29 Kasım 2014 Cumartesi

UTANMA HALLERİ


Kamera; Güven   - 

UTANMA HALLERİ

 Yaşam dediğimiz yolculuğa o kadar kapılmış durumdayız ki, yaşamı anlamlı kılan diğer yaşamları farkında olmadan geçip gidiyoruz. Böyle bir durumla yüzleşmek, yüzleşe bilme anını yakalamak da bir şanstır diye utanmamı sağlayan genç, taze ve yorgun bakışı, daha az utanmazlıkları, daha çok fark edişleri yakalama adına siz değerli okuyucu ile paylaşacağım.

  Estetik, güzeli ve güzel sanatların doğasını inceleme bilim dalıysa, güzel olmayı daha geniş tutanların bu güzelliğe; anlamlı, dengeli, uyumlu, ürpertici, yüce gibi kavramları da eklemeleri oldukça anlamlı ve gereklidir.

  Aynı şeyi, sosyal çevremiz içinde geçerli sayılabilir. Çevremizi ne kadar iyi anlamaya çalışırsak, dengeli, uyumlu, yüce ve duyarlı iletişimler içerisinde olursak; o kadar huzurlu oluruz. İnsan sosyal bir varlıktır.

  Kimse çevresini yok sayamaz. Hele hele insanlık yolculuğunda birlikte yola çıktığın, dayanışma içinde; iyi ve kötü günleri paylaşma ayrıcalığına kucak açtığımız akrabalarımızı hiçbir zaman yok sayamayız. Aklın mesafesi, uzatacağı el; her zaman hazırda durur. Aynı zamanda sosyolojinin konusu olan anlatımlardan birisi de,

“sosyal davranış öğrenilir.”

  Şehrimin merkezinde olan özel hastaneye kulak kirlerimi temizletmek için gittim. Kulak kiri deyip geçmemenizi önerir, sağlığın küçüğü ve büyüğü olmayacağını, erken önlemin yüceliğini hatırlatmak isterim…

  Eğitimli ve uygar dünyanın hızla yalnızlaştığı, iş işten geçtikten sonra yalnızlık girdabına giderken çaresiz bakışların içine düşmek istemiyorsanız, benim düştüğüm utanma durumuna düşer düşmez, düşkünlüğü bile bir çare gibi görüp derhal, mühendislik, mimarlık, sanatsal motorlarınızı çalıştırınız.

  Kulak doktorumun gelmesine on dakika kala; sürekli temiz tutulan hastanenin konforlu koltuklarında beklerken, beyaz üniformasıyla bana yaklaşan genç kızın, yorgun, taze yüzlü bedeninin yakınıma gelmesiyle birlikte;

 “ hoş geldin” deyip bana sarılması birkaç saniye sürdü. Şaşkındım; genç yüzü tanıyıp ismini çıkartamadım. Hafızam dolmamıştı. Henüz unutkanlık da başlamamıştı. (doğal unutkanlıkların dışında) Peki ama geçmek bilmeyen saniyelerin bedenime yaptığı baskıyı, bu utanmayı, bir yerden hatırlamaya çalıştığım bu yüze karşı duruşumu nasıl koruyacaktım?

 İsmini kullanmadan, onu tanımış gibi yapıp, niçin geldiğimi anlatım. Odası, beklediğim salonun tam karşısındaydı. Yine aynı yorgun ve taze yüzün samimi ifadesiyle;

 “ Bir ihtiyacın olursa uğrarsın” diyerek, odasını gösterip işine geri döndü. Çünkü yabancıya bakan yüzüm, duruşum karşısında söyleyecek çok şeyi yoktu.

  Sahte kültürler, sesler, renkler, anlamlar bizleri o kadar oyalıyor ki sağlıklı bir ömrün 25 Bin gece ve gündüzünün boşu boşuna harcanmasının ağıtını kim yakacak bilemiyorum…

 Yaklaşık yetmiş yıl yaşayan bir insana, ömrün sonunda şöyle bir soru sorsak; “ yaşamdan ne anlatın” diye, genellikle verilen cevap şu şekilde oluyor; “ Hiçbir şey anlamadım. Yalan dünya!”

 25 Bin gece ve gün; anlaşılmayan telaşlar, sahta kültürler, tabular, soylu mazeretlerle geçerse; 70 Bin yıl da anlaşılmayacaktır…

  Kulak Burun Boğaz Doktorum düşünme ve utanma telaşı içinde geldi. Zarif hemşire ismimi söyledi. Samimi söyleyişi; zorakiliğin ötesinde ticaretin olumlu kazanımlarıyla birleşmişti. Kısa, titiz bir çalışma; sağlığımın, duyma özgürlüğümün yeniden yerine gelmesiyle ayrı bir sevince dönüştü.

 Bu süre içinde genç bedenin yorgun ama bir o kadar zarif yüzünü hatırlamıştım. Doğduğum diyarın, paylaştığım çocukluk anılarının türküsünü birlikte söylediğim Nazan Hanımın, (akrabamın) değerli küçük kızı Çizel’di. Annesini arayıp ismini telefonda öğrendim. İlk önce Nazan Hanım ile yüzleştim. Hiçbir mazerete sığınmadan…

 Şimdi yol göründü; bu zarif hanıma utanmanın, vahşi tüketimlere, kirli seslere aldanıp etrafımı unutmanın bedelini; onun ak, temiz ellerini sıkarak, alnından öperek ve ona bir demet çiçek getirerek ödeyeceğim…

  İyi yazın daima yeniden yazma ve yenilenme ise; iyi ilişkiler, zarif yaşam yolculuğu da, sürekli revizyona (yenilenmeye) ihtiyaç duyar; hassaslığı, duyarlılığı, yüceliği, ürpertici derece güzel, manalı insan ilişkilerini yok saymama yenilenmesidir bu işin bir adı da…

 Güven Serin 



27 Kasım 2014 Perşembe

AHMET CEMAL'E TEŞEKKÜR EDİYORUM


İçtenliğine, irdeleme sanatına,öğretilerine; teşekkürü borç biliyorum

AHMET CEMAL’E TEŞEKKÜR EDİYORUM

  Ahmet Cemal Odak Noktası isimli köşesinden, Bir Ödülün Düşündürdükleri başlıklı makalesiyle, adeta insanlık dersi vermiş. Sözcüklerin insan denen canlının ruhuna tesir eden büyük yükü, o muhteşem yalnızlığı bir parça anlayınca ürpermeden edemedim.

  William Blake’nin söylemi beynimin duvarlarına çarpa çarpa oyun oynuyor benle;

“ İçinde ağlayıp dolaştığımız kozmolojik boşluk…”

  Ahmet Cemal, hiçbir bocalamaya, laf cambazlığına girmeden bir ömrün küçük yolculuğunu, bir karikatürist titizliği, zekâsıyla anlatıyor. Bu anlatım, onun yetmişli yaşların ilerleme sürecinde oluşunu, bedenine binen ağrı ve sızıların fazlalığı, sürekli çeviri, öğreti, öğrenme, düşünce ile geçen hayatın yorgunluğu, en önemlisi de, anne ve babadan sevgisizliğini, bir başka sevgilide tamamlayamamış, bütünlenmemiş oluşunun da muhteşem gösterisidir aynı zamanda. 

  İnsan denen canlı, hangi konumda, hangi bilgi ve görgü içinde olursa olsun, yetmezlik içinde kıvrana bilir. Bu anlayış, gençlik zamanlarında, oradan oraya savrulurken, büyük alkışlar, övgüler alınırken pek anlaşılmaya bilinir. Dinç bir bedenin, genişleyen evreni gibi heyecan içinde yeniliklere doymayan ruhumuzun dürtüleri, bir gün yorgun bedene kulak verip, kalp atışları, duygu ve algıları büyük uykuya, büyük yalnızlığa davet eder.

 Ahmet Cemal bu çalışmayı, bu hissedişi yapmasından çok önceleri bir başka ödül töreninde, Alman Kültür Bakanlığı ile birlikte düzenlenen Tarabya Büyük Çeviri Ödülü’nü aldığında röportaj için evine gelen Alman gazeteci ona şu soruyu soruyor;

 “ Çevirmenlik, biraz da insanı zorunlu olarak yalnızlığa sürükleyen bir uğraş değil mi?”

İçi içine sığmayan, kendi eserini kendi bedeninden yontan Ahmet Cemal, bütün odayı, rafları kaplayan dünya edebiyatı temsilcilerini göstererek şu cevabı verir;

  “ Eğer onlarla aynı evi paylaşmak yalnızlık ise, bir daha dünyaya gelsem, yine bu hayatı seçerim.” Der.  

  Sonra, bugüne gelir; beden ve ruh birikimlerinin ağırlığı altında, yalın bir sorgulayışı edebi dünyaya armağan eden, başyapıt bırakan dahiler gibi;

“ Öyle mi gerçekten? Yani, seçerim miydim?” Bu soruları özgün bir anlayış içinde sorduktan sonra aldığı bütün ödülleri, ödüllerden sonraki daha da artan yalnızlığı anlatıyor. Aslında bu yalnızlığı, değerli okurları için; insan yaşamının ne kadar pahalı ve eşsiz olduğunu bir kez daha haykırmak için yapıyor.

