29 Kasım 2011 Salı

BÜYÜLÜ BİR GÜN

Kamera; Güven- Martılar ve Büyülü Bir Gün
Sıradan bir gün daha sıradışı bir gün olabilir!
Aradaki incecik perdeyi kaldırıp, o günü;bize ait
o günü yaşamak yine soylu insanoğlunun
elindedir.

Kamera; Güven  Kız Kulesi
İstanbul düşününce bir çok şeyi düşünebilir
düşleye bilirsiniz; ama illah ki Kız Kulesi;
İstanbul'un Panoraması içinde olacak; illah!


Kamera; Güven    Küçük Yelkenli
Moda sahilinden açılan yelkenlinin sisler
içinde kaybolan kahramanlarına kulak
verseydik; coşkularını,günü, denizi, martıları ve uçsuz
bucaksız evreni anlamaya çalışarak geçirdiklerini de
görebilir, duyabilirdik...


Kamera; Güven Burgazada
Ada,deniz ve mimari; el ele, koyun koyuna...


Kamera;Güven Burgazada-Beslenme Saati

Abidin, bana mutluluğun resmini yapar mısın?
Hepemizin ressam, şair arkadaşı olmaya bilir.
Ama, mutluluğun resmini bizim için yapacak o kadar çok
canlı var ki; bir ada günü, martı, güvercin beslemesi.
Kedi, köpek sevgisini hissederek yaşamak...
Yetiştirdiğimiz çiçekler...


Kamera; Güven Burgazada ve Köpekler

Köpeklerde, kedilerde oldukça bakımlı ve besili.
Burada,insanda olması gereken, insanın hayvanlar
ve tabiat ile uyumlu yaşadığı bir şeyler var...


Kamera; Güven- Ayios İoanis Rum Ortodoks
Burgazada'ya o kadar güzel yakışıyor ki
o kadar olur. Taş ve toprak insan zekası ile bu kadar
güzel bir gösteri yapar insana.


Kamera; Güven  Ayios İoanis Rum Ortodoks Kilisesi



Kamera; Güven  Burgazada
En güzeli, en ilginci ; sokak ve caddelerde
araçların olmayışı... Tanrım, insana ne büyük bir hediye!
Sokakların ve adanın tenahlığını fırsat bilen at ve
atı gören Özgün; dost olmaya çalıştı. Ama
at da temkinli, bu durumu izleyen Doğa Irmak da. :))


Kamera; Güven  Burgazada
Boş sokaklar, kış uykusuna çekilmiş evler...


Kamera; Güven Burgazada-İstanbul
Bu yerde, kilise de, cami de, çevredeki evlerde
çevrenin büyülü ortamına ayak uydurmuşlar.
Her şey bir tablo gibi; içinizdeki küçük dereleri
umutlandırıp, ırmağın; büyük suyun sesini
duymanızı sağlıyorlar...


Kamera; Güven   Burgazada- Yaşlı Bilge
Bu evi görünce yaşlı dostum bilge kişiyi
görmüş gibi oldum.
İnsan denen canlı bizi şaşırtmaya devam
edecek; ürettikleriyle, eserleriyle, vahşetleriyle...


Kamera; Güven Burgazada

Acaba, karamsarlığın hoyrat ellerine
teslim olmuşlar, lanet ile andıkları insanlığın
eserlerini ve bizim dostumuz olan tabiatı görecek
bir tek büyülü günleri olsa; asıl zenginliği başka
yerde aramaya başlamazlar mı?


Kamera; Güven  Burgazada
Ormanın bittiği yerdeki deniz ile kayalara
her zaman imrenerek baktım. Saygı duyuyorum
tenahlığın, duruluğun olduğu bu yerde
sevişen deniz ve kayalara. Orman ve
martılar bu sevişmeye muhteşem bir iç
çekişle bakıyor.


Kamera; Güven  Burgazada ve Doğa Irmak
Küçük ılgın ağacının yanında mutlu bir çocuk!
Arka fonda nice çığlığa tanıkık etmiş
ahşap bir ev. Tanıklık ettiği çığlıklar,
yaşam adına çıkarılan canlıların
mutluluk çığlıkları...


Kamera; Özgün   Burgazada
Evrenin muhteşem dünyasında şaşkın bir insan...
Büyük çığlıkları duyar ve yaşarken; her
zaman inandığı bir şey var; bu dünyayı sevmek
için çok sebep var...









26 Kasım 2011 Cumartesi

ÇELİŞKİLİ PİŞMANLIKLAR

Kamera; Güven   Tekirdağ Limanı
Gün sona eriyor,başka geceleri aydınlatmak
adına. Döngü devam ediyor; yaşam ve
ölümlerin yepyeni hikayelerini yazmak
hatırına.

Kamera; Güven 
Şehr-i Sanart Galerisi-TEKİRA
Bütçelerimizi neler için yapmadık ki;
baş döndürücü kokular, pırıldayan
arabalar, göz alıcı evler...
Beş yılda bir resim almış olsak,
evlerimizin içindeki nesnelerin
en güzelleri birikirdi biz yaşlanmanın
keyfini sürerken; bize dostluk
etmenin şükran duygularını
sunardı; sanatçının eli değmiş
sanat eserleri.


ÇELİŞKİLİ PİŞMANLIKLAR



 Bu diyarda hiç bitmeyecek gibi yapılan seslenişler; keşki gelmeseydik, gitmeseydik; kandırdılar bizi… Ardı arkası kesilmeyen ve hiçbir yok oluşta, yok edişte kendi imzamızın olmadığı yaşam kararları…

 Doğal Gaz Faturamı yatırmak için bankalar arası epey dolaştım. Kalabalıklar insan nefesleri ve klimaların destekleriyle onurlandırmışlar. Bankaların kart uygulaması yüzünden; akıllarınca kendi müşterilerine verdikleri kartlara öncelik vermek istemelerinden dolayı soylu bir perişanlık yaşadım.

 Bunu bile bile lades derler; Akbank’ın müşteri kayırma politikasını bilmeme rağmen sinemalar sokağındaki şubesine girdim. Önümde bir kişi vardı nasıl olsa! Tanrım, o bir kişiler hiç bitmedi. Gelen her müşteri, kart ile numara aldığı için ve bu bankanın adalet ve hak denen anlayışı olmadığı için yarım saat beklememe rağmen sıra bana gelmedi. Gelmeyecekti de; gelen kart ile geliyordu. Ayrıcalık gösterilecek bir kartım yoktu ve ben arkama bile bakmadan adaletin olmadığı bu bankadan çıktım gittim.

