31 Ocak 2019 Perşembe

İNSAN ÜÇ KERE ÖLÜR






İNSAN ÜÇ KERE ÖLÜR
----------------------------

 Bir laf var öteden beri aklıma takılır; insanın üç kez ölümüne dair. Kim bilir kim, hangi sebepten söylemiş bu sözcü…

 Şimdi, sizde benim gibi bu ölüm sebeplerini merak ediyorsunuz. Bu lafın sahibi, tabi ki bu üç kez ölüm sebebini de açıklamış kendince. Birincisi, memur olunca! İkincisi, evlenince! Üçüncüsü da eceliyle…

 İşin doğrusu, ilimsel karşılığı bu olduğunu sanmıyorum. Sanıyorum, bu lafı, özlü laflar arasına kazandıran kişinin; memurluğu da, evliliği de oldukça kötü geçmiş. Doğal olarak; her ikisi de sağlıklı gitmiyorsa; bir ölüm sebebine dönüşmesi normaldir.

 Toplumumuzda, şehrimizin çevresinde de ne yazık ki, bu tür yaşamsal, sosyal şikâyetleri fazlasıyla duyuyor ve görüyoruz.

  Bilincimizin, düşüncemizin, akıl ve tecrübemizin eksikliği, özel hayat dediğimiz aile hayatlarımızın içine kadar sızmış durumda. Üstelik çoktan beri böyle; ilişkilerimiz hastalık seviyesinde.

 Acaba, hanelerin üzerini örten örtüleri kaldırsak ortaya ne çıkar? Mutluluk resmi diye bir şey kalmayacak kadar dolmuş, körlenmiş durumdayız.

 Niçin acaba? Yaşamlarımızı esnek hale getirecek eğlencelerimiz, edebi ve sosyal dünyamızın olmayışı olabilir mi?

 Televizyonlarda ki ölüm, kaza haberlerinin ballandıra ballandıra anlatışmış olması olabilir mi? Ekonomiyi, zamanı yeterince iyi kullanamıyor oluşumuz? Yeterince seyahat edemiyor, sanatsal faaliyetler içinde olamayışımızın karşılığı; kısır ve her daim patinaj yapan insan kitleleri; daha doğrusu makineleri haline gelmişiz gibi görünüyor.

Güven Serin 

23 Ocak 2019 Çarşamba

BRE KOCA ŞAİR





BRE KOCA ŞAİR!
-----------------------------------

  Alman yazar, şair olmaktan öte dünyaya ilam vermiş öncülerden birisi Goethe; “ En zor şey; bir şiiri saklamak!” derken hiç de yanılmıyordu…

  Aynı dönem; Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında doğmuş olan bu iki yetenek; yazar, her ikisi de bilginin, düşünce evreninde şekillenip yollarına yürümüşlerdir. Suat Derviş güzel, aydın ve dimdik duruşu olan bir kadındır.

 Nazım da öyle. Onu Suat Derviş’ten ayıran yanı; belki romantizmin güzel bir oyun olduğunu, büyüdükçe çocuk yanlarımıza da tutunmamız gerektiğine daha çok inanmasıydı.

 Nazım; duyguların, itirazların, ince bir şuurun şairi Suat Derviş’ten hoşlanır. Onu önemli bulur. Çekiciliği karşısında hayran kalır. Fakat Goethe’nin zor olan şey; “bir şiiri saklamaktır” sözü; felsefesi Nazım için de geçerlidir. Duygularını olduğu gibi; Gölgesi isimli şiire döker;

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.

Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım.
Ben ki, birçok kereler kırılmışım, kırmışım.
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı.
Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı,
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi

Hiç olmazsa öcümü böyle alırım dedim
Yolda mağrur duran gölgesini çiğnerim.

 Bir insanın; şairin duygularının hangi yüksekliğe çıktığını, orada ki ayazda, fırtınada neler çektiğini; buz gibi havaya karşı ruhunun yangın yerine döndüğünü anlatan şiirlerden birisi…

  Zordur şiiri saklamak; şiir duyguların haykırışlarından beslenir; hepsi insanın insanlık çığlıkları adına değer, önem, güzellik neşe ve hüzün taşır…

  Şimdi; şu an; Nazım, Moskova Mezarlığında, Suat Derviş ise Feriköy İstanbul mezarlığında evrenin, üç boyutlu zamanın içinde; geleceğe doğru yol alıyorlar; ne mutlu el sallamak onlara…


 Güven Serin 


11 Ocak 2019 Cuma

KANDİL IŞIĞINDA BİR BİLGE






                  KANDİL IŞIĞINDA BİR BİLGE-EPİKTETOS KANDİLİ


  Bir gün Denizli’nin Pamukkale’sini gezerken bir antikacıda bir kandil görür Şevket Süreyya Aydemir. Satın alır; önsezisi onun da o kandilin ışığına, Ankara’nın Kayaş’ı onun sığınma yeri; kandil ışığında aynı zamanda yüzleşme yeri olur.