  Altmıştan fazla çeviri kitap, on altı deneme kitabı, bir roman, bir öykü, bir de şiir kitabı. Bunların yorgunluğu… Bu ifade onun, büyük eserlere imza atarken duyduğu haz, muhteşem şey kadar gerçek ve onun…

 Ahmet Cemal her fırsatta öğretilere duyduğu saygı kadar, anne ve babadan alınacak sevginin de yetmezliğini gün yüzüne çıkartıyor. Ayrılan anne babasının, onu layık görmedikleri sevginin, insanın yüceliği, payeleri, unvanları arsa bile, sevgiden yoksun kalıp, en pahalı mekânlarda bile yalnızlığın, sevgisizliğin rüzgârları tarafından üşüyebileceğini, toplumuna, okuruna bir borç gibi ödüyor Ahmet Cemal.

 Yaşamı boyunca yalnız olduğu için kendini şerbetli sanan, ama bunda yanıldığını hiçbir şekilde korkmadan ortaya koyan bir filozof gibi son cümleleriyle esas can alıcı tokadı indiriyor kendi eserine;

  “ Gerçi yalnızlığa karşı çok küçük yaştan şerbetli olduğum söylenebilirdi. Şimdi anlıyorum ki yeterince şerbetli değilmişim. Şu anda bütün dileğim bugünün bir an önce bitmesi. Bütün kalabalıklar, konuşmalar… Bir an önce evime dönüp kapıyı arkamdan çekebileyim, kapının ve telefonun zillerini kapatabileyim ve masamın başına geçeyim-masamın, yani TEK ÜLKEMİN!”

   Bir erkeği veya bir kadını bütünleyen, yaşam, direnç, evren kılan şeyin yalnızlığı değil bütünlüğü ortaya çıkartan en güzel eserin birliktelik olduğunu haykırmak isterim.

  Goethe, seksenli yaşlarında bile sevgilisinin elini tutarken yalnız değildi. Son nefesten önce bile “perdeleri açın, biraz daha ışık” derken, yaşam doluydu. Nietzsche, fikir zenginiydi, düşünce taşkınıydı; ama korkunç bir yalnızlık eseriydi.

 Sait Faik, belki de o edebi, o insan yalnızlığını bir parça teselli için seslenmişti;

“ Yazı yazmak için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyet değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyorum.”

 Belki de Çetin Altan, yaşlı bedeninin hafif halini, yalnız olmadığı için, ıskalayan bedenlere kahvesini höpürdete höpürdete seslenmekten edemiyordur kendini; kim bilir…


 Güven Serin  

25 Kasım 2014 Salı

SİZ HİÇ DOĞULU OLDUNUZ MU


Theo Angeleopoulos'un Film Sahnesinden
Zorunlu göçleri en iyi bilen yönetmenlerden birisiydi Theo,
en derin saygılarımla anıyorum onu.
AĞLAYAN ÇAYIR

SİZ HİÇ DOĞULU OLDUNUZ MU?

Yakın bir zaman önce izlediğim belgeselde dünyaya geri dönüş yapan uzay aracındaki astronot yardım edilerek ağır uzay elbiselerinden kurtarıldı. Yorgun, mutlu bir yüz. İlk söylediği söz;

  Dünyanın herhangi bir noktasına bile inmek ne büyük mutluluk! İndiği yer doğru yerdi; önceden planladıkları gibi. Ama onun anlattığı şey başka; oldukça önemli bir şey;

  Dünyanın neresine inersen in; kendini evinde hissedecek oluşunun özlemi içindeydi. Bu özlemi, bu seslenişi ancak, dünyanın dışına çıkan bir insan, akıl ve ruh sağlığından yoksun olmayan, içinde sevgi ve özlemi taşıyan insan yapabilir.

 Hal böyleyken, dünya büyük göçlerin, büyük dönüşümlerini yaşarken, coğrafik isimlere göre insanlara sınır koymanın seslenişleri rahatsız ediyor beni. Bu seslenişlerde kabalık da varsa, anlayış yerine körlük hâkimse daha da utanıyorum.

  Birçok kez şahit oldum; “ Doğulular geldi, etraf bozuldu. Daha dün geldiler zengin oldular.” Bu sözcüklerin içi dolu olmadığı gibi sağlıklı bir insanın bakışından, algılarından, akıl ile damıtılmışlıktan çıkmadığı ortadadır. Büyük çoğunluğunda fırtınanın tahribat yapacak gücü, öfkesi yok elbet. Çoğunluğun seslenişinde etrafın etkisinden, kendini yalnız hissedişinden; gelen kalabalıkların alışılmışı bozacak oluşunun telaşındandır…

  Buradaki kusuru, en tarafsız, en adil açıdan incelemek oldukça önem kazanıyor. Bir kere, göçler sorgulanmalı. Bir insan doğduğu yeri niçin terk etsin. Üstelik onların geldikleri yerler masallar kadar güzel, gizemli dağlar, yaylalar, vadiler ile süslü.

 Ülkemin askeri, siyasi politikaları, bölgeler arası yapılan yanlışlıklar hiçbir zaman tam olarak masaya yatırılmadı. Sürekli kapının ardına süpürür, gece terör, gündüz jandarma; can, mal ve korku yayarsanız; tabiatın biricik kuralı girer devreye; göç, yer değiştirme; yaşamın içinde kalma…

  Sorarım size; aynı durum, batı dediğimiz bu diyarlarda olsa; sizler ne yaparsınız? Doğu diyarında eskinin büyük uygarlıkları tekrar yükselse; hangimiz gitmek, orada bulunmak istemez?

 Göstereceğimiz taraflı tepkiler gelecek insanları kendi içlerine büzülmeye, kendi içlerinde oluşturacakları tepkileri de, dayanılmaz bir an geldiğinde püsküreceklerine şahit olacak oluşumuz; aklın, hakikatin, ilimlerin de ne kadar muazzam bir döngü ve denge içinde sürdüğünü anlatır bize.

  Hiçbir şekilde tanımadan her gördüğümüz yağız delikanlıya, küçümseme anlamında “doğulu” derseniz, o da, korkarak geldiği şüphe ile baktığı batıyı, aynı küçümseme içinde kabul eder… Bu bir şehirli, bu bir uygarlık anlayışı değildir…

 Güçlü ülkelerin, kanun, hukuk ve adaletten yana olanların şüphesi, korkusu olamaz. Hukuk, kanunlar ve adalet iyi işlerse; yetmezlik, korku ve şüphe barınmaz... Bizler bunun mücadelesini vermeliyiz! Eksik adaletin, eksik kanunların, eksik anlayışın…

  Karayelin ellerimi donduran soğuğu içinde sessiz, kimsesiz sokakta yürürken üç doğulu gencin kurdukları iskele üzerinde çalıştıklarını gördüm. İkisi iskelede, birisi ise yerde, yaptığı harcı, yukarıya gönderiyordu. En yukarıda olan, ince bir ustalık gösterisi içinde köhne duvarı sıva yapıyordu.

 Tıpkı, yaratıcının insan tenini özenerek yarattığı gibi, malasını, soğuğa aldırış etmeden duvara, hassas ve kararlı bir şekilde harç sürüyordu. 

 Bu üç yağız insanın kazandığı, kazanacağı gündelik en büyüğü olmalıydı. Zengin olacaksa onlar olmalı. Bizler bunun savunmasını, bunun adaletini yapmalıyız. Bilmenizi isterim ki, o üç genç, bizim ellerimizin ceplerimizde donduğu zamanda bile donmaya meydan okuyarak çalışmaları sayesinde zengin olmayacaklardır. Öyle bir taşeron zihniyet var ki, en iyi yaptığı işlerden birisi de, insan emeğini hiçe saymak…

 Bütün bu hiçe saymak yetmezmiş gibi, bu insanların sigortası da yeterince ödenmediği ortadadır. Bizler, her yağız insana doğulu, kuzeyli, güneyli bakışını seslendirmek yerine, her emek harcayan, her alın teri akıtan ve yaşamak için bizim şehrimizi seçmiş insanlara teşekkür ettikten sonra, onların kullanılmalarına, kanunların aksaklığına karşı durmalıyız. Bu karşıtlıktır, insanı uygarlaştıran; bu ses, bütün insanlığın sesidir; bizi yalnızlıktan, şüphelerden, kuruntulardan kurtaracak ses…

 Güven Serin 



24 Kasım 2014 Pazartesi

GÜNEŞE SALDIRMAK


Kamera; Güven- İstanbul


GÜNEŞE SALDIRMAK

  Aslı Ulusoy Pannuti kendi köşesinde Paris’in Orsay Müzesi’nin ağır konuğu Marquis de Sade’yı ağırlayacağını anlatıyor. Bu anlatım aynı zamanda sıra dışı bir sanatçının büyük ahlakçılar tarafından yok sayılırken, düşüncenin, sanatın özgürlüğünü alabildiğine anlamak isteyenler tarafından ise korkusuzca, gönüllüce takip ediliyor.

