini taşıyorlardı.

   Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, gençliğe seslenişi ve emaneti; Atilla öğretmenin bedeninde ortaya çıkıyor gibiydi. Cumhuriyetin genç, aydın çocukları, öğretileri sevgi ile yoğurmuşlardı. Bu manzaraydı beni Atilla öğretmenin okuluna getiren. Yeni yapılmış yepyeni okula yepyeni duygular ile gittim. Kazım öğretmen, Hakan öğretmen, yeni gelmiş Müdür, Süleyman öğretmen ile tanıştım. 24 Kasım Öğretmenler Günü ve ben bu güne, Atilla öğretmenin ölümünü değil, yaşamında bıraktığı izleri, geleceğe, ölümsüzlüğe taşıyabileceği öğretileri görmek istedim.

    18 yıllık arkadaşı Müdür Yardımcısı Hakan öğretmen ile konuştuk. Bir dostluğun nazik, sevgi ve saygı dolu olan yollarında dolaştık. Dostluğun hüznü çok tazeydi. Ve o yüzden Hakan öğretmen ile sohbeti kısa kestim. Hakan öğretmenin yanından ayrılmadan önce Atilla öğretmenin odasına gitmek istediğimi söyledim. Hakan öğretmen de hüznünü daha da artırmamak adına açmamıştı kapısını bir süreden beri. Merdivenlerden ağır ağır yukarı çıktık. Öğrenciler derste, koridorlar boş ve ıssızdı. Merdivenlerin çaprazında küçük bir odanın yanında durduk. Oda kapısının sağ tarafında Atilla öğretmenin öğrencileri tarafından oluşturulmuş sevgi eseri duruyordu. Kırmızı pano üzerine beyaz bir kalp çizmişler. Kalbin için karanfiller ile süslenmiş. Orta yerine de Atilla öğretmenin fotoğrafını koymuşlar. Gülümsüyordu Atilla öğretmen. Bakışları hüzün ve yokluk üzerine değildi…

   Hakan öğretmen ile adasına girdik. Bir süreden beri açılmayan odanın ağır havası ve sanki hapsolmuş bir ruh havalandı göğe, yere, denize; sevginin olduğu her yöne… Müdür Yardımcısı Kazım öğretmene çıktım. 24 Kasım için Atilla öğretmene hazırladığım yazıyı anlattım. Kazım öğretmen, inanılmaz içten ve hiç zaman kaybettirmeden küçük bir pusulaya bir masaj yazdı. Nöbetçi öğrenciyi çağırdı. Mesaj yerine gitmiş, birkaç dakika sonra etrafımı hüzünlü gözler ve onurlu bedenleriyle Atilla öğretmenin öğrencileri kuşattı. Kazım öğretmen boş bir sınıfta istediğimiz kadar görüşebileceğimiz söyledi. Biz de öyle yaptık. Gençler, alıcıydı, sevgi doluydu… Niyetimi öğrenince çekimserlikleri gitti. Ne soylu insanların en masum dudakları Atilla öğretmen için konuştu.

   Gördüm ki, Atilla öğretmen ölmemiş. Fiziki olarak aramızdan ayrılmış ama ölmemiş. Ve hatırladım filozofların değişini; “insan, insanın içinde ölürse, gerçek ölüm yaşanır.” Genç öğrenciler koşulsuz kalplerini açtılar bana. Bir öğretmeni değil, bir arkadaşı, bir babayı, bir dostu anlattılar…

   Sıra fotoğraf çekimine gelince buğulanmış gözlerinden utanan bir genç kız; “ne olur bu halimle çekmeyin.” dedi. Onun bu halinin en onurlu, en insanca bir hal olduğunu söyledim. Onu kutladım. Ve onun gözyaşları dışa akarken, benim gözyaşlarım tam tersine, kocaman bir mağaranın tavanından “şıp, şıp” sesler çıkararak aşağılara akıyordu…

   24 Kasım Öğretmenlerimizin gününü kutlarken, Atilla öğretmenin içimizde yaşadığının da günüdür diye düşünüyorum. Atilla öğretmen ile bir çay içimi kadar anı ve hatıramız olmamıştı ama anı ve hatıraların olmayışından da sevgi olacağının gerçek tanığı oldum.

   Yaşayan ve kalplerde yaşatılan tüm öğretmenlerimize selam ediyor, bir güne sığmayacak minnettarlığım ile önlerinde eğiliyorum… 

 Not; 2010 Kasım ayı bu dünyadan ayrılan Atilla öğretmenin öğrencileri ile kurmuş olduğu temiz- saf sevgi bağları adına onur içinde ikinciye yayınlıyoruz.

