29 Nisan 2013 Pazartesi

BÜTÜN DÜNYA BUNA İNANSA


Kamera; Güven    Tekirdağ
Tekirdağ Özel Eğitim ve İş Uygulama Merkezi


Kamera; Güven    -Tekirdağ

Onlara "engelli" diyoruz. Acaba, engelsiz diye
bilinen bizler tam olarak incelersek ortaya
hangi büyük engeller çıkar? 


Kamera; Güven   -Tekirdağ
Tekirdağ Özel Eğitim ve İş Uygulama Merkezi


Kamera; Güven  - TEKİRDAĞ


Kamera; Güven  Tekirdağ

Okulun içindeki duvarlarda kuşlar uçuşuyor;
tazeliği,gençliği,kır kokularını, saflığı taşıyorlar;
tıpkı, adına engelli dediğimiz çocukların bakışları
gibi...

BÜTÜN DÜNYA BUNA İNANSA

  1980 yılların şarkısıydı ağızdan ağza, kulaktan kulağa yayılan;

Şu dünyadaki en mutlu kişi
Mutluluk verendir
Şu dünyadaki sevilen kişi
Sevmeyi bilendir

  Şenay’ın sevgiye inanmış sesi, neredeyse tüm evrene yayılacak sıcaklıkta yayılırdı ortalığa. Bizler çocuktuk o zaman; inanmışlık ile beslene ve şarkıcı kadının bütün dünyaya anlatmak istediği şarkının sözlerine inanan çocuklardandır.

  23 Nisan kutlamalarının devamı olarak yapılan kutlamalar için Tekirdağ Özel Eğitim ve İş Uygulama Merkezine gittik. Ben, gazetem Habertrak adına, arkadaşlarım İlyas Bey ile Necati Bey ise Tekirdağ Avrasya Kültür Derneği adına oradaydılar.

 Okul Müdürü Ayşe Hanım'ın sıcak karşılaması, Yeşim Hanım'ın idealizm sanatına inanmışlığının anlatımlarıyla renklendi. Ama beni bu eğitim diyarına, uygulama merkezine davet eden Sermed öğretmene şükranlarımı sunmanın mutluluğunu da yaşıyorum. Bülent öğretmenin ve diğer eğitimcilerin yüzlerindeki mutluluk, insana yapılan hizmetin kalıcı mutluluğuydu.

  Tekirdağ Özel Eğitim ve İş Uygulama Merkezi, yaptığı çalışmalarla belki de birçok zihinsel engelli, yeni katılan otistik çocukların kaderini değiştirecek adımlardan en önemlisi… 140’ı geçen öğrenci sayısı, 41 öğretmeniyle zor olan şeyi; kolay olmayan bir mücevheri; yani insanı, ortaya çıkarıyorlar.

  Bu merkezde eğitim ve iş uygulaması gören çocukların bir kısmı zihinsel engelli, bedensel engelli ve otistik. Tıbben onlara ne ad verilirse verilsin onlar bir canlı. Bizler gibi insanlar. Ve her sağlam insan, bir gün, bir an gelip bedensel veya zihinsel engelli durumuna düşebilir. Kaderin büyük kamçısı, her insana, hatta her canlıya erecek kadar uzundur…

  Okul merkezi kırların, doğanın taze kokularıyla neşelenmişti. Her şeyden önce, bu okulun çalışanı da, öğrencileri de gülümsemenin kültürleşmiş halindeydiler. Zordu yaptıkları iş ama Yeşim öğretmenin dediği gibi;

“ Esas olan zoru başarmak! Kolay olanı herkes yapar.” 

  Ne kadar çok insan hakikatin merhameti, aklı, sanatıyla yüzleşirse bir toplumun mutluluğu da o kadar artar. Engelli çocuklar bu ülkenin güzel çiçekleri; büyük ormanın bir parçası, kokularıyla, sesleriyle, renkleriyle…

 Birçok yerde gördüğüm manzara içimi sızlatacak büyüklükteydi. Ne engelli çocukları ne de onların anne ve babalarını tam olarak anlama çabası içindeyiz. Sokaklarımızın, caddelerimizin onlara göre düzenlenmediği, trafikte rahat ve huzurlu dolaşmaları oldukça zor. Bir zorluğu da şu şekilde yaşıyorlar; bindikleri araçlarda, girdikleri dükkânlarda onlara ya acıyarak bakan gözleri, ya da onların gelmesinden rahatsızlık duyulan yüzleri görüyorlar. Bu görüntülere bende şahit oldum.

 Güzel insanlar, unutmayın ki, zihinsel, bedensel engelliler ve otistikler onların yüksek tabiatlarındaki, büyük yaratıcının onlarda bir takım davranış eksikliğinin sebebiyle farklılar. Belki de farklılıklarıdır bu dünyanın esas dengesine anlam katacak! Onları anlamaya çalışıp, ellerimizi korkmadan, çekinmeden ve büyük gururların titiz bedenlerinden sıyrılarak uzatmalıyız.

  Her mutlu oluşumda hep o şarkı gelir aklıma;

Şu dünyadaki en güçlü kişi
Güçlüğü yenendir
Şu dünyadaki en bilgin kişi
Kendini bilendir

  Tekirdağ Özel Eğitim ve İş Uygulama Merkezi öğrencileri bedensel, zihinsel engelli veya otistik-tirler  Verilen eğitimi alabildikleri oranda almanın yüzleriyle, hiçbir yapaylık bulaşmamış sadelikle alıyorlar. Tıpkı bir çiçeğin, bir fidanın verilen suyu, gübreyi en doğal bir şekilde aldığı gibi; aldıkça güzelleşiyorlar, en güzel ödülü, gülümsemeyi veriyorlar.

  Şehrimin böyle bir uygulama ve eğitim merkezine, hatta merkezlerine sahip olması, insan erdemiyle yüceltti beni. İlyas Bey de, Necati Bey de okula gelmenin iç huzuruyla, birkaç kez teşekkür ettiler bana.