  Şüphesiz Marquis de Sade sıradan bir sanatçı değil. Korku, şiddet, erotizm, ölüm… Bu sergide bu kavramların yansıdığı eserlerin tamamının olacağı da anlatılıyor. Paris’in ünlü müzesi bilinen klasik duruşuna karşın neredeyse büyük bir kesim tarafından dışlanmak istenen bir sanatçıya niçin yer veriyor?

 Aslı Ulusoy Pannuti’nin açıklamalarıyla, köşesine taşıdığı Orsay Müzesi Başkanı Guy Cogeval niyetlerini şu şekilde açıklıyor;

  “ Sade’ın eserleri lanetlendiği halde tutkuyla okuyan bir yüzyılın incelenmesi, o yüzyılın duyarlılığının bugüne kadar yapılmamış yorumu.” Olarak anlatıyor.

 Bir sanatçı, bir deha; defalarca hapse girmiş, hayatının son günlerini akıl hastanesinde geçirmiş olan Sade 18.yüzyıl dehasının ve kendisinden sonrakileri nasıl etkilediğinin anlatımıdır, diyor bu sergi için Pannuti.

 Sade’nin yaşamını kurtaran, işi deliliğe vurması mıdır bilemiyorum. Çünkü görünen manada her şeyin yolunda gitmesini isteyen, kalın perdelerin, kirli duvarların ardında her türlü iğrençliği, çirkinliği yapan, pazarlayan, organize eden büyük satranç ustaları; gün yüzüne çıkan ışığa, gösterilere, renklere; hele hele oldukça parlaksa, bilinenden öte bir şeyler anlatıyorsa; katlanamazlar…

 Ülkemizin yakın tarihine ve de uzak tarihine bir bakın; söylemleri yüzünden öldürülen şairler, yazarlar, ilim insanları hâlâ gün yüzüne çıkıp aklanmayı, hatırlanmayı, gerçekler ile yüzleşmeyi bekliyorlar.

 Nef’i, Nesimi’yi sadece şiirlerde mi hatırlayacağız? Niçin yok edildiler, niçin hoşgörüyle kabul görmediler; bugünün uygar dünyasında, büyük tüketim çılgınlığı içinde pırıltılar, şükranlar, gülücükler saçan insanlar arasında konuşamayacak mıyız?

 Ülke gerçeklerini yazan, paramparça edilen yazarlar, yakılarak, boğularak öldürülenler, insanlığa adanmışlıklarını bıraksalar, onları yok edenler gibi düşünseler; belki de yok edicilerin gündüzleri bile gece olurdu; vicdan denen, akıl denen gerçeğe, korkuya tutunduklarında.

 Adab-ı muaşeret kurallarını sık sık hatırlatanların, insan denen canlının evrenin bir parçası olduğunu unutmaları ne büyük kayıp! Evren, bircik parçası olan tabiatın hiç durmadan gelişmeye, üremeye, birleşmeye muhtaçlığı, bu şekilde yaşama yaptığı yapacağı katkılar ortadayken dünyanın her yerinde, isimleri ister devlet, ister din kurumları olsun; kendilerine rakip gördükleri her oluşumu, her sesi yok etmeyi üstün bir meziyet, soylu kılıflara geçirerek yok etmişlerdir.

 Farklı olandan niçin korkuyoruz? Alışılmışı sorgulayacak diye mi? Alışılmış olanın büyük menfaatlerinin azalacak korkusu daima endişelerin en büyüğünü oluşturur. Emeksiz yaşamları, çan kuleleri, minare gölgelerine gizlenmiş büyük çıkarları, insanlığın erdeminden, bilimin öncülüğünden çok daha öncedir onlar için…

 Hâlbuki dünlerin yüce öğretilerinden en önemlilerinden birisi de haram yememek! Aldatmamak! Hoşgörülü olmak! Hangi filozof, hangi ilim insanı bu öğretilere karşı durmuştur.

  Güneşe Saldırmak sadece sanatçının, sadece Sade’ın yaptığı bir iş değildir. Bun saldırıyı her daim yapan, ama çeşitli usuller geliştiren sanatçılar, ilim insanları; yapacakları icat, buluş, keşif, yazacakları bir şiir, sahneleyecekleri bir tiyatro, oynayacakları bir film içinde gizliden gizliye verirler; tıpkı tabiatın ağır ama kararlı değişimi gibi; bir ömrün göremediğini, duyamadığını duyanların ve görenlerin var olduklarını bile bile…

 Hiçbir sağlıklı akıl güneşe saldırıyı, aydınlığa saldırı olarak görmez. Var olan, sancılı, hastalıklı adab- muaşeret kurallarına dokunmak ister; onların dokunulmaz olmadıklarını anlatmak adına. Bir de, ağır görgü, sırıtma içinde büyük taklit yapanların diğer yüzünü göstermek için erotizme, korkuya, şiddete yer verir; çünkü en aklı başında insanın, değişen şartlar içinde nasıl bir canavara dönüşe bileceğini göstermenin, en akıllı insanın bile akıl tutulmasına yakalanacağının duyurusun yapar.

 Güven Serin 






22 Kasım 2014 Cumartesi

ULAN TEKİRDAĞ


Kamera; Güven - Tekirdağ


ULAN TEKİRDAĞ

 Meteorolojiye bakılırsa Tekirdağ’da sağanak yağış olacak. Kim bilir hangi Tekirdağ belgesini ıslatacak! Her zaman gezindiğim yerdeyim; sahilde… Çınarlar insanı şaşırtacak derecek çıplaklığı sergilemek için, temizlik işçilerine inat yapraklarını çıkartıp atıyorlar. Ilgın ağaçları güzelim kostümlerini sarıya çevirmişler. Çamlar; kuşların sığınma, insan denen canlının kış zamanı, yeşile açlığını giderme adına; yem yeşiller…

 Dostum taksici her zaman aynı yerde; yine bir parça bilgi, öğreti adına gazetesinin içinde kaybolmuş. Bu kayboluş, etraftan el ayak çekme değildir. Bir taraftan da gidenleri, gelenleri esnaf ciddiyetiyle takip ediyor. Otuz yıldır selamlaşıyoruz; aynı saygınlık, aynı gülümseme içinde…

  Belediye Halk Otobüsü tam gaz sahil geçişi yaparken egzozu öyle bir ses çıkarttı ki, yukarıda, viran, kimsesiz çay bahçesinin üstünde yaşayan köpeklerden en yaşlı olanı; “ne oluyor, kıyamet mi kopuyor” dercesine, yaşlı sesiyle havladı durdu. Durmayan otobüs şoförü, belli ki patlama, çatlama ve kara duman; ona hiçbir şey anlatmıyor. Görünen o ki, halk otobüsleri ve şoförleri çok çabuk yoruldu. Titreyen, patlayan araç gürültülerinden anlaşılıyor. Tam olarak kurumlaşma hizmeti geliştiremedikleri için, büyük koşuları onları oldukça yormuşa benziyor…

  Güya Tekirdağ’da ki hava sıcaklığı 10 derece olacak günlerden birisini yaşıyorum! Öyle değil tabi; güneş, ufkun üzerinde yükseleli çok olmuş. Denize vuran şavkı şehrimi 10 derecenin çok üstüne çıkartmış. Denizin duruluğu kadar griliği, parlaklığı da tabiatın asil marifetini anlatıyor…

  Şair Attila İlhan’ın İstanbul Ağrısı şiirini anımsamaya çalışıyorum;

Ulan İstanbul sen misin/Senin ellerin mi bu eller/Ulan bu gemiler senin gemilerin mi?
Sana taptık ulan/Unuttun mu/Sana taptık

  Şair böyle sevdi İstanbul’u. Benim sevgim da az değil ama! Bir gün, bu şehrin özgür üniversitesi, o üniversitenin genç araştırmacı öğrencisi yerel basına göz gezdirecek ve bu geziş esnasında kendi keşfini yapacak; o zaman, Tekirdağ sevgimin, içselliği, gizemi, çaresizlikten çareler üretme marifetleriyle yüzü gülecek…

  Kim bilir kaç kez “ Ulan Tekirdağ, sevdim seni, sana muhtacım, bu kirli çocuk yüzün, fark edilmeyen denizin, dağların, coğrafi konumun; ulan yine başımı döndürdü, yine çılgına çevirdi beni” fısıltılarıyla yürüdüm bu şehrin kordon boyunda, yıkılan, yıkılmakta olan cumbalı ahşap evlerinin iç sızlatan sokaklarında…

  İki erkek öğrenci, biri diğerine yakınındaki köpeği anlatıyor; “ bu köpek var ya, buraları avucunun içi gibi biliyor.”