  Bir gün ona; “ Hayat ve Hakikat Nedir?” sorusu sorulur bir öğrencisi-dostu tarafından. Şevket Süreyya; “ Yaz Defterine” der; yaz ki sende tekrar et bu soruyu sorduklarında.

  Hayyam’ın kendi çevirisi olan rubaisini; bir dörtlük söyler;

“ Bu saklı esrarı ezeldir ki/Ne sen bilebilirsin ne ben/Ve bu harfi muammayı ne sen okursun ne ben/Bu perdenin ardından bir ‘sen-ben’ gürültüsü gelir/Ama ne vakit perde düşer, ne san kalırsın ne ben…”

  1950’li yıllarda da inanılmaz sancılar yaşanır. Kalkınırken, büyürken, nice insanın yok oluş yazgıları; sessizce dönüşüverir; bir başka yaşam iksirine. Şevket Süreyya Aydemir’in yazgısı da tam bu zamanlarda; bir kez daha yazgının sancılı, dışlanmasına, yalnızlığa; kandilinin ışığına Kayaş’a yönelir…

  Bu kandile bir de isim vermiştir Şevket Süreyya. Epiktetos’un Kandili… Epiktotos’da Denizlili; Yani o günkü ismiyle Hiyerapolisli… Bir köle olarak doğmuş olan filozofun tüm yaşamı insanlığa miras gibidir. Üstelik hem köle, hem de topal…

  Günümüzden; neredeyse iki bin yıl önce! Epiktetos’un zalim bir efendisi vardır. Sırf eğlence olsun diye kölesi olan Epiktetos’un ayağını kırar. Miladın 90.yılı bütün filozoflarla birlikte Roma’dan kovulur. Yunanistan'a gelir. Nikbolu kasabasını sığınma yeri olarak görür. Doksan yıllık ömür; Nikbolu’da tamamlanacaktır.

 Epiktetos; yalnız üç şey edinmiştir dünya malı adına. Birisi, kandili, asası ve bir de su tası. Bu üç şeyden başka bir şeyi yoktur. Bir gün; eliyle de su içebileceğine karar verince su tasını da atar. Kandili ve asası hep yanındadır; yaşamının sonuna kadar…

  Şevket Süreyya’da Kayaş’a sığındığında; işsiz kalmıştır. Nedensiz işinden kovulur; emekli edilmeden. En sevdiği fotoğraf makinesini satar. Parasının tamamını karısına bırakır ve Kayaş’a; toprağa; belki de suyu, toprağı ve güneşi; mucizevî olan şeyi daha yakından görüp; insanlığın kurban olduğu trajedik; mülk ve güç perişanlığına uzaktan bakar…

  Epiktetos; kim bilir neler dedi; aynı kaderi paylaşan; aralarında neredeyse 2 Bin yıllık yaş farkı olan arkadaşı Şevket Süreyya’ya?

 Belki de şu sözcükler döküldü karanlığı perde perde aydınlatan kandilin şahitliğinde ki geceye;

“ Hayat, bir ziyafetten başka bir şey değildir. Yemek ne kadar sürmüşse, ziyafet orada biter. Kolun bu sofrada nereye kadar uzanmışsa, nasibin o kadardır. Bütün sofraya gelenleri değil, yalnız önüne uzatılan tabaktan payını iste!

  Hem bu payın için de hoşgörülü ol. Senin yağını mı döktüler? Senin şarabını mı çaldılar? Kendi kendine de ki; bunlar huzur’un pahasınadır.”