 Bir başka bankadayım. Orası da oldukça kalabalık ve insanlar birbirine deyecek kadar yakın. Oturma yerleri çoktan dolmuş. Ve ben ayaktayım. Önüm, arkam, yanım insan dolu. Hizmet almak isteyen, faturasını ödemeye gelen insanlar…

 Bu banka da çağın gereği, uygarlaşma hatırına kartlı müşterilerine öncelik veriyor ama kısıtlı bir öncelik. İki kart müşterisi alırsa, bir de dışarıdan kartsız fiş almış müşteriye hizmet veriyor. İnsan diğer çelişkili hizmetleri görünce burada bir oh be çekiyor; oh be, adalet, hak daha ölmemiş…

 Bankaların kalabalık oluşunu fırsata çeviren ve bu işten karlı çıkan insanlar her zaman vardır. Yanımdaki iki beyefendi de bu işi güzel bir sohbete çevirmişler. İkisi de dertli mi dertli! İkisi de Almanya’dan gelmişler. Emekli olmuşlar ve bu emeklilik yıllarını Türkiye’de geçirmeye karar vermişler.

 Almanya’ya giderken çoğu işçimiz bilinmeyene; gurbetin disiplinli, düzenli ve Müslüman olmayan diyarına gidişlerinin heyecanlı korkularını yaşamışlardı. Sonra, büyük dönüşüm başladı; Mercedes arabalara binenler izinlerini geçirmek için ülkelerine koştular. Yakınlarına renkli kutular içinde gösterişli hediyeler tüm Almancı yakınlarını mutlu etmeye yetiyordu. İkinci el ayakkabılar, gömlekler de kapış kapış satılıyordu.

 Almanya’ya giden insanlarımızın büyük çoğunluğu kırsal kesimin mahcup delikanlılarıydı. Gelenekleri, görenekleri, öncelikleri ve büyük gururları vardı. Alman disiplini ve düzeni hepsini törpüleyip tornalardan geçirdi. Yeteneklerine göre hak eden en iyisini kazanıp en özgürce, en göz alıcı anıları üst üste koyarak yaşadı ve yaşlandı.

Kırk yıl durup da bir arpa boyu yol alamayanlar olsa da, büyük çoğunluk yeni yepyeni filizler verdi.

 Şimdi bankada çok yakınımda duran iki beyefendi de yaşamlarının yarısını Almanya’da geçirdikleri halde ülkelerine dönmüşlerdi. Ama görünüşe göre ikisi de pişmandı. Çelişkili bir pişmanlık yaşıyorlardı.

 Neredeyse gözlerini örtecek kadar aşağı indirdiği şapkası ve bir haftalık sakalı ile konuşan beyefendi; “ buraya geldik ama pişman olduk. Ne altyapı var, ne de düzen. Bir yerde işimiz olunca kılı kırk yarıyorlar; adamını bulmayınca hiçbir iş yaptıramazsın. Rüşvet kol geziyor.”

 Gözlerini örtecek kadar şapkasını indirmiş beyefendi ne derse diğeri mutlu bir şekilde onaylıyordu. Burada, bu şehirde Almanya’da gördükleri düzeni, disiplini ve hizmeti bulamışlar. Ey gidi günler ey; Almanya’da olacak da bu işler böyle gidecek ah, anında cezayı yersin! İnşaat düzeninden tutun da, trafik düzenine kadar her şey insanı insanca yaşatmak için oluşturulmuş.

 İki,emekli Alman işçisi neredeyse hiç susmamak üzere ve konuştuklarını tüm bankaya dinleterek ağıt yaktılar. Şapkalı olan söz ve bakışında tam bir hayal kırıklığı yaşarken, onu dinleyen kır saçlı olan beyefendi ise, sanki komik bir olayı dinleyip mutlu olup gülecekmiş gibi yapıp başı ile sürekli onaylıyordu. Buradaki olayları, yaşamının aksayan taraflarını, memurlardan gördükleri yanlışlıkları; ardı ardına ama bir komedi filmi izlercesine sürekli keyifli bir sırıtma içinde yaptı durdu.

 İnsan denen canlı; Eşrefi Mahlûkattır! Bu şerefli canlı, sadece gün görmesi, düzen ve disiplin görmesi aynı zamanda para kazanması ile mutluluğa erişemiyor; aynı zamanda uzağı gören, olayları sıralayıp; yokluğu ve varlığı bilen birisi de olması gerekiyor. Yoksa edindiği ve uğrunda tüm yaşamını harcadığı zenginlikleri; çelişkili pişmanlıklarla geçiriyor.

 Yaşamın en son anları; salatanın yağlı ve sirkeli suyu gibidir; tok olsan bile aç bir canlı gibi ekmeğini büyük bir iştah ile bandırmak istersiniz. Öyleyse insan denen eşrefi mahlûkat, sadece para kazanmak, başkalarını alkışlamak yerine yaşamında önem oluşturacak kararların arkasında onurlu bir şekilde durup yaşamın son anını ekmeğini bandırarak büyük bir iştah ile tüketmeli…

 Güven Serin

19 Kasım 2011 Cumartesi

KÖPEK

Kamera; Güven- Bozcaada-Çanakkale
Merhaba güneş, merhaba gün-gece...
Merhaba ot,çimen, taş, toprak...
Merhaba insan,böcek, kuş ve köpek; merhaba...

KÖPEK



 Bir sokak köpeği, tüyleri boz mu, sarı mı anlayamadım! Çünkü akşam karanlığı çöküyordu şehrimin üstüne.

Karanlık bir süre sonra tüm renkleri yutacak; renksizliğin imparatorluğu başlayacak; şafak vaktine kadar…

 Sokak köpeğinden korkan iki genç kız önce geri çekildiler. Yeniden yapılmakta olan, asfaltı sökülmüş caddenin toprak yolunda kızlara aldırış etmeden dolaşan çöken akşam karanlığı sayesinde rengini kaybetmiş sokak köpeği kızları korkuttuğunun farkında bile değildi. Kızlar da köpeğin; köpek davranışlarının farkında değildiler. Belli ki uygarlığın boy yığınaklı şehirlerinde köpek denen canlıdan besleyememişler…

 Sadece çöpleri karıştıran, insanların pisliklerinden yola dökülen artıkları temizleyen haylaz köpekten iki genç kız korkmuştu korkmasına ama: “korku” insanın önemli bir silahıdır. Aslında tüm canlıların ortak silahıdır korku.

 Hiçbir hayvan laf olsun diye diğer canlıya zarar vermez. Ya bölgesini korumak için saldırır, ya da ölmemek; yani öldürmesen ölürsün hislerine karşı koyamadığı için tanrısal görevi yapmak adına harekete geçer. Fakat tüm hayvanlar insana karşı; “ Mesafe Hak Getire” felsefesine uygun davranır.

 İki genç kız köpeği görünce biraz geri çekilip, biraz da yan çizip, onlara göre var olan ısırılma tehlikesini gülüşerek yok ettiler. Şimdilik, korkuları sayesinde hiçbir saldırı belirtisi olmayan köpekten kurtulmuşlardı; onlara göre. Ama hayatın diğer saldırıları, o haylaz, o masum köpek gibi olmayacak hiçbir zaman…

 Kızlar, uygarlık adına yapılan şehirleri hayvanları da düşünerek hayvan barınma yerleri ve hayvan besleme imkânları çoğaltılsaydı muhtemelen hayvan davranışını da bileceklerdi. Saldırıya geçecek köpeğin önce kulakların dikileceğini, sonra son bir uyarı için dişlerini gösterip hırlayacağını da görüp bileceklerdi.