14 KASIM 2010       /    23 KASIM 2023

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 


20 Aralık 2023 Çarşamba

TEKİRDAĞ YELKEN KULÜBÜ ANILARI

 



Selçuk Özbek Kızılışık ile birlikte


Selçuk Öğretmen,İlyaz Bey,Necati Bey...

TEKİRDAĞ YELKEN KULÜBÜ ANILARI

                                           ( Beyefendi )

   Meşhurdur ya; “ Bir zamanlar neydik biz!” diye başlayan sözcüklere, sıcak bakmayarak söze başlayacağım. Ölü anıları sürekli parlatıp, bugüne dokunurken sadece geçmişi kutsiyet içinde bırakmak bana göre değil…

    Demem o ki, her yaşın, duruşun ve yaşanmışlığın ayrı kıymeti-değeri olması bizim ellerimizde ve irademiz dedir.

   Bir zamanlar Tekirdağ Yelken Kulübü halka daha yakındı. Şimdi değil mi? Halkın kendisiyle bir araştırma yapın anlamanız mümkündür! Kaç kişi buraya gidip burada çay, kahve içip, ailesi, akrabaları ve arkadaşlarıyla eğlenebiliyor bilinmez…

   Sadece çay kahve içilen, orta halli insanlarımızın altında gelire sahip olanların dahi uğrak noktasıydı Yelken Kulübü. Ya sonra? Biraz onarım, biraz yenilenme diyerek, çay kahvenin lüks olup herkesin girip çıkmasını usta işi engellediler.

   Yine de sivil yaşamın azlığı, sivil başarıların yetersizliği göz önünde bulundurulunca, Tekirdağ Yelken Kulübü hizmetleri, özellikle durumu iyi olan ailelere kucak açması, şehrimizi temsil edip başarılı olan yelkenci gençlerimizin emeklerine bir tek laf edemem; edilmesini istemem…

   Nasıl ki TARSAL, Erol’un Çay Bahçesi, Eski Liman Çay Bahçesi, binlerce insanımızın anılarıyla sarmaş dolaşsa, bu yerlerle onlarca anıyı yaşayıp belleğimin en temiz yerlerinde muhafaza etmeyi, onları zaman zaman yaşama çağırmayı, yazı sanatının mucizesi olarak görüyorum…

   Tekirdağ Yelken Kulübü bahçesine yıllarca gittim. Arkadaşlarımızı, dostlarımızı burada görüp, burada gök kubbede yer alan gezegenleri bile izlediğimizi saygıyla anıyorum. Çoğunlukla elimde bir kitap bulunurdu. Denizin kara ile seviştiği yerin birkaç metre yakınında olmak, yanınızdaki bir eserin daha da büyülü hale gelmesi anlamını taşıyor.

   Buradan anne karabatak kuşunun akşam olunca eski Şaraphane iskelesine-yuvasına gelmesini izledim. Buradan yan masalardaki sosyal, kültürel konuşmaları dinledim. Emine Hanım ile eşi Ömer Beyin insan merkezli ve hepimizin ekonomisine uygun çay ve kahvelerini burada yudumlayıp içtim.

   Bir küçük kız; Elvin Sunay’ı da burada tanıdım. Emine Hanımın yeğeni Elvin’i beni kitaplarla baş başa görüp izlermiş. Gazetede köşe yazarı olduğumu teyzesi Emine Hanımdan öğrenmiş. Hissiyatın bol olduğu bir günde küçük kız kalemi eline almış ve Tekirdağ Yelken Kulübü çınarları, asmaları altında, denizin kıyısında bir masada oturan, genellikle sessizliğe yelken açan yazarı tanımlamış;

 “ Bakıyorum mutlusunuz beyefendi/Yüzünüzde inanılmaz bir tebessüm var/Huzurlu görünüyorsunuz/Ve mutlu…/Sanki mutluluğun formülünü bulmuşsunuz gibi/Her gün kahkahalar atarak gülüyorsunuz/Bir çocuğun gülümsemesinin sebebi/Yolunu kaybetmiş bir gence umut oluyorsunuz/Bir kap su alıp hayvanların önüne koyuyorsunuz/Boşa akan suların altında, içinde/Çiçek dolu olan saksıya koyuyorsunuz/Yol kenarında duran adamla/Ekmeğinizi paylaşıyorsunuz/Bir engellinin elinden tutup karşıya geçiriyorsunuz/Ve geceleri…/Geceleri sahil kenarında kitabınızı açıp/Denizin dalgalarında huzur buluyorsunuz/Peki beyefendi niçin?/Niçin insanlara yardım ediyorsunuz? Niçin dünyaya farklı bakıyorsunuz?/Beyefendi, niçin siyah beyaz hayatınızı renklendiriyorsunuz?/Diye sorduğumda aldığım cevap gibiydi hayat/Eğer herkes aynı olsaydı, bir meyve büyümezdi/Ve herkes aynı olsaydı, kimse o kuşta ki sırrı çözemezdi.”

