26 Şubat 2014 Çarşamba

SESLİ BİR RÜYA

Kamera; Güven   Burgazada

Bu güzel Adayı korumuş, kollamış tüm güzel
insanlara selam olsun.
Biliyorum ki ruhu güzel olanlar; biraz sümbül, erguvan,
nergis biraz da karanfil kokarlar; biliyorum...


SESLİ BİR RÜYA


 Yeri göğü inleten ayak sesleri; rüyaları, en güzel rüyaları bile delip geçiyor. Ordular, uygarlıkları yerle bir eden, yaşamı ölümle kutsayan ve sonra bütün ölümler üzerine yaşamlar; uygarlıklar kuran ordular geçiyor; şımarık, alabildiğince özgür rüyalarımın içinden…

 Maun ağacından yapılmış büyük ve yaşlı kapı ona yakışan yavaşlıkta; ağır ve gıcırtı ile açıldı. Büyük, çok büyük bir kütüphaneydi açılan kapının ardındaki salon. Yüz bin kitabın bulunduğu, uygarlıklardan geriye kalan ilimleri, bilimleri, hikâyeleri, sanatları anlatan kitaplar…

 Kapağı deriden erguvan renkli bir kitap açıldı ve erguvan koktu her yan. Sonra kitaptan buyurdu bir ses;

“ Bizans’ın kutsal ağacı ve rengi erguvandır” dedi. Diğer ses ise; “ Erguvan lanetlidir.” Dedi. Hâlbuki her çiçek, her renk, her koku ve ses; kendi kutsanmışlığı içinde doğarlar. Ama her ses, her renk aynı adaletli, şefkatli sevgilere, sevgililere ait olmazlar.

 Rüya bu ya; birden bütün çevre erguvan ağaçları ile doldu. Erguvan koktu her yan. Mor renkli küçük çiçekler, savaşı değil barışı, hoyratlığı değil sevişmeyi anlatıyordu.

 Bazen bir değil birkaç rüya iç içe girer. İç içe karışmış zamanlar gibi. Siz hatırlamaya çalıştıkça onlar da daha bir, birbiri oluverirler. Hangisi hangisinin başı, sonu veya ayrı olanı anlamaya çalıştıkça karışıverirler eğlenceli panayırın içine.

Bir ses yayılır rüyaların renkli hatırına;

“Bu dünya kardeşim seven sevene. Bu ne dünya kardeşim böyle. Bir garip buruk içim; bilmek ki niye. Belki de sevdiğim yok diye.”

Sonra başka bir ses yayılır diğer sesin içinde;

Bak kardeşim. Elini ver bana. Gel kardeşim; neşe getirdim sana. Al kardeşim; ye, iç oyna. Sar kardeşim kolunu boynuma. Sev kardeşim canım feda yoluna. Dünyaya geldik bir kere. Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle. Sevdikçe güler her çehre.”

 Rüyaların çiçekleridir; sümbüller, erguvanlar, nergisler. Bir gölge gibi çıkar rüyanın içindeki kadın; elinde demetlerce nergis ve sümbül tutar. Denizi yalayan kaygan kayanın üzerinde, mor bir elbiselin içinde beyaz bir tenle, siyahtan kahveye geçen güneşi ile gülümser. Denizin kızı, göklerin yıldızı; size merhaba diyen ufuk çizgisinin gizemli ışığı gibi ses verir;

 “Kokla bu çiçekleri ey insan! Ama acıktırır koku insanı.Bir tanrıça kadar gizemli ve uzak, bir rüya, bir gerçek kadar yakın olan kadın böyle seslendi. Böyle dedi ve rüyanın içindeki erkek kokladı çiçekleri. Önce nergisleri, sonra sümbülleri! Ve sonra erkek seslendi;

Acıktım ben! Sevginin sevgilisine acıktım…”

 Alabildiğince deniz ve kayalık; beyaz köpükleri ile esen kuzey rüzgârı. Ağaç ağaca, çiçek çiçeğe, insan insana karışmış gibi; rüya rüyaya karışmış. Taşların hemen yanına serpilmiş küçük çalı kümelerinin koruyuculuğu altında bir sürü çiğdem doğmuş. Baharın acelecisi olan çiğdemler; badem çiçekleri gibi telaşlıdırlar. Sarıdırlar, beyazdırlar, mordurlar; rüyalar gibi…

 Denizin içinden çıkmışçasına kaygan kayanın üzerinde duran mor elbiseli kahve bakışlı kadın, bir iki adım daha geldi. Elinde beliren büyük yeşil örtüyü yere serdi. Ve buyur etti rüyanın efendisi erkeği.

Erguvan kokan kadın fısıltı ile seslendi;

“ Bir flüt sesi duyuyorum/Yoksa bu bir kuş mu?/Gün ağarıyor/İşte yine çıktı/Denizin içinden/ beklediğin turuncu.”

 Sesli rüyalar böyledir işte; İnsana unuttuğu insanlığı hatırlatır. Ama büyük insanlık unutulanları hatırlamak için ne rüyalara, ne yüz bin kitaplık kitaplıklara büyük minnetler duymazlar. Dokunuşların, seslerin ıslak nefeslerin büyüsü ilgilendirmez büyük kurnazlığın peşine düşmüş sefil efendileri…

 Rüyalar, kaybolmuş insanlığı, insanlığın erişmek istediği cenneti ararlar. Marmara Adasında, Büyükada’da, Gökçeada’da, Bozcaada’da, Burgazada’da arananlar hep aynıdır. İda Dağlarında, Ganoslar’da Istranca Dağlarında, Taş Kilisede, Camide, Sinagoglarda arananlar da aynıdır…

 Kalpazan Kayada, Sarıkız Tepesinde arananlar da aynı. Erguvanlar, sümbüller, nergisler, karanfiller bu yüzden tekrar tekrar açarlar. Kokular, renkler, ıslak nefesler unutulmasın, kötülük galip gelmesin diye…

 Sait Faik, bu yüzden hiç ölmez, bedeni toprak olsa bile. Sait Faik Burgazada’da her gün uğradığı kahvede konuşur, rüyaların insanlarına;

“Artık kendimden kurtulmuşum/Kırmışım zincirlerimi/Şimdi karadayız/Şarkılar söylüyor/Karayel telgraf tellerine/Bir taka geçiyor fırtınadan/Yeni şeyler seviyorum, yeni şeyler.

Coşuyorsam gün olur,
Gün olur kederli isem,
Bunlar çocukluk değil,


Değil ARKADAŞIM!


Bunlar kırk yaşında başlayan
Bir lambanın aydınlığı!

 Güven Serin/ ARŞİV

ÜRPRERTİCİ GÜZELLİK


Kamera; Güven  Anadolu Kavağı-İstanbul


ÜRPERTİCİ GÜZELLİK




Her şey, her yan ürpertiyor insanı.
Denizden esen kuzey rüzgârı,
Elinde bir demet sümbül ile nergis tutan kadın;
Kokuları, bakışları ile ürpertiyor erkeği.

Kadın ile erkek, kendi ritüellerini yapmak için
İçlerinden tekrarladıkları isimleri;
Kutsuyorlardı denize attıkları çiçeklerle birlikte

Martı bilinen şımarık martı değil,
köpek de
Eğriye doğruya havlayan köpek değil.
İnsanlaşmışlar sanki!

Martının, köpeğin insanlaşması iyidir, güzeldir.
İnsanın köpekleşmesi neden kötü?
Kötülük insanın kendisi…

Yakın, daha yakın, ürperti daha ürperti oluyor.
Göz, gözün içinde,
Kalp kalbin atışında,
Dudak dudağın…
Soluk soluğun içinde ürperiyor.

Güneybatı ufuk çizgisi, bir ışık doğuruyor;
Kırk yılda bir doğan ince bir ışık;
Kutsuyor sevgiyi, adı konmamış sevgilileri.

 Güven Serin

ADALET ÇÖKÜYOR MU


Kamera; Güven  Assos -Çanakkale


ADALET ÇÖKÜYOR MU?