  Bu sözleri arkadaşı Epiktetos’un düşüncelerini anan Şevket Süreyya Aydemir; de kendi düşüncesini söyler;

  “ Senin savaş tutkun, mal yapı, özgürlük tutkun yoktu ki… Sen, yalnızlığına gömülmüş insansın ve de hiçbir şeysiz…”

  Epiktetos, bırakmaz peşini. O nereye giderse; bahçeye veya odasına; filozofun kaderi de, ruhu da oradadır;

“ Yalnızlıktan korkma! Asıl korkulacak şey, korkunun kendisidir. Düşün ki Tanrı da yalnızdır. Ama kendisinden hoşnuttur.

  Kendine dön oğlum! Kendine inan ve kendinden olanı ara…”


Güven Serin 

10 Ocak 2019 Perşembe

IŞIK DİNLENİYOR ERDEK DE


                                                             Kamera; Güven  ERDEK



Kamera; Güven ERDEK


   IŞIK DİNLENİYOR ERDEK DE
---------------------------------------------------------




 Bir yaz günü, ışığın bile dinlenceye çekildiği, çınarların yapraklarının sessizliğe gömüldüğü zamanlar.

 Tarihçiler, henüz sekiz bin yıl ötesine uzanmışlar, ince kumları olan bu yerin. Önceleri karanın parçasıyken şimdi yarım ada görünümünde; her deprem bir parçasını koparmış, antik çağların tapınaklarından…

  Hadrian tapınağı böyle bir zamanda yıkılmış; denizin dibine geçip gitmiş. Kara parçaların kopuşu gibi uygarlıklar da belli aralıklarla kopun gitmişler tarihin ırmaklarında.

  Pers hükümdarı II. Kiros, Büyük İskender, Romalılar ve daha nice uygarlık güçleri bu güzel dünyanın albenisine kapılım kendi gösterisini; ölüm ve yaşam savaşlarını verdiler.

  Zeytinden zeytinyağına, parfüme, buğday, mermere kadar; ilim merkezi üstünlüğüne ulaşmanın da albenisiyle el değiştirip durmuş bu topraklar… Kim bilir kaç kayıp medeniyet, sessizce ve kısa bir süreliğine yaşadı, sefa ile cefayı harmanladı bu yerde; buna benzer yerlerde.

 Erdek diyarıdır bu diyar; çınarların, zakkumların, alçak tepelerin zeytinler ile süslendiği, mayasında neredeyse yüzlerce uygarlığın kalıntısı olan yarımada…

 Bir yaz günü, ince kumların kıpırtısız olduğu an; ışık bile dinlenmeye çekilmişti. Çınarın yaprakları ışığa bir yorgan, yastık; bense, arkadaş bir dost, ne bir tarihçi, ne arkeolog ciddiyeti, telaşı olmayan, haylaz bir kalem sahibi insan…

 Arınmanın kim bilir kaç yolu var bu dünyada. Nasıl ki renklerle baş edemiyorsa insanlık; seslerin zarafetiyle süslenmiş bu evren; arınma da öyle bir şey olmalı…

 Bazen eski bir kitabın sayfaları arasında, bazen bir gülümsemenin saf bakışlarında… Bir filmin, tiyatronun sahnesinde; bir sanatçının kan kırmızı resminde, yarı yontulmuş yabanıl bir heykelin henüz yürümemiş biçiminde…

 Işık dinlenmeye çekilmiş Erdek gününün akşamüstünde. Kıpırtısız, yarı uyur, yarı uyumaz bir dinlence; her an bir bulut yahut rüzgâr; dürtecek ışığın kuyruğundan; o da erişilmez hızla yine uçup gidecek;300 bin km saniye içinde yol alacak; sonsuzun içinde kaybolacak…

 Güven Serin 




9 Ocak 2019 Çarşamba

SADECE BİR AT DEĞİL;ŞAMPİYON O!




ŞAMPİYON,Kendine has karakteri
neredeyse tüm yarış severler onu
kalplerinde başköşeye koymuştu.
O çıkınca yirmi bin insan susardı...


Film bittiğinde dört karakter,sizin tanıdığınız
sevdiğiniz at ve insanlar;
Bold Pilot,Begüm Atman,Halis Karataş ve
Özdemir Atman...
Sinema sanatının büyüsü,insan sanatından
aldığı ruh;tam burada dönüşüme uğrayıp
başka bir özellik kazanıyor;büyük çığlıkların
arasından sıyrılıp yeryüzüne kendi
kaidesine çıkıyor...