 Aynı köpeğe kızlardan sonra iki genç erkek rastladı. Erkeklerin korkusu olsa da kızlar gibi yana çekilmediler. Belki de kuyruğu yere deyecek kadar sarkmış köpeğin iki büklüm halinden zararsız olduğunu anlamışlardı. Erkek çocuğun birisi önce ayağını yere vurdu köpek korkup kaçsın diye. Ama rengini bir türlü anlayamadığım sokak köpeği oralı bile olmadı. Korkuyu, korkusuzluğa çevirmiş erkek çocuğu bu sefer yere daha sert vurdu. Hatta ayakkabısını yerde bulunan çakıllar ve toprak parçaları ile birlikte ileriye; köpeğe doğru savurdu. Bu garip ve gereksiz gürültüyü duyan köpek; her hayvanın yaptığı gibi önce kaçtı; korkunun kurtulmaya giden önlemini aldı. Ama köpek, belli ki bu tür saldırılara, bu tür serseriliklere alışıktı; 4–5 metre öte gittikten sonra yine aynı hantal yürüyüşü ile az ilerideki çöplüğe; yeni keşiflere doğru ilerledi.

 Genç erkek, korkusuzluğu sayesinde köpeği korkutup kaçırdı diye çok sevindi. Sanırım o an, korkunun ne kadar gerekli olduğunu da irdelemedi! Çünkü korkutmak ve erkek arkadaşına korkusuzluğunu kanıtlama peşindeydi. Zaten bu korkusuz gösteri adına arkadaşına seslendi;

“ NASIL TIRSTI AMA!”

 Kazanan kim di? Korkutan, korkusuzluğu için övünen dengesiz erkek çocuğu mu? Yaşama dört ayakları ile sarılmış ve hiçbir zararı olmayan, dökülen soylu çöplerimizi temizleyen köpek mi? Elbette köpek…

 Hor görülen bu sokak köpeği hiçbir kimseye ait değildir. Özgürlüğü insandan çok ötedir. Canı hangi çöplüğü karıştırmak isterse o çöplüğe gider. Canı hangi parkta yuvarlanmak isterse orada yuvarlanır. Çiftleşmek için küçük bir köpeğe tecavüz edip öldürmez de! Para ile hiçbir zaman işi olmaz. Para denen insan icadı için diğer köpekleri öldürmeyi hiçbir zaman düşünmedi düşünemez…

 Adını bile bilmediğim, rengini bile tam çözemediğim köpeğe acımak yerine imrendim. Onun için ağaların, paşaların, beylerin yasaları hiç de önemli değildi. Onun yasaları tabiatın yasalarıydı. Taksit ödeme, kredi kartı ölümcül alışkanlığına bulaşma; aynı zamanda bulaştırılma gibi şansızlığı da yoktu. Aynı zamanda bu köpek insan gibi hem onurlu, hem gururlu, hem de acımasız, merhametsiz değildi. Bu köpek, hem soylu, hem de soysuz da değildi. Sadece canlı olmanın doğal telaşı ile kendi yorgun bedenini gezintiye çıkarmıştı; o kadar…

 Köpekler, insanların eski dostlarıdırlar. Eski dostları diyorum çünkü insanın en büyük özelliği eski dostlukları unutmaktır. Nedeni çok basitti; artık onlara ihtiyacı kalmamıştır. Karanlığın düşmanlarını korkutacak, ürünlerine gelecek saldırıyı önleyecek, beklenmeyen kötülüklere karşı uyarı avlaması yapacak köpeklerin bu gelişme çağında insana bir faydası olmayacaksa; onlar yok sayılacaktır. Ve ne hazindir ki istisnalar hariç; bu güzel hayvanlar vefasızlığın en fazla olduğu bu zamanda bile sessizce ve erdemli bir kabul ediş içinde bizlerin karmaşık ve zavallı hayatlarına iyi niyetle uyum sağlamaya çalışıyorlar.

 İnsan, insanlık adına bir gün çevresinde bulunan tüm canlıları tükettiği için ve körleşmiş gözleri açıldığı zaman; belki de tekrar gördüğü zamana ağlayacaktır…

 Güven Serin















16 Kasım 2011 Çarşamba

BEN BEKÇİ MURTAZA

Şimdi spor zamanı; yavaş yavaş; sonra soylu
sakatlıklar yaşanabilir.
Görmüşüm kurs,almışım amirlerimden sıkı bir ders:))

BEN, BEKÇİ MURTAZA



 Bazen insan kendi insanlığından sıkılır, yılan gibi deri değiştirmek ister. Günlük hayat artık bizi sıkıyor; ne televizyonlar, ne de bilgisayarlar yeterince eğlendirip bilgilendiriyor bizi. Medyanın, bilgisayar denen teknolojinin vazgeçilmezliğini de biliyorum. Ama hepsi bir yere kadar! Bir yerden sonra insanın doğal beslenme ihtiyacı başlar. Toprağa yalınayak basmalı, suya girip serinliğin keyfini sürmeli, ormanın hışırtısını, kuşların seslerini kendi kulakları ile kendi doğalarında dinleyip görmeli…

 İnsan doğanın parçasıdır. Parçası olduğu içinde doğadan ve doğallıktan uzaklaşmaya başladığı anda acı çekmeye başlar. İşte asıl sıkıntı da buradadır; sonsuz gibi görünen seçeneklerin eğlenceleri, insanı mutlu etmemeye, varlığının bedenini huzur içinde bırakmamaya başlar.

 Doğal yaşamın pislikleri yoktur. Rezillikleri de… Söz, doğallıktan doğal yaşamın saflığından açılınca aklıma halkın içinde yaşamış, doğal ilişkileri kendi doğallığında inceleyip kaleme almış Orhan Kemal geliyor. Orhan Kemal’in kendi zekâsı ile var ettiği Murtaza karakteri de böyle doğal ortamların doğallığı içinde doğmuştur.

Doğal hayatın usta kalemi Orhan Kemal, sanat için şöyle sesleniyor;

“ Sanatın, genel olarak sanatın ödevi, herhangi bir olayı düpedüz anlatıp seyircileri, okuyucuları, dinleyicileri heyecandan heyecana sürükleyip ağlatmak ya da güldürmekten ibaret olmamalı, düşündürmeli de…”

 Güne, akıp giden ışıkların altında başladım. Caddede ilerlerken gördüğüm olay; bana Orhan Kemal’in Murtaza isimli bekçi karakterini hatırlattı. Murtaza saflığın, halkın kendisi olan Murtaza’yı hatırlayınca ister istemez gülümsedim. Murtaza, gülümsettiği kadar düşündürüyor da insanı!