  Sıkça duyduğumuz “hak ve adalet” sözcüklerinin insan üzerindeki bilinen anlamı oldukça önemlidir. Toplumlar, yazılı, sözlü ve geleneksel kurallara göre, sulh aramış, hak bölüşüp, hak dağıtmıştır.

  Bugün yaşananlar ve bundan sonra yaşanacaklar kolay bulduğumuz Cumhuriyetin, Demokrasinin, Laikliğin kolay korunamayacağını, toplumu bir arada tutan muhteşem aracıların çözülmeye başlayınca, herkesin kendi adaletini kendi arayacağı kuşkusuzdur. Bunca çığlık, yapılan yanlışlar, haksız yere hapishanede çürüyen insanlar dururken bile adalet-hak dağıtmak yerine ardı arkası kesilmeyen suçlamalar ile baskın karakterlerin yöneticileri-kralları olma yolunda; her gün kavga sahneleri ve suçlamalar izliyoruz.

  Adalet sözcüğünün kelime anlamı; hakka uygunluk, haklı ile haksızın ayırt edilmesi demektir. Yunan mitolojisinde Uranüs ve Gaia’nın kızı olan Themis adalet ve düzen tanrıçasıdır. Bir elinde kılıç, bir elinde terazi ve gözleri bağlı olarak; adaleti, hakkı, düzeni korumakla görevlidir.

 Bugün oldukça ihtiyaç duyduğumuz, ülke olarak uçurumun kenarında bulunduğumuz şu zamanda böyle bir temsilciye, tarafsız, hakka inanmış bir adli sisteme ne büyük ihtiyaç var. Birbirine inanmayan, birbirine şüphe ile bakan insanların; adaleti dağıtacak savcıları, hâkimleri, adaletin emrinde olan güvenlik güçlerini oradan oraya savurması, bakalım; bir elinde kılıç, bir elinde terazi tutan Themis’i nasıl etkileyecek!

 Bu konuda, Dr. Hande Özdinler’in kendi köşesinde paylaştığı çok anlamlı cümleleri, sizlerin yüksek değerlendirmesine sunuyorum;

 “ Adaleti temsil eden Themis heykelinin gözlerinin kapalı olmasının önemini anlayamamış olmamız, belki de ülkemizde yaşanan adaletsizliklere şaşmamamız gerektiğinin de göstergesi. Themis öfkeli ve kindar değildir, sadece yüksek adaleti temsil ettiği için kimin haklı olduğunla ilgilenir. Themis gözleri bir bezle kapalı ve sağ elinde bir terazi ile resmedilir. Gözleri kapalı olan Themis karşısındakinin kim olduğunu bilmez, görmez, ilgilenmez. Onun ilgilendiği şey terazisine koyulanların karşılaştırmalı dengesidir. O adaleti terazisinde tartar ve tartarken de o teraziye koyulan belge, bilgi ve nesneler şehrin lortlarından mı yoksa herhangi birinden mi geldi bilmez.

  Hatırlarsınız 2008 yılında Anayasa Mahkemesi’nin yeni hizmet binası Cumhurbaşkanı, Başbakan ve devlet bakanlarının katıldığı bir törenle açılmış ve binanın önüne ilk defa gözü açık bir adalet heykeli dikilmişti. Hatta devlet büyükleri, adalet heykelinin gözü kapalı olursa bakmadan, görmeden nasıl adalet dağıtabileceğini, bunun mümkün olmadığı üzerine demeçler vermişti.”

  İnsan denen canlının beyni bilginin sonsuzluğuna, yetersizliğine ve yetmeyeceğine inanmamışsa, bu yetmeyen aşkla, ilime, sanata sarılmanın önemi kavram adıysa, yüce yaratıcıyı ezbere, korkudan ve çıkarlar için sevmişse; o tür insanların esas olan doyumsuzlukları banka hesaplarından, büyük maddi beklentilerden ibaret hale dönüşmüşse; adaletin ister gözleri kapalı, ister açık olsun; hak ve düzen dağıtması, kaynayan ve ciddi sıkışmalara, patlama noktasına giden topluma bir çare olması düşünülemez…

 Şemsi Tebrizi’nin yüzyıllar önce söz ettiği ve anlamı hiçbir zaman eskimeyecek, kaybolmayacak ifadelerin çok azını paylaşmak isterim;

  “ Anladım ki insanlar, susanı korkak, görmezden geleni aptal, affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar. Oysaki biz istediğimiz kadar hayatımız dalar. Göz yumduğumuz kadar dürüstler ve sustuğumuz kadar insanlar.”

 Büyük gençlik hareketi dünyanın bütün şehirlerinden görüldü. Themis’in öfkeden, kinden arınmış anlayışıyla irdelendi. Ve bugün, yetmeyen yaşam gerçekleri karşısında, hiçbir zaman yetmeyecek; tüketme, borçlanma çılgınlıklarına göz yuman, yaşanan trajedileri görmeyi, bir ulusal politikaya dönüştürmeyen, toplumunu zavallı, kırılgan, ezik bir hale koyan her kim, hangi yönetici ve kurumsa, bunun ilahi ve dünyevi hesabını, kitabını vereceği-vermesi gerektiği, çürüyen, korkan, ürkmüş adaletin tekrar yeşermesi, büyütülmesi adına acil bir gereksinimdir.

  Güven Serin 



25 Şubat 2014 Salı

BURASI BİZİ ÖLDÜRMEK İSTEYENLERİN YURDU


Kamera; Güven  Kaleiçi-Antalya


BURASI BİZİ ÖLDÜRMEK İSTEYENLERİN YURDU

  Aşkın sayısız tarifi vardır; yazarlar, şairler, filozoflar ve aşkın sıcaklığını hissetmiş tüm insanlar…

  Geothe’ye göre; Sevilenin kusurlarını hoş görmeyen sevmiyor demektir.” Montaigne’ye göre ise; “ Aşk, utanma ve çekinmenin olduğu yerde vardır.

 Şüphesiz aşk; tutkuya dönüşen beğenmeler; sevmeler, sadece kadın ile erkek arasında değil, arkadaşlıklar, dostluklar arasında da vardır. Aşkın anlatımını, susamışlığını, yüksek heyecanını sadece romantizmimle tarif etmeyi yeterli görmem…

  Yaşama, yaşamın içindeki canlılara yaşamın içinde var oluş nedenlerinden ötürü sevgi ile bağlı, aşka yakın tutkunluklarla bir ömür geçiren insanlardan birisi de Tezer Özlüdür. Bu ülkenin vicdan, bilgi, duygu ve merhamet sahibi aydın insanlarından sadece birisi.

 Leyla Erbil, Tezer Özlü’yü şu şekilde anlatıyor:

  “ … Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim? Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor…”

 Leyla Erbil’in Tezer Özlü’yü anlatmaya başlarken kullandığı bu alıntı, Tezer Özlü’nün kendi çalışmalarından sadece birkaç cümlesi. Onun evrene bakışı, evrenin bilinen tek yaşam gezegeni dünyada duyduğu büyük heyecan, yüksek acılar; horlanmaları, hassasiyeti ince ve narin bir ruhun öze ulaşmış bedeniyle sözcüklere, iç çöküşlere; insanlığa duyulan büyük bir evrensel aşka dönüşmüştür.


 Tezer Özlü ile Leyla Erbil çok iyi arkadaşlardır. Bir gün, Çengelköy’de deniz kıyısında, yüzyıllık çınarların dibinde buluşurlar. Deniz, sisli ve puslu henüz… Islak tahta masada çaylarını yudumluyorlar. Aynı zamanda üşüyorlar da. O gün Tezer Özlü oldukça heyecanlı. İleride evleneceği adamı, Hans Peter’i Leyla Erbil ile tanıştırıyor.

 Bu tanışma anını Leyla Erbil şu şekilde yorumluyor;

“ Böyledir Tezer; sevdiklerini birbirine dost kılar; cömert bir yüreği vardır, ayrıca, kaçırıcı değil birleştiricidir, öyle ki onun tanıştırdığı herkes birbiriyle kırk yıllık dost gibi olmuştur.”