   Bir beyaz kâğıda yazılmış bir şiir… Şimdi o küçük kız muhtemelen genç bir kız olmuştur. Yazının önemi, duyguların soru sorma biçimi; insan denen canlının evrendeki yerini de hissedip, bir yerde ucu bucağı olmayan sulara, Ulysses gibi açılma anlamı taşıyor. Aeneas gibi kendi yolculuğuna çıkma işareti de sayılması mümkün.

   Ne diyor şair; “ Hayat kısa, kuşlar uçuyor” kısacık hayatlara, düşünce ve yazı sanatını ilave etmek; adanmışlığın gönüllü tarafında olmanın yüce erdemi değil de nedir?


Güven SERİN 




 

15 Aralık 2023 Cuma

ANILARLA MÜZİK

 


                                           ANILARLA MÜZİK

( Şevket Uğurluer )

 “İyi akşamlar sayın seyirciler; anılarla müzikte yine birlikteyiz” diye programını açan sanatçı ve program sunucusu Şevket Uğurluer böyle seslenirdi batı kaynaklı müziksever seyircisine. Programında ağırladığı sanatçılarla kurmuş olduğu nitelikli diyaloglar, kentli eğitim ve terbiyenin iç disiplini ile bir araya gelmesiyle birlikte müzik ve insanın yolculuğu başlardı.

   1960’lı yıllarda “Ana Bizi Eversene” ve “ Darıldın Mı Cicim Bana” kırk beşlik plaklarıyla ilk adımlarını atsa da, müzik kariyerini piyanistliği zirveye taşıyacak bir aşka dönüştü.

  Sadece TRT’nin olduğu tek kanallı yıllarda her hafta yapmış olduğu yaklaşık yarım saat süren programına tek bir konuk alırdı. Kendisi piyanonun başına geçer, gelen sanatçı konuğun şarkılarına eşlik ederdi. Bu serüven neredeyse 18 yıl sürdü. 

   Eğitim denen şey insanın ruhsal disipliniyle birleşir ise karakteriyle de büsbütün olması kaçınılmazdır. Şevket Uğurluer gibi yetenekli, alçakgönüllü, iç disiplinin yanında iş disiplini olan insanlar bin yıl yaşasa, şaşmaz bir şekilde kimsecikleri yanıltmazlar. Yanıltamazlar; evrim ve evrensel zekâ buna izin vermez…

   Anılarla müzik programının açılış ve kapanış şarkısı Şevket Uğurluer’in belki de en çok sevdiği şarkılardan birisiydi; “ Not Responsible” Rock’n Roll tarzı şarkıyı, yıllarca sunduğu programının ayrılmaz bir parçası yapmıştı. Yaşamın içinde, evrene göre kısacık ömürlere sahip insan; belleği ve zihin yapısıyla anılar denen yüce arşivi oluşturması, bu yolculukta şartlar ne olursa olsun biraz hareketlenip, kendini müzikle, dansla teselli edip onarmasını gerektiğini anlatıyordur.

  Klasik ve hareketli şarkının Şevket Uğurluer piyanosu ve müzik kariyeri ve aynı zamanda karakteriyle birleşmesi, bir yerde aşırı disiplinli ve her daim takım elbise ve kravatla görünen sanatçının, kendi özgürlük alanını oluşturma biçimi bu şarkı olmuş ve onun öyküsünü anlatma biçimine dönüşmüştü…

  Not Responsible şarkı sözlerinin Türkçe karışığına bakmak istedim. Acaba neyi anlatıyordur bu şarkı?

“Şimdi sana bir şey sorayım

  Hiç yaptığınız şeylerden sorumlu olmadığınızı hissetiniz mi?

  Beraber olduğunuz kız, çok fazla olduğunda

  O kadar gözden uzak ki bebeğim

  Söyleye bileceğim tek şey;

  Pekâlâ!