 Bekçi Murtaza’yı hatırlamama neden olan olay de ayrı bir Murtaza olayı! Bu seferki karakter capcanlı ve benim hayatımda yaşandı. Temizlik işçisi olan Murtaza’da bekçi Murtaza gibi görevini şaşmaz bir şekilde yapıyor; Kolordu Caddesini temizliyordu. Caddede ki trafik oldukça sıkışmış, ilerlemiyordu. Aşağı inen bayan sürücünün önüne, ters yönden gelen yukarı çıkmak isteyen üç tane araç, korna çalarak kadın sürücüyü uyarıyorlardı. Kadın şoför beş metre geriye, sola yanaşsa sorun çözülecek. Sanırım cadde hafif yokuş olduğu için kadın şoför zorlanıyordu. Aynı zamanda biraz acemiydi de!

 Temizlik görevini yapan Murtaza trafiğin sıkıştığını fark eder etmez, süpürgesi elinde kadın şoföre sert bir seslenişle yardımcı olmaya çalıştı. Arabayı döndür biraz, döndür, döndür, derken şoföre meseleyi anlatmak için kendi de döner gibi yapıyordu. Kadın şoför Murtaza’nın söylemek istediğinden bir şey anlamadığı kesin! Çünkü ne söylediğini Murtaza da anlamıyordu. Ama sorunu çözecek kararlılığa girişmişti bir kez. Çünkü Orhan Kemal’in bekçi karakterindeki Murtaza gibi:

görmüş kurs, almış amirlerinden sıkı bir ders”

 Kadın şoför soğukkanlılığını kaybetseydi, mesafe de uzun olsaydı trafik kilitlenecekti. Ama birkaç metre geri gidebildi. Diğer araçların şoförleri onun önünden geçerken küçümser gözle, küstah bakışlar fırlatarak ilerlediler. Bu durumda temizlik işçisi Murtaza da kayıtsız kalamazdı; o da çok kızmıştı bayan şoföre. Kızgınlığını belli etmek için çevrede bulunan ve bu olayı sadece seyreden esnafın duyabileceği bir şekilde;

“ Bu karılara kim veriyor bu arabaları?” temizlik işçisi Murtaza söyleyeceğini söylemiş, kılı kırk yaran titizliği ile caddeyi temizlemeye başladı. Olan olmuş, onun da fermanı bu âlemde duyulmuştu; “karılara araba verilmemeliydi!” Murtaza böyle düşünüp, böyle istemişti.

Sonra temizlik işçisi Murtaza’yı orada bırakıp, kafamın içindeki bekçi Murtaza ile yürümeye başladım. Yaşar Kemal, Orhan Kemal’in Murtaza tiplemesi için şöyle söylemişti;

Murtaza bizim edebiyatımızın her yönüyle bütün çelişkileriyle, iç ve dış çelişkileriyle insan olabilmiş, belki de tek tipidir. Murtaza, halkın bir adamıdır. Koşulların, geleneklerin yabancılaştırdığı bir tiptir. Burada Murtaza’nın hiçbir suçu yoktur kişi olarak. Dünyamız Murtaza’larla doludur. Murtaza’lar olmasaydı bu pis dünya, bu pis koşullar böylesine sürüp gidemezdi. Murtaza kendinin düşmanıdır.”

Yaşar Kemal’in Murtaza için söyledikleri susunca; bekçi Murtaza seslendi yine;

Ben bekçi Murtaza; gördüm kurs, aldım amirlerimden çok sıkı ders.”

 Bu dünya Murtaza’larla dolu diyor Yaşar Kemal. İyi ki de dolu. Yoksa nasıl çekilirdi bize bindirilen, giydirilen bu korkunç yüklerin, elbiselerin ağırlıkları…

 Güven Serin

14 Kasım 2011 Pazartesi

ÇÜNKÜ SEN ONA İHANET ETMEDİN

Kamera; Güven    ANTALYA
Savurur zaman seni kendini bir yaprak
kadar hafif hissedersen.
Dokunmaz bazen sana zaman; bir taş sessizliğinde
ve inanmışlığında olursan eğer...

Kamera; Güven    Kaleiçi-Antalya
Kokular kokular; yasemin kokuları
Büyüleyici ve aradığın zamanın soylu kokuları; sizi
sizden alıp tekrar size verirler...

ÇÜNKÜ SEN ONA İHANET ETMEDİN


“Sana ihanet edemeyecek olan hayattan hiç kimse korkmaz. Çünkü sen ona ihanet etmedin.”

 1970 doğumlu ve Hırvatistan Yazarlar Birliği üyesi olan şair böyle sesleniyor şiirinde. Sanırım hayatı bu güzel hayatı huzur içinde geçirmek isteyen birçok insanın arayacağı yer de kendince korkmayacağı, korkutulmayacağı bir hayattır!

 Her yüzyılda Kurban Törenleri otoritenin keskin kılıca benzeyen elleriyle yapılmıştır. Her yüzyılın öncüleri fikir, düşünce insanları olmuştur. Teknoloji istediği mertebeye gelsin; istediği kadar hızlı koşsun, göz alsın; fikir ve düşünce; insanın asla vazgeçemeyeceği bir insani gerçektir. Edebiyatta insan denen canlının fikirlerinden, hayallerinden doğmuş ve dünyaya armağan edilmiş en güzel gerçeklerden bir tanesidir.

 Edebiyatın içinde şiir de var, hikâye de, roman da… Hâla Hırvatistan’da yaşayan şair Erivin Jahıc insanın ölümlü insanın ölümsüz fikirlerini dizelere ve sonra da insanlığa armağan ediyor. Şiirleri İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Rusça, Bulgarca, Slovenceye çevrilmiştir. Üretken ve hümanizme inanmış şair insanlığa hayatı kendi hayatını sevgi ile büyütenlere hiç durmadan seslenmiş. Bir seslenişinde şöyle diyor;

“ Denizin bizimle işbirliği yapıp yapmadığını/Yeryüzünün nallarımız altında aşktan titreyip titremediğini/ Güneşin günahlarımız için oruç tutup tutmadığını/Arpının içinde müzik hakkında bilmemiz gereken her şeyin olduğunu/Bir nefeste/Mutsuz, yurtsuz ve bölünmüş ölürken biz/Bizi sonsuz seven bir varlığın olup olmadığını merak ediyorum.

Şairi en çok mutlu eden şey; şiirinin yükselişiymiş. Yükselen bir başka şiirinde bir başka şekilde sesleniyor bize;

 “ Kozmik çölün soğuk kumlarının hışırtısında/ Bazı gizli manalar örümceklerin gizem ördüğü şeffaf mağaralarda saklı/ Sana ihanet etmeyecek olan hayattan hiç kimse korkmaz/ Çünkü sen ona ihanet etmedin.”