  Tezer Özlü evleneceği hayatının son iki yılını hastalıkla uğraşsa da mutlu bir şekilde geçireceği Hans Peter içi, Leyla Erbil’e;

 “ Bu adam benim ölümüm Leyla! Bak, bak, bu benim ta kendim! Kafatasım bu; kendi ölümüm!”

 Bu tanışma 1982 yılının Ekim’inde geçiyor. 18 Şubat 1986’da Hans Peter’in yurdunda, onun karısı olarak, onun kollarında ‘Kanton Spital’de yaşmı sona eriyor. 42 yaşında, yaşamın bütün labirentlerini merak eden, yaşamının son anlarını sevginin büyük bir şefkate dönüşme anlarını, kendi ülkesine özlem içinde, sesini duyuramamanın, evrensel aşkı ülkesinde yaşayamamanın fısıltıları belki de nesilden nesle hep aktarılacak; onu, uzun saçları, gülümseyen yüzü ve sonsuza bıraktığı bu sözcüklerle hatırlayacağız;

“ BURASI BİZİ ÖLDÜRMEK İSTEYENLERİN YURDU”

 Sözcüklere yakın, çok daha yakın, o sözcüğe yapışmış ruha dokunacak kadar yakın olduğunuzda, içinizdeki hücrelerin titrediğini hissedersiniz; bu yaşamın, yaşamanın ve yaşam içinde sevmenin ödeyeceği bedelin hüzündür de aynı zamanda.

  Güven Serin



24 Şubat 2014 Pazartesi

HELGA ÖLDÜ


Kamera ; Güven   Tekirdağ

Yaşam,bazen dokunduğumuz, bazen tutunduğumuz ve bazen
kokladığımız yerde hissedilen şey...

HELGA ÖLDÜ

 Sarı, yeşil ve mavinin karışımı tüyleriyle birlikte Helga Doğa Irmak ile Özgün’ün beslediği muhabbet kuşunun ismiydi. Yaklaşık 14 yıllık ömrünün neredeyse tamamını bir kafesin içinde; bana göre esaret, çocuklara göre; “ onlar zaten kafes içinde doğuyorlar, özgürlüğü bilmiyorlar; doğaya salsak yaşayamazlar.” İradesine inanmışlığın sahiplenişi ile besledik, büyüttük ve aileden biri gibi gördük.

  İnsanı farklı kılan en hakiki gerçeklerden birisi de; alışmak, sevmek, benimsemek duygularının duygusal yeşermeleridir. Biz de Helga’ya öyle alışmıştık. Özellikle Doğa Irmak ve Özgün çocukların hayvanlara muhtaçlığını anlatır vaziyette; bir hayvan sevgisini, apartman hayatı içinde yüceltmekle meşguldüler.

 Artık Helga yok! Yaklaşık 5 Bin gün ve gece bizimle birlikte çığlık atan, sessizliğin keyfini süren, kendine has mahcubiyetini, vahşiliğini elden hiç bırakmayan; sanki beni ne kadar hoş tutarsanız tutun, ben bu kafese ait değilim, demiş bir hanım efendiydi Helga…

 Evde yalnız bulunduğum bir zamanda, çocukların babaanne ziyareti gerçekleştirdikleri günün gecesi Helga artık ona ait olmayan dünyaya veda etti. Çok sevdiği, sıkça kaçıp içine gidip dinlendiği loş yuvasında; küçük bedeniyle, hiç yaşamamış gibi öylesine, kanatlarını açıp, belki de son bir uçuş hayaliyle çekip gitmiş, ona can veren enerji.

 Öylesine dokundum bedenine, sanki canı geri gelecek diye. Tıpkı babamın morgdan alındıktan sonra soğuk bedenine, sıcak bir his, bir can, dirilik duymak için yaklaştığım an gibi yaklaştım ve dokundum. Küçük bedenin zarif tüyleri henüz ölümü anlatmıyordu. Ölümü anlatan en hakiki görüntü, gözlerindeydi; içe kaçmış, yokluğun içinde yok olmuşlar gibi, karanlığa, hiçliğe teslim olmuşlardı.

  Ressamın seslendirdiği gibi, “ölüm mü, ne büyük buluş!” Ruhunuzun ait olduğu beden acı çekiyorsa, yaşlılığın yükünü taşımaktan dolayı büyük yorgunluk, bıkkınlık içindeyse, ölümü hatırlar; hiç kimsenin hatırlamak istemediği, her ölümün arkasından kendimizi şanslı görüp, hiç ölmeyecekmişiz gibi bıyık altından sırıtışımızı, göstermelik hüznümüzü, bizi kandıran bu büyük doğa olayını hep merak ettim; bu döngün, bu devir daimin bu kadar sınırlı olmasına rağmen, ölüm ve öldürme çığlıklarıyla, savaş boyaları sürüp, elimizden düşürmediğimiz baltalar; niye; niçin?

 Helga öldü, 5 bin gün ve gece evren için çok komik bir matematik; Helga içinse çok büyük bir yaşamdı; kafesin içinde, suyu ve yemi hazır önünde olsa bile; Helga öldü…

  Güven Serin 





19 Şubat 2014 Çarşamba

GECE TAM KARANLIK DEĞİL


GANOSLAR-TEKİRDAĞ


GECE TAM KARANLIK DEĞİL

 Aklımda kaldığı kadarıyla bir Fransız şair böyle seslenmiş, aydınlık yıldızlı gecenin sonsuza açılan penceresi altından;

 “  Gece tam karanlık değil! “

 Yunus usta ile Ganos Dağlarına onlarca gezi yaptık. En yüksek yerinin puslu havasını, mutlu rüzgârını görüp dinledik. Vadilerin küçük dereleriyle birlikte süzülmenin, toprağa düşen baharatların, etrafa yayılan ıhlamur kokularının sarhoşu olduk.

 Ganoslar, denize paralel uzanan; sadece Tekirdağ insanına değil sanki bütün ülke insanına; insanlığa armağan gibi ortaya çıkmış yükseltiler, derinlikleridir. Kendine has bitki örtüsü, yükseltileri, tepeleri, vadileriyle harika bir yerdir; özellikle korunması-kollanması gerekli en önemli hazinelerimiz dendir.

 Ganos Dağları, kamp ve yürüyüşlerle ilgili anım çok. Hiç unutamadığım, bende derin ve gizemli güzel şeylerin kıpırdadığı, ardıç ağaçlarının yakınında yel esen tepenin hemen yamacında kurduğumuz kamp gecesiydi. Gecenin önemli olanı;  çadırlı ilk kampımız olmasıydı. Yeni alınmış çadırlarımız, uyku tulumlarımız, fenerimiz, Yunus ustanın yanından ayırmadığı; zil ve çan sesleriyle şenlenen gece…

 Kamp gecelerinin en güzel etkinliklerinden birisi yürüyüş yapmak; gecenin patikalarında, görünmeze doğru yol almak. Kulaklar, gözlerden daha bir önem kazanır; kamp gecesinin yürüyüşünde. Etrafı, kulaklar ile görmeye başlar; en ufak bir kıpırtıyı, sesi, ötüşü algılamanın inceliği ile ödüllendirilirsiniz.

 Kamp ateşi ise bir başka ayrıcalıktır; odunların çıtırtısı, kora dönüşmüş közlerin içindeki patatesin kokusu, kaymayan ıhlamurun yudum yudum içilen tadı; insan denen canlıya, doğanın kalbinde ve onu anlama cesareti içinde en güzel hediyelerdendir.

 Kamp gecesi uzundur; sohbetlerin, şiirlerin, düşüncelerin ve sessizliğin güzel dalgalarıyla, yaşlı ağacın büyük dalına asılmış salıncakta sallanan bir çocuk gibi, alevin karanlıkta kaybolması gibi, kamp ateşinin çıtırtıları içinde kaybolmanın güzel düşleri…

 Uzun gecenin sohbetleri, ateşin alevi gibi sona ermiş, herkes kendi çadırına çekilmişti. Yeni aldığım ve ilk kez kullanacağım çadıra girer girmez, en büyük zenginliği hissettim; başımı sokacak, gecenin koynuna, yıldızların; o büyük evrenin bana sunduğu beden ve akıl sağlığım ile birlikte, kimsenin hakkına el koymadan, yatacak, uyuyacak, hatta düşlerime yenilerini ekleyeceğim bir yerim olmuştu. Değeri ise 75 TL, den öte değildi.