 NE OLACAK, BİR ŞEY OLMAZ demenin sakıncalarını fazlasıyla ödeyen bir halkız. Aklın, tıbbın, psikolojinin, öğretimin, eğitimin önerilerini insan sevgisiyle bütünlemek yine en büyük zenginliğimiz, kazanımlarımız olacaktır; tıpkı Tekirdağ Özel Eğitim ve İş Uygulama Merkezi içindeki kazanımlar gibi.

 Dostlarım, fırsatını bulur bulmaz, demiyorum, derhal çevrenizdeki bu tür okullara gidin; gidin ve insan yüzünüzle, insan vicdanınızla yüzleşin. Bizlerin duyarlılığı, boyunları, yürekleri eğilmeden soylu gülümsemeler içinde, öğreticilere, sevgiyle kucak açanlara muhtaç çocuklara, bir kurtuluş olacaktır.

 Aslında bu kurtuluş, bizim; dokunan elimizin, yüreğimizin, gören gözümüzün, kalbimizin de kurtuluşu olacaktır; bilmenizi isterim!

 Güven Serin 








22 Nisan 2013 Pazartesi

BİR TEL KOPAR BÜTÜN AHENK BOZULUR


Kamera; Güven  Ganoslar; bir efsanenin bitip diğerinin
başladığı yerler. 

BİR TEL KOPAR BÜTÜN AHENK BOZULUR

  Ne zaman ve nerede okudum bilemiyorum ama bildiğim bir şey; bir Türk şairin sözüdür, bunca konuşmaya, kargaşaya, yoruma dur diyecek bu söz. Yaşamın hakikatleri içerisinde, yaşamın ta kendisidir de.

  İnsanlığın seçkin yaşamı tam irdelense bizi muhteşem hayal kırıklıklarına, şaşırmalara götürür. Her gün ahkâm kesenlerin, soyluluk gösterisi, ahlaksallık töreni içinde olanların, kamera arkasına baksak, tanrının gözüyle onları gözlesek; yeni sözcüklere, yeni inançlara doğru yol alırdık. Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değildir yaşamın kalbinin attığı, kargaşanın, sessiz sevgilerin dolu olduğu bu dünyada.

 Her gün milliyetçilikten söz edenlerin fırsat bulunca evlatlarını askere yollamaktan kaçındıklarını, vergi verme zahmetine girmediklerini, yardımlaşma konusunda muhteşem unutkanlığa sahip olduklarına da tanıklık ederiz. Yazdıklarım elbet her insan için geçerli değildir. Bizi şaşırtan, kendi sessizliğinde bütün güzellikleri kendisinde taşıyan insanların büyük sessizliği, sabrı karşısında nutkum tutuluyor. Onların çektiği bizden daha mı az? Onların gördükleri, yaşadıkları, kayıpları, bizden daha az değil elbet ama onların dayanıklılığı, uzağı gören hissedişleri var. Nasıl olsa, yaygaranın, merhamet ve adalet dilemenin büyük önem taşımadığını çoktan görmüş onlar. Görmüşler ama merhametin olmadığı yerde merhamet dağıtıp, adaletin olmadığı yerde de adalet bırakıyorlar; işte ben buna şaşıyorum dostlar.

  Peşin hükümlerin, adam sendeci, at gözlükleriyle bakmanın diyarı bu diyarlar olsa da, asıl medeniyetin, asıl özün buz altında olduğunu da bilmenizi isterim. Acıları, kayıpları olan insan, insan halinden anlar. İyi bir mirasyedi, kimsenin derdinden anlamaz. Bu diyarda var olan miraslar, paylaşımlar bitmediği sürece, büyük insanlık dersleri, bizi kurtaracak sanat entelektüelleri, lokomotifleri de boşu boşuna beklemeyelim!

  Bir arkadaşım hastalanana kadar yükseklerde gezinmeyi, büyük gurura hizmet etmeyi severdi. Bir gün, büyük acılarla gelen hastalığı ona şu sözü söyletti;

“bana da mı? Bu kadar erken mi?”

  Bir başka arkadaşım neşeden neşeye koşan, kendi zekâsı ile muhteşem kurnazlığı, aklı ile suya sabuna dokunmadan yaşarken başına bir iş geldi. Büyük suskunluğa büründü ve şu seslenişi yaptı;

 “ Bana da mı? “

  Ülke hapishaneleri doldu taştı. Mahkum denen canlılar üst üste, büyük bir girdabın içinde güya insanlaşmayı bekliyorlar. Yediemin depoları dolduğu için küçük ev eşyalarına icra olayı kalktı kalkmasına ama inim inim inleyen, her gün bir malına mülküne haciz gelecek korkusu yaşayan yüz binlerce insan var. Her gün parmak kaldırmakla meşgul vekiller, bu işin ortası yok mudur, adalet her zaman her kişiye, kuruma lazımdır diye kafa yorup, tarihe geçme, vicdanlarına ölümsüzlük iksiri verme şansını kullanamıyorlar.

 Büyük yıkım, ,borçlanma, haciz, iflaslar başlayalı 10-15 yıl oluyor. Her kes birilerini seyretti. Sadece seyretti ve şu sözü söyledi, “almasaydı kardeşim! Harcarken iyi ya!” hep şu meşhur söz gelir aklıma dostlarım;

 “ hırsızın hiç mi suçu yok be komşular?” Nasrettin hocanın sözü gelir aklıma ama yapılacak bir şey yok. Bir toplumun aileleri çökerken, yani iflaslar, intiharlar, krizler yaşanırken, o insanın, çocukları ve eşi de perişan olur. Yani, ceza sadece alana, harcayana verilmez. Bütün aileyi yerle bir eder.

  Şairin dediği gibi; BİR TEK TEL KOPAR BÜTÜN AHENK BOZULUR…

 Siz siz olun, diğer insanların kopan tellerini at gözlükleriyle, çokbilmişlik ve pis gurur ile değerlendirmeyin. İflasın da, kaybetmenin de namusu olmalı. Nasıl mı? Bir esnaf, bir işveren veya başka işle meşgul aklı olan, vicdan sahibi kaybetmeyi de düşünerek girer o işe. Ama evini, arabasını, son kuruşunu da kimse kaybetmek istemez. Bu kayıp, bu dibe vurma; sadece ailelerin ahengini değil, bütün toplumu bozar.