  Çocuğun düşüncesine saygıyla katılıyorum. Köpeklerin en sağlam yanlarından birisi de, çevrelerini tanımaları. Koku alma duyuları, bellekleri insandan ötedir. Çocuğun köpek için kullandığı deyimi “avucunun içi gibi bilmek” sözcüklerini ısrarla düşünüyorum. Avucumuzu bile bilmediğimizi biliyor muyuz acaba. Kaçımız, çocuğumuzun, kızımızın odasını, o odada hangi eşyaların, hangi resim, fotoğrafların asılı olduğunu; oda rengini biliyoruz? Kaçımız, her gün geçtiği sokağı, orada yaşayan diğer canlıları, ağaçları, kuşları gözleye biliyoruz.

  Bu sorgulama içinde, her gün nesnelere dokunduğum, klavyenin tuşlarına basmama yardımcı olan ellerime, avuçlarımıza biraz daha dikkatli baktım. Ben, en yakınımda duran avuçlarımın içini, içinde bulunan çizgilerin uzantılarını, nerede başlayıp nerede bittiklerini bilmediğimi gördüm. Mazeretimiz ne ola ki? Büyük koşu mu? Yaşam telaşı mı? Hiç sanmam!

  Avucumu pusulanın duruşu içinde gözlerimin önüne getirdim. Kuzey, Güney, Doğu, Batı diye bölümlere ayırdım. Bu ayrımı yaparken, Karayel, şehrimin güneşli pırıltısı içinde esmeye devam ettiği için, rüzgârları, yönlerini de avucumun içine koydum.

  Avuç yukarısına dikine çıkan iki büyük çizgi, yukarıda kuzey yönünde buluşuyorlar. O buluşma yönünden Yıldız esiyor. Orta bölümden, kuzeye çıkan çizginin sağ ayağından aşağıya, güneye, kıble yönüne kalın bir çizgi iniyor. Avucumun güneybatı yönüne, yani lodosun estiği tarafa da kalıncı bir çizgi, kuzeye doğru çıkan çizginin sol ayağı yerleşmiş. Doğu tarafına paralel bir çizgi, ufuk çizgisi gibi ilerliyor. Gün doğusuna, keşişlemeye, poyraza, yani güneydoğu, doğu, kuzey doğu yönüne ilerleyen onlarca küçük çizgi, kimi uzun kimi kısa…

 Ulan Tekirdağ, kirli çocuk yüzün, poyrazın, karayelin, lodosun, hiç durmadan kirletilen denizin; seni anlamaktan uzak şehir insanın, sana sırtını dönse de, sen yine de sevilmeye, önünde eğilmeye, sonsuza uzanan şükranları sunulmaya layıksın ulan…

  Güven Serin



19 Kasım 2014 Çarşamba

33.KİTAP FUARI


TÜYAP-33.KİTAP FUARI




33.KİTAP FUARI
33.KİTAP FUARI

  TÜYAP Kitap Fuarının 33. düzenlendi. Uluslar arası nitelik kazanan, sadece kitap fuarı olmaktan öte bir sanat gösterisine de dönüşen organizasyona 850’ye yakın yayın evi katıldı. 270’ye yakın söyleyişi düzenlendi. İmza günleri derken inanılmaz bir insan seli aktı durdu.

  Son günü de olsa bu büyük organizasyona bende gittim. Gözlemlerimi yaptım. Kitaplara dokundum. Sanatçılarla göz göze geldim. Neredeyse bütün kitap reyonlarının önü insan kalabalıkları ile doluydu. Özellikle ucuz kitapların olduğu bölümler…

  33. TÜYAP Kitap Fuarının kitapları bölümü kadar değerli bir bölümü daha vardı; sanat bölümü. Ama ne hazindir ki burada gezinen insan sayısı, kitap bölümünde gezinenlerin yarısı bile değildi.

  Niçin dedim? Niçin, bu kadar ciddi işler, harika sanat eserleri bunca insanın gözünden uzak, kalbine yakın değil? Sanırım bu sorgulamayı sindire sindire yapmalıyız. Sanat ve sanatçının eserleri, günlük insan algılarından çok öte de olabiliyor. Çoğunun çalışması, soyut kavramlar; alabildiğince derinliğe iniyor. Peki, ima bu fuar binlerce insana; yani halka da açık olduğuna göre; bu eserleri halkın da anlayacağı bilgilerle, video gösterimleriyle daha da halka indirmek, yine sanatçının işi değil mi?

  Bir de sanatın uzun vadeli kazandırıcılığı, pahalı oluşu, bir ömre adanmışlığı da uzaklığı anlatan nedenlerden…

  Kitap bölümüne yığılan insan kalabalıkları, özellikle genç insanların cıvıltısı ellerindeki kitap poşetlerinin dolu oluşu; mutluluğuma mutluluk ilave etti. Yinede iç çekmeden edemedim. Bazı arkadaşların sırf ucuz diye almış oldukları kitapları inceleyince bunların kitap oldukları kitap ama hiçbir emek harcamadan sadece kitap sayfası ve öteberiyle dolu oluşu da ayrı bir hüzün duymama neden oldu.

  Ben uygarım, ben özgürüm, ben kendinim diyen herkesin ilk önce şu kontrolü yapması gerekir. Ben, ne kadar seçiciyim!

 Çok hızlı akan bir zamanın içindeyiz. Aslında zaman olduğu yerde de, insanlar insanlık koşusunda oldukça yorgun ve kirli bilgiler ile sarılmış vaziyette. Can sıkıcı bir sürü ses, hikaye, oluşum peşimiz sıra; hatta gittiğimiz, gördüğümüz her yerde. O zaman, bugünün uygar insanına düşen şey ne? Seçici olmak ve kalkanlarını sürekli bakıma sokmak!

  Nasıl olacak bu iş?

  Kitap seçerken de, sinema, tiyatro, arkadaş, sohbet, yol, mahalle, yiyecek; artık titiz olmak zorundayız. Kılı kır yarmanın en nazik, en estetik olanını yapmak zorundayız dostlarım! Çünkü zamanımız en değerli şeydir; sağlığımız ile birlikte. Okuyup da hiçbir şey anlamadığımız bir sürü kâğıt parçası; bizi bizden eder; zaman denen, sağlık denen en güzel mucizemizi girdabın içine iter.

 Seçtiğimiz kitabın anlattığı bilgiler, değerli olmalı; irademize gönüllü yansımalı. Sinema da, tiyatro da, arkadaşımız da öyle; kalıcılık yerine can sıkıcılık, hiçliğe, donukluğa dönecektir; sanki ruhumuz yok-muşçasına boşluğun hoşluğu içinde yaşarken yaşamaz hale gelmek içten bile değil…

  Seçici olun! Elinize defalarca alacağınız kitapları hemen yanı başınıza koyun. Hemen her yere sizinle gerçek bir dost, yol gösterici gibi gelecek kitapları, saygın organınız gibi taşıyın. O zaman çevrenize daha sakin bakarken, beyniniz daha hızlı, daha sağlıklı çalışacaktır; çünkü değer vererek izlediğiniz sinema da, tiyatro da, sergi de aklınızda size damlayacak olan bilgi besinleriyle sizi besliyor, bir taraftan da kalkanlarınız, dış etkenlerine karşı onarılıyor olacaktır…

  Güven Serin 





15 Kasım 2014 Cumartesi

KASPAR'IN HİKAYESİ


Kaspar Heykeli  
Kaynak; İnternet


KASPAR’IN HİKÂYESİ

 Kimdir bu Kaspar? Kızıl saçlı, darmadağın görünüşlü yarı hayvan, yarı insan görünümünde bir yaratık. Amaç, ne olduğu belirsiz yabanıl yaratığı eğitmek; başına kaka kaka, vura vura eğitmek…

  Peter Handke’nin Tiyatro oyunudur Kaspar. Zehra İpşiroğlu’nun Dramaturjiden Sahne Çözümlenmesi eserinde, Modern Bir Oyuna Postmodern Bir Yaklaşım adı altında bizlere anlattığı sanatsal bir gerçek…

  Kaspar, yarı hayvan yarı insan olan canlı eğitilmeye başlar. Eğitilme sürecinde dünyası giderek daralır. Yazarın ifadeleriyle, “ sonunda idole dönüşmesi tükenişi simgeler. İnsanın dil aracılığıyla dil aracılığıyla nasıl güdümlendiğinin de altı çizilir”

  İpşiroğlu’nun çalışmasını söz söz, düşünce düşünce okurken, kendi dünyamızın, kendi yaşam alanlarımızda ne kadar çok Kaspar’ın olduğunu görmenin içsel ürpertisini yaşadım. Belli ideolojileri, kalıpları, korkuları dil aracılığıyla daha doğar doğmaz veren insanların, en sevdiklerine bile farkında olmadan, farkında olarak ne büyük daralma, acı yaşattıklarını anladım.

  Söz gelimi daha yeni duyduğum, yakın bir dostumun okul ziyareti ve kızı hakkında bilgi aldığı öğretmeni; her şeyi güzel güzel anlatmış da, sonunda Kaspar sanatına yakışır bir uyarıyı da yapmayı ihmal etmemiş.