 Kamp gecesinin harika dinginliği, uzaktan gelen çakal ve kuş sesleri; hepsi gecenin uyumu içindeydi. Birkaç saatlik uyku yetmiş, daha şafak sökmeden uyanmıştım. Sanki bir çağrı gibi çadırın fermuarını aşağıya indirip başımı dışarıya uzattım; sanki gök, yere değmek istiyordu; evren ile dünya; iç içe geçecek; bir başka var oluş mucizesi gerçekleştireceklerdi.

 Sıfır hacimden doğmuş evren, yaklaşık 14 milyar yaşıyla yayılmaya, genişlemeye devam ediyor. Galaksilerin sayısı belli bile değil; sonsuza uzanan düşünceler ve düşüncesizlikler pes etmeden kendi üzerlerine düşen heyecanı ve heyecansızlığı yaşıyor-yaşatıyorlar.

 Yıldızlı, pırıltılı gecenin aydınlığında Fransız şairin o meşhur dizeleri geldi aklıma;

 “ Gece tam karanlık değil! “ Değil elbet; kananlık da değildi, yalnız da değil; var oluşun büyük serüvenine inanmış, soluk alıp verme ayrıcalığından öte, düşünme, hatırlama ve milyarlık insan hücrelerine sahip olan insanlar, geceye arkadaşlık yapıyordu.

 Gecenin, doğanın doğallığı hatırına kaçan uykumu, biraz şiir ile değerlendirmek istedim. Yanımda bulunan, bir yere not ettiğim kâğıtları çıkartıp, çadır içini aydınlatan küçük lambamın eşliğinde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dizelerini; gecenin içine üfledim;

 “ Seslenir seni bana, ova’m, dağ’ım.
Nere gitsem bulur beni arınmış.

Bir çağ ki akar ötelere
Bir ak, ki yüce atalar
Bir ala ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım.”

  Güven serin  
  



18 Şubat 2014 Salı

BİR BAŞKA ADAM


Erguvanlar, baş döndürücü kokulara sahiptirler; kısa
zamanların muhteşem gösterisini yaparlar

Tekirdağ


BİR BAŞKA ADAM

  Eski dostlar, Muzaffer İlhan Erdost, Nevzat Helvacı, Akın Birdal ve İlhan Selçuk bir araya gelmişler. Yanlarına garson gelip ne içeceğini sorduğunda, hepsi birden;

Rakı! …

 Yemekler gelmiş, sular ve buzlar etrafa anasonla birlikte dost gülümsemeleri saçılırken, Muzaffer İlhan Erdost aklına gelen bir tekerlemeyi söylemiş;

“ Bir kadeh viski içtiğim
                             Zaman
  Bir başka adam olurum
  O bir başka adam
  Bir kadeh viski ister.”

 Daha sonra bu tekerleme insan zekâsı ile başka söylemlere de uyarlandı;

“ Bir kadın sevdiğim
                    Zaman,
  Bir başka adam olurum
  O bir başka adam
  Bir kadın sevmek ister.” Buna benzer seçenekleri artıra biliriz.

 Evrenin bir parçası olan dünyamız ve dünyamızın yaşam döngüsünü hazırlayan tabiat; neredeyse sonsuz seçeneklere sahiptir. Tabi ki bu seçenekleri görüp, anlamak ve anladıklarımızı saygı, sevgi ve minnettarlık algısıyla kabul etmek; insaniyetimizin derecesini; uygarlığımızın çıktığı basamakları da gösterir.

 Öyle zamanlar yaşıyoruz ki; yasaklar, çelişkili kanunlar, yönetmelikler bizi daha bir çelişkilere, korkulara, rüşvetli yaşamlara yaklaştırıyor. İnanılmayacak kadar yüksek cezalar; içki içilen, içki satılan yerlere hoşnutsuz ve koşullu bakışlar; her geçen gün içkiye ölümcül bir zehirmiş gibi bakarak; sürekli zamlar, yasaklar; içkimin keyif alınan bir şey olmasından çok, kaçak yapılan, insana zarar veren bir şey olduğunun altı, kalın bir şekilde çiziliyor.

 Hâlbuki beş kilo su içsek fenalaşır; yirmi beş kilo su ile ölüm tehlikesi yaşarız; esas olan, insanın olaylar karşısında kendi öz fikri; alacağı önlemler olması gerekiyorken; daha çocuk yıllarında, yaşamın zarif, nazik, hoşgörülü ve muhteşem bir şey olduğunu eğitim, görgü anlatım ve uygulamalarıyla; yarınların bir başka adamlarına, kadınlarına mutlu bir ülke geleceği adına yapmamız lüks değil bir zorunluluktur…

  İran’da sekiz yüzyıl önce yaşamış şair Şeyh Sadi, gecenin seherinde yüreğinin sarayını gözyaşlarıyla delerken söyleniyor;

Her soluk alışta, ömürden bir soluk eksiliyor.
Çevreme bakıyorum, kimseler kalmamış.
Be adam, elli yıldır yaşadın, hâlâ uykudasın.
Hayat temmuz güneşi altında bir kardır.
Erimiş bu kar, pek azı kalmış.

  Güven Serin 


17 Şubat 2014 Pazartesi

EYVAH EYVAH -3


Kamera; Güven  Bozcaada- Çanakkale

Ve güzel kızlar
Çiçekten taçlar ördüler
Ya da,öncesiz ve sonrasız dizeler..
Sappho

EYVAH EYVAH 3

Eyvah Eyvah 1–2 derken 3 sürpriz oldu. Yapımcılar için karlılık önemli. Seyirci için elbette doyuruculuk. Sinema koltuğuna oturan her insan beslenmek amaçlı gelmiştir; esas sorun bu beslenme ne şekilde olacak; ses, görüntü, diyalog, konu ve elbette beynimizde ki kabul görüşü. İnsan beyni, hoşlandığı sesi, görüntüyü masalımsı bir dünyaya davet eder; sarsılmaz bir kabul ediş kendi uzayını oluşturur ve döngünün bütün oluşumları o büyük evrene savrulmaya başlar. 

  Eyvah Eyvah 3 filmi, 1 ve 2 filmleri ilgi görmeseydi şüphesiz çekilemezdi. İyi bir film oldukça yüksek bütçelerin ayrılmasıyla, yüzlerce doğrunun bir araya getirilmesiyle doğuyor. Bu filminde kendi rekorunu kıracağını, hatta 4. filmin de yapımcıları heyecanlandıracağını düşünüyorum. Filmde bizden bir şeyler var; gülümseyerek, tebessüm ile ve bazen de kahkahalar ile izlediğimiz kendi yaşam gerçeklerimiz…

  Filmin türü komedi ağırlıklı olsa da günlük hayatın en önemli sorunlarından işsizliği, evliliği, anne, baba, nine, dede ilişkilerini, insan hüneriyle şekillenen yaşam içindeki problemlerle başa çıkma becerileri de film komedisi içinde bilinçaltımıza kayıt oluyor.

 Şüphesiz yapımcı en yüksek karı elde etmek ister. Nasıl ki bir esnaf en çok kazanmak isterse, bir çiftçi en yüksek ürünü almayı ümit ederse, film yapımcısı da en yüksek hâsılatı ister. Doyum sonsuza uzanıyor görünse de, eğitimli, donanımlı kişiler arasında kazanılacak her türlü zenginlik, tekrar halka, sanata döner. Daha şimdiden 2 milyon izleyiciyi geçen film, elbette kendi rekorunu kıracak. Sanatçılar, yoğun ilgiden dolayı oldukça mutlular.

  Eyvah Eyvah filmlerinin başarısı aynı zamanda sanatçıların, yapımcının, senaristin başarısı olmakla birlikte, çekildiği bölgenin, gösterime sunduğu insan tipleriyle, belki de yok olacak bir kültürün tekrar anlaşılması, yaşaması adına güzel bir suni teneffüs geçirmesi demektir. Çanakkale bölgesi, Bozcaada, Ezine ve Geyikli kendi ünlerine sahiplerken, bu film ile ünlerine ün kattıkları gibi, bölge insanın toplumsal, ailesel, ekonomik, sosyal açıdan da irdelenmesini sağlıyor.