 Şimdi, eşinden, dostundan, akrabasından kaçan insanlar haline geldik; ahengin anlamını, bir tek telin önemini kavraya bildiniz mi soylu insancıklar! 

Güven Serin

 




18 Nisan 2013 Perşembe

GECENİN ÖRTÜSÜ


Kamera; Yunus    Ganoslar ve Ben

Ganosların tepelerinden süzüldüm Marmara'ya. O ki,
milyonluk öykülerini, mitolojinin tanrı ve tanrıçalarını
anlattı bana. İnsanın hikayesi, uzun hikaye, dedi...

GECENİN ÖRTÜSÜ

  Gece her şehre başka başka iner. Hatta aynı mahallede, her aileye farklı girer. Gecenin örtüsü, örtülerin en eskisi, ilk olanıdır. Canlıların ürettiği bütün örtülerden daha eski… O yüzden gecenin örtüsü saygıyı, şükranı hak eder.

  Gece büyük örtüsünü indirdiğinde yarım küreye, örtülmeyen bir şey kalmaz geriye. En ışıklandırılmış yerlerin koyu görünmezleri vardır. Işığın giremediği, yetersiz kaldığı yerlerde gecenin örtüsü ve gecenin içinde yol alanlar vardır sadece. Karanlık, gecenin eseridir. Gece örtüsünün vazgeçilmezidir karanlık. Karanlığı suçlu bulan, karanlıktan yararlanan da insandır. Hayvanların geceye olan minnetleri, gece kadar doğal ve döngünün tekrarlanan dengesi içindedir. Geceye en büyük ihaneti ve en büyük onuru da veren insandır.

  Şehirlerin şehir olduğunu gecenin örtünmeye o muhteşem örtüyü çıkarmaya başladığı zamanlarda çıkar ortaya. Geceye uyum gösteren şehir halkı ve yalan ile doğruluğu yan yana bulmuş, hangisinden alacağına ve sahipleneceğine karar vermiş şehir yöneticileri bütün hünerlerini gece için çıkartırlar ortaya.

  Şehirlerin mimarisi, gecenin örtüsüne gülümseyen aydınlığın vazgeçilmezi olan ışıklandırmalarla güzeldir. Gecenin sesleri ve geceye karışan çiçeklerin kokuları, gündüzün bütün telaşını, zırvalamalarının bir kenara iter. Mesela, yaseminler gece bir başka kokar. Gecenin koridorlarında ilerlerler gecenin hakkını veren insanların romantik yüreklerine. Örneğin, dolunay gecenin örtüsünden sıyrılıp düşer yeryüzüne. Delip geçer o büyük örtüyü, hiçbir zararı, ziyanı ortaya çıkartmadan. Işık yoludur dolunayın geceden geçip bize sunduğu huzmelerinin sanatı.

 Geceye saygınız varsa, gecelerin içine karışacak insan huzuru taşıyorsanız, şehrinizin uygar ruhu sizi terk etmediyse eğer, gecenin buluştuğu bir tepeden seyredin denizi. Mesela Kumbağ tepesinden bakın Marmara Adasına, Hayırsıza. Işığın gece ile ortaklaşa yaptığı büyük dansı, size sunduğu muhteşem pırıltılı yolu, yürüyerek geçin. Bazen, bedenin yerine ruhun hayal gücü yürür. Asıl yürüyüş ve huzur o hayal gücünde saklıdır. İşte şairler böyle zamanlarda doğururlar dizeleri:

 Gecenin sessizliğinde ve gecenin örtüsünü çektim üstüme.
 Yalnızlığın büyük erdemi, huzura dur, hüzne gel dediği
 O zamandayım işte.

 Ağlamak değil bu iş, gözyaşı gençleştirmesi olmalı.
 Örtünün uçsuz bucaksızlığı, karanlığın gece örtüsü,
 Düşlerimin sınırsız çocuk oyunları…

  Hepsi, bütün oyun kokan düşler, yaslanmışlar yorgun gündüze.
  Ve ben, yalnızlığın içinde, örtülerin en eskisini çektim üstüme.
  Hıçkırık yok, inilti, isyan yok; sadece gözyaşı gençleştirmesi var.

  Gecenin devasa örtüsü neleri örtmez, gizlemez ki? Ne hinlikler kurnazca gülümser gece inince ovaların, vadilerin üstüne. Gece, şehirlerin sınanmasıdır. Kasabaların, köylerin gece ile olan büyük alış verişidir aynı zamanda. Gündüzün yorgunluğu, koşturması, yıpranması, gece ile temizlenecek, arınacak ve tekrar yaşama geri dönecek.

  Terör ve teröristler gündüzden çok geceyi, gecenin örtüsünü severler. Kanlı paraların el değiştirmesi, körpe genç kızların kandırılmışlığı, bol makyajlı bedenleri de gece içinde büyük düşlere yelken açarlar. Gecenin pusuları heyecan vericidir. O pusulara inanmış, insan medeniyetinin yok etme, öldürme ile kandırma ve günü kurtarma ile devam edeceğini sanan bütün budalalar gece çıkarlar ortaya. Gecenin büyük örtüsü, onların kan kokan ellerini, nursuz yüzlerini gizler. Ama sesler hep aynıdır; hoyrat, ruhu alınmış ve sanatın renkli hayallerinden yoksun…

  Gece çekiliyor şehrimin üstüne. Yine sınanıyor, sessiz sokaklarında gezinen tek tük insan kılığındaki gölgelerle.  Şehrimin geceleri sessiz, bitkin ve çaresiz… Gecelere, gecenin büyük örtüsüne sığınan insanların da farklı olduğunu sanmıyorum. Gündüzün garip koşturma telaşını, hak edilmiş uygar bir şehirli gibi düşünseler; gecenin ışıldayan sokaklarında, müzik, renk, insan sesleri olurdu.