 Hayatı anlamakta zorluk çeken her insan kendini de anlamayacak ve hayatın içinde anlamlı bir yere konmamış bir hayat; sürekli ihanet korkuları ve kuşkuları ile yaşayacaktır. Şairin ve nice filozofun, yazarın-çizerin anlatmak istediği gerçek bu değil mi? Hayatı sevmiş ve o sevdiği hayatta severek yapılan her iş kendi yüceliğini, kendi sonsuzluğunu ölüme rağmen oluşturup ümit, heyecan dağıtmaz mı?

 Fikirleri, düşünceleri olan her insan, mutlu yolculuğunda dostu olan şairleri, yazarları ve erdemli halk insanlarını yanında görmek ister. Bu insanlar halkın her tabakasında, herhangi bir mertebesinde olabilirler; faydalı ve erdemli yaşamak; bir koyun sürüsüne önderlik yapan çoban tarafından da, bir dizeyi milyarlık hücrelerinin imbiğinden çıkaran bir şairin anlatımı ile de başarıla bilinir.

 Bir başka düşünce insanı Celal Üster’de Nobel Edebiyat Ödülünün neden Tolstoy’a verilmediği üzerinedir. Fikirler bilgiler ile beslendikçe başka fikirleri ortaya çıkarıyor. Ve insan denen canlının hiçbir zaman doymayacağı güzel düşünceler, su kadar, ekmek kadar önemli bir ihtiyaç haline geliyor.

 Nobel Edebiyat Ödülünün ilk töreni 1901 yılında yapılmıştır. İlk Nobel’in en güçlü adayı olan Tolstoy’un Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi başyapıtları olmasına rağmen ve edebiyat çevrelerinin büyük çoğunluğu ödülün Tolstoy’a verilmesini bekliyorken ödül verilmemiştir. 1901 yılında kilise tarafında aforoz edilmişti.

 Bu aforoz ediliş, bir fikir adamı için, hayatını yazılara ve insanların eşitliğine adamış bir yazar için ne ilk, ne de son olacaktır. O gün: 1901 yılında ilk kez verilen Nobel Edebiyat Ödülü Kilisenin aforozu sayesinde Tolstoy’a verilmemiştir. Tolstoy’un yerine Prudhomme isimli Fransız edebiyatçıya verilmiştir. Bugün Fransız edebiyatı uzmanları dışında hiç kimsenin tanımadığı bir şair! Ya Tolstoy?

 Ödülün açıklamasından bir süre sonra Tolstoy’a onlarca mektup almıştır. Mektupları yollayanlar, İsveçli yazar ve sanatçılardır. Mektuplarda bu ödülü; Nobel Edebiyat Ödülünü verenlerin, bilgisiz, taraflı ve kamuoyunu temsil etmedikleri yazıyordu. Şu fikirde birleşiyorlardı;

“ Herkes bilmelidir ki, gerçek sanat, düşünce özgürlüğü ve yaratıcılığa dayanan sanattır…”

Tolstoy ise edebiyat çevreleri tarafından yollanan bunca mektup ve görüşler karşısında bir mektup kaleme alır;

Değerli dostlar, Nobel Ödülü’nün bana verilmediğini öğrenince ne kadar sevindim bilemezsiniz. Her şeyden önce, o parayı nasıl kullanacağımı bilmeyecektim. Böyle bir dertten kurtulmuş oldum. Hiç kuşkum yok, bu ödül parası her türlü para gibi, olsa olsa kötülük getirebilir. İkincisi hiç tanımadığım insanlardan bu kadar övgü ve destek görmek beni onurlandırdı… Lütfen en içten şükranlarımı kabul edin.”

 Düşünce insanları böyledir işte; hayatın içini bir sürü heyecan ve fikirle doldururlar. Yaratıcılığın sonu yoktur. İnsan da sonsuza uzanan evrenin bir parçası, çok önemli bir parçası olduğu için içinde taşıdığı sevgiyi, bilgiyi, görgüyü yaratıcılıkla daha çoğaltır ve hiç bitmeyen ümitleri yeşertirler.

 Hayata, hayatın bir parçası olan tabiata ihanet etmediğimiz sürece hayatın hiçbir aşamasından korkmayacağımız kesindir. Bazen güneş bulutlar arasına gizlenecek, bazen ışığımız kasten kesilecek. Suyumuza ve ekmeğimize göz diken doyumsuz olan doymak bilmeyen kan içiciler hep olacak. Asıl olan bizlerin nerede olduğudur; hayatın içinde ve ihanet etmediğimiz bir hayatta ihaneti beklemeden üreterek; her tükettiğimizi şükranla bir başka üretimle tekrar var ederek…

 Güven Serin

12 Kasım 2011 Cumartesi

ÖNCE SAĞLIK

Kamera; Güven    Alanya-Antalya
Güne merhaba; kuma, denize,çocuklara
yansımış coşkuya merhaba...

Kamera; Güven  Kemer-Antalya
Deniz ve kum güneş ile birlikte anlamlı
bir davetiye çıkarıyor insana. İnsan
yavrusu her şeyden habersiz; herşeyi
tamamlayan ve anlam yakıştıran insan,
ne hazindir ki her anlamlı şeyi de yok
ediyor...

ÖNCE SAĞLIK



 Önce sağlık ama nasıl? Almadan kim verir? Verse verse analarımız ve babalarımız verir; ama onlarda da verecek bir şey kalmadı! Vermenin de sonunun olmadığı hâla anlaşılmadıysa varsın bir yüzyıl daha geçsin; nasıl olsa: “bir şey olmaz” kültürünün inanmış savunucularıyız bizler.

 Önce sağlık ama nasıl? Yetmeyen doktor bir türlü bulunamayan yataklarla mı? İlaç bollaştı çok şükür! Ama aynı zamanda dışa bağımlı olmak da muhteşem rakamlara ulaştı. Üretme tüket felsefesi neredeyse en çok tercih edilen bir felsefe. Az sayıda üreten, mutlu olanların da çevreleri o kadar zavallı ki gel de mutluluktan utanıyorum deme!

 Önce sağlık ama nasıl? Daha öğretimi yeterli düzeye çıkarıp öğretmen açığını kapatmamışken üniversite fışkırıyor her yerden. Ya doktor! Ya yeterli hastane ve ameliyathane! Maalesef üç-dört ay sonraya gün alırsın güngörmüş hastane yöneticilerinden. Deneyin görün bakalım! O kadar da olsun canım, diyorsunuz; elbette olsun; boş olan özel hastaneler de dolsun değil mi? Elbette dolsun ama insanı ve insanın geleceğini oluşturan ekonomileri de alt-üst olmadan olsun.

 Günün ilk ışıkları ile birlikte bende Devlet Hastanesine gittim. Manzara her zamanki gibi; neredeyse kör karanlıkta gelen insanlar yine insan yığını oluşturmuşlar. Eskiten saman-ot yığınları vardı; şimdi insan yığınları. Neden? Çünkü çok hızlı şehirleştik, köylülük o kadar kötü algılandı ki Mustafa Kemal’in “köylü milletin efendisidir.” Sözü bile köylü vatandaşlarımızı bir türlü ikna edemedi. Kaçış, büyük oldu. Şehirler hızla kenar mahalle, gecekonduya benzer yapılarla doldu taştı.