 Tekirdağ Tekira Sinemaları yeni yıl gösterime giren Türk Filmleriyle yeniden hareketlendiler. Birçok salonda doluluk en yüksek seviyeye çıktı. İnsanların ekonomik sıkıntılarına rağmen, gülmenin neredeyse lüks hale gelip unutulma zamanları yaşanırken bile sinemaya gitmek, sinemanın koltuklarıyla bütünleşmek, o devasa perdenin sunacaklarını insan beyni, görgüsü ile harmanlamak oldukça özel bir şey.

 Ata Demirer, Demet Akbağ, Özge Borak, Salih Kalyon, Tarık Ünlüoğlu, Ayşenil Şanlıoğlu, Meray Ülgen filmin değişmez karakterleriyle seyirciye tebessüm ettirdiler. Dikkatimi çeken bir şey oldu; insanlar kahkaha ile gülmekten korkuyorlar.

 Artan işsizlik, bir kanser gibi yayılan taşeron salgını, siyasetin en çürümüş zamanları, yöneticilerin halkın ruh ve beden sağlığının bir bütün olduğu düşüncesinden oldukça uzak oluşu; kırılan seyirci rekorları, tüketim rekorları bile, uygarlık yolunda sağlam adımlar attığımızın, geleceğimizi daha iyi bir yörüngeye oturtacağımızın güvencesi değil; çünkü komedi ve trajedi iç içe…

  Güven Serin 






14 Şubat 2014 Cuma

AYIN ON DÖRDÜ


Kamera; Güven  
Tepelerden bakmalı Marmara'ya, tepelerin çam,meşe
kokulu diyarlarından...

Kamera; Güven - Tekirdağ
Deniz ışığı,ışık, oyunları sever; görsel oyunları...


Kamera; Güven   Marmara-Tekirdağ Kıyıları

AYIN ON DÖRDÜ

  Dolunay, ayın on dördü… Bir kor gibi, gök ile denizin; Marmara’nın birleştiği yerden yükselmeye başladı. Kocaman, devasa bir kor parçası… Bu görüntü, milyar yaşındaydı; belki de en yaşlı görüntülerden birisi…

  Denize, dağa, aya, yıldızlara bakarken; milyon, milyar yaşındaki cisimlere bakmanın ürpertici güzelliğini yaşıyorum. Onlar, bizden çok önceleri de oradaydı; bizim, insanoğlunun kavgaları başlamadan, dinozorlar çağından bile önce…

 Dünyada ki kavgam, insanlığı oluşturan insanlarla değil. Asıl kavgam kendimle benim… Güneşi, ayı, yıldızları, uzayın en derin köşesini bile merak eden beynimle… Susamışlığı, açlığı, nezaketi ve zarafeti arayan; onu bulunca, daha fazlasını merak eden evrenin bir parçası olan kendi dönüşümüm ile kavga halindeyim…

  Hem dünyanın insan eliyle oluşturulmuş yasalarına uyum sağlamak, hem de evrenin insanın içine işlediği yasalar ile denge kurmak; insanın ah ile vah ile geçen küçücük ömründe yetmeyen erişilmezliğidir.

  Güzel olan, faydaya, insanın ruhuna katkı yapıp, beden zamanına huzurlu dönüşüm verecek her şeyin kültüre; devamlılığın soylu paylaşımlarına dönüşmesini susuz bir insanın suyu istediği gibi istiyorum.

  Her insanın kendi yaşamında kendi çevresiyle istikrarın dostluğu ile uyumlu bir süreç içinde kendi patikasını oluşturacağına tanıklık eden birisiyim. İnsanın serüveni yine insanın istikrarlı yürüyüşü, tabiatın dengelerine gösterdiği uyum kabiliyetiyle ortaya çıkar…

 Metin ile arkadaşlık uyumunu çeşitli badirelerden sonra iyi bir seviyeye getirdik. Güven veren paylaşımlarımızın koşullamalardan uzaklığı insan bedeninin kemik, et, kan parçasından oluşmasından öte ruhun hafifliğini, tüy uçuşunun sessiz huzurunu getiriyor bize.

  Yıllardır tekrarladığımız Kumbağ Tepesi, oradan Marmara Denizinin izlenecek oluşu; Marmara, Hayırsız Ada seyirleri kaçınılmaz bir çağrının heyecanı içinde davet etti bizi. Teklif kimden gelirse gelsin, söz konusu tepe olunca, tepenin gün ile geceye akacağı zamanın yolculuğuna çıkma kararı hemen verilir. Mazeretler ve koşullar nazikçe bir kenara itilir…

 Köftelerimiz, içeceklerimiz, dürbün ve fotoğraf makinemiz sırt çantamın güvenli ev sahipliğiyle toprak, kekik, çam, yosun kokan tepe ile buluşmamızı sağladı. Her şey bıraktığımız gibi; küçük çiçekler yağmurdan sonra tekrar açmış. Lila, sarı, pembe renginde, yeşilin farklı tonundaki bitkiler sonsuza büyük şükran sunar gibi “hoş geldin” diyorlar bize.

  Bir kor parçası, devasa bir görüntü; uzayda yüzen bir cisim; dokunacağımız kadar yakın; gök ile denizin birleştiği yerden yükseliyor…

  Masalımsı bir görüntü diyorum Metin’e. Metin, “gerçekten de dostum, masalımsı bir görüntü…” Uzayın bonkör yüzü, hemen üzerimizde milyar yaşında, milyarlarca yıldız; ışıl ışıl… Kimisi çoktan yok olduğu halde, uzaklığının hatırına ışığı hâla varmışlar gibi rol kesip, yıldız görüntüsü içindeler…

 Ayın on dördü, dolun ay; büyük görkemiyle ağır ağır yükseliyor gökyüzünün muhteşem desteğinde. Işık yolu Anadolu’dan bize kadar; Trakya topraklarına kadar geliyor. Küçük tekneler, küçük nafakaları peşinde; çapariden dönenler ve gecenin deniz ile sarmaş dolaş olduğu ıslak yüzeye küçük motorlarıyla ilerleyenler; met ve cezir dalgaları gibi; kimi limana giriyor, kimi limandan denize açılıyor…

 Zeus hâla İda Dağının tepesinden bakıyor mu bilemiyorum. Athena, zekâ öğretileri peşinde mi yine? Şüphesiz ay Tanrıçası Bendis bizi izliyordur… Şarap Tanrısı Dionyssos’un hatırına yudumladık içkilerimizi. Deniz Tanrıçası Amphitrite’ye gece kadar sessiz selam gönderdik. Gece Tanrıçası Nyks’a, dinginliği, yenilenmeye yaptığı katkı, ay ve yıldızları ortaya çıkarttığı için teşekkür ettik.

 En azametli gök Tanrıçası olmalı; sonsuzluğa açılan o büyük boşlukta, hâkimiyet kurmuş olmanın büyük gururu ile Uranos gülümsüyordur yükseklerde bir yerde.

  Neşe Tanrısını Risus’u akıldan çıkarmadan, Nazım’ın dizeleriyle dolunay ve ışık yoluna, oynaşan yakamozlara katıldık;

  Bir ucu kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede
  Bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatimiz yalınayak.
  Yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatimiz.
  Bir de ağır yürüyor ki delirmek işten değil.

 
    Güven Serin / Arşiv 



 










13 Şubat 2014 Perşembe

BIKTIM BU KİRLİ SİYASETTEN


Kamera; Güven - Tekirdağ

Kamera; Bülent 
Tenis Kortları- Tekirdağ


Kamera; Bülent   Tenis Kortları

Elbet,siyaset bir toplumun vazgeçilmezi; toplumu oluşturan insanlar
en iyisini, en bilgili olanı seçmek zorunda. 
Siyasetin dışında da bir sürü yapılacak şey var;kitap,sinema,
tiyatro,satranç, tavla,tenis, yüzme, yürüme, dağcılık, kuş
gözlemciliği gibi; evren nasıl genişliyorsa, insan da öyle genişler;
inanıyorsa hareketin büyüsüne...

