21 Ocak 2021 Perşembe

ON İKİ KIZGIN ADAM

 


İnternet

                          KAZANAN TARAF; MANTIK ve VİCDAN

                        ( On İki Kızgın Adam )

 

  Toplumumuzun neresine giderseniz gidin biraz kulak kesilir, bir parça samimiyet içinde dinlerseniz; sonsuza akan nehirler gibi önyargılara hapsolmuş insanları ve kendimizi görür, hatta buluruz.

   Birisi bir kişin hakkında bir şey söylediği an; “ Aynen “der aynı fikirde olduğumuzu tek bir kelime ile açıklar, onca söz, düşünceden bir anda kurtulmuş oluruz. O birisi bizi şaşırtmak için;  “İyi ama daha beni dinlemeden, tam olarak anlamadan niçin onayladın? Niçin aynen dedin? “ demiş olsa, şaşar kalırız. Çünkü kolay kolay söyleyecek sözümüz olmaz; aynen sözünün altında ezilir kalırız.

  Yakın zaman önce bir mahallemizi, Büyükşehir olmadan önceki haliyle köyümüzü ziyaret ettik. İçinde tanıdığım insanlar var. Olmasa da köyün dağları, ıhlamur, adaçayı kokan tepeleri, viran taş, ahşap binaları için durulur, derin vadinin içinde masalın içinde kaybolmak gibi kaybolunur…

  Uzun ve neşeli, öğretiler ile dolu yolculuktan dönüyor, mola vereceğimiz son köyde-mahallede durup çay içiyorduk. Kimimiz yöresel ürünleri görmek için sağa-sola dağılmıştı. İki arkadaş dışarıda oturmak istedik. İki çay seslendik kahveciye; serin akşam günün son demleri içinde. Çayımdan iki yudum alır almaz kahveci “ Güven Bey-gazeteci kim? “ deyince; “ Benim “ dedim. “ Sizi içeriden, iç havluda bulunan masadan çağırıyorlar.

   Usulca iç havluya geçtik. Masaların çoğunluğu boş, sadece birisi dolu, diğerinde de yaşlı bir ihtiyar oturuyordu. İsmini sonradan öğrendim; 86 yaşındaki ihtiyara Hasan Dayı olarak sesleniyorlardı. Benim geldiğim masada tanıdığım iki insan oturuyordu. Birisi mahallenin muhtarı, diğeri uzun zamandır tanıyıp da ısınamadığım, her iki tarafın birbirine yeterince yaklaşamadığı insanlardık. Ama ne olduysa oldu, uzun zamandır tanıdığım zeki ve kurnaz suratlı adam oldukça samimiymiş gibi etrafa da çalım satma biçiminde;

 “ Gazeteci arkadaş, bizim derdimiz var. Anlatayım dinle ve sen sansür koyarak yaz bunları.”

  Yanlı, kızgın bulabildiği bütün sözcükler ile belediyeye yükleniyor, bir şahısın üzerinde durmak yerine toptan ama acımasız suçlamalar içinde bulunuyordu. Birkaç dakikada bir, sen bunu kendine göre yaz, bizim sorunumuz büyük…

   Arka masada bulunan ihtiyara baktım; duruşunda kendi mahallesinden olan insanın anlattıklarını onaylamayan bir ifade duruyordu; apaçık… Yan tarafta oturan muhtara baktım; göz göze gelince başını yere eğdi; o da kızgın adamın sözcüklerini onaylamıyordu…

  Sonradan öğrenim, meğer kızgın adamın oğlu belediyeye çalışan olarak girmek istemiş ama işe giremeyince babası; yani kızgın adam belediyeye toptan düşman kesilmiş…

  Birde yarı aydınlar; önünü zor aydınlatanlar var; onlardan başka herkes CAHİL… Korkunç bir mantıksız, kuşku cenneti oluşturmuşuz ruhumuzun içerisinde.

  Sosyal dünyadan bir haber vereyim; bir sanatçının-ünlü birinin ölüm veya doğum zamanını birisi paylaşınca herkesin paylaştığını görmek; sevgiden çok herkesin, yani büyük sürünün içerisinde var olmanın dayanılmaz ağrısını her defasında hissediyorum.

  Bu nasıl bir sevgidir? Nasıl bir uygar yaşam anlayışı ve algısıdır? Bir tek aslanın yüz bin öküz başlı antilobu ürküttüğünü görmek gibi bir şey veya bir kışkırtıcının bir taş atıp bir kadını yüzlerce binlerce insanın taşlaması gibi; herkes o an, suçlu veya haklı olduğuna inanır.