SADECE BİR AT DEĞİL; ŞAMPİYON O!
------------------------------------------------------

  1993 doğumlu bir İngiliz tayı. Doksanlı yılların efsane ismi Bold Pilot(Bob Paylat) At yarışına hiç gitmeyenlerin bile duyduğu iki isim; Jokey Halis Karataş ve şampiyon at Bold Pilot…

 O bir at olmaktan öte, doğuştan sağlam karakteri, hafif sertliği, haşarılığı olan bir safkan tay-çocuk…

 O yarışacağı zaman, seslerden hoşlanmaz, onu tanıyanlar; yani orada bulunan 15–20 bin seyirci, sırf o rahatlasın diye yarışma alanına getirilirken “çıt” çıkarmazdı. Yarış severlerle bütünleştiği gibi; Bold Pilot başka iki insanla daha bütünleşti. Hatta üç insan; Begüm Atman, Halis Karataş ve Özdemir Atman…

 Bu üç güçlü karakter; Yıllar sonra sinema sanatının dikkatini çekmesiyle defalarca şampiyon olmuş bir atın, jokeyin ve ata gönül vermiş kanser tedavisi gören bir kadının muazzam hikâyesi tüm ülkenin, belki de uluslar arası sanat camiasına kadar taşıyacaklar…

 O yaramazdı yaramaz olmasına; fakat iyi anlaşıldığı zaman; hürriyetinin elinden alınmadığı ve ona saygı duyulduğu anlar; 1990’lı yıllar ardı ardına 11 kez seri yapmış bir şampiyona dönüşecekti.

 Halis Karataş’ın kendi çapında bir efsaneye dönüşeceği, Begüm Etmen’in belki de yaşamak için bir sebep gördüğü inanılmaz bir mucizenin dünyevi hikâyesi, destanı; Hipodrom da ki binlerce insanla yazılacak, Haralarda ki bakıcıların kutsal bir görevi yapar gibi özenle bakıp, besleyip, yarışa hazırladıkları bir yaşam mucizesi…

 Halis Karataş, jokeylik yaşamında 25 Bin ata binse de; eşinin Boldi dediği atı; Bold Pilot’u hiçbir zaman unutmadı. Unutamadı… Birlikte otuz yarışa katıldılar. 21’ni kazandılar. 1996 yılı onların altın yılı olmuştu.

  2013 yılında hipodrom da deyim yerindeyse büyük bir heyecan kasırgası vardı. Artık 15 yıldır yarışmayan Bold Pilot; yani şampiyon; haradan çıkartılıp seyircinin önüne getirildi. Bir yerden jübilesini yapmış oldu.

 Yaşlanmış Bold Pilot son bir kez seyirci önüne çıkartılma şerefini, şanını tattı. Çok az insana bile kısmet olacak bir şan; şenlik ve soylu bir veda…

 Şampiyon; sadece bir film; jokey ile bir atın sevdası değil; insan hayatlarının kutsallığını sinema eli ve diliyle çok daha farklı kaidelere taşınacağının, bir esere dönüşeceğinin de karşılığıdır.

  Türkiye’de farklı salonlarda bu film, bir aydan beri oynatılıyor. Beyaz perdenin büyüsü; Neredeyse elli yıldır ruhumla bir olmuş halde… Çok az filmde bu kadar aralıksız yaşlı gözlere sahip oldum…

  Sinema sanatı böyle bir şeydir; sevginin, saygının gerçek bir kaideye oturmasını, yoğrulmasını sağlar. Hissettirir iliklerine kadar insana; varlığın, var oluş nedenlerinizin birisinin de duygularımızın oluşu, hissiyatımızın varlığı olduğunu…
 

Güven Serin 







7 Ocak 2019 Pazartesi

YANIK SESLİ GENÇ








YANIK SESLİ GENÇ

  Ona, Tekirdağ Kartalkaya Mevkiinde; Ganoslar Dağları civarında rastladık. Kuzey rüzgârının hüküm sürdüğü; bağların, ardıçların diyar olan; Latin Şairi Vergili us’un yabanıl dünya dediği yerde…

 Oldukça duygulu, gamlı ve içliydi o gün… Sorduk ona; niçin bu sesleniş… Cevap vermedi; uzun uzun sustu…

  Ve sonra; Bize Aristoles’den bir söz söyledi ve çekip gitti kendi yoluna;

“ Gerçek mutluluk kişinin olabileceği en iyi haline gelmesi ve bakış açısı kazanmasıyla gelir. Öbür türlü elde edebileceği tek şey haz ve keyfi taklit etmektir ki bu gelip geçicidir ve sizi bir insan olarak geliştirmez.”