 Güven Serin

  

   


16 Nisan 2013 Salı

RÜTBESİZ BİR HAYAT


Kamera; Güven 1001 Direk Sarnıcı-İstanbul

Eskimişliğin taze izleri ve kokusu, klasik müzik, kahve
ve yalnızlığım; yüzyılların katmanları hafiften erimeye
başlar; şırıltısı duyulmasa da kalın buzun altında
ilerleyen duru bir su var.

RÜTBESİZ BİR HAYAT

  Kollarında, omuzlarında, göğsünde hiçbir işaret, kıdem olmayanlar, bunlara ilave bir zanaatlı, sanatları, unvanları yoksa işleri çok zordur. Ne iş olsa yaparız diyenlerin, bir türlü esas mesleğini, esas içtenliğiyle seçmeyenlerin cirit attığı bu diyarlarda, unvanı olmamak, kıdem, madalya ve güçten yoksunluk, yorar, gerer, kula kul eder insanı.


  İşin en acılı tarafı ise, rütbeleri, kıdemleri, madalya ve gücü bol olanlarda gizlidir. Onların muhteşem açlığı, sonsuza dönen evren gibi, hep daha fazla olduğu için, yüreklerindeki kıvılcımlar yanıp yanıp söner. Bazen tutuşan kıvılcımlar büyük ateşe de dönüşür. Ateş, yönü kontrol süzse büyük yıkımlara da gebedir.

  Çocuklar, onların öncüsü olan büyüklerin sorduğu soruya; “ Büyüyünce ne olacaksın?” genel olarak şöyle cevap verirler;

 “Doktor, Mühendis, Avukat, Subay, Öğretmen” Mesleklerin o insan ile bütünleşip bütünleşemeyeceğinin tespiti yapılmadan, gücün, zenginliğin, kıdemin, unvanın bol olduğu sanılan mesleklerin büyük bir aşkla istenmesi bundandır. Hâlbuki istenilen bu meslekler, o mesleklerin üzerine çökün büyük insan sorumluluğu tam olarak, kalp ve bilgi ile yapılmaya çalışılsa; haklarını ne kıdem, ne para ile satın alabilirdik.

  Bazı meslekler gücü daha çok temsil eder. O mesleklere ihtiyaç duyan insanlar, bilgilerine, görgülerine göre o mesleği ya kutsallaştırırlar, ya da sıkça yalan ve taklit övgülerle o meslek içindeki insanı yerle bir edecek kadar sarhoş ederler.

  İnsan, süreçlerin canlısıdır. Birinden geçmeden diğerini hak edemez. Bu hak, sadece ahlaksallık ve kanunlar açısından değil, büyük dönüşümün dengeleri açısından da kalıcı bir huzur vermez.

  Açlık, barınma, cinsellik ihtiyaçlarını tamamlayamamış bedenlerin sanata, ilme, felsefeye uzanıp şaşırtan buluşları yapması mümkün değildir. Bakan, iş adamı olur sekreterine göz koyar. Milletvekili olur, kendi soylu çevresini düşünmekten deli divaneye döner.

  Kızım Doğa Irmak ile gezinti keyfi içinde yürüyorduk. İlerleyen yaşının merakı ile Doğa Irmak seslendi bana;

 “Baba, sen askerdeyken subay mıydın? Biz orduevlerinde kalabilir miyiz?” Bende gönül rahatlığı içinde ama kızımın üzüleceğini bilerek cevapladım;

“Subay değildim kızım. Orduevlerinde de kalamayız.” Tahmin ettiğim gibi Doğa Irmak çocuk düşlerindeki rütbe, kıdem, güç isteği ile hayal kırıklığına uğradı. Sonra sormaya devam etti. Ama bir türlü benim övgüler ile söz edeceğim bir unvan, bir kıdem, madalya ve gücüm olmadığını anlayınca, ninelerimizin merhamet anlayışı ile seslendi;

 “ Olsun baba, senin de yazıların var. Hem, birkaç yerden de teşekkür belgesi almışsın, onlarda yeter!Gülümsedim… Bütün dünyanın peşinde koştuğu, muhteşem rütbelere, kıdemlerle  madalyalara, savaş çığlıklarına, ölümü bile hak getire zenginliği içinde görenlerin yansımalarına gülümsedim; unvanı, gücü, madalyaları olmayan bir insan olarak…

  İşin daha ilginç yanı ise ısrarla söylememe rağmen bazı arkadaşlarım, kendi arkadaşlarına beni tanıtım yaparken usta işi yalan söylüyorlar. Büyük çoğunluğu benim Mali Müşavir olduğumu söylüyor. Hâlbuki değilim. Hiçbir zaman da öyle olduğumu, hiçbir yerde söylemedim. Çünkü çalışma hayatının uyum içinde olanına, ekip işine ve yaşam içindeki ihtiyaçlarını kazanacak kazanca inanan birisiyim ben. Mevkilerin büyük alkışları, muhteşem övgüleri titretir ve korkutur beni.

  Bu yüzden benimle tanışan insanlara daha işin başından sade bir sunum yaparım. Büyük bir unvanım, zengin amcam, arabam, villam, yatım, sürüyle beslediğim korumalarım yok benim. Bu söylem ve sunumla çıkarım bana gönülden merhaba diyen meraklı ve bol özentili insana. Büyük çoğunluğu da bu merakın, bu baş döndürücü güçlerin hayaliyle yanıp tutuştuğu için, sessizce, nazikçe kaçarlar yanımdan.