  Öğretmenin söz ettiği kız, daha gençliğin en taze zamanlarında. Çocuk ile kız arasında; bu geçiş töreninde en çok ilgiyi, alakayı, doğal alkışı hak edeceği zamanlarda; en büyük korkularla gözlenenlerdir. Bayan öğretmen de ona yüklenen korkuyu, öğrencisi üzerinde yaşama geçirmiş. Bir ara genç kızın sürdüğü ruj dikkatini çekmiş. Ne kadar hafif de olsa, okula yakışmaz! Okul, güzel kızların, genç erkeklerin bütün renklerini bırakıp geleceği yer olmalı! Mümkünse en renksiz ve en donuk halde…

  Genç öğrencisinin dudağında gördüğü bir parça ruj öğretmeni endişelendirmiş. Ve bu korkulu, puslu görüntüyü öğrencinin annesine iletmiş. Öyle ya, dikkat edilmezse, kız elden de gidebilir; hafif bir insana dönüşe bilir? Erkek çocuk da saçlarını uzattıysa, kulağına küpe taktıysa, sonu ne olacağı belli olmayan yaşam biçimlerine kayabilir! Bu korkularla yaşama atılan ve yaşam içinde olgunlaşan insanların beyin hücreleri bir ömür, korkuları silah gibi kullanan dile dönüşür. Her sözcük, bir kırbaç, bir mermi, cehennem zebanilerini hatırlatan kabus gibi olur…

 Ama hangi oluşum, hangi kurum, hangi uygar oluşum; o genç kızın niçin ruj sürmek istediğini anlamaya çalışacak? Genç erkeğin uzun saçlarının, küpesinin öğrenimine, eğitimine, insanlığa adanacak bir ilim insan oluşuna hiçbir zarar vermeyeceğini kim sorgulayıp, bu karanlık korkulardan, dili silah gibi kullanan öğreticilerden arındıracak bizleri…

  İpşiroğlu’nun Kaspar oyununu su yüzüne çıkartma sanatı daha da ileriye taşınıyor;

  “ Dilin insanlar arasında iletişim aracı olmaktan çıkıp bir ezinç ve baskı aracına dönüşmesi, bireyin sosyalleşme sürecini her türlü bireyselliğin yok edilmesiyle noktalanması, eğitim olgusunun totaliter boyutu, erkeklerin belirledikleri kadın kimliğinin giderek bir idole dönüşmesi, bireyselliğin yerini törensel olanın alması, tükenmişlik, yalnızlık, tutsaklık, çıkmaz ve şiddet…”

 Çoğumuz futbol karşılaşmalarını izlemeye gitmişinizidir. En eli ayağı düzgün insanların soylu küfürlerinin sporla hiçbir alakası olmadığına şaşırmış, ya uyum gösterip, ya da bir tiyatro sahnesine bakar gibi bakmaya başladığınızı biliyorum. Bastırılmış, zorla öğretilmiş sözcüklerin dil aracılığıyla nasıl bir katliama dönüştüğünü görürken, yabanıl Kaspar’a uygulanan şiddeti de bir parça anlamış oluruz.

 Bir tiyatro oyunu olarak bilinen Kaspar, aslında yaşamın içinden çıkmıştır. Edebiyatçılar; Trakl, Rilke, Stefan George, Verlaine gibi yazar ve şairler tarafından 160 yıllık kaybolmuşluğu önlenmiş, ona, insanlığa yardımcı olma onuru, sanatın eliyle verilmiştir.

 Yazar, sözcükler üzerine yine çok düşündürücü bir tümce kullanır;

“ Sözcüklerin, kavramların içeriğini yitirmesi düşünmenin tükenişini işaret eder. Bu tükenişle birlikte dil bir idole, bir mite dönüştürülür.” , “ Medya kültürüyle yoğunlaşmış olan günümüz izleyicisi sürekli bir imgeler bombardımanı altındadır. Bu da giderek edil genliğe, duyarsızlığa, daha güçlü bir deyişle duyuların körleşmesine yol açmakta. Bu açıdan tiyatronun sağladığı estetik yaşantının, düş gücünü ve düşünselliği harekete geçiren ‘duyularla düşünce’nin bu duyarsızlığa karşı çıkışı dile getirdiğini söyleyebiliriz.”

Güven Serin 



 



12 Kasım 2014 Çarşamba

YAZ DEDİ OKURUM


Kamera; Güven   

YAZ DEDİ OKURUM

  Beni ne zaman görse, gülümseyen bir yüz. İlk önce gülümsedi; sonra elimdeki dergiye baktığımı görerek biraz bekledi. Ve hafif, uzattığı başının gülümseyen yüzüyle; “ bugün Bekir Coşkun’un yazısını oku! Sende bir yazı döşe!” Dedi ve gitti.

  Bana niçin Bekir Coşkun’u önermişti? Beni Coşkun ile aynı düzlemde mi buluyordu yoksa yeterince siyasi yazılara zaman ayırmıyor olmam adına nazikçe hatırlatıyor muydu; bilemiyorum…

  Elbette, gülümseyen bir yüz, istikrarlı bir gülüş önemsenir. Ben de onun söylediği gibi Bekir Coşkun’un “oku” dediği yazısına yöneldim. Coşkun, köşesinden şöyle sesleniyor;

“ Cumhuriyeti yıkmazsınız çünkü Cumhuriyeti yıkmak için de Cumhuriyete ihtiyacınız olacaktır.

  Cumhuriyeti yıkamazsınız…
Çünkü bir köy kahvesine git, onu kuran Mustafa Kemal’e küfret…
Anlarsın…”

 Coşkun, bu ülkede yaşayan en uygar insanın yaptığını yapıyor; korkusunu, moralsizliğini, edebi öfkesini bu şekilde dile getiriyor.

  Sabahın tenhalığında gülümseyen yüzeyle bana “oku” diyen okurumu dinleyip, içimden teşekkürü de borç bilim, uzun zaman ihmal ettiğim, hür fikirle cesur, bilgili, görgülü ve aynı zamanda taraflı yazarlara da göz attım; bir şeyin tarafı olunacaksa, Cumhuriyetin, Hürriyetin, Adaletin, Bilimin, Sanatın tarafı olmamı düşünerek, düşleyerek…

  Yaşar Nuri, ilahi adalete inanmışlığını, yaşamın gerçekleriyle harmanlamış, yaşama yansıyan hükumetin tipik uygulamalarına görkemli bir sesleniş yapıyor;

“ Fazıl Say’ın eserlerini Cumhurbaşkanlığı korosunun listesinden çıkarmışsınız. Size yakışanı yapmışsınız. Siz onun eserini listeden çıkardığınız sırada o, Pekin’de konser veriyordu. Her konser verdiği yerde biletler birkaç gün önceden bitiyor.
 
Bu öldüren ruh hali… Öfkeniz sizi öldürüyor…”

 Yaşar Nuri, bilginin, öğrenmişliğin en hakiki olanı yapıyor; dur-durak bilmeyen, şüphe, güç gösterisi yapmaktan kurtulamayan iktidara, Maun suresini hatırlatıyor!

  Şüphesiz her gün Kur’an surelerini ağızlarından düşürmeyenler bu önemli uyarıyı da iyi biliyorlar. Ama bakmak, görmek ve kendi beyninde onu anlamlandırmak; esas püf noktası orada!  Sana, bana, ona göre değil; biricik adalete, biricik ilme göre netleştirilmesi gerektiğinin çığlığını atıyor.

  Yaşar Nuri, Maun Suresini hatırlatmakla çok önemli bir şey yapmış. Bir başka şey daha hatırlatıyor; Zeynep Oral’ın daha önce köşesinde yazdığı bir makaleden alıntı yapıyor;

 “ Bilin ki, korkunç bile değilsiniz! Sadece gülünçsünüz! Dünyanın alay konususunuz! Parmak-la gösterilen ucubelersiniz.”

   Hasan Cemal, Tutsak Akıl, Özgür Akıl’dan söz ediyor. Bir ağıt, bir destan gibi; zorla ezberletilen tarihe, zorla seçilen özgürlük sloganlarına özgürlük, akıl adı altında sarılmaların ne büyük yanılgıları olduğunu; yutkunarak anlatıyor.

  Mahmut Övür kendi köşesinden Kürt siyasetçilere açık mektup, diyerek sesleniyor;

“ Bırakın 90 yıllık Cumhuriyetin yasak yıllarını, çok uzağa gitmeye gerek yok,90’larda bu ülkede neler yaşandığını herkes biliyor, özellikle de bugün yaşayan Kürt siyasetçiler. Bu yüzden, Ahmet Türk’ten, Leyla Zana’ya, Hatip Dicle’den, Sırrı Sakık’a, o günleri iliklerinde hisseden tüm siyasetçilerin şu soruyu sormasında yarar var.

 Nereye gidiyoruz? Konjonktür el fırsatlara göre mi davranacağız, yoksa bir arada yaşama becerimizi dikkate alarak yeni bir yaşam mı oluşturacağız?

  Çünkü bin yıldır birlikte yaşayan, son yüzyılda ise iç içe geçen farklı bir Türkiye toplumundan söz ediyoruz.