 Hastaneye gelmiş insanlar sıra diye oluşturdukları kuyruklarda bile görgü şöleni gösterisi yapıyorlar; neredeyse birbirinin üzerine abanmışlar. Solukları ve tenleri iç içe geçmiş. Nazikçe bir göz süzüyorum; neredeyse tamamının fiziksel sorunu var. Yani ya çok kilolular, ya da çok zayıflar. Bir defa çoğunun spordan, sağlıklı beslenmeden, insan denen canlının hangi yaşta olursa olsun eğlenmeye ihtiyacı olduğundan haberi yokmuş gibi görünüyorlar.

 Fiş sırasında bekleyen insanları görünce Hitlerin toplama kamplarına giden insanlar geldi aklıma. Çaresiz insanlar. Büyük çoğunluğu zamansız ölümlerin kucağına çaresizce gittiler. Şimdi, hastana kuyruklarındaki insanlar bu binalara, her eklene eklene Mısır Piramitleri gibi içinde kaybolacağınız kadar dolambaçlı olan binalar; çare aramaya gelen hastalara çare sunmaya devam ediyor. Doktora giren hasta, bir-iki dakika içinde çıkıyor. Öyle ya çare dediğin böyle olur! Dinle, yaz ilacı ve yolla. İstenen bol ilaç değil mi; al o zaman iç ve böbreklerini mutlu et.

 Yığınla hasta şifa arıyor. Önce sağlık demek yerine, önce yol dedik. Önce araba dedik. Önce bakanların, valilerin zırhlı araçları dedik. Niye? Çünkü ülkede güvenlik sorunu var. Önemli sanılan devlet büyüklerinin canı; güzel canları tehlikede! Neden? Yeterince adalet dağıtılmadığı için. Yeterince mutlu ve huzurlu insanların ülkesi olmadığımız için…

 Yol da olsun, zırhlı arabalarda, her ailenin üç arabası da; ama önce sağlık! Sağlıklı ve eğitimli insanlar; devlet büyüklerini de, küçükleri de, yaşlıları da, doğayı da öldürmezler. Öldüremezler…

Eğitim kurumları; yani okullar üst üste oturma ve yeterli öğretmen açığını bir türlü kapayamadılar. Neden? Savaş bütçesi ile tüketim bütçesinden geriye çok şey kalmadığı için.

 Hastanelerde her kez özel oda peşinde! Özel odalar da bir tek kişinin kaldığı hastane kokan; ilaç kokan odalar. Ne kadar boyansalar da hastanelerde de, okullarda da bir şeyler eksik. Aynı eksik; camilerde de var. Nedir bu eksik! Burada çalışanlar da, burada yatanlarda, buraları kullananlar da yeterince görgülü, bilgili ve mutlu değiller.

Bir pişmanlık, bir bezginlik ve bir küskünlük var bu toplumu oluşturan soylu toplumunun büyük çoğunluğunda.

 Önce sağlık ama nasıl? Sorunları yüksek sesle tartışıp; ama tartışmaları uzatmadan derhal uygulamaya geçerek. Hâla hastabakıcı sorunu çözülmemiş durumda. Ağır hastası olan insanların büyük çoğunluğu telef oluyor. Niye? Çünkü hastasının yanında bir hastabakıcı mesleği, görgüsü oluşturmadık daha. Kim kalacak? Hastanın yakını. Nerede kalacak? Hastanın ayakucunda veya diğer yataklarda boş bir yer bulursa. Hastaya bakmaya gelin insan da hasta oluyor; hem de hastalık hastası…

 Önce sağlık ama nasıl? İlkönce kendi sağlığımız için yürüyerek, hayata saygı duyarak ve bizim hayatımızın hangi yaşta olursa olsun önemli olduğunun bilincine vararak…

 Güven Serin

9 Kasım 2011 Çarşamba

NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR

Kamera; Güven   Eskişehir-Odunpazarı
Nerede o kadim zamanlar, derken güzel bir rüya
masal ve anıyı özleriz; çünkü insanız biz...

NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR!



 Bir iç çekiştir bu sesleniş. Bir hatırlayışın, eski heyecanın kayboluşun garip türküsüdür aynı zamanda. Eskilerde aradığımız ve “nerede o eski bayramlar” nakaratını sıkça tekrarladığımız duygunun esas anlatmak istediği nedir acaba? Özlediğimiz Bayram eğlenceleri mi? Çocukluğumuz mu? Büyüdüğümüz için kaybettiğimiz arkadaşlarımız, anne, babamız ve yakınlarımız mı? Yoksa hepsi mi? Sanırım hepsi; özlediğimiz ve bizi biz yapan insan olmak yolunda ilerleten geçmişimiz; geçmişi yarına bağlayacak olan bugünümüz; acının, özlemin, burukluğun en taze yaşandığı an!

 Alışkanlıkları olan ve bazı yaşanmışlıkları unutmadığı için hatırlayan tek canlı olan insan bu tür iç çekişlere hep yapacaktır. “Nerede O Eski Bayramlar! ! Özlemle dolu olan insan kalbi, zaman zaman taşıp ovalara, ekili alanlara zarar bile verecektir.

 Yakın bir zaman önce genç bir adamı tanıdım. Hastaneye yeni yatmıştı. İki hafta tedavi görmesi gerekiyordu. Yattığı ilk gün, pişmanlık ile zorunluluk korkusu yaşadı. Buraya hiç gelmemeliydi. Ortam ona göre değildi. Demir kapı ve duyguları kaybolmuş yüzler onu korkutmuştu. Bu yer evi gibi, kendi odası gibi bağımsızlık da kokmuyordu. Her şey paylaşıma, tanıklığa doğru gelişiyordu.

 Bu genç adam tedavisi bittiğinde onunla tekrar konuştuğum zaman, iki hafta önce geldiği beğenmediği demir kapılı bu tedavi hastanesinden ayrılış burukluğu yaşıyordu. Buraya, burada bulunan doktora, hasta bakıcıya, hemşireye, hastalara alışmış; bazıları ile arkadaş bile olmuştu.

 Dostlarım, insan denen canlının mucizeleri hiç bitmez. Hiç olmadık yerlerde duygular yeşertirken, en yeşil yerleri de yeni yakılmış gibi zindana çevirebilir!

 Bütün mesele cesaretle yürümek… İlk adım ve sonrakiler hayatın mucizevî sürprizlerini de beraberinde getirecektir. Dayanma ve sabretme, yaşanmıyorsa: hiçbir şey, esere, değerli anıya dönüşüp, gelecek kuşaklara ait olamıyor…

 Bayram nedeni ile gittiğim Kaşıkçı Köyü en tenha bayram gününü yaşıyordu. Gün güneşli olmasına güneşliydi, kırlardan gelen muhteşem toprak kokuları baş döndürecek kadar neşeliydi ama tenhaydı eski büyük köy.