  Unvanlar, kıdemler büyüdükçe, madalyalar, zenginlikler arttıkça bize ait arkada, dost, sevgili de uzaklaşır. Seçeneklerimiz artmıştır çünkü. Tanrısal bir gücün hissedişi ile yerle bir edeceğimiz, ezip geçeceğimiz büyük bir hayat önümüzde uzanıyordur. Ama bütün ezmeye çalıştıklarımız daha çok alkışlar ve daha çok korkar bizden. Bu insanın ayrı bir sırrı olmalı. Kıyametler ne çok yaşanırsa yaşansın, iki yüze yakın devletten önlem alacak yirmi devlet çıkar ancak. Diğerleri kurban törenlerini aratmayacak törensellik içinde, depremlere, sel baskınlarına, trafik terörüne, intiharlara, işsizliğe, insan mutsuzluklarına kadersel bir kılıf bulup yola devem ederler.

  Rütbesiz, unvansız, madalyasız bir adamım. Bütün büyük insan oluşumlarına bazen korku, bazen hayret ve bazen saygı ile bakıyorum. Ama en büyük heyecanı büyük evrenin ve bizim galaksimizin bir saniyede 650 km yol aldığı hızda ve bu hızın aldığı yolun üzerindeki diğer yaşamların ne halde olduğunu merak ederek buluyorum.

 Unvansız, rütbesiz ve madalyasız gülümsemek, hatta kahkaha ile gülmek çok hoş. Gülmeniz in hesabını kimseye vermediğinizi bilir ve büyük unvanları, madalyaları, yalanları olan züppelerin anlam ve mana veremediği ve bir türlü sevmediği şehrimin sokaklarında yürür, kendi evrenimi izler ve dinlerim.
Güven Serin



13 Nisan 2013 Cumartesi

GÖNÜLDEN GÖNLE MEKTUPLAR


Kamera; Güven   Ganoslar (Işıklar Dağı) 
Gün ağrıyor yine

GÖNÜLDEN GÖNLE MEKTUPLAR

  Masallar, destanlar nasıl geride kaldıysa mektuplarda öyle kaldı… Bu kalış, insanın kusuru ve vefasızlığı değildir elbet. Değişen ihtiyaçların, dönmekten bıkmayan evrenin ve dünyamızın, değişime muhtaçlığının gerekli besinidir diye düşünüyorum.

  Galaksi, yani bizim saman yolumuzun bir dakika içinde aldığı yol, 39 bin kilo metre. Muhteşem, aklın almayacağı bir hız! Bu hızın insan denen canlıya da tesiri vardır elbet. Bu arayış, bu merak ve değişim süreçleri; ölümün yaşama akması gibi, nesilden nesle çeşitlilik gösteriyor. Önce, masal ve destanları, dansları yarattı korku çığlıklarıyla donatılmış insan. Sonra, hikâyeleri, müziği, romantizmi, idealizmi, sonsuza uzanan düşleri yarattı.

  Telgraf, mektup, telefon derken bilgisayar girdi hayatımıza. Birbiriyle bir olan dünya, her ne kadar kendi sınırlarıyla, yaşam sanatlarıyla ayrı da olsa milyonlarca insan aktı birbirinin vadilerine. Kimi karışmakta zorluk çekti, baskın bir kurt gibi, kendi sürüsünün geleceği adına diğerlerini yemek, boğmakla meşgul oldu. Kimi, Kuzeyin, Güneyin, Batının, Doğunun, polenleriyle dölledi kendi çiçeklerini. Asya, Avrupa, Afrika, Amerika oldu; gelip giden milyarlık mesajların, paylaşımların aç insanların parmaklarıyla.

  Mektup ve mektuplaşma benim de çok sevdiğim bir kültürdür. Yazım sanatı, size ait ruhunuzun kokularını beyaz kâğıda aktarır. Her mektup, ya ruhunuzu taşıyan bedeninizin yücelmesi, ya da daha da yok olması demektir. Bazı arkadaşlara güler geçerdim; mektup yazacakları zaman, mahalle mahalle dolaşır, onlara yardım edecek büyükler ararlardı. Hatta mektup yazma kitapları taşıyanlar vardı; hazır sözcükleri, hiçbir cümlenin kendisine ait olmadığı duyguları, büyük bir şair kılığına girmiş insan kurnazlığın-la yazar, çizerlerdi.

 Şimdi, kadın kokulu mektuplar çok gerilerde kaldı. Onları bekleyen, onların postadan geleceği günü büyük bir heyecan ile bekleyen yüzü sivilceli siyah saçlı çocuk da, büyüdü, büyükçe bir deyyus oldu. Ama bazı mektuplar vardır ki edebiyata, sanata inanış ulusların baş tacıdır. Nadide bir eser gibi saklanırlar, nesilden nesle aktarılırlar.

  Goethe’nin sevgilisine, dostlarına yazdığı mektuplar da öyledir işte. Van Gogh’in kardeşine yazdığı mektuplar da öyle.

  Alman şair-yazar Goethe’nin sevgilisi Charlotte von Stein’e 1772-1786 arası yazdığı mektuplardan bazı örnekleri paylaşmak istiyorum:

“ Sevgili meleğim, bu akşam konsere gelemeyeceğim. Çünkü o kadar rahatım ki halktan kimseyi görmek istemiyorum.

                                                    28 Ocak 1776

  Charlotte von Stein’e

  Meleğim ne kadar rahat uyudum, nasıl mutlu kalktığımı, on beş günden beri ilk kez güneşi tüm kalbimle nasıl selamladığımı ve bütün bunları bana bahşettiğin için sana nasıl minnettar olduğumu söylemeliyim. Kalbimi mutlu bir sevgiyle saran nadide kadın, sana söylemeliyim. Ayaklarına kapanır, ellerinden öperim…

                                                 23 Şubat 1776      
 Charlotte von Staine’a

  Canım, sevgilim uzaklara gittim diyerek sakın üzülme çünkü o sana daha iyi ve mutlu olarak geri dönecek. Venedik’e kadar yazmış olduğum günlüğüm umarım yakında eline geçer. Seni her zaman düşünüyorum ve bütün kalbimle seninim.