  İstanbul’a Mardin’in, Diyarbakır’a İzmir’in, Şanlıurfa’ya Trabzon’un kader ortaklığını siyasi vizyonunuzun bir parçası yapamıyorsanız, siyasetinizle bir sorun var demektir.”

  Yaz, dedi okurum. Yazmadan önce okumanın, ülke gidişatını takip edenlerin fikirlerini almanın erdemiyle yazdım bende; bu ülkenin ne kadar huzura ihtiyacı olduğunu bilerek, isteyerek yazdım; içimdeki sınırları, sınırsızlığa adanmış olarak yazdım…

  Güven Serin 


 

 

 



8 Kasım 2014 Cumartesi

ENSEST DÜŞÜNCELER

                                                   
                                                    Fotoğraf, Cumhuriyet Gazetesi

ENSEST DÜŞÜNCELER

  Nedir ensest? Kelime anlamı; Yakın akrabalar arasında gönüllü ve gönülsüz cinsel ilişki. Olarak anlatılıyor.

   Neredeyse tüm dünyada yasaklar arasında olan, akrabalık bağlarını düzenleyen tabular-yasaklar arasındadır. Ülkemizdeki yerini, ortaya çıkan sarsıntıları, ancak çok geniş kapsamlı incelemelerle ortaya çıkarta biliriz.

  Neredeyse tüm dünyada üstü oldukça kalın örtülerle kaplanmış, sağır odalara terk edilmiş, körleştirilmiş, yok sayılmış ama hiçbir zaman yok olmayan yaşam dürtülerini korkusuzca incelemek, ülke yaşamımızdan öte insanlığa özellikle küçük yaşta bu tür saldırganlıklarla karşılaşmış ve yaşamı boyunca o büyük, gizli sancıları çeken insanlara büyük bir insanlık özrü olur.

  Korku, yasaklar, gizlemeler toplumun sağlıklı olmasını değil, tam tersine sağlığını yitirmesine ve gelinen noktada sağlık hizmeti vermekte zorlanmaya doğru götürür.

 Fransa’nın başkenti Paris’te, Paris Festivali ekseninde Diane Ducruet isimli fotoğraf sanatçısının ANNE ve KIZ II adlı fotoğrafları kaynağı belirsiz yedi ayrı tepki mektubu alıyor. Anne ile kızın, yani annenin öz kızıyla çırılçıplak betimlenen dört ayrı kompozisyonu ensest ilişkiyi çağrıştırdığı için yedi ayrı yerden tepki mektubu alıyor. Bunun üzerine sanatçının fotoğrafları sergiden kaldırılıyor.

  Ülkemizde yaşayan bu konuda birçok kez yasaklarla yüzleşmiş sanatçımız Şükran Moral da Paris Photo’ya 13-16 Kasım tarihleri arasında katılacak. Performans sanatçısı Moral, sergi açmayı düşündüğü Paris’te yaşanan sansür olayı üzerine açıklamalarda bulunuyor;

“ Kendim de sürekli sansüre maruz kaldım. Hatta 2010’da yaptığım performansım EMEMUS yüzünden ölüm tehditleri aldım. Kesinlikle sansüre karşıyım. Bu işte bahsettikleri ensest durumu görmedim. Demek ki ensest, bakanın kalbine ve yorumuna göre değişiyor. Sansürleyeceklerine, ensesti tartışsalar çok daha iyi olur.”

 Sansürden, yasaktan bunalan bir insanın yapacağı en iyi öneri bu olmalı; yasaklayacaklarına ENSESTİ tartışsalar ya!

  Her şey bilinirken, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamak, bu yaşam içine düşmemiş olanların anlayacağı bir şey değildir. Bir insanın en büyük ruh ve bedensel bütünlüğü, olgunlaşması çocukluğunun ilk yıllarında dır. Ensest vakaları, yani saldırıları da en çok en korumasız yıllarda oluyor. Bu korumasızlığa hangi vicdan, ahlak, yasa onay verebilir?

 Olay, yakın akraba tacizi, saldırısı ve tecavüzü olmaktan ötedir. Bir çocuğun kaldıramayacağı, ilerleyen yaşamına taşımakta, onu eritip, yok etmekte asla başarıya ulaşamayacağı büyüklükte, insan beynine çok derin bir yara olarak yerleşir. Ve yaşamının sonuna kadar bu yara kanamaya devam eder; gizli gizli dökülen yaşlar, belki de bir dayının, bir amcanın, ağabeyin, babanın büyük ıstırabıdır…

  Yasaklarla, tabularla uğraşırken, esas olanı, örtü-leni, büyük insan bataklığına dönüşecek yaralanmaları yok saymak, sürekli gülümseyen, sırıtan pozlarla halkının yanındaymış görüntüleri iç acıtıcı bir yalandan öteye geçmez.

 Sağlık dağıtılan Devlet Hastanesinde güzel bir slogan var;

“YALNIZ DEĞİLSİNİZ!”

 Hastaneye gelenlere güzel bir moral! Küçük yaşta, kendinden büyük insanlar, akrabalar tarafından tecavüze uğramış olanları, uğrayacak olanlara bir koruma kalkanı, bir şifa olarak verecek tek şey; korkmadan tartışmak, önlem almak ve çareler üretmektir…

 Güven Serin




  

6 Kasım 2014 Perşembe

ZAMANIN ENGİNLİĞİ ve ZAMANIN DUYARSIZLIĞI


Kamera; Güven Ganoslar-Tekirdağ

"Zamanın enginliğine açım ben." 
 Pessoa

ZAMANIN ENGİNLİĞİ ve ZAMANIN DUYARSIZLIĞI

  Bilim, yıllardır yeryüzündeki biyoçeşitliliğin hızla eridiğini haykırıyor. Sadece günü yaşadığını sanan insan da bu canlılardan birisi! Nasıl ki diğer canlıların soyları ağır ağır eriyorsa, insanın da aynı tehlikede oluşu, ne hazindir ki bin bir düşlere can veren insanın farkına varmak istemediği bir şey…

 Bilim, kuşkusuz sonsuzu anlamaya adanmıştır. Sonsuzu anlama telaşında milyarlarca kilometre öteye bakarken bile, en yakınındaki yok oluşlara da ayrı bir itina gösterir. Bütün çılgınlıklar yaşanırken, ismini bile bilmediğimiz canlılar yok oluyor. Çoğunu ancak fotoğraflarda görebiliriz artık. Ama niçin yok olduğunu bilmek bile istemeyiz.

 Baş sorumlusu insan! Yok, oluşu tespit eden, çareler arayan da insan; bilime, akıla, iradeye inanmış insan…

 Fernando Pessoa içinde yaşadığı zamana, edebiyatın zenginliği, felsefenin çok yönlülüğüyle seslenir;

  “ İçinde yaşadığım anın kaygısı vız geliyor, uzunda sürmüyor. Zamanın enginliğine açım ben; ve koşulsuz olarak ben olmak istiyorum.

  Doğuştan bana ait olan içimdeki toprağı, adım adım fethettim. İçinde bir hiç olarak kaldığım bataklığı, azar azar ele geçirdim. Sonsuz varlığımı doğurdum, ama kendimi kendimden FORSEPSLE koparmak zorunda kaldım.”

 Pessoa insan denen canlının muhteşemliğini, her türlü karanlık dehlizin gün ışığına giden zorluklarıyla başa edebileceğini anlatıyor. Ama ilk önce kendinle baş eden, kendi kendini ele geçiren korkusuz, cesur, zarif ve kahraman insandan söz ediyor.

 Bilim insanları da ısrarla, muhteşem dünyamızın yaşayacağı büyük tehlikelerden söz ediyorlar; yıllardan beri. Bilim Teknik Dergileri kırk yıldan bu yana ülkemizin deprem bölgesinde olduğunu anlattı durdu. Sonuç ne oldu? On binlerce insan öldü; onların çığlıkları, onlardan geriye kalan insanların ruhsal çöküntüleri, bugün ne halde oldukları üzerine hiçbir şey yeryüzüne çıkmadı; sanki depremle birlikte oradaki insanların bütün geçmişi ve geleceği yok oldu.

  Bilimin, iradenin olmadığı yerde olan tükenişlerden…

  Baha Kuban Kapitalizm ve İklimi anlatıyor köşesinde. Yüksek karlar için dünyamızın biyoçeşitliliğinin yok oluşunu, bu yok oluş içinde insanın da büyük paya sahip olduğunu ısrarla anlatıyor. İnsan, başka canlıları, canlara can veren dünyayı yok ederken, sıranın kendisine geldiğinin farkında bile değil; ne hazin bir tören…

  Kuban’ın anlatımına destek veren Naomi Klein’in Kapitalizm ve İklim Kitabı. Kuban, Klein’den yaptığı alıntıya devam ediyor;


  “ Klein, kitabının bir bölümünü, yaklaşık 150 milyon yıldır yeryüzünde yaşayan bir deniz kaplumbağası türünün hikayesine ayırmış. Bu yaratıklar olasılıkla gök taşı çarpışmaları ve dinozorların neslinin yok oluşu felaketinden sağ çıkmayı başarmış, yüzeli milyon yıl ile dünyanın en uzun canlılarından birisi.