Güven Serin 

4 Ocak 2019 Cuma

YAŞAMAK NEDEN BÖYLE İÇLER ACISI






  YAŞAMAK NEDEN BÖYLE İÇLER ACISI!
---------------------------------------------

  Kimi, gamsızlığın ödülüyle eğlendirirken, kimini ise bir karıncanın geçiş yolunun hassasiyeti içinde oyalanır durur.Milyarlarca yıldız gibi, insan karakteri, yaşam biçimleri ve algıları olduğu ve arttığı bir zamanın yüzyılın birinci çeyreğine tanıklık ediyoruz.

 Elektriksiz, yolsuz geçen zamanlar ve yamalı pantolonların utancı çok ama çok gerilerde kaldı.

 Görünen bütün; her şeyin satılık olduğunu gösteriyorken, bütünün parçalarına ait olan diğer insanların iniltisi niçin bitmiyor? Özellikle narin, zarif ve üretmenin sanatsal limanına sığınmış olanların!

  Virginia Woolf, yaşamı birkaç sözcükle sorgular; zorlandığı, pes etmeye yakın olduğu da bellidir;” Yaşamak neden böyle içler acısı! Neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi?”

 Asıl cevabı kim verebilir ki? Her geçen gün bir şey daha öğreniyorum. Öğrendikçe, daha anlamlı, detaylı hale gelen yaşam; daha da uzaklaşıyor ellerimden. Daha savurgan mıyım? Yoksa daha dikkatsiz? Belki de yazı sanatının hürriyetini, yaşama taşımak isteyişimin, üzerime çöken ağırlığı taşıyamayıp, bükülen bedenimin büyük sancısı, yoruyor beni…

 Zeugma isimli blog yazarının on yıl önce yazdığı; Sanatçının Dünyaya Bakış Açısı isimli çalışması; bir insanın, yazarın yaratmaya sunduğu katkının nasıl da zamansızlığa emanet edildiğinin bir kanıtıdır.

 Yazar, bu konuyu, yazdığı, yaptığı çalışmayı çoktan unutmuş. Ben ise; bir sanatçının geçmişinde gezinirken altın bulmuş bir çocuk sevinciyle… Oradan, önerilen filme; SHİNE-Parlaklığa uzandım.

 Film başlarken, burnum, sanatın kokusunu aldı. Gözler, gülümseme ve buğulanmayı bir tuttu… Bir film, nice yaşamın telef oluşunu anlatacak, çözümleyecek, insana, diğer insanların hatalarını tekrarlatmayacak kadar güçlü öğretiler, görsellikler ve müziğin notalarıyla doluysa; insanın ruhunda bırakılan iz de bir o kadar dolu oluyor…

 Sanki beynimin içinde Rachmaninof’un 3. Konçertosu çalıyor; bir baba öfkeleniyor, bir oğul siniyor; zararı, ziyanı azaltmak, belki de vahşiliğin tatmin olmasını kolaylaştırmak adına…

 Bu film, bu yazı; içi doldurulmuş bir çalışmaya, oradan oraya savrulanlara bir rehber olmaya aday; kendi zamansızlığı, kuytuluğu içinde parıltılar saçarak bekleyecek; sevgi denen şeyin büyüklüğünün, ayarlanamaz oluşunun ne büyük kırılmalara neden olacağını unutturmayacak olan bir isim kalacak hafızada; David Helfgoth…

Güven Serin 

1 Ocak 2019 Salı

İKARUS'UN UÇMA İSTEĞİ


Saatte;180-200 km hız 
Hiçbir hız yetmeyecek insana;ta ki,
evrenin içinde kaybolana kadar...


İKARUS’UN UÇMA İSTEĞİ
--------------------------------------

  Uçmak öteden biri bir rüya, kuşlara özenti olmanın ötesinde, göğe, cennete yükselme tutkusuydu. İnsana özgü bir arayış; Yunan Mitolojisine de konu olmuştu. Usta baba ile oğlunun başından geçecek bir sürü maceranın sonunda, oğul İkarus’un daha yükseklere tırmanışı sonucu, kuş tüylerini tutan bal mumunun erimesiyle Ege Denizine düşüp ölmesi ve onun yasını tutan baba Daedalus’un hikâyesi bugüne kadar uzanmıştır.