BIKTIM BEN BU KİRLİ SİYASETTEN

 Neredeyse her gün siyasetle yatıyor, siyasetle kalkıyoruz. Siyasete kaktı yapacak en değerli oyumuzu, bizi biz yapacak yüksek karakterimizi tercihlerimiz belirler. Sıkça yanlışa düşüp, çevremizin etkisinde kalarak neredeyse bir sürü güdüsüyle gürültünün, tozun-dumanın içinde yol almanın garip taraftarlığını yaparız. Sonra; pişmanlıklar, küfürler, tehditler, istifalar birbirini izler…

  Siyaset ile uğraşacağı halde birçok tanıdığım; “bana göre değil” diyerek, siyasetin içine girmek şöyle dursun; kenarından bile geçmiyor. Peki, ama eğitim kurumları, dini kurumlar, sanat kurumları, ekonomik oluşumlar bu kadar önem taşıyorken, bütün bu kurumlara yön verecek esas olgu, siyasetin içinden çıkıyorken; bizler, bu kadar uzaktan seyretmek, bu kadar korkmak ve çekinmek gösterisini niye yaparız?

 Birçok sebebi var. İyi ve bilgili insanların siyaset yapamayacağı; kurnazlık ve yalan zanaatını bilmezseniz bu işin içinden çıkamayacağınızı, sağlığınız ve paranızın yok olup gideceği, gibi bir sürü anlamlı veya anlamsız düşüncenin-düşüncelerin eşiği içinde, gökten mi, yerden mi bir kahraman beklemekle geçiyor ömrümüz.

 Günün ilk saatlerinde çalan telefonum, siyaset içinde bulunan genç arkadaşım dandı. İstanbul’un en yoğun ve en heyecanlı yerlerinden birisinde siyasetin en heyecanlı anlarını yaşıyor. Siyasi Bilimler mezunu olmasının yanında birçok spor dalıyla uğraşmış, toplumun her katmanına yakın ilgi duyan; bugüne kadar tanıdığım insanların en doğru ve en güzellerinden birisi. Bütün heyecanı, koşturma isteği, siyasetin bir bilim oluşuna inancı ve siyasetçilerin toplumların refahının artıracağına inanması onun yorgun ve bitkin düşmesini engellemiyor; çünkü siyaset oldukça kirlendi…

 Telefondaki heyecanlı ve kararlı ses de öyle söylüyor;

 “ Bıktım artık bu kirli siyasetten. Ne kadar doğruyu seslendirirsen seslendir, kendi içindeki dinozorlar bile kabullenemiyor gelişimi-değişimi!”

 Arkadaşımın siyasete giriş amacını çok iyi bildiğim için, neredeyse tükenmeyen bir enerji içinde bir idealistin tohumlarını taşıması nedeniyle yaşadığı büyük siyasi aşkın, onu bu kadar yıpratması beni şaşırmadı. Çünkü neredeyse bir kültür olarak yerleşmiş anlayış biçimleri;

“ kurnaz olmazsan, yalan söylemezsen, çalmasan, acımasız olmasan, her türlü ayak oyunu bilmezsen” siyaset yapamazsın mantığı üzerine kurulu. Bu yolda yol almak isteyen, bu işin zanaatına, ilmine inanmış ve çok iyi donanımlı bir sürü insan sırf bu yüzden siyasetin kenarından bile geçmiyor; ne büyük bir kayıp; ülke geleceği, ülke kalkınması ve insanların mutluluğu adına…
 
 Bilimsel olarak siyaseti ilk ele alan kişi Karl Marx olmuştur. Avrupa şehirlerindeki üniversitelerde daha 1870’lerde siyaset alanında kürsüler açılmıştır. Ya bizim ülkemizde, bizim üniversitelerimizde, siyaset kürsüleri ne durumda, bir bilen var mı? Her tarafın toz-duman olduğu, herkesin birbirinden korktuğu, düşüncenin yerle bir edildiği bu zamanda üniversitelerden söz etmek, onlardan bir şey beklemek ne kadar insani ve ilmi ama onlardan ses çıkmıyor işte…

 Siyaset toplumun her alanında var; siyasi düşünce yüzeye çıkar, tartışmalar, öğretiler ne kadar çoğalırsa, ülke insanının yaşam savaşı o kadar anlamlı ve huzurlu hale gelir; o yüzden, siyasetten korkmak yerine, kaçmak yerine ona biraz daha yaklaşıp, onu daha iyi anlayıp, bizi biz yapacak, bizim karakterimizin özünü de ortaya çıkartan oylarımızın ne kadar değeri olduğunu bilelim…

 Bazen,düşünmüyor değilim; kirlenen siyaset mi, siyaseti yapan insanlar mı diye!

  Güven Serin 






10 Şubat 2014 Pazartesi

SUSMAK İÇİN BULUŞMAK


Kamera; Güven Dostlarım; Yunus Usta ve Şoför Metin


Ganoslar, Aziz Öğretmen ile rüzgarlı tepelerde sohbet...


Tekirdağ , çocukluk arkadaşım Seyfettin
Bazen tavla, şamata için de bir araya gelinir


Moda-İstanbul
Selçuk Öğretmen ve sanatıyla birlikte

SUSMAK İÇİN BULUŞMAK

  Bazen konuşmaların çılgın denizine öyle kapılırız ki; derinliğin içine kopar gider yorgun bedenimiz. Öyle konuşur, öyle laklaka yaparız ki; ne konuştuğumuz dinlenir, ne konuşulanları anlarız.

 Bütün zamanlara ait, sıra dışı canlılar vardır; kendi seslerini, renklerini, karakterlerini çok konuşmadan da göstere bilen, anlatan; anlaşılma telaşına, o büyük kaosa düşmeden; kendi iç huzurunun anlayışı ile yol alan; aldığı yolun reklâmına; davul-zurnasına inanmayan insanlar…

 10 Ocak’ta ölen şair Adnan Azar’da öyle insanlardan birisi; birisidir diyorum; Hakan Savlı’nın kendi köşesindeki aktardığı çalışmanın bilgilenmesiyle bu kanaate vardım. Her ölüm, ardına kadar açılan kapıların sesini de, çığlığını da, küçük, ince gözyaşlarının sessiz törenlerini de beraberinde götürür.

 İnsanlar yaşarken, öldükten sonra göreceği değerlere ulaşamazlar; çok az istisna hariç… Ölüm, aynı zamanda kendi yakınlığını, özlemini, çağırısını ve yakınlığını da çıkartır ortaya. Geriye kalan anılar-hatıralar ve çalışmalar; harf harf, kelime kelime araştırılır; o esere hayat vermiş, ruh üflemiş sanatçının sesi ve soluğu; hatta kokusu duyulmaya çalışılır.

 Şair Adnan Azar’ın arkadaşı Akif Kurtuluş, yaşamlarını taçlandıran bir anılarını şöyle aktarıyor;

 “ Adnan’ın ilk şiirini yayımladığı 70’li yılların ortalarında, öldürülmekten çok, arkadaşlarımızın öldürülmesinden korkardık. Arkadaşlarımız öldürülüyordu biz yaşarken. Ölüm ancak bir başkasının üzerinden tarif edilebilen bir yokluk duygusuydu.”

 Arkadaşı Akif Kurtuluş, kendi yaşamını irdelerken şu sözcükleri de bırakmış başka yaşamlar oyalansın diye;

 “ Biliyor musunuz biz, yirmili yaşlarda yüksek sesle konuşmayı seviyorduk. Hayat o kadar gürültülüydü ki, sesimizi duyurmak için bağırmak zorunda kalmıştık. Bir tek Adnan susuyordu. Biz onun sustuğunu zannedecek kadar acemiydik, o sustuğunu bir anlayan çıkar umuduna yapışacak kadar saf. Bunu, Unutmak Suları’yla başlayan şiir yolculuğu fazlasıyla anlatıyor bize. Sürekli kendi kendine konuşan, sözcüklerden başka hiçbir arkadaşı olmayan bir çocuk var orada. Kendi uğultusuna kimseyi ortak etmeyen, yalnızlığına kimseyi bulaştırmayan bir çocuk...”