   Ben sorumlu değilim

  Sorumlu değilim

  Seninleyken yaptığım her şey için

  Ben sorumlu değilim

  Bu imkânsız

  Çok yakın olmak ve

  Bir parçanı hissetmemek

  Bana çok tutundun”

  Görünen o ki, şarkıları besleyen çok önemli kaynak; kadın ile erkeğin yüce hissiyatı… Bu hissiyatı da en güzel anlatan sanat dallarından birisi müzik ve şiir…

  Şevket Uğurluer’i mimarlıyla değil ama piyanosu, piyanist elleri, yüksek müzik bilgisi ve müzik aşkıyla yaptığı; Anılarla Müzik programıyla hep hatırlanacak, insan denen canlının ihtiyacı olduğu zamanlarda Not Responsible şarkısı dinlenecek gibi…

  Güven SERİN  



13 Aralık 2023 Çarşamba

HAYRABOLU ŞALGAMLI'DA YANAN SANAT ATEŞİ

 

Bülent İşcan çalışması
Bülent İşcan

Bülent İşcan Çalışmaları

            HAYRABOLU ŞALGAMLI’DA YANAN SANAT ATEŞİ

  Nasıl kurumuşsa göllerimiz, kirlendiyse nehirlerimiz; zenginleşiyoruz, üretiyoruz, fabrikalarımızı çoğaltıyoruz diye, bölgemizde neredeyse sanat nehirleri de kurumuş gibi görünüyor.

  2023 yılı içerisinde kurulan Tekirdağ Büyükşehir Tiyatrosu, Bandosu ve Tekirdağ Kültür ve Turizm Müdürlüğü çabaları sayesinde sanat serpintilerini hissediyor, sanatın bereketini neredeyse sanat dualarıyla bekler, çağırır olduk.

  Görünen o ki, zorla hiçbir şey olmadığı gibi, kent bilincini, kentte oturmaya-yaşamaya gelenlere kent sevgisini, huzurunu sunmadan o insanlardan kentli olmalarını istemek bir hayaldir…

  Hayrabolu Şalgamlı diyarına dönmek istiyorum.1972 Tekirdağ doğumlu Bülent İŞCAN, paylaşacağım ve ziyaretine gitmiş olduğumuz sanatçıdır. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü mezunu olan sanatçının doğduğu diyarı; yaşam alanıyla sanat alanına dönüştürmesi çok ama çok büyük bireysel devrim niteliğindedir…

  Yazı sanatına adanmış Gogol, sanatın uçsuz bucaksız erdemini ve gizemlerini anlatırken, gerçek ressamların çok küçük şeylerden büyük eserler ortaya çıkaracağını iddia etmektedir. Onun için hor görülen ve aşağılananda, hor görülecek ve aşağılanacak hiçbir şey yoktur. Kısacası, insan ilahi ve göksel olandan vazgeçmemelidir, düşüncesiyle Gogol yazı sanatına, klasik edebiyatın ölümsüz eserlerine bu haz ve düşünceler içinde ruh katmış, eserler üretmiştir.

  Tekirdağ Hayrabolu Şalgamlı doğumlu sanatçı, nehirleri tersine de akabileceğini, yıllarca Karaköy İstanbul gibi yerde ün, şan ve zenginlik sahibi olmuşken, Covid–19 döneminde, evlere sıkışmış insanlığın çıkışını, terk edilen, üretim ve tokluk diyarlarından birisi olan Şalgamlı diyarına dönüş yapmıştır.

  Yaptığı sanat resim bilgisiyle, heykel bilgisinin de ötesine, tıpkı köylerini ve küçük dükkânlarını terk eden sanat ve zanaat işçiliğine geri dönmüştür. Silikon’dan ürettiği heykeller için hem sanat hem de zanaat bilgisi üst seviyede olmazsa, Bülent İŞCAN olamazsınız…

  10 Aralık günü daha önce birçok etkinlik gerçekleştirip yola, yolculuğa, öğretilere, kültürel şenliklere birlikte gittiğim arkadaşlarım; Metin ONUR, Lokman TURAN, Özkan PAPATYA ve Nazır ÇELİK ile birlikte başladı.

  Tekirdağ Süleymapaşa günü hafif serin gibi görünse de, çıkmış olduğumuz yolculuk güneşin battığı batı yönüne ilerledikçe güne damgasını vuran kış güneşiydi.Tam da bahar havası rolü içinde gülümsüyordu,kırlara koşmuş insanlara…

   Metin’in şoförlüğünü bu yüzden seviyorum. Kırlardan geçerken nerede durmak istesek, hemen aracı uygun bir yere çekip duruyor ve kendisi de kırlara düşkün, sevdalı olduğu için; “ Buyurun arkadaşlar” diyerek, Şalgamlı’ya giderken birkaç yerde durup, boşalan kırlarımızı, meralarımızı, sürüsü olmayan otlaklar-meralar, okulsuz köylerimizi gördük.

   Şalgamlı’ya Bülent İşcan’ın eserlerini, yaratıcılığını gerçekleştirdiği mekânların olduğu yere geldiğimizde; “ İşte bu ev sanatçı evi! İşte bu ev sanatçı atölyesi ve bahçesi” demenin duygu dolu ve imrenme anlarını yaşadık.