 Bu büyük adrenalin arayışı, rüyaları, hayalleri şekillendirip durdu. Bugün uzaya giden sondalar, uzay araçları, hep tutkuların sonucu ortaya çıkmıştır. Buluşların, gelişmelerin, ilerlemenin öncüsü olan hayaller, mitolojik hikâyeler eninde sonunda gerçeğe dönüşüyor.

  Edibi, felsefi dünyanın böyle bir yaklaşımı var; gerçeğe dair… Antik Yunan Mitolojisinde ki İkarus Hikâyesi de daha fazla uçmaya, daha büyük heyecana tırmanırken hayatını kaybeden bir genci anlatır.

 Tıpkı yaşamını dağlardan vadilere, büyük derin boşluğa atlayan Patric’in uçuş özgürlüğü gibi… Patric iki binden fazla atlayış yaptığı halde, bu konuda ustalaşmış sayılsa da, bu tür sporlarında; (BASE JAMPİNG) bir saniyelik hata; her şeyin sonu anlamına geliyor.

  Bunu Patric’de, eşi de biliyordu. Eşinin kalbi Patric’in her uçuşunda ayrı bir kaygı, heyecan, coşku taşısa da, batı düşüncesinin hâkim olduğu yapı sayesinde; “ bir insanın yaptığı işe duyduğu büyük aşka” saygı duymaktan başka bir şey yapmıyordu. Bu bilinçle Patric’in her uçuşunu izliyor ve onun aşağı inmesini bekliyordu.

 Ta ki sisli bir günde Patric’in büyük atlayıştan sonra aşağılara süzülürken, yönünü birkaç saniyeliğine kaybetmesi sonucu, büyük kayalara çarpan bedeninin küçük bir kuş gibi anından ölmesi gibi bir ölüm…

  İkarus’un usta babası tarafından yapılan kuş tüylerinden kanatları sayesinde Girit Adası zindanından kaçıp Ege Denizinin üzerinden uçup Yunanistan’a giderken, daha fazla heyecan, coşku arayışının daha yükseklere tırmanma macerasının sonu gibi…

 Bu spor yamaç paraşütünün bir benzeri sayılsa da, yamaç paraşütünü çok aşan, kendine özgü bir dönüşüm yapar hale geldiğini biliyoruz. Bu sporda ki disiplin, yoğunlaşma o kadar mühim ki; hiçbir şekilde hata kabul etmiyor.

 Bir Türk doktoru da bu spora; Base Jumping yapmaya, büyük dağlardan, uçurumlardan aşağılara;150–200 km hız yaparak süzülmeye gönül vermişti. Kalp Cerrahı Mehmet Susam,41 yaşındaydı. Sekiz yüz atlayıştan fazla süzülmüştü dağlarda.

 Onun değimiyle; disiplin, yoğunlaşma lazımdı. Tıpkı ameliyat masasında ki hastanın başında çalışan ellerin, beynin disiplini gibi! Bir anlık hata; hastanın ölümü anlamına geliyordu.

  O da Alpler de yaptığı son uçuşunda, uçmanın sevdalısı olarak kayalıklara çarparak İkarus’un sonsuzluğuna uçtu gitti.

 Bu meraklar, bu büyük heyecanlar ve insanın sonsuzu taklit eden sonsuz arzu, beklenti ve hissiyatıdır bizi dünyadan ötelere taşıyacak olan. Sırf bu yüzden başlamıştır sonsuza uçuş hazırlığımız…

  Yakın gelecekte başlayacak olan Mars yaşamı gerçekleştiği an, uzaya bakışımız Yüz Maymun Teorisinde ki genişleme gibi birden dünyayı kasıp kavuracağını düşünüyorum.

 Bir kez daha hatırlatmak isterim; edebiyat, felsefe, mitoloji ciddi bir iş, eylem ve gerçek… Hele, işin içine ilim ve diğer sanat dallarını girsin; o büyük dönüşüm başlıyor…

  Mitolojide ki İkarus ve büyük usta olan babası Daedalus; insanlığın kütüphaneleri, hafızası durduğu sürece yaşayacak, yaşatılacaktır. Şairler,ressamlar,yazarlar ve sporcular peşinden koşacağı gibi;bilim insanları da o düşlerden etkilenip kendi çalışmalarını Base Jump sporunu yapan,büyük hıza erişen sporcuların heyecanı içinde yapacaklardır...

 
 Güven Serin