  Yalnız bir kişi inanmaz; on iki kişilik jüride bulunan bir tek adam; on sekiz yaşındaki bir gencin babasını öldürdüğüne inanmamak için mantıklı kuşkuları vardır. Diğer on bir jüri bu adama karşı kızgın ve öfkelidir. Çünkü deliler on sekiz yaşında bir gencin suçlu olduğunu ve idama mahkûm edilmesi gerektiğini söyler. Ama bir kişi ihtiraz ederse, idam da kuşkulu olacağından tartışma büyük…

  Tartışma, konuşmaya dönüşürse, konuşmalar kuşkuları iyi işler, bilimle felsefeyle yoğurursa ortaya ne mi çıkar? On iki kızgın adam filmindeki gibi itiraz eden, on sekiz yaşındaki çocuğu suçlu bulup ölüme göndermek isteyen on bir kızgın adamın en sonunda başlarını öne eğip çocuğu SUÇSUZ bulmalarıyla biter film…

  Sürü olmaktan, bir aslan tarafından yüz bin, bir milyon öküz başlı antilop gibi savrulmaktan kurtulmanın bir tek yolu var; bütün önyargıları mantıklı düşünceye çevirmek. Öz bilgiye, öz samimiyete ulaşmak; başka yolu yok! Birde vaktiniz varsa, on iki kızgın adamı Sidney Lumet’in yönettiği 1957 yılı yapımı kült filmi izlemek…

Güven SERİN  

 

 

 



15 Ocak 2021 Cuma

ENGELLERİ AŞMAK İSTİYORUM

 


ERKUT KARAKUŞ

                                 ENGELLERİ AŞMAK İÇİN ÇALIŞIYORUM!

                             ( Umutları Yitirmeyelim! Doktorlara Güvenmeliyiz! )

    Mehmet Erkut Karakuş, daha yaşamın ilkbaharında 26 yaşında. Yüz binlerce, on binlerce insan gibi o da kendi engelini aşmak için mücadele veriyor. Hiç mücadele etmeyenlere bakınca Erkut Karakuş gibi yaşama tutunan, en küçük kırıntıyla beslenen insanlara gıpta etmemek mümkün mü?

   O’nu, kimi Aydın Bey’in yanında çay taşırken görür, kimi de Selami Bey’in yanında görmeniz mümkündür. Aynı muhitten ayrılmaması, Hüseyin Pehlivan Pasajı civarı insanlarla yılları-anıları ve samimiyeti paylaşmasından ileri geliyor.

   Yaşam aldatmacasında, eski insanların “ Yalan dünya “ dediği bu dünyada, en çok zorlanan insanlarımızdır engelli olanlar. Kiminin bir uzvu veya birkaç uzvu çalışamazken, Erkut Karakuş gibi insanlarımızın da ruhsal durumlarında, onlara etki eden psikolojik vaziyetlerin belirsizliklerini görmek mümkündür.

  Einstein bu konudaki düşünceleri şöyledir;

  Aslında her insan yeteneklidir, ancak bu yeteneğin keşfi ve değerlendirilmesi, dünya üzeri bu tamamı yanlış sistemde yok oluyor. Öyle ki, bir balıktan ağaca tırmanmasını bekliyoruz.”

   Bilimsel bir araştırma çok dikkatimi çekmişti. Batı ülkelerinden birisinde “ Bu çocuktan adam olmaz! Bu çocuk matematikte, bu çocuk fizikte, bu çocuk bilmem neyde başarılı olamaz!” deyip de bir kenara çekilen yüzlerce çocuğu alıp bir araştırma yapmışlardı. Onların anlayacakları farklı yöntemler kullandıklarında ne olmuştu biliyor musunuz?

  “ Bu çocuklardan bir şey olmaz! “ denen yüzlerce çocuğun % 55–60 gibi bölümü verilen farklı eğitim, öğretim yöntemleriyle BAŞARILI olmuştur…

  Erkut Karakuş da başarılı olmak isteyen, kendi kendine yeten insanlarımızın, gençlerimizin başında geliyor. Engelli olduğunu biliyor. O,engelli olduğu için UTANMIYOR. Doktorlara güveniyor. Onların verdiği ilaçları sağlığına kavuşmak için kullanıyor.