 Hakan Savlı’da şair Adnan Azar’ı ardına kadar açılmış dost kapılarına dolmuş anıların en güzel, en sessiz, en huzurlu halleriyle hatırlatıyor;

“ Ben de yarı münzevi olduğum için Adnan en çok beni bulaştırmıştı yalnızlığına. Geceleri çalan telefonlarla parçalanmış aşklar, dağınık hayaller ve bir büyük kardeşlik içinde kalırdık. Bazen Kuzguncuk’ta susmak için buluşurduk. Hep dikkatimi çekerdi konuşurken düştüğü sessizlik parçaları. Yumuşacık bir sesle konuşurken birden susardı. Birkaç saniye. Sanki sessiz bir dalga yüzüne çarpmış gibi. Bir bilinmez denizden gelen bir dalga. Gözlerinin için ağır bir şiirle dolardı.”

 Susmak İçin Buluşmak; ne kadar anlamlı ve içten bir tutanak; kabul ediş... Bazen bütün şamatalar, kirli düşünce ve sesler; şiire adanmış şairin fabrikasına girer ve yüzlerce iyi ruhun el emeğiyle tekrar yaşam hakkı bulur; yaşamdan zevk, hüzün alacak insanlara ödül gibi…

 Bu sessiz şaire ses vermiş dizelerin birkaçına sizinle birlikte bende eğiliyorum;

Biliyor musun giderek azalıyoruz böyle
  Sen bir susuşa doğru kırılarak
  Ben senin susuşunun ardında
  Nereye gitsek orada olmuyoruz
  Biliyor musun giderek azalıyoruz muyuz böyle”


   Güven Serin 

  




8 Şubat 2014 Cumartesi

BU UTANÇ HİÇ BİTMEYECEK


Ganoslar-Tekirdağ

Yaşlı kayalar ve derinliklerin gizemli yüzü deniz...



BU ACI, BU UTANÇ BİTMEYECEK

Yaşam içindeki yaşı 90’a ulaşmış, ilim ve akıl ile çıktığı yolculuk belki de milyonlarca yıl edecek ilim adamı, yazar Doğan Kuban insan olmanın erdemiyle, en büyük zenginliğin insanlar arasındaki itibar olduğuna inanmışlıkla sesleniyor;

  “ Sevgili Vatandaşlar

  Ulusun Temsilcileri Kutlu Büyük Millet Meclisinde anayasal bir sorunu tartıştılar. Birbirlerine küfrederek, birbirlerini tartaklayarak, başlarına bir şeyler atarak, bazıları dayak yiyip yaralanarak, söylemeden ve dinlemeden hukuk ve adalet tartışması gösterisi yaptılar. Hiç kimse durumu protesto ederek salonu terk etmedi. Ekran karşısında küçülerek, galiba uygar bir utançla yerin dibine indim.

  Bütün yurtta protesto toplantılarında gazlanan, yaralanan ve ölenler, şantiye ve yol kazılarını, bombalarla yaşamını yitirenleri düşündüm. Bunlara eklenen Kutlu Ulusal Meclis kavgası 88 yaşında bana ağır geldi. Dengemi ve uykumu yitirdim. 1949’da büyük umutlarla üniversiteyi bitiren bir Türk olarak bu ayıbı mezara götüreceğim. Söz ve yazı bitmez. Fakat bu acı ve utanç da bitmeyecek.”

 Aklın ve ilimin bütün deryalarında dolaşmış, düşünmeden, üretmekten, yol göstermekten bıkmamış bu bilge kişi, meclis çatısı altındaki kavgalardan, gençlerini anlamayıp, gazlayan, yaralayan, döven, öldüren bir iktidarın duyarsızlığından, toplumun hiçliğe düşmüş sessizliğinden utanacak aşamaya gelmiş olması; büyük insani iniltilerle haykırışa dönüşmüş. İçim sızlayarak, bir yazı insanının görüp de sadece sözcüklere aktarabileceği, kendi köşesinde ses vereceği, had bilmişliğin çaresizliğini hissettim.

 Tam da bu sırada, aklın, bilimin ve bilginin, ülke-vatan hissedişinin aynı zamanında bir başka bilim adamı, Bilimsel Düşünmeyi istiyor. İstiyor, çünkü bilimin öncülüğündeki öncü ülkeler, tüm dünyada söz sahibiler. A.M.Celal Şengör bilimin gülümseyen titizliğiyle şu sözcükleri köşesine aktarıyor;

“ Düşününüz ki bulutlarla kaplı bir gökyüzünden boşalan yağmur taneleri sizi ıslatırken, gök gürültüsü ara ara çakan şimşeklere eşlik ederken birisine soruyorsunuz; Bugün hava yağmurlu mu? Aldığınız cevap ise; Hava yağmurlu değil, olursa ne yaparsınız?

 Demez misiniz; Efendim, nasıl yağmurlu olmaz, gökten düşen su damlaları bizi ıslatıyor, sırılsıklam etti. Karşınızdaki derse ki, Vallahi dediğiniz doğru, ama onlar belki bulutlardan geliyordur, bulutların da hava ile ilgisi olmaya bilir. Efendim, insaf ediniz, demez misiniz? Şimşeklere, gök gürültülerine ne buyrulur? Doğru, onları da birileri bir yerde yapıyor, ama havayla ilgisi ne? Böyle cevaplar almaya devam ettiğinizde, eğer sabrınız oraya kadar dayandıysa, muhatabınızın ya düşünmekten tamamen aciz veya yağmurla havanın ilgisini bilmeyecek kadar kör cahil birisi olduğuna karar verip yolunuza devam edersiniz.

 Uluslar arası bir televizyon kanalının muhabiri, bir Orta Anadolu şehrimizde araştırma yapıyor ve yurttaşlarımızla konuşarak oylarını nasıl kullanacağını soruyor. Birisi diyor ki, Benim oyum Erdoğan’a. Niçin? Onun yolsuzluk yaptığına inanmıyorum, kendi yolsuzluğu çıkarsa oy vermem.”

 Uygarlıklarla ağzına kadar dolu olan ülkem; uygarlıkların üzerine basa basa gaza gelen soylu ve sessiz vatandaşlarım; sadece şunu söylemek isterim; “ bu ne yaman çelişki anne!” Bilim adamı veya duyarlı bir akademisyen, insan olmak da zor iş; zorluğu sevmiyorsanız hiçbir şey olmayın; hiçbir şey olmayanların, utanması da olmaz nasılsa…

  Güven serin 


6 Şubat 2014 Perşembe

YARBAY ALİ TATAR


Kamera; Güven   Ayasofya

Büyük eserler büyük emeklerle,düşüncelere ortaya
çıkarlar;onları yok etmek de büyük emek ister;
bütün çabalarınıza rağmen zorlanırsınız,saygı duyarak
başınızı eğersiniz.

YARBAY ALİ TATAR

  Yarbay Ali Tatar kimdir? Niçin ismi geçince yüreğimizde sular birden fırtınaya ve büyük sessizliğe dönüşüyor? Yarbay Ali Tatar 42 yaşında bir askerdi! Bir annesi, ablası, ağabeyi ve bir ailesi vardı; birçok insanın olduğu gibi…

 Ali Tatar mesleğini seven, mesleğinin yüceliğine inanmış bir subaydı. İnsan onurunun paha biçilmez olduğunu ise ona yapılan haksızlıklar karşılığında, onuruyla, mesleğiyle oynanıp ikinciye tutuklanmak istediğinde tek kurşunla cevap verdi; intihar etti. Biliyordu yapılan ve yapılacak bu haksızlıklar çok insanın canını yakacaktı. Bu can yakmaya, büyük insanlığın ve köhne hukukun dikkatini çekmek için; bir şey feda edilmeliydi. O şey de, Yarbay Ali Tatarın canı oldu. Birçoğumuz eline toplu iğne batsa, ne kadar can yakıcı der…

En son TÜBİTAK bilirkişisinin raporunda Balyoz, Poyrazköy, Ergenekon, gibi davalara dayanak olan 5 No’lu art diske daha sonra yüklemeler yapıldığı belgelendi. Hiçbir yolsuzluk, hilebazlık, entrika, lanetli uygulamalar sonsuza kadar sürmez. Sürmez ama oldukça büyük çentikler açarak canları acıtır; destanlaşan hüzünler bırakır geriye…

  Yarbay Ali Tatar’ın ailesi ile röportaj yapılıyor. Ağabeyi, ablası ve eşiyle konuşuyor muhabir. Yüzlerine bakınca, yüzlerinden dışa yansıyan ses, hüzün ve asalet karşısında boğulmamak elde değil; bende öyle yaptım; dışa taşan göz ıslaklığını içe akıtmaya çalıştım.