  Bugün deniz kaplumbağaları, aşırı avlanma, balık sürülerinin azalması ve iklim değişikliği nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.”

 Bu ne demek? Yüzeli milyon yıldır bu dünyada yaşama tutunmuş canlılar bile yok oluşun eşiğine geldiyse, çok yakın tarihe sahip insanın yok olmasını kim engelleyecek? Yüksek kazançtan, yüksek çıkardan başka bir şey bilmeyen kapitalizmi destekleyen soylu efendiler mi? Yeşili, betona teslim eden, bitmez denen denizi bitiren, bugün hastalıkların bin bir çeşidiyle boğuşan insanlık sürüsü mü?

  Zamanın enginliğine tutunmayı, zamanın sınırsızlığı içinde kendi bataklığımı kurutmayı sürdürürken, insanlığa sunacağım bir parça hizmeti, sunacağımız faydaları düşünüyorum. İlk önce denizleri kirletmemeyi, doğayı felakete getirecek ambalajları doğaya bırakmamayı öğrenmekle bile ne büyük katkıların sağlanacağını görmek istemem çok büyük bir şey midir?

 Doğa için oldukça büyük bir şeydir dostlarım. İnsanın eğilmesi, insanın duyarlı kendisine gelmesi içinse oldukça küçük bir çaba…

 Güven Serin 



5 Kasım 2014 Çarşamba

HAYATTA KALMA MÜCADELESİ


Kamera; Yunus   Ganoslar


Kamera; Güven Ganoslar-Tekirdağ

HAYATTA KALMA MÜCADELESİ

  Her fırsatta yaşama tutunmuş insanların, yaşam çığlıklarını görmeniz mümkündür. Bu işi en iyi yapan canlılar elbette hayvanlardır. Hiçbir yanılgı içine düşmeden, genlerindeki çağrıya; yaşam serüvenine hiçbir koşul koymadan ayak uydururlar.

 Canlıların en sıra dışı olanı insandır. Düşünür, yargılar, aklın ve duyguların, öğretilerin, gelenek, göreneklerin; kısacası her türlü etkinin altında veya üstünde durarak yön çizer; yol alır.

 Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgiyi bilenlerin yaşam sevdası çok başkadır. Daima var oluşu, yok oluşları bile var oluşa bir engel değil, bir anlam, bir yol, bir öğüt olarak alılar, yaşamın coşku dolu tellerine, sımsıcak ve içten dokunurlar.

  Bir de hayatta kalma mücadelesinden vazgeçenler vardır. Yeniköy’lü Hasan da onlardan birisidir. Dostum Yunus’un kardeşi Hasan. Nice Hasan’dan, Ahmet’ten, Hüseyin’den, Ali’den birisi…

  Yeniköy, Tekirdağ’ın değil belki de ülkemizde çok özel sayılacak yerlerden birisi. Tepeleri, vadileri, Rum evleri, daima esen rüzgarı, güneyin yeşili, deniziyle, mitolojinin gizemli geceleriyle bir başka cennettir.

  Yeniköy Hasan’dan önce öldürüldü. Beceriksiz, halkını düşünmeyen politikacılar, bürokratlar tarafından öldürüldü. Yeniköy gibi nice güzel köy; organik tarımın, en güzel en faydalı besinlerini üretecek yerlerden en nadide olanları; çoktan öldürüldüler…

  Yeniköy’ün erkek nüfusu özellikle kışları, dört kişiden fazla değil. Şimdi üç kaldı. En genç olanı Hasan; ibretsel bir tercih ile 50 yaşında, zamansız bir ölüme tepelerden tepeye haykırır gibi haykırarak sarıldı.

  Yeniköy’ün, kısacası Tekirdağ’ın dağ köylerinin ilk önce tütününü, sonra ipek böceğini ve en sonunda bağlarını öldürdüler. Hesabına düşkün Tekirdağ entelleri, her ölümü seyir sefa içinde izlediler de,

NİÇİN ÖLÜYORLAR?

NELER YAPMALIYIZ?

  Demenin erdemine bile tutunmadan, ölümleri normal ölüm gibi; panayırlardaki hokkabazları izler gibi izlediler.

 Yeniköy’lü Hasan, kendi iradesinde, kendi ipini kendi çekti. Kayıtlara intihar diye geçecek. Bir insanın, birkaç bedenin erken ölüşü, hiçbir sorumlu kişiyi ilgilendirmeyecek. Jandarma, Savcı, doktor ve imam, hepsi görevlerini yapmış olmanın yorgun bedenleriyle, belki de birbirine benzediği için aynı gecelere, aynı günlere sıkılarak bakacak; yeni bir şeyler daha güçlü ölümler yok mu, diye düşünmeden edemeyecekler…

  Peki, ama neden? Bir insan niçin ölümü seçer. Yaşamak, yaşatmak en büyük sanatken… Yaşama tutunmak için seksen yaşında bir insanın bile doktor doktor gezip, büyük bir sevda koşusu yaşarken 50 yaşındaki insanın tercihi; niçin ölümden yana…

  Hasan, toplumun büyük çoğunluğu gibi bankalara borçlu… Hasan, dağların, vadilerin serin, ılık, coşku dolu şifasını bırakıp da gitmesinin bir anlamı olmalı! Muhtemelen, sizin kirlettiğiniz dünyanız sizin olsun; ben size, sizin yaşamınıza ait değilim, der gibi gitti; bir insan daha zamansız…

 Yetersizlik, sıkışmışlık; hızla şehirli, hızla modern, uygar olacak denen toplumun hızla borçlandırılıp uygar görünen, yapay devlerin-şehirlerin kan, irin kokan ağızlarına bırakılması; ne büyük uygarlık töreni değil mi dostlarım!

 Alman oyun yazarı Georg Büchner’in Ölümü ve hiçliği anlatan oyununda, nişanlısına seslendiği bir sahne;

 “ Devrim tarihini inceliyorum… Görebildiğim insan doğasındaki yineleme olgusu; yaşamımızı yönlendiren şiddetin önüne geçilemez bir güç olduğu… Birey dalgalar arasında küçük bir köpük sadece.”

 Ne birey, birey olduğunun farkında, ne kent kent olduğunun; ne vekil vekil olduğunun; unvan, şan, şöhret delisi zavallı bir toplum; bütün mesele bu işte…

 Güle güle Hasan… Ismarladığın çayın karşılığı yoktu biliyorum. Ama yine de aklında olsun belki bir gün, ben de bir kahve söylerim sana; karşılığını düşünmeden…

  Güven Serin 





4 Kasım 2014 Salı

WİLLİAMS SENDROMU ve MÜZİK


Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi-İSTANBUL


WİLLİAMS SENDROMU ve MÜZİK

  Bilim, bilme isteği, sorun çözme gayreti, bu gayretleri tetikleyen merak, deneysel çalışmalar olmasaydı, sıradan hastalıklar bile insanlığı yerle bir edebilirdi.

  Williams Sendromu, doğumsal bozukluktan kaynaklanan benzersiz bir hastalıktır. Entelektüel güçler ve noksanlıkların bir araya geldiğ, büyük kargaşalar içinde kaybolmuş büyük çoğunluğu ilgilendirmese de beni şaşırtan, bu konuda bir yazı yazmaya iten müzik haykırışlarına çok şey borçluyum.

 Ölümün kol gezdiği, zulmün farklı taraflarla alkış aldığı diyarlarda müzikten, hastalıklardan söz etmek zordur. Ancak, başa gelince, çareyi yine batının bilgisiyle bilime dönüşmeye çalışan kurtarıcı çözümlerde ararız.

 Williams Sendromu, geniş ağızlı, hokka burunlu, küçük çeneli, gözleri yuvarlak, meraklı, sevgi dolu insanları anlatır. Hepsi birbirine benzer. Öykü anlatmak, başkalarıyla iletişim kurmak, bir de sıra dışı müzik bilgileriyle öne çıkıyorlar.

 Williams Sendromu nadiren görülüyor. Yeni Zelandalı Kardiyolog J.C.P. Williams’ın 1961’de yayımladığı makaleyle tıp literatürüne girmiştir. Bu hastalık, zeka geriliği değildir. Çocukların arkadaş canlısı, beklenmedik dil hakimiyetleri de bunu kanıtlıyor.

 1980’lerin başında, Williams Sendromu yaşayan bir gurup ve veli birbirini bulup bir araya geliyor. Williams Sendromu Derneğini kurmuşlar. Bu sendroma sahip çocukların matematik işlemlerini tam olarak kavrayamadıkları, çevrelerine karşı kayıtsız kalmaları, bazılarının bağcıklarını bağlayamamaları da biliniyor.

  Bilinen bir şey daha var. Williams sendromlu genç bir kadın Gloria Lenhoff otuz dilde opera aryası söylüyor. Daha sonra Gloria’nın olağanüstü hayatını anlatan “Şarkıların En Tuhafı” isimli kitap yayımlandı.