  Erkut ona verilen söz hakkını ciddi ve samimiyet içerisinde yaparsanız, tıpkı Einstein’in söyledi bir insana dönüşüyor; her insanın yetenekli olabileceğinin kanıtı gibi şu felsefeyi savunuyor;

  Sağlıklı olmak için doktorlara güvenmeliyiz. Onların söylediklerinden dışarı çıkmamalıyız! Engelli olup da engelleri aşmak için ÇALIŞMAK şart!”

  Erkut, sen bir belediye başkanı veya bu şehirde üst derecede bulunan bir yönetici olsan ne yapardın?” Bu soruma karşılık Erkut şu cevabı verdi;

  Gençlerin yolunu, heyecanını açık tutar ve onlar için elimden ne geliyorsa yapardım! Gençler ve gençlik çok önemli diyoruz ama her fırsatta onları küstürüyor, yok sayıyoruz.”

  Erkut, sadece gençlerin mi önünü açardın?” Erkut, hiç düşünmeden konuşmasını sürdürdü;

  Hayır! Yaşlılarında önünü açardı. Büyük çoğunluğu araç trafiği ve yeterli parklar olmadığı için dışarılara çıkamıyor. Onlar için dışarıları çok fazla sakıncalı. Gençlerimizin ellerinden tutarken, yaşlılarımızın da arkalarından destek olurdum. Anneannem ölene kadar onun yanındaydım…”

  Bir sanatçımız var dünyanın tanıdığı Fazıl Say. O da şöyle anlatır, önyargılarla dolu insanlığı;

  Tabular ve önyargılarla insanlar birbirine düşman ilan ediliyor. Çok da iyi bir dünya değil aslında burası. Yine de umutlarımızı kaybetmemeliyiz.

 Sabırlı ol. Güçlü ol…

İçine çek nefesi. Hayatı…

İyiye içine çek…”

  Erkut Karakuş, da bütün engellere rağmen nefesini içe çekip, umutlarına sarılıyor… Son sözcükleri yeniden Fazıl Say’a bırakalım;

  Bir ‘yol’ olmalı onun için.

Bir ümit olmalı.

Bir rüzgâr esmeli arkasından; hissedeceği, güvenebileceği, yılmayacağı…

Gençlere destek olalım.

Hep olalım! “

Güven SERİN  



11 Ocak 2021 Pazartesi

AHMET SAY İLE ÖKSEL DEMİR'İN DOSTLUĞU

 


Kamera; Güven Tekirdağ Eski Liman


İnternet



                        AHMET SAY İLE ÖKSEL DEMİR’İN DOSTLUĞU

  Ahmet Say, İstanbul Kadıköy çocuğu, Öksel Demir ise Tekirdağ’ın yetiştirdiği kıt olan değerlerden. Her ikisi de denizi koklamaktan öte ruhlarına çekerek büyümüşler. Ortak noktaları mı ne? SANAT ve EDEBİYAT…

  İki öğretmenin-sanatçının yolları ilk kez 1963 yılında Erzincan’da kesişmiş. O gün bugün; 58 yıllık dostluk devam ediyor. Sanatın birleştirici yönü bu olmalı… Dağları karla kaplı Erzincan, şiirdeki gibi Ahmet Muhip Dıranas dizeleri; “ Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla / Ne çapkın komşumuzdun sen fahriye abla/ Hala dağları karlı erzincandamısın ”

  Bu büyük dostluğa 2018 yılının 20 Ocağı bende dâhil oldum. Öksel Demir atölyeme uğramıştı bir kahve, birkaç söz sanatı, bir parça şiirden, kentten konuşmak için. Konu nereden geldi bilmiyorum, Ahmet Say ve oğlu Fazıl Say’dan açıldı. Hemen telefona sarıldı. İlk çağrıda karşı tarafta Ahmet Say’ın sesi. Hal hatır sorduktan sonra Öksel Demir  “ Seni, Güven Serin ile tanıştıracağım. Tekiradağ Habertrak gazetesinde yazıyor.”

  Telefonu bana verdi. Diğer tarafta; Ahmet Say, başkentten sanat yüklü bir ses. Bir yüzyıla yaklaşan yaşamında neler yapmamış ki? Hepsinin içerisinde kendine yürümek varken; üretmek var… Başyapıtı olan üretmenin peşinde, Cumhuriyet’in öğretme, yüceltme sanatıyla bir eser-insan; sanatçı getirmişler dünyaya; Fazıl SAY.