 Bu tenhalığı içinde yaşatıp dışa vuran Şaban Dayı, dayanamayıp seslendi; “ Artık köyün eski tadı yok Güven. Nerede o eski bayramlar! “ Şaban dayının yüzüne baktığımda, buruk yüz, onun gerçeğini, onun burukluğunu olduğu gibi anlatıyordu. Şaban Dayı, 30–40 yıl öncesinin, hatta daha eski bayramları arıyordu. Bir ayakkabı, bir çikolata için sevinilen, sevindirilen bayramları.

 Aslında özlenen çocukluk, çocukluk ile birlikte annemiz, babamız, komşularımız ve arkadaşlarımızdır da aynı zamanda. Özellikle fazla gezmeyi sevmeyen sabit yerlerde yaşayan insanlar için zaman; hızla hırpalayıcı olmaya başlar. Erozyon tarlalarımızı törpülerken, hastalıklar, yaşlılık sevdiklerimizi törpülen hatta bu dünyadan başka dünyalara davet eder. Bu sebepten çevremiz, tanıdıklarımız ve alışık olduğumuz yüzler hızla azalmaya başlar. Bu azalma içinde insan kendini güvensiz hisseder. Yalnızlık korkusu sarınca sıra bana ne zaman gelecek, düşüncesi içinde karabasanlar görmeye başlar! …

 Her derdin bir şifası vardır muhakkak! Bazıları bulunmuş, bilinen şifalar, bazıları da birkaç nesil sonra bulunacak şifalar. Ama yalnızlığın, nerede o eski bayramlar, burukluğunun en güzel ilacı da değişime adanmış, değişime engel olamayacak insanın elindedir!

 Nedir? Tabiatı gözlemleyip, tabiatın uyum yeteneğine sahip olmadır. Ölüm ile yaşam çizgisi arasında düşünüp sıra beklemek yerine hayatın eğlencesinin son ana kadar devam ettiğinin, öğrenmenin, gezmenin, gözlemlemenin farkına varmaktır bu işin ilacı! Gezen, gören insanın her yerde dostları vardır. Tanıdıklarımız azalmak yerine çoğaldığı için hayat ile ilgili seçeneklerimiz de artar. Ve biz, bu yüzden ağlanmak, iç çekmek ve burukluk yaşamak yerine, bayramlar kadar değerli başka şeyler fark ederiz.

 En azından kendi bayramlarımızı daha renkli hale getiririz! Bizim kulübemize gelecek birkaç kişiye endeksli bir mutluluk yerine, rastladığımız diğer insanlara, gideceğimiz diğer kulübelere adımlar atıp, başka eşiklerin ötesindeki dünyalara merhaba diyebiliriz!

Sabit bir yerde yaşlılık ile ölümü beklemek durgun bir göl gibidir. İçindeki oksijen hızla azalır. Ve gölün oluşturduğu canlı hayat yok olup, bataklığa dönüşür. Pis kokan, sadece gaz üreten bir bataklık…

O göl, ne kadar eski, ne kadar yaşlı olursa olsun, taze dereler, farklı kanallar ile taze suya kavuşturulursa, yaşam aynı yerden başlar ve inanılmaz bir çeşitlilik kazanır. İnsan denen canlı da böyledir işte. Sürekli beslenmeye, taze sulara ve oksijene ihtiyaç duyar. Sular, oksijen de dünyada en bol olan maddelerdir.

 Sadece ilk adımı atıp, yorgunluğu, yer değiştirmeyi ve sonra size süzülen gerçek mutluluğu, huzuru görün! Bir orman yolculuğu oldukça yorucu ve inanılmaz engellerle doludur. Vadiler, farklı bitki örtüsü ve görüş alanı insanla yaramaz bir çocuk gibi oyun oynarlar. Ama ormanın gece uykusunda siz uyamaz, kendinizi zorlarsanız, şafak vakti orman uyurken büyük açıklığı olan tepelere varırsınız.

 En güzel bağlar tepelerin yamaçlarındaki kütüklerdeki salkımlarda gizlidir. Rüzgârı, güneşi, oksijeni ve toprağı büyük bir aşkla kavrayıp insan denen canlıyı sarhoş edecek üzüm buğusu ve üzümler oradadırlar…

 Ormanın karışıklığına, zorluklarına katlanıp kendini salmayan, ormanın uykusunu gören, dinleyen insan; hayatın açıklığını ve insan denen canlıya en güzel armağanlardan birisi olan kokuları; üzüm buğusunu görmeye, algılamaya hak kazanır.

 Nerede O Eski Bayramlar burukluğu yaşamıyorum. Bana armağan olan rüzgârın, ormanın, tepelerin, çocukların, şiirlerin, edebiyatın, masalların, destanların yeni yerlerin, yeni dostlukların önemi ve çeşitlilikleri o kadar fazla ki; ne yaşlılığı, ne ölümü düşünecek zamanım var benim…

Güven Serin

3 Kasım 2011 Perşembe

GANBATTE TÜRKİYE

Kamera; Güven Resim Heykel Müzesi-Ankara
Neşet GÜNAL- ÇOCUKLAR
Hep yarına ertelenen; "güzel günler göreceğiz çocuklar"
Ya bugün! Dün, bugün için ümitler vardı, bugün,
yarına devredildi;yarın da bir başka yarınlara
... Aklın duyguları hapsettiği, duyguların,kör
çıkarlardan,hilabazlıklardan kurtulamadığı
her diyarda eksik çok şey vardır; adalet,hak,
sanat,felsefe,ilim ve aşk...

Kamera; Güven Resim Heykel Müzesi
Nuri İYEM- Portre
Ganbette Türkiye
Lütfen başar! Kara bakışların sonsuza
uzanan hüznünü ağıtlardan,yaslardan
çaresizliklerden kurtar lütfen...


Kamera; Güven Resim Heykel Müzesi- Ankara
Ahmet YAKUPOĞLU
Kütahya Ahırardı Armanları
Bir zamanlar tek derdimiz köylülüktü! Hızla
şehirli olmaya itildi, bugün organik tarım denen
tarımı yapan tok gözlü köylülerimiz. Ya
şehirli olabildiler mi? Şimdi terkedilen köylülük
nezaketi ile aylarca misafir ağırlayacak ve
mutluluğu bile saklayacak kadar utangaç
olan o insanlar şimdi yeşeriyor mu?


Kamera; Güven Resim ve Heykel Müzesi-Ankara
Fikret MUALLA- İki Figür
Bazen iki figür olası geliyor insanın;
ağırlıksız,gamı-tasayı ertelemiş, o anın
sanatına büyük bir katkı yapan ve sanatçıya
heyecan verecek kadar canlılık, coşku
gösterisi yapan iki figür...
Acama bizi kim engelliyor?Keşke,mesela,
ah bir imkanım olsaydı, soylu sözlerine
sığınmak yerine, sanatçıya yalvarmak yerine
sanatın kendisi olabilme imkanımızı
yakalayamayız mı?