 Bir aile ki, ne hilebazların çığlığı, yalanı, ne o büyük korkakların paniği var üzerlerinde. Yapılan büyük haksızlığı büyük bir vatanperverlik, ülke hukukuna inanmışlığın yitirmişliğin çaresiz asaletiyle karşılıyorlardı. Sırasıyla ablası, ağabeyi ve eşi konuşuyor. Yanlarında duran kara-kuru yaşlı bir kadın. Zannedersiniz ki ölmüş, bitmiş ve çökmüş… Bende öyle zannettim; Ali Tatar’ın biçare annesidir dedim. Öyleymiş de. Mikrofon ona verilince; o kuru-kara ve biçare görünen kadın; bütün tazeliklere, coşkulara, makyajlara, soylu görünen soysuzlara bedel bir onurla, ses tonuna binen acıların ahengi ile bir ananın en güzel seslenişini yaptı;

 Ali, dedi; Ali, nerelere gittin? İçinde kabaran büyük gelgitler büyük bir tevekkülle susturulmuş, yüce ve ilahi adaletin evrensel dengesine güvenmiş acılı ve asil bir kadın karşısında nutkum tutuldu. Bir anaydı işte; yüreği, insanlık, sevgi, şefkat ile dolu bir ana…

 Mustafa Kemal’in anası da acılar içinde yoğrulan analardan birisi. Binlerce anadan, dimdik duran, kavuşma ile ayrılığın büyük özlemi içinde yandığı halde, üşüyen analardan…

 Mustafa Kemal’i tutuklandıklarında Zübeyde Hanım onu görmek için Taşkışla’ya varmış. Nöbetçiye soruyor;

-         Evladım Mustafam burada mı?
Ses yok.
    Evladım, sana soruyorum; biricik oğlumu tutuklamışlar, görmek istiyorum.
    Vardır bir suçu! Hem görüşemezsin. Kafamı kızdırma seni de tutuklarım…
    Kusuruma bakma oğlum! .. Benim aklım ermez, ben anneyim, oğlumla görüşmek istiyorum.
Süngülü yumuşar:
-         Onları Yıldız’a yolladılar.

 Zübeyde Hanım bu kez Yıldız’a koşar, yetkiliyi bulur; adamın kaşı çatık, niyeti bozuk;
-         Ha! … Sen onun annesi misin? Oğlunu dün ben sorguya çektim.
-         Peki, nerede görmek istiyorum…
-         Göremezsin.
-         Neden?
-         Bu sabah götürdüler onları…
-         Nereye?
-         Boşuna arama!
-         Ben anayım, oğlum o benim…
-         Oğlunun suçu çok büyük…
-         Mustafa suç işlemez…
-         Çek arabanı…
-         SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR.

  Yarbay Ali Tatar’ın kara gözlü anası, oğlunu görmek istese hangi kapıya gidecek acaba? Hangi adalet kapısının adalet dağıtan yüzlerine soracak;

Ben oğlumu görmeye geldim, ben anayım oğlum, dese, bu gaflet, dalalet içine düşmüş caniler nasıl bir cevap verecek, ben bunu merak ediyorum…

  Güven Serin 


 



5 Şubat 2014 Çarşamba

BURHAN KUZU KOMEDİSİ


İzmir'de ölenlerin anısına arşiv çalışmasını tekrar yayınlıyorum; hırsa.hilebazlığa,gurura kurban gitmenin her daim mazeret hazırlayan yüzü kara yöneticilerin vicdanlarını bir parça sorgulamak ve anlatmak amacıyla; ölenlere,o canlara "huzur içinde" kalanlara da bir an önce yeni yaşama dönün demekten başka bir şey gelmemenin sancısı ile yeniden yayınlıyorum...


Teşekkürler zanaat,teşekkürler sanat...

BURHAN KUZU KOMEDİSİ

 Bir güç, ne kadar büyürse o kadar da kontrolden çıkma olasılığı artar. Tarih, nice güçlerin, güçsüzlüğe dönüşmüş mezarlarıyla doludur. Büyümenin, yayılmanın kendi varlığınızı var ederken diğer canlıları da korumanın şartı; evrensel merhameti vardır.

 Kamil Masarcı’nın çizmiş olduğu karikatür kaç gündür oyalıyor beni. Sanatçılar, en nazik zamanlarda, en gerçekleri mizahi yolla aktarırlar bizlere. Sanatçıları anlaya bilmiş iktidar; yani güç sahipleri, kendi alanlarındaki öz denetimleri de, oto kontrolleri de arttırıp, kendi huzurlu geleceklerine huzur ve kalıcılık katarlar.

 Ne hazindir ki, gücü eline geçirmiş siyasetçi, gücü, adaleti, hakkı sorgulayan sanatı ve sanatçıyı pek sevmez. Çünkü sanatçının elinde tuttuğu bir ayna vardır. Siyasetçi de yüzünü, esas yüzünü bu aynada görmek istemez.

 Kamil Masarcı ibretlik çizimini üç aşamada tamamlamış; dalgın dalgın yürüyen bir adam, ilk sözcüğünü söylüyor;

KİMSEDE PARA YOK!

  Ve yürümeye devam ederken, ikinci cümlesini mırıldanıyor;

HERİF GENE DE

 Dedikten sonra, son cümle ile sanatın gerçek ibretsel hatırlatmasıyla aynayı tutuyor; insanlığın yüzüne;

ÇALACAK PARA BULUYOR

 Karikatür sanatı böyledir işte; çok kısa çizgiler ve söylemler ile günlerce, aylarca anlatacak konuları, özetler; derdimize tam bir çare olmasa da, baygınlığımıza güzel bir limon kolonyası gibi küçük bir esinti katar.

 Şimdi, bazı muhteremlerin bu sözcüklere karşı çıkacağını biliyorum; hadi canım sende, kimse de para mı yok; öyle olsaydı, bu kadar araba, ev nasıl satılırdı? Ne güzel bir cevap! Bankalara, borçlanma miktarlarına, icralık, hacizlik adli işlemlere bakmak, kulak kabartmak, birbirini beş-on kuruş için dolandıranları, mal-mülklerin hızla el değiştirmesini anlatsam da, bu soylu muhteremler anlamaz.

 Kamil Masarcı’nın değerli çizimiyle kafa yorar, hafiften gülümserken, neredeyse bir kara mizah örneği olan değerli profesörümüz Burhan Kuzu’nun Enver Aysever ile yaptığı röpertaj ise tam da ; “çevir kazı yanmasın” şarkısı gibi kulaklarımda, beynimi saran nöronlarımda dans etti.

 Enver Aysever, bilmişliği konusunda ün salmış Burhan Kuzu’ya şöyle bir soru soruyor;

“ Neden Türkiye’de solcular düşünce suçlusu, sağcılar yolsuzluk suçlusu oluyor?”

 Burhan Kuzu’nun tarihe, harika bir Yıldırım Akbulut fıkrası gibi düşecek, insanları gülümsetecek cevabı ise şöyle;

 “ Solcular pek fazla iktidara gelemediği için”

 İktidara gelmenin önemi de anlaşılmış oluyor böylece. Ne hazin bir şey; savcı ayrı telden, polis ayrı telden şarkılar söylüyor; sanki kurtuluş savaşı; her cephede bir gurup insan; sözüm ona ülkemizi-vatanımızı savunuyor; bir ileri, iki geri; doğuya giden bir gemide batıya koşan insan çığlıkları, gibi…

  Güven Serin