                                                                         Goethe “


 Dostlar, sakın; çığlık çığlığa geçen zamanın izleri kalmadı, izsizliğin ağırlığını, boşluğun hoş olmayan yalnızlığını çekiyoruz diye hayıflanmayın; her dönemin ayrı nimeti ve külfeti vardır; sadece adaletli olun; ilk önce kendinize, sonra da etrafınıza; kim bilir belki, sevgilinize… 


 Güven Serin


9 Nisan 2013 Salı

ÇOCUK BAKIŞLAR


Sanırım çocuklarımızı çok seviyoruz. Yapamadıklarımız,
olamadıklarımız için yedek birer bedenler gibi seviyoruz 
onları.



ÇOCUK BAKIŞLAR

  Küçük elleri, kocaman bakışları, ince tenleri, temiz soluklarıyla saflığın sembolüdür çocuklar. Yarınlarımıza adadığımız, onların bugünlerini bir sürü destur ile doldurduğumuz, sevdiğimiz, sevgilimiz, canımız, kanımız, geleceğimiz, namusumuz olan çocuklar…

  Karadır, kahvedir, mavidir, eladır, yeşildir saflığın yüksek erdemin deki çocuk bedenli bakışları. Temizdir, hoş kokuludur, kirli ve pis, hırpani giyimlidir  ama hepsi çocuktur; çocuk sevinçli, çocuk hoş görülüğünde küçük şeylerin büyük sevinçleriyle muhtaçtırlar büyüklerin hakikatten ibaret olan sevgilerine.

  Süleyman Paşa İlköğretim Okulu hafta sonu hazırlığı içinde öğretim gününü sona erdirmekle meşguldü. Doğa Irmağı almak için bende diğer annelerin, babaların, nine ve dedelerin hemen yanında bekliyordum. Büyük koro birazdan İstiklal Marşımızı söyleyecek ve ben yine o kırmızı bayrağa bakarken, çocuk seslerinde büyük bir utanma yaşayacağım; çünkü büyüklerin olduğu hiçbir yerde İstiklal Marşı bu kadar güzel, canlı ve doğru okunamıyor.

  KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK, diye başlayan marşın inanmışlığına akan seslerin büyük gösterisi bütün çevreyi ulvi bir titreme ile sallıyordu. Büyükler, kendi sessizliğinde, imrenerek dinliyorlar çocukların inanmış bedenlerindeki sesin, korkmadan göğe yükselişine. Peki, ama ne oluyor da bu kadar güzel çocuklar, bu kadar hoş ve inanmış çocuklar büyüdükten sonra seslerinden, bakışlarından, inançlarından uzaklaşıyorlar. Ailelerin biricik hayalleri mi? Çocuklarına yükledikleri gelecek düşleri mi? Sonsuza açılan şımartılma hazırcılığı mı? 

 İstiklal Marşın ikinci dizesi yine yüzlerce bedenin aynı anda soluk alıp vermesi, aynı anda inanmasının sesiyle çıktı ortaya;

SÖNMEDEN YURDUMUN ÜSTÜNDE TÜTEN EN SON OCAK

  Bütün çocuklar aynı anda, aynı inanmışlıkla yerden göğe, öne, arkaya, yanlara dağılan seslerin çocuk gücüyle haykırdılar. Saçları, uzundu, kısaydı; siyahtı, sarıydı, kumraldı. Düzdü, kıvırcıktı. Ama hepsi çocuktu… Beslenmişliğin, öğretilere adanmışlığın yüksek erdemiyle çocuktular çocuk olmasına ama suskunluğun, miskinliğin, korkunun aldatmacasına teslim olmuş büyükler gibi sessiz ve heyecansız değillerdi.

 Sonra bir çocuk, yine diğer çocuklarla aynı anda, boşluğun büyük hoşluğu içinde üçüncü dizeye geçtiler;

O BENİM MİLLETİMİN YILDIZIDIR PARLAYACAK
O BENİMDİR, O BENİM MİLLETİMİNDİR ANCAK.

 Bir milletin her şeyidir içlerinden süzülerek ortaya çıkan marşlar. Büyük heyecanı, muhteşem acıları, candan, canandan öte olan hatıralarıdır da… Haykırışları, kahramanlıkları, düştükleri müşkül durumun büyük destanıdır da…

  Büyük bir ülke, genç bir nüfus neredeyse en fakir aile bile içsel inancı ile “biz okumadık, sen oku, sen kurtar kendini” söylemine büyük bir adanmışlık içinde yarınlarım, kederim, ülkem, ulusum dediği çocuklarını okutma peşinde. Görüyorum, harika şımartılmış, muhteşem zekâ ile donatılmış, çocuk bakışlarında büyük filozofları görüyorum. Ama sevinemiyorum, tam manasıyla Doğa Irmağa sarılırken, ülkemin bütün çocuklarına, hatta dünyanın bütün çocuklarına sarılış heyecanını kavrayamıyorum.

 Nedenine gelince düzenli ve gerçekçi çocuk politikalarımızın olmadığıdır. Şehirlere bakın bir kere; sıkışmış, beton ormanına dönmüş şehirlerin yaşam alanlarına bir bakın! Koşmayan, yere yalın ayak basmayan,  toprağı, çiçeği, hayvanların doğal halini görmeyen, bilmeyen, dinlemeyen çocukların yedirilerek, içirilerek, şıklaştırılarak hiçbir yere gelemeyeceği de bellidir. Büyüdükçe özgür olmaya çalışıp da daha da esir olan insanlar görüyorum. Hiçbir fikri olmadıkça, sadece akademik hayatın büyük baskılarına maruz bırakılıyorlar.

 Hadi, bu güzel dünyaların uzun vadeli geleceklerini bir kenara bırakalım! Ya, şiddet görenler; küçük yaşta evlendirilenler, satılanlar, yok sayılanlar, sırtlarına hayatın yükünü alıp da çocuk gülüşlerini, haykırışlarını sonsuza kadar yaşamayanlar ne olacak.