  Gloria’nın müzik yeteneği erkenden olgunlaşıyor. Daha bir yaşındayken ritim uyaklarından büyük keyif aldığı görülüyor. İki yaşında ritme tepki vermeye başlıyor. Duyduğu bütün İbranice, Lehçe, İtalyanca sözcükleri yutuyor. Bu dilleri bilmiyor ama ölçülerini, tonlamalarını, plaklarını dinleyerek öğrenmiş. Yaklaşık iki bin şarkılık repertuarı var. Fakat Williams sendromlu çoğu kişi gibi beşle altıyı toplayamaz.

  1994’te Williams sendromlu bireylerin sosyalleşebileceği, müzik yapabileceği ve müzik eğitimi alabileceği olgusu iyice önem kazanıyor. Müziğin, sosyalliğin var olduğu kamplar kuruluyor. Bu kampı ziyaret eden doktorlar gördükleri manzara karşısında şaşkına dönüyorlar.

  Williams sendromlu bireylerin müziğe alışılmadık ölçüde düşkün olduklarını fark ediyorlar. Müzik yalnızca hayatlarının derin ve zengin bir parçası değil; hayatlarının her ânında yer tutuyor. Çoğu günün büyük bölümünü kendi kendine şarkı söyleyerek veya enstrümanını çalarak geçiriyor. Öyle ki müziğe düşkünlükleri sıra dışı ilgileri normal popülâsyonda bile olağan olmayan bir durum olduğu anlaşılıyor. Bu tür sınırsız müzik meşguliyetleri profesyonel müzisyenler arasında bile rastlamayacağını anlıyorlar.

 Williams sendromlu insanlarda yaygın görülen üç sivrilmiş mizaç; müzikal, öykülemeci ve sosyal, birbiriyle uyumlu görünüyor.

 Ağızları geniş. Burunları hokkalı. Çeneleri küçük ve gözleri yuvarlak. Beyinleri normal beyinlerden yüzde yirmi daha küçük… Bu değişikliklerinin yanında müzikal, öykülemeci ve sosyal yanları oldukça ileri…

 Bilimin bilgiye olan açlığı, bilginin mucizevî çözüm ve tespitleri karşısında eğilmemek, büyük saygı duymamam mümkün değil… Bir tarafta, katlediciler, yok ediciler. Gerdan kırıcılar, sınır çiziciler, gölgeler arasında insan pazarlığı yapanlar.

 Artık, Williams sendromlu insanlardaki sorunun bir kromozomdaki on beş ile yirmi beş kadar genin “mikrodelesyonundan” kaynaklandığı biliniyor.

 Freud, “Anatomi kaderdir” demiş. Bilim insanları da kaderin genlerde yazılı olduğunu anlatıyor.

 Ya, hemen yakınımızda komşularımızda yaşanan büyük çığlıkların, ölümlerin, acıların kaderi? İçimize bırakılmak istenen korkunç ateşin bozguncu çığlıkları! Bilim, bilmeyi, anlamayı öğretir.

  Anadolu insanı, bilime muhtaçtır. Bilmeye; içindeki sevgi, merhamet bilimle, bilmekle, anlamakla birleşince sıra dışı insan ve insanlık gösterisi çıkıyor ortaya. Hâlâ bilmek, anlamak için geç değil…
                                                                                                                                                                    Güven Serin                                                                                                                                                                    


3 Kasım 2014 Pazartesi

AKILDA KALAN ŞİİRLER



AKILDA KALAN ŞİİRLER

  Oliver Sack, Müzikofili isimli eserinde şu tespiti yapıyor;

“ Zihnimizde oluşan melodiler… Deney imlediğimiz derin duyguların gizli hayatı hakkında analiste ipuçları verebilir… İçimizden şarkı söylerken, bilinmeyen bir benin sesi sadece geçici ruh halleri ve dörtlükleri değil, kimi zaman inkâr edilen, ya da reddedilen bir dileği, bir özlemi ve kendimize itiraf etmek istemediğimiz bir güdüyü de iletir… Taşıdığı gizli mesaj ne olursa olsun, bilinçli düşüncelerimize eşlik eden tesadüfü müzik ASLA bir rastlantı değildir. “

  Akılda kalan müzik tınıları oldukça ilgimi çekti. Bu ilgiyi biçimlendiren beynim “ akılda kalan şiirler” düşüncesiyle buluşturdu beni. Heyecanlandım. Hemen her insanın aklında bir sürü şiir dizesi vardır. Koca şiiri hatırlamayız, defalarca okuruz ama beynin seçtiği, kayıt altına aldığı o sözcükleri ısrarla koruruz.

  Düşündükçe, şiir demetleri de, şairlerin zaman içinde aktığı, edebi dünyaya bıraktıkları dizeler; bir bir gecenin yüzeyine çıkmaya başladı. Gün ve geceyi anlatan saat, gecenin derinliklerini işaret ediyordu. Beden yorgundu. Ama beyin hınzır bir çocuk gibi ne oyun arkadaşlarını, ne oyun oynamayı bırakacağa benzemiyordu.

  Akılda kalan şiir ışıltılarını bir bir yakalayıp, yazıya döktüm. Taslağım, not aldığı kâğıtlar arttıkça arttı; meğer insan farkında olmadan da olsa deposu, belki de o şiirin özünü anlatan küçük bilgilerle doluymuş.

 Ezber marifeti yüksek olmayan ben; Cemal Süreyya’nın o küçük dev şiirini neredeyse bir çırpıda kâğıda döktüm;

 Ölüyorum tanrım/ Buda oldu işte/Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım/ Ama ayrıca, aldığın şu hayat/ Fena değildir…/ Üstü kalsın…

  Ölümünden kısa bir süre önce, ilahi seslenişini, dünyayı terk ediş törenine çevirmiş Süreyya; bu şiirle, edebiyatın insana dönük yüzüyle ölümü bile; acının, trajedinin elinden kurtardığı ortadadır.

 Büyük bir sevda içinde Burgazada’yı bırakmayan, gelecek kuşaklara, bir ada dinlencesi içinde, bir şaire yakın olmanın da iç huzura katkı yapacağını, delirmemek için sürekli yazan Said de, akılda kalan şiiriyle, geceme iniverdi;

  Sana koşuyorum bir vapurun içinde/ Ölmemek, delirmemek için/ Yaşamak; bütün adetlerden uzak/ Yaşamak…

  Yaşamın ne büyük kıymet olduğunu milyar kere tekrarlasak, yine tekrara ihtiyaç duyar. O yüzdendir, yaşamın kutsallığı, o yüzdendir büyük gurura sahip insanın, bir çırpıda, çıplak, savunmasız kalacağı; yaşamayı, bırakması, yaşarken ölmesindendir…

  Günümüzün şairlerinden Olcay Kasımoğlu’nu anmadan geçmem mümkün değil. Durmadan üreten Kasımoğlu’nun akılda kalan dizeleri;

 “ Ben severim/ Küçük insan koylarını/ Severim doğanın gizeminde/Kendine yol almayı

  Nasıl da insanı, o büyük insanlık tahtına davet ediyor. Çıkacağı büyük zirvelere değil, zirvelerin aşağılarındaki o küçük insan koylarına…

  Günü, ışığı edebiyatın sınırsızlığı, estetiği, insan aklında kalıcılığı marifetinde anlatan Cahit Sıtkı, hemen gün gibi ışıldadı gecenin içinde olduğum en derin yere;

  Ne doğan güne hükmüm geçer/Ne halden anlayan bulunur/Her mihnet kabulüm, yeter ki / Gün eksilmesin penceremden.

  Memleket isteyen de odur;

  Memleket isterim/Gök mavi/Dünya sönmüş başucumda

  Yaş otuz beş/ Yolun yarısı eder, diyen de Cahit Sıtkı’dır. Bunlar, bu şanlı dizeler akla yapışmış, bizi de anlatan, şairden öte bize sunulmuş öğretilerdir.

  Ya, Veli’nin oğlu Orhan Veli, akıldan öte tutunmamış mıdır, bizim sevdalarımıza, mizahımıza;

  Ya o, Muala’yı sandala atıp/Ruhunda icran söyletmesi, hepsi dedikodu mudur?

  Beni bu güzel havalar mahvetti/Böyle havada istifa ettim… İstanbul’u biraz daha İstanbul yapan şairlerdir de. Bu şairlerden birisi de Veli’nin oğlu Veli’dir;

İstanbul’da Boğaziçi’nde/Bir fakir Orhan Veli’yim/Veli’nin oğluyum

İstanbul, tam da Veli’nin oğlu Veli’nin söylediği gibi gözleri kapalı dinlenecek; bir vapur, martı çığlığında. Bir balık zıplayışında, çam ağacının, döngünün yüksek hatırına söylediği şarkılarda, korunun içine uzanmış taş basamaklarda; elini tuttuğunuz can ve cananın ruhunda dinlenecek İstanbul…

 Bir de, Rumehilhisar’da toprak kokulu mezarlıkta uyuyan şair bakışlı Attila İlah gibi haykıracaksınız;

 Vurdun/Kanıma girdin/Kabulümsün…

  Güven Serin