   Bizi karşılayan Bülent İşcan oldu. Yüzündeki gülümseme, hatta aydınlık, sanatında da mevcut... Eserleri, sadece teknolojinin, silikon ham maddesinin birleşimi değildi. O eserlere insan ve insanlar dokunmuştu. Heykellerin bakışlarındaki gerçeklik,sıcaklık kutuplarda donmuş bir canlıyı pekala güne-yaşama çağırabilir görünüyordu.

  Kostümlerini yörede yaşayan kadınlarımızın yardımlarıyla diktikleri, çok önemli müzelere ve sinema sektörüne katkı sağladıklarını öğrendik. Yaşama ve işini aşkla sevmek böyle bir şey olmalı…

  Tıpkı Gogol’un Portre çalışmasında sözünü ettiği o büyük huzuru ve sükûnu bulmak böyle bir şey diye düşündüm…

  Bülent İşcan’ın geniş, temiz ve içerisinde yaptığı çalışmalar, eserlerle dopdolu aydınlık atölyesi-işliğiyle karşılaştık. Düzen, çalışma ve yaratıcılıkla birleşince ister ruhsal zenginlik, ister maddi ve insanlığın aradığı ün-şan hepsi oradaydı…

   Sevgili eşi Şenay İŞCAN da buradaki cennetin oluşmasına büyük katkı veren yöneticiydi. Gerçek şu ki, kadın ve erkek, enerji ve marifetlerini deneyim, aşk içinde birleştirince Şalgamlı sanatı, mucizesi Bülent İŞCAN: İŞCANLAR çıkıyor ortaya; onurumuzu olan sanatçı ve ÇALIŞANLAR…

 Güven SERİN 









11 Aralık 2023 Pazartesi

ÖLÜMÜ BEKLEYEN İKİ MAVNA

 

Kamera Güven
Marmara Adası

Kamera Güven

                           ÖLÜMÜ BEKLEYEN İKİ ÖLÜ MAVNA

   Ada sabahında çıkmış olduğum yürüyüşte gördüm sığınmış oldukları küçük limandaki iki ölü mavnayı. Birbirlerine iyice sokulmuşlardı. Dikkatli bakmadığınızda iki değil bir ölü var zannedersiniz…

   Şairin dizelerinde haykırdığı gibi; “ Ölümlerine ağlanmayan askerlerden” mavnalar-dandılar. Her ikisinin de boyaları çoktan kazınmış. Pas, küf, oksitlenme tüm kuvvetleriyle birlikte gemileri ele geçirmiş halde, oracıkta, sessizliğin en sessiz halleriyle bekliyorlardı.

  Neyi? Tekrar tekrar öldürülmeyi bekliyorlardı… Ölmüş olan bir daha, bir daha öldürülür müydü hiç?

 “ Korkularından ateş etmeye başladılar artsız arasız

  Bütün yapılara, bütün taşıt araçlarına, bütün canlılara

  Her sese, her kıpırtıya ateş ediyorlar.

  Ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli

  Bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce

  Bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp, derisi yüzülmemiş miydi?

  Derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı, yağından sabun

  Saçlarından sicim…”

  Bir şiirden daha saf ve edebi ne anlatırdı ki eziyet kokan, insanlığı aşağılayarak ölüleri bile tekrardan öldüren cinayet sahnelerini?1940’lı yılların o korkunç hallerini ancak sanatçılar; Nazım Hikmet kazıyabilir gelecek bütün kuşakların alınlarına; bir leke gibi... Onlar dizeleriyle, erdem yüklü sözcükleriyle kanayabilir nasıl tutmuş kapkalın, kapkara vicdanlar…

   Ya İsrail’in Filistinlilere uyguladığı insanlık dışı yöntemler? Daha kaç kez öldürülecek insanlık…

  SS mangaları öldürmeye bıkmadıkları gibi doymamışlardı da. Şair, öldükten sonra, başları olmadığı halde korkularından, hem de hayvanca korkularından dolayı sağa sola ateş etme sahnesini tekrar canlandırıyor; ölen ölü bedenlerin yaşarken bütün gülümsemeleri, yaşam ve yaşama sevinçleri hatırına…

  Sığındıkları sakin limanın ılık sabahında yanından geçtiğim küçük koy ve ölmüş oldukları halde ölümü, öldürülmeyi bekleyen iki mavnanın dramatik duruşu da bana böyle hissettirdi.