 Uygar bir devletin politikası ilk önce çocuklarından, onların mutlu ve huzurlu büyümelerinden başlayan bir sorumluluk taşımaz mı? İyi beslenmeyen, iyi yetişmeyen çocukları daha sonra belaya, kazaya bulaştıkça kurtarmak mümkün müdür? Bu mümkün olsaydı, çocukların başlarına gelenleri inceleyen, ortaya çıkartan ve bu ortaya çıkan büyük utanmazlığa, ayıba bakacak onurlu yüzler olurdu.

  Ne kadar büyük nutuklar, ne kadar hilebazlık içinde olursak, çocuklarımızı o kadar kaybedeceğiz demektir. Güzel yüzlü, çiçek soluklu çocuklarımız; ümitlerini, hayallerini dışarıya, başka ülkelere yönlendiriyorsa bizim ülkemizde bir şeyler eksiliyor, doğru gitmiyor demektir.

 Onlar, temiz ve yumuşak tenli, onlar pis ve kirli suratlı; onlar, utangaç veya şımarık olabilirler. Çünkü çocuktur onlar. Daha büyüklüğün kurnaz hilebazlığa teslim olmazlar. Ve onlar, inandıkları marşları en temiz inancın gür sesleriyle, bizim gurur ve aynı zamanda sessizliğimize utanmamıza neden olacak kadar çocukturlar…

   Güven Serin


 



8 Nisan 2013 Pazartesi

AH BU GÖNÜL ŞARKILARI


Kamera; Güven   Emel Sayın
Bostancı Gösteri Merkezi


Kamera; Güven Emel Sayın ve Serkan Çağrı

O ses ve o şarkılar...

AH BU GÖNÜL ŞARKILARI

   Bu diyarda yaşayan bu büyük milletin, geride bıraktığı yüzyıllar bugüne bir şeyler taşıdı. Masallar, destanlar, türküler, ağıtlar, fıkralar, maniler taşıdı. Bir de şarkılar, gönül şarkılarını taşıdı.

  Gönül şarkıları akla gelince bir sanatçı, bir ses, bir gülüş ve ahenk de gelir akla. O, ahengin zarif duruşu Emel Sayın’dır. Sesiyle, heyecanıyla, kadınsı zarafetiyle o bir güzellik abidesi gibidir.

  Yer İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi. Koltuklar dolmuş, yüzlerimizde heyecan, gönül şarkıları gibi gönülden gönle süzüldük. Salon, tıklım tıklım dolu… Erkek, kadın, çocuk, kız, yaşlı, genç; renkten renge, sesten sese…

  Sahnenin büyük ve ağır perdesi kapalıydı. Kim bilir kaç sanatçının sesine, heyecanına, son hazırlık coşkularına tanıklık etmişti bu ağır kadife perde. Kadife perdenin kalın duvarlarından bize gelen bir ses; bir tanıdık insanın titreşimleri duyulmaya başladı. Üç saat sürecek ve her biri ayrı bir yaşamı anlatan, yaşanacaklardan da kurtulamayacak ilk şarkının sesi duyuldu:

        Seninle doğan güldür bu gönül ah bu gönül şarkıları.
       Dilimdeki bülbüldür bu gönül ah bu gönül şarkıları.
       Dolu sevgi tasında gönül bir gençlik masasında.
       İkimiz arasında bu gönül ah bu gönül şarkıları.

 Safiye Ayla’nın bestesi, Ramazan Gökalp Arkın’ın güftesi, o gönül şarkılarının ilk sözleri, perdenin de ağır ağır aralandığını gösterdi. Sahne ortaya çıkarken, alkışların gönülden gönle çırpınışı da yükseldi göğe doğru. Işığın, sazların, korunun ve o sesin; gönül şarkılarının sahibinin sesi, bir hastanın beklediği şifa şurubu gibi buharlaştı salonun her karesine.

 İnsanlığın onurlandığı anlar, yine insanlarla yan yana, nefes nefese, alkış alkışa, yürek yüreğe olduğu anlardır. Konserler, tiyatrolar, sinemalar bu anlara tanıklık eden sanat gösterileridir. Şimdi aynı tanıklığı Bostancı Gösteri  Merkezi yapıyor. Zaman kendi diliminde insanlığın yolculuğuna tanıklık ederken, biz kendi zamanımız içinde yine insanın yarattığı müziğe, şarkılara ve tanrısal bir gerçek olan insan sesine kavuşmanın huzuru doldu içime.

  İlk şarkıydı o şarkı, perdenin, alkışın, sesin sahneye çıktığı şarkıydı;

     Kavuşmanın tadını ayrılık ayrılık feryadını
     Taşır senin adını bu gönül ah bu gönül şarkıları
     Dolu sevgi tasında gönül bir gençlik masasında
     İkimiz arasında bu gönül ah bu gönül şarkıları

  Büyük sanatçıların büyük gurura, illa ki büyüklenmeler gösterimine ihtiyaçları yoktur. Bunun en güzel gösterisini büyük tevazusuyla Emel Sayın yapıyor. Arkasında duran koro, müzisyenler amatörlüğün bütün heyecanı içindeydiler. Sanki yer gök, heyecan, şarkı, alkış ve sevgi yağıyordu.

 Bostancı Gösteri Merkezi Salonunu dolduran insanlar, gönül şarkılarıyla birlikte akan zaman içinde, ev sahibi, gönül, beste, yaşam sahibi duygusu içine girdiler. Tam bir samimiyet, tam bir bütünlük vardı sahne ile salon arasında. Şık koru, işini bilen müzisyenler ve sevilmemişliği inanmışlığına çırpınan seyirci…

  Emel Sayın’ın annesi de, dostum dediği Nükhet Duru da, prens olarak çağırdığı klarnetin ustası Serkan Çağrı ve Gökhan Tepe de gönül şarkılara kendi gönlündeki sevinci, ustalığını dinlettiler.