  Her sözcüğünü diremle tartar gibi, her cümlesinin başında “ Efendim” sözcü, efendi olmayanı bile efendiliğe davet eden bir çağrı… Ahmet Say ile çok çabuk dost olmuş gibi, hemen yazı yaşamından, kitaplardan söz ettik. Derhal adresimi istedi. Ve dört gün sonra; ( 24 Ocak 2018)  atölyeme üç kitap geldi. Birisi oğlu Fazıl Say’ın “ Akılla Bir Konuşma” eseriydi. Diğer iki kitap ise kendisine ait…

  Daha sonra Ahmet Say ile birkaç kez telefonla görüşüp hal-hatır sorduk. Oysa iki dost; Öksel Demir ile Ahmet Say, çok şeyler paylaşmışlar 58 yıllık yaşamlarına, çok değerli anılar koymuşlar.

  İlk tanıştıkları Erzincan’ı anlatıyor Ahmet Say;

“ Şair dostum Öksel Demir ile 1963 yılında Erzincan’da tanıştım. O günden bu yana birbirimizden kopmadık. Şimdi ben 85 yaşında, Öksel ise 80 yaşlarında.1963 yılında Erzincan’da Öksel Demir edebiyat öğretmeniydi. Bense Hak Eğitimci olarak görev yapıyordum. İyi bir edebiyatçı, iyi bir eğitimciydi. Bariton sesiyle güzel şiir okuması da beni etkilemişti.

  Daha sonra ben Erzincan’dan ayrıldım. Öksel de iki yıl sonra memleketi Tekirdağ’a atanmıştı. Yıllar sonra birbirimizi bulduk. Baba ocağım dediğim Bostancı’ya beni ziyarete geldi. Ben de Tekirdağ’a gittim.

  Öksel,1960’lı yılların başında Varlı ve Yeditepe dergilerinde şiirleri yayınlanmış tanınmış genç bir şairdi. Dönemin önde gelen eleştirmeni Mehmet Fuad’da ‘ Türk Edebiyatı” yıllığında ona yer vermişti.

  Erzincan’da bana verdiği  ‘ Ölüm Biraz ‘ adlı ilk şiir kitabını halen saklarım. Biçimi önemseyen, imgeci duygulanımlara ve ince buluşlara yer veren şiirlerden oluşmuştu bu kitap.”

  Üç yıl önce Öksel Demir sayesinde tanışmış olmanın özlemi içerisinde, Ahmet Say’ın bana yolladığı kitaplardan Fazıl Say’ın kitabı yine elimdeydi; bir başka Ocak ayı 2021 yılı içerisinde.

  Birden telefona sarıldım; ilk önce Öksel Demir’i aradım. Saat, 21.25’de, dostu Ahmet Say’ın dediği gibi o bariton sesle; bir neşe, bir edebi pencere açıldı Ege’nin en sakin, oksijeni en bol olan Küçükkuyu kıyısına. Kısa ve öz bir konuşmadan sonra, covid bitiminde, Tekirdağ’a dönüşünde birlikte şarap içme sözleri verdik.

  Biraz sonra; saat 21.35’de Ahmet Say’ın telefonunu çaldırdım. Bir süre önce ulusal basından rahatsız olduğunu bilerek fazla çaldırmadan kapattım. Hemen döndü ve ilk tanıştığımız hürmetli, sanatçı sesiyle. Oğlu Fazıl Say’ın elimde okuduğum kitabından söz ettik. Öksel Demir’i, sevgili dostunu andı yine. Yaşının ilerlemiş olduğunu söylediği için üçüncüye yapmış olduğum Tekirdağ davetini nazikçe “ Korkuyorum artık seyahat etmeye; yaş 85 “ diyerek izah etti.

  Son sözüm nedir sevgili Ahmet Say, değerli müzik insanı; deyince;

“ Önce, Öksel Demir’e sonra Tekirdağ'a kucak dolusu SELAMLAR…” dedi…

 Elimdeki Fazıl Say’ın kitabı; Akılla Bir Konuşmam Oldu, şöyle başlıyor; “ Bana bir umut lazım! Dördüncü senfonim… Adı ‘ Umut’…Yani Opus74 ‘Umut’ Senfonisi… Bana lazım olan şey…

  Bir başka başyapıt hemen yanımda duruyor; Öksel Demir’e ait; Tekirdağ Mavi Gözlü Kent; şöyle devam ediyor;

“ Kaç kez gitmek istedim bu kentten. Sıkıldım, kırıldım. Kaç kez terk ettim. Ama sonunda yine döndüm. Neydi beni geri çağıran? Deniz mi? Doğası mı? Durmadan kıyıları döven poyrazı mı? Yağmuru mu, çiçeği mi? Denizi sürgün etmişliği mi? Yıkık dökük ahşap evlerinin, yüreğimde çimlenen hüznü mü? Neydi? ”

Güven SERİN 

 

 

 




5 Ocak 2021 Salı

DERİNLİK EZİLMESİ

 

İnternetten


                                                           DERİNLİK EZİLMESİ

      ( Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.)