  Bir zamanlar capcanlı, suların üzerinde yüzen, yükler, umutlar, kazançlar, kurnazlıklar taşıyan iki mavna; tekrar yaşama dönmek, demir atomlarını tazelemek, yeniden bir başka geminin, aracın, binanın yükünü üstlenmek, yaşamın içinde olmak için öldürülmeyi; parçalanmayı bekliyorlardı…

 Geri dönüşüm, iki ölü mavna için, tekrar öldürülerek, eziyet çekerek tamamlanacaktı!

   Ya insanın, canlıların bu iki ölü mavnadan bir farkı var mı ki? Kim bilir hangi ölümlerin, tekrar tekrar öldürülen yaşayan, yaşamdan kopan, koparılan canlıların üzerinde filiz verdik…

    Bütün bunları bilmeden, hissetmeden bir de kendi kendimizin nefesini, kalp atışlarını, heyecanını öldürmeyi beceriyoruz ya, şaşarken ölüyoruz ya; ben buna şaşıyorum…

 Güven SERİN 

 

 

 

  





5 Aralık 2023 Salı

GANOSLAR: KARANLIĞI YARAN ŞAFAK TÜRKÜSÜ

 

Kamera Güven; Ganoslar-Işıklar Diyarı


Kamera; Güven


Kamera; Güven, Yunus Usta

Kamera; Güven

Kamera; Güven  Deniz ve Adalar

Kamera; Güven, Yunus Usta

            GANOSLAR: KARANLIĞI YARAN ŞAFAK TÜRKÜSÜ

  Ne zaman Ganoslar-Işıklar Dağları tarafına bir gezi kararı alsak, o gece bir başka heyecan yaşıyorum. Nedir Ganosların kendi sırrı derseniz; denizlere, Asya Kıtasına el uzatan, bildik bütün türkülerin, mitlerin, masalların ve gerçeklerin hakkını verecek diyarlar demek isterim.

   İç içe geçmiş tepeleri, vadileri, platoları olan, tıpkı masalların başlangıcındaki tekerleme gibi; “ Evvel zaman” içinde kalmamış, zamanları diğer zamanlara sürükleyen yerlerin diyarıdır demek isterim…

  Yunus Usta beni almaya geldiğinde sokak lambaları yağmurlardan sonra yaşanan arızalar nedeniyle sık sık kesildikleri gibi yine yanmıyorlar. Karanlık, kapkaranlık bir sokak… Sanırsınız dünyaya küsmüş Sinoplu bir genç, Nevzat Çelik türküsüne bu karanlıkların içinde başlayıp, her bir zaman dilimine sesleniyor;

 “Saçlarına yıldız düşmüş/Koparma anne ağlama/ Saçlarına yıldız düşmüş/Koparma anne ağlama”

   Öyle çıktık karanlık sokağın içinden, birkaç saat sonra aydınlık olacak Ganoslar diyarına. Muratlı Caddesi esnaflarından çayhane işleten bir kadın, nafakasını aramak için tam da bu saatlerde açmıştı çay kokan, insan kokan mekânını…

   Sırasıyla, Altınova, Barboros, Kumbağ derken çam kokuları içinde yükselmeye başladık yolun kavuşma isteklerine adanmış inançları içinde… Her yanı çam ve daha sonra kır kokuları sardı. Sıklıkla aracı durdurup kapıları açıp, karınlığın içinden gelen yaşam kokularını, hissedip dinledik. Bir yel esiyordu; batı rüzgârına çelme takmaya çalışan karayel misali…

   Ganoslarla tanışalı çok oldu. Gonoslar öyküsünü ilk kez Yeniköylü Selahattin Ayten’den dinledim. Keçileriyle tepelerden tepelere, kokulardan kokulara süzülüşlerini o zaman öğrendim. Sonra, Yunus Usta ile başlattığımız yolculuklar sinema yapıtları gibi kendi içinde evrim geçirdi. Şafak yürüyüşleri, gündüz kampları ve gece kampı olmak üzere üç ayrı bölüme dönüştü.

   Bu etkinlikte, şafak yürüyüşü ile gündüz kampı birleştirmeyi düşündük. Bu düşünceler içinde çıktık, bulutlu geceden güne süzülen şafak karanlığına. Yürüyeceğimiz yere geldik. Batı rüzgârı oynaşırken karayel ile sınayacaktı bizi acemi yürüyüşçüleri, dağcıları sınadıkları gibi.

   Giysimin yetersiz olduğunu anlar anlamaz, batı rüzgârına kendimi güldürmemek için hemen rüzgârlığı mı giydim. Beremi kulaklarımın üzerine indirdim. Ve arazi yollarının hayvan patikalarına dönüşmüş izlerinden ilerledik tepelerden tepelere doğru.