GANBATTE TÜRKİYE “BAŞAR TÜRKİYE”




 Mart ayı içinde Japonya’da meydana gelen depremde Türklerin yardımlarını unutmayan Japonlar, Van depremi için, içinde para olan zarfları Tokyo Büyük Elçiliğine bırakıyorlar. Mektupların arasında dikkatleri çeken mektup 5 yaşında bir Japon çocuğuna ait.

 5 yaşındaki Japon çocuğunun Tokyo Büyük Elçiliğine bıraktığı Türkiye’ye göndermek istediği mektubun içindeki beyaz kâğıtta şöyle yazıyor; “ Ganbatte Türkiye” yani; “ Başar Türkiye”

 5 yaşındaki çocuğun ve Japon ailenin seslenişi böyle; “Ganbatte Türkiye” Bu seslenişi okurken, kâğıda düşmüş yazı sese dönüştü. Ses, bakışlara; bakışlar ise inanmışlığa dönüştü… İliklerime, hatta bedenimi canlı tutan hücrelerimin tamamı kendi dünyalarında harıl harıl çalışırken pürdikkat kesildiler. Pürdikkat kesilmekle kalmayıp çocuğun sesi ve duruşu aynı zamanda masum ve inanmışlığın haykırışını yapmasını daha da ciddi alıp koyuverdiler kendilerini… Balıkçının ağı bırakması gibi, öylesine ıslak ıslak…

 Bir insanın başarısını kim ister? Elbette sevenleri ister. Başarmanın ve başaracaksın, seslenişini neden yaparlar? Acılar içinde boğuşurken, ümidini yorulup da yitirmesin diye yaparlar.

 Her türlü sesleniş; övgü ve destek insanı başarıya getirmez. Çünkü desteğin samimiyeti yoksa destek hileliyse destekten çok köstek olup başarmak yerine başarısızlığı; hatta yok oluşu davet eder. Nice uygarlık; nice imparatorluk bu zalim destekleri tatmış ve heybetli günleri aramayı bir kenara bırakıp, kendi tahtlarına oturan bedenlerini bile kurtarmakta güçlük çekmişlerdir.

 Türkiye’nin üzerinde bulunduğu topraklarda böyle zalim destekler sayesinde denizin dibine, yerin de derinlerine batmış uygarlık doludur. Destek samimi bir anlatım ve sesleniş taşımalı. Bir çocuğun masumluğunda ve o çocuğu büyüten insanların çektikleri acılarda, gördükleri felaketlerde erdemli bir duruşa dönüşmeli.

 Haydi, Ganbatte Türkiye; başar! Ülkene, Cumhuriyetine, Milli Bayramlarına, geleneğine, büyüğüne, küçüğüne, derene, tepene, ormanına, dağına ve ONURUNA sahip çık! Yüz binlerce yeşil kart dağıttım diye, kömür, fasulye, nohut, makarna dağıttım diye sevinme. Onları alın teri ile onuru ve namusu ile alabilecek parayı kazandıracak işler verdim; iş imkânı yarattım diye sevin.

 Haydi, Ganbatte Türkiye; başar! Depremleri doğal felaket sayma. Yas tutuyorum derken, bir ülkenin var oluş sembolü olmuş MİLLİ BAYRAMLARINI yok ettim diye sevinme! Sevin, bayrağını dikecek direk bulduğun en güzel toprak hâla sana ait diye! Sevin, kendi kendine yetmekten öte dünya insanına; insanlığa da kalıcı yardımlar yapıyorum; yaptım diye. Sevin, en son çıkan bir aşıyı, bir iğneyi, bir hapı senin ülkenin insanı buldu ve insanlığa sunarken ülkesini de kalkındırdı diye! Sevin… Yas ile Milli Bayramı; ölüm ile yaşamı karıştıranlara verilecek bir cevabın ve o cevabı verecek soylu bir bedenin olduğu için sevin Türkiye…

Yakın bir zaman önce arkadaşım Ekrem Bey’den öğrendiğim yaşanmışlığı burada paylaşmak istiyorum.

 Ekrem Bey ve arkadaşları soğuk bir kış günü iş makineleri ile çalıştıkları bölgede çay içmek için yakınlarında bulunan kulübeye girmişler. Çay ve yanan ateş ve sohbetin demi çökerken kulübenin içine iki misafirleri gelmiş oraya. Yaşlı bir Alman ile Türk arkadaşı.

 Yaşlı Alman ve Türk arkadaşına çay ikram etmişler; sohbetin içine davet etmişler. Yaşlı Almanın dikkatini çeken orada bulunan bir erkeğin aşağı sarkan bıyıkları olmuş. Yanındaki arkadaşı Bu bıyıklar diğer insanlardan niye farklı, neyi simgeliyor diye sormuş. Türk olan erkek de, bıyığın sahibi olan diğer Türk erkeğe sormuş. O da, güçlü kollarını gösterip “ Ben milliyetçi bir adamım, o yüzden” deyip bir de kurt işareti yapmış.

 Yaşlı Alman  Milliyetçilik öyle atmak, tutmak ile değil, öyle olmaz, deyip sarkık bıyıklı milliyetçi arkadaşı o soğukta elinden tuttuğu gibi dışarı çıkarmış. Orada bulunan Mercedes kamyonetin yanına getirmiş. Ve Mercedes kamyonetin üzerinde bulunan çelik amblemi gösterip; " bende milliyetçiğim, bunu ben yaptım; sen ne yaptım milliyetçi olarak?” der. Bizim sarkık bıyıklı dostumuz; kaslı kollarını havaya kaldırmış; “ hiç” demiş… Hiç, koskoca bir hiç…

 Başarmak için, başarının sırlarını, yarışın erdemli rekabetlerini araştırmak gerekir. Savaşları ölüm ve öldürme ile süslemek yerine, daha iyi yaşamak ve yaşatmak adına, daha çok insanlık anıtı dikmek adına yapmalı. Başarı sözcüğünü en güzel söyleyen canlı da 5 yaşında bir çocuktur; ne siyaset, ne ticaret, ne özel başka bir çıkarı vardır! O çocuk, acı ile yoğrulmuş, sarsılmaları, kaybedişleri görmüş atalarının hayata bağlı insanı sevmeyi unutmayan, coşkusu kaybolmamış insan yavrusudur.

Zengin olmayı, yağmacılık, hilebazlık, kayırmacılık görenlere söylenmiş bir söz değildir bu söz. Ümitlerini hiçbir zaman yetirmemiş, ama kaderi hep olmadık yerde aramış; şeyhleri, ağaları, beyleri saf bir inançla desteklemiş halka seslenişidir aynı zamanda.

Ganbatte Türkiye; Ne olur Başar Türkiye; bu talisizliği; iki bin yıldan bu yana 70–80 yılda parçalanmayı bütüne dönüştür artık; Başar!

Güven Serin