 

   İnsanın anladığını anlatamaması, anlatamadığını üzerinden atması çok zordur. İyi yetişmiş ( eğitim, görgü ) almış insanların yanında, hiç eğitim almadığı halde doğuştan zarafetle, sevgiyle, marifetle donatılmış insanlar vardır.

    En çok onlar zorlanırlar, kabalığın, hilebaz-lığın, yoksulluğun, çaresizliğin hüküm sürdüğü yerlerde. Boğazlarından geçen her lokma, içtikleri her yudum su; sevgilerini duydukları, tanımadıkları dünyalar adına; yutkun-durur onları, ellerinden gelmediği, anlatmak isteyip de anlatamadıkları için…

   Denizlerin altında dolaşan denizaltılar vardır. Ülkelerin güvenliklerini sağlamak, diğer ülkelerin sularında saltanat sürmek için gizliden gizliye dolaşan büyük çelik nükleer denizaltılar, insan denen canlının teknolojide, bilimde geldiği yolu gösterdiği gibi, bu yolun her daim savaşla geliştiğini de vurgulamak isterim.

   Denizaltıların motorları çalıştığı ve düşman denizaltıları tarafından görülmediği sürece sorun yoktur. Zamanında çok güçlü, dayanıklı bir nükleer denizaltının öyküsünü dinledim. Yine o yüceliği, heybetiyle denizlerin altında dolaşırken motorları duruvermiş. Yani, tonlarca ağırlıktaki o metal dev ağır ağır denizin altına süzülmeye başlamış. Her süzülüşle, basınç daha da artmış. Ve öyle noktaya gelmiş ki, düşmanların korkulu rüyası olan o dev, çatırdamaya başlamış.

  Bilimsel açıdan “ Derinlik ezilmesi “ dedikleri derinliğe geldiği vakit; büyük bir patlamayla, binlerce parçaya bölünmüş. O büyük güç, motorların çalışmamasıyla en büyük düşmana “ suyun derinliğine “ yenilmiş.

  Ya insanların “ Derinlik ezilmesi” ne, ne diyebiliriz? Her yönüyle donatılmış, en iyi okullarda en yüksek başarıyı elde etmiş. Beyni, nükleer denizaltı kadar dakik, muhteşem çalışan ama anlatmak istediklerini anlatamayan, anlattıklarını da bir türlü dinletemeyen insanların bazılarının motorları, aynı o denizaltı gibi durur.

  Tam da burada başlar, aşağılara süzülme… Basıncın o güçlü kolları, hiç ummadığın bir deniz canlısını o muhteşem derinlikte yaşatırken; insanın, bilimin, teknolojinin bir araya geldiği bir denizaltıyı motorları durması sebebiyle yok eder.

  Bu yok oluş içerisinde çok yetenekli insanlar da düşer. Filozoflar, yazarlar, şairler, bilim insanları; öyle dolu, öyle donanımlılar ki; en ufak bir hata kabul etmez, onların muhteşem sistemlerinin devam etmesi için.

  İşte bu yüzden, sadelik, basitlik yanı başımızda bulunmalı. Bir simidi, can yeleği gibi; hiç olmadık yerde, derinlere süzülüp yok olmaktansa, belki de bir adaya, ana karaya yüzüp yepyeni bir umudu doğuracağı-mızın başlangıcı olacaktır o an…

  Ahmet Muhip Dıranas’ın şiiri ne çok şey anlatır; bize, insana, yaşamın felsefesine dair;

Ey unutuş! Kapat artık pencereni,

Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;

Çıkmaz artık suların altından o dünya.

Bir duman yükselir gibidir kederden

Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.

Amansız gecenle yayıl dürt yanıma

Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.”   

  Sanırım her canlının aradığı şeyi arıyor; tıpkı Ingmar Bergman’ın sinema sanatında aradığı aşk-sevgi gibi; evrenin uçsuz bucaksız tarafındaki o büyük yaratıcıya seslenir ve sokulur insan; her sıkıştığında…

Güven SERİN