   Ardıçlar, masal kahramanları gibiydiler; gecenin içinde gece perileri gibi siluetleri belli belirsiz görünüyordu. Ardıç kuşlarına ne kadar teşekkür edilse, minnet duyulsa azdır; bu ağaçların tohumlarını buralara getirip tabiata birer sığınma yeri olarak ektikleri için. Toprağı erozyondan koruması, küçük hayvanlara en sert kış zamanlarında barınak olması eşsiz bir tabiat sevgisi…

  Sırasıyla eski çiftçilerden kalma ceviz ağaçların yanından geçtik. Gökyüzü bütün yıldızlarını saklamış, karanlığı daha karanlık yapmıştı. Tepelere çıktıkça yerleşim yerlerinin ışıklarını da gördük. Tekirdağ, Marmaraereğlisi, Silivri’ye kadar ulaşan insan alanları. Marmara Adası, Avşa ve karşı kıyılar da öyle… Gaziköy, Güzelköy, Hoşköy ve 150 yıla yaklaşan ışık kaynağı, denizcilerin dostu Hora Feneri; hepsi karanlığı yaran şafak türküleri gibiydiler…

   Her zaman olduğu gibi şafak, usul usul günün içine süzüldü. Gün, ışığın eşsiz büyüsüyle çağırdı Ganoslara ait bütün tepeleri. Öyle bir ışık oyunları vardı ki, usta işi fotoğrafçılar, ressamlar olmalıydı sıklıkla bulutların arasına saklanan güneşin oyunlarını tarihsel bir esere çevirmek için.

   Şafak yürüyüşü tamamlandıktan sonra denize yakın, uçurumların ürpertici güzelliklerine yakın bir yere gelip gündüz kampı hazırlıklarını yaptık. Yunus Usta, kamp için bütün hünerleriyle donatılmış, neredeyse doğuştan hünerli bir arkadaşım. Daha önceden geldikleri kamp alanına gidip gerekli malzemeleri taşıdık. İlk önce bizden önce gelmiş doğayı kirletmeyi marifet haline getirmiş İNSANCIKLARIN bıraktıkları pislikleri bir poşete topladık. En çok sigara paketleri, mendil, plastik bardak, su şişesi bırakmışlar, doğa ile iç içe geçtikleri, güya huzur bulmaya geldikleri yere, modern insanın kaba ve kirli elleriyle kirli atıklarını bırakmışlar…

   Keçi patikalarından uçurumların denize, denizin adalara ulaştığını izleye izleye yürüdüm. Fotoğraflar çekip, yaşamın içinde hiç de lüks olmayan şeylerin insana ve insanlığa ne kadar yakın olduğunu dinlenme alanlarında bir kez, bin kez daha düşünmeden edemedim.

  Keçi patikaları ve uçurumların yukarısındaki yamaçlarda, meşelikler-in, sandal ağaçlarının, ardıçların, pırnallıkların olduğu ağaçların içinde, ayrıcalıklı bir insanın sıradanlığı içinde vakit geçirip kamp alanına geri döndüğümde Yunus Ustanın her şeyi hazırlayıp son aşamaya geldiğine hiç şaşırmayarak şahit oldum.

   Sıcak bir çay yudumladık ilk önce. Zeus’un Olimpos Dağında bulunan koltuğu gibi taşlara oturup, uçsuz bucaksız evrenin köşeciğinde dağların, ormanların içinde, tam da kalbinde yine onlardan söz ettik…

   Önce bir saz sonra davulların ve sonra kemanların eşliğinde, Nevzat Çelik’in sözleri, Ahmet Kaya’nın ölümsüz yorumuyla şafağın içinden süzülen iki arkadaş, iki insan olarak tekrar türküleri dinledik, türkü tadında;

 “ Pir Sultan’ı düşün anne

  Şeyh Bedrettin’i

  Börklüceyi,

  İnsanları düşün anne”

 Güven SERİN 


  

 

  













1 Aralık 2023 Cuma

SÜNGÜSÜ DÜŞEN ERKEKLER

 



İnternet

                                             SÜNGÜSÜ DÜŞEN ERKEKLER

( Tamam Beyaaav )

   Erkekle kadının vazgeçilmez yolculuğu; yaşamın, evrimin var olma becerisi, çılgınlığı değil de nedir? Birbirlerinden ne kadar ayrı düşürse düşsünler, eninde sonunda bir araya gelmek zorundalar.

   Bugünlerde sıklıkla duyduğum bir sesleniş nedense hep erkekler tarafından haykırma biçimine dönüşüyor. Ama öyle kalın sesle, avazı çıktığı kadar değil; tatlı sert, bir yerde kurbağaları ürkütmeden yapılıyor farklı farklı erkekler tarafından;

 “ Tamam, beyaaav” seslenme biçimini, ses bilimciler ne isim verirler bilmiyorum. Anladığım bir şey varsa o da şudur; belli yaşı aşmış, artık yakınındaki kadına daha çok ihtiyacı olanların seslenme biçimi haline geliyor gibi…

  Bir anlık seslenişi, seslenen kişileri bilmediğin zaman tam olarak yorumlamak, yazıya dökmek zor zanaat! Ama seslenen kişileri biraz tanıyorsak, onlar hakkında bilgilere sahipsek, bu işin hangi tarafa evrimleştiğini de anlamak mümkün oluyor.

  “Tamam, beyaaav” sözcüğünü birkaç ay önce yakınında olduğum neredeyse kırk yıldır tanıdığım erkeğin kadınına seslenişinde duydum. Aralarındaki yaş farkı muhtemelen 20 yaş olduğu için, kadın daha dinç ve erkek, bir yerde kadınının desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyor. Niçin derseniz, artık seksen yaşlarında bir erkek…

  Bir konuda, aralarında çıkan tartışma sonucu kadının sesi yükselir yükselmez bizim eski şövalye; “ Tamam beyaaav” sözünü öyle bir teslimiyet içinde yaptı ki, bir kırıntı vicdanı olan bir kadın bile bu muhteşem özrü, süngüsü düşen şövalyeyi rakip olarak görmez, ona kalın ve yüksek sesle bir laf söyleyecekse vazgeçer. Tanıklık ettiğim kadın ve erkeğin konuşması da bu ölçüde, hep kadının önderliğinde sürüp gitti…

   Madalyonun diğer yüzüne gelecek olursak; erkeğin gençlik yıllarındaki seslenişini de hatırladım. Daha gür, daha yüksek sesle ve ; “ Bu ordunun komutanı benim” diye her seferinde gürler, son sözü söylemenin muhteşem hissiyatı içinde kıraathaneye erkekler diyarına, erkek aslan yeleleri azameti içinde giderdi.

   Ya şimdi? Dönüşüm böyle bir şey? Elden ayaktan, kısacası bedenin dermanı azalınca; süngüyü düşürmek bir yana, seslenişin o muhteşem zarafeti, aynı zamanda görünürde erkek gururunu da kurtarma becerisini hiç olmazsa yaz yağmuru gibi bir anlığına; “ Tamam; sen haklısın, sen bilirsin” derken bile “Tamam” sözcüğündeki kabul edişte gizli. “Son kararı yine ben verdim” deme hüneri yine süngüsü düşen erkek tarafından harika bir icat gibi günü ve seslerin yükseldiği sohbeti ; “ Yumuşacık, barışçıl” hale getirir.

  En son bir başka erkeğin barışçıl seslenişini tıpkı yukarıda anlattığım erkeğin ses tonu ve seslenişi içinde; “ Tamam beyaaav” derken duydum. Tebessüm edişim süngüsü düşen erkeğe acıdığım için değil; bir yerde geri çekilme, uzlaşma biçimi yarattıkları için…

   Tintinpınar Caddesi üzerinde yürürken duydum bu seslenişi. Başımı kaldırdığımda balkondaki “Tamam beyaaav” diyen erkeği gördüm.

    Onun da yaşı seksene yaklaşmış, fazla titiz bir karakterin uysal hallere dönüştüğünü, onun arkasında daha genç, daha güçlü duran kadının galibiyet sevincini hak etmiş bir duruş içinde;

“ Artık söz bende, sen söyleneni yap, fazla sorun çıkarma” nezaketini anlatan dimdik hal; sosyolojik bir duruşun, dengenin da anlatma, gösteri biçimiydi…

   Ne desek azdır;, sosyolojik, ailesel olgular adına. Bir kucak edebiyat, birkaç yudum sosyoloji, bir tutam felsefe, birazcık da tiyatro sanatı kim bilir hangi seslenişleri henüz vakit varken kısmaya, yok etmeye, hatta kendimizi yeniden var etmeye yarayacaktı…

   Pişmemiş tarafta kalmak zor ve kaba bir iş! Eninde sonunda en kabadayı aslanın bile yeleleri dökülüyor, hatta pençeleri körleşiyor. Uçsuz bucaksız kas gücü, para gücü bir yere kadar koruyor, toplumsal yaşamı her daim süngüyle idare eden kişiyi.

  Pişmek, kâmil olmak; Âşık Veysel, Yunus, Pir Sultan, Mevlana seslenişlerini de biraz anlamak değil midir?

   Güven SERİN