  Ses, insan ruhuna akmayı başardıysa, şarkılar ve onların sözleri kendi iksirini yaratıyor elbet. Spikerin dediği gibi;

Saha güzel, seyirci mükemmel, hava şartları uygun; futbol için her şey müsait…

  Üç saat, iç içe geçmişliğin, gönülden gönle süzülmüşlüğü şahitliğiyle geçen üç saat, insan denen canlının hatıralarına, yaşam sevincine katkı yapacak dakikalar; gecenin içine girdiğim, gecenin güne ilerlediği İstanbul zamanında bile o ses vardı kulağımda;

SENİNLE DOĞAN BİR GÜLDÜR BU GÖNÜL AH BU GÖNÜL ŞARKILARI

Güven Serin


 






6 Nisan 2013 Cumartesi

NÜFUZ ETME DENEMESİ


Hanım olacak hanımlar...

Sanat ve sanatçı her şeye nüfuz etmeli; onların nüfuz
etmeleri yok edişe değil, var edişe yöneliktir.



NÜFUZ ETME DENEMESİ

  Şairlerin, ressamların, yazarların, bilim adamlarının, şarkıcıların nüfuz etme isteklerini anlarım. Aradıkları büyük güç, ortaya çıkartmak istedikleri muhteşem esere yaklaşma çabaları ve isteklerinden kaynaklanır. Fakat elinde siyasi otoriteyi, bir ülkenin kaderini değiştirecek insanların nüfuz etme girişimlerine kuşku ile bakarım.

  Yakın zamanın Almanya'sı  İtalya'sı nüfuz etme meraklılarının insanlığa yaptığı büyük katliamların hatıralarıyla doludur. Acı hatıraları… Daha yakına gelirsek, ABD’nin nüfuz denemeleriyle, insanlığa bıraktığı vahşetlerin muhteşem ve ürkütücü resimleriyle karşı karşıya geliriz. Vietnam, Japonya, Irak ve diğerleri; daha fazlasını arayan, daha büyük hesaplar yapan ve kendi gücünü evreni taklit edercesine deneyen ABD’nin insanlık tarihine geçen KARA LEKELERİDİR bu büyük oyunlar.

 Artık dış dünyanın gelişmelerine önem vermeden ve bu gelişmeler için özel stratejiler geliştirmeden ülkelerin ayakta durması zor gibi görünüyor. Büyük nüfuz etme meraklıları, çok büyük paralar ve emekler ayırarak, ayrı düşüreceği devletleri sürekli kemiriyor, savaşa zorluyor. Niçin? Onların yüksek ve soylu çıkarları için. Yakın zamanda ABD’nin Kuzey Irak bölgesine bilinen rakamla 20 milyar dolarlık silah anlaşması yaptığı basına yansıdı. Ya bilinmeyenler!

 Kendi ülkemizde bizi yönetmeye talip olmuş ve on yıldan bu yana, mazlumu oynayarak büyük iktidar olmuş AKP’nin NÜFUZ ETME çabaları da son hızla devem ediyor. Gün geçmiyor ki bir gündem yaratmasın! Bu gündemler, ne daha fazla iş, aş demek. Ne daha fazla gelişme, buluş, zenginlik demek. Çok ilginç güç ve ele geçirme planları ağır ağır ama onları mutlu edecek bir şekilde gelişiyor.

 Ben bu durumu anlamakta güçlük çekiyorum. Eğer bir insanın ağzından düşmeyen sözlerden birisi, mazlum, hak, adalet ise, daha fazla mazlumun hakkı niye aranıp kullanmıyor.  Daha fazla adalet gelmediği gibi daha fazla hak niye dağıtılmıyor. Yaşanan intiharlar, hastanelerin dolup taşması, haciz ve icra olayları, neredeyse merhaba dediğimiz insanların 20 TL’ye bile tenezzül edip günü kurtarma hokkabazlıkığı anlamakta güçlük çekiyorum.

  Eğer her şey yolunda gidiyorsa, daha şeffaf, daha hakka ne ve adaletli yönetiliyorsak, demokrasi ile gelmiş, mazlumun sesi ve kendisi olmuş bu hükmedenlerin yönettiği bu halk; niye daha fazla solgun, bitkin ve moralsiz? Bilen varsa beri gele… 

  Yazarların, şairlerin daha fazla nüfuz etme isteği o ülkenin edebiyatını güçlendirir. Ve dünya edebiyatına yeni bir ses, renk hediye eder. Ya siyasilerin nüfuz etme istekleri; kendi ülkelerini sefalete sürüklediği gibi, dünyaya kan ve gözyaşı armağan ederler.

  Andre Suarez Tolstoy için şu satırları ölümsüzleştiriyor:

Tolstoy’un bütün hayatı, bir nüfuz etme denemesidir. Bütün gerçek fethiler gibi en zor olan fethe uzanır. En çetin zafer, en güzel olandır. Zor görevleri sevmeli insan. Öncelikle bu acımasız bir benlik demektir. Bütün tutkular içinde gurur en güçlü olanıdır. Kendi ihtiraslarının en inatçısı olan bir insan, asla yoktur. Sırtındaki kambur gibi onda bir nüfuz etme içgüdüsü vardır. Her yerde hazır ve nazırdır o. Üstat olmak ister.

  Tolstoy’un hayatında yer alan bütün çelişkiler, onun üstat olabilmesi aynı eksene sahiptir. Bütün kâinatı aşağılamak ister ve o andan itibaren kendisi de alçalır, tabi kendi yüzü de alçalan dünyadaki yerindedir. Sadece Rus köylüsünden ders olmak ister, bu basit öğretimi muhteşeme çevirmekten hoşlanır. Oysa onun alçak gönüllü oluşunda bir muhteşemlik vardır.”

  Bu ülke neredeyse kendi iç savaşını yüz yıldan bu yana veriyor. Yemeyip yediren, giymeyip giydiren anne ve babaların tek isteği, eğitim verdikleri, çeyrek yüzyıl okula yolladıkları çocuklarının daha iyi bir geleceği olsun.

 Fakat uygulamada böyle mi? Hırpalanmış çocukların, muhteşem ve daha zengin meslekler adına, yaptıkları bütün eğitim, öğretim girişimleri büyük hayal kırıklıklarıyla sonlanıyor. Bekleyen mühendisler, öğretmenler, mimarlar çığ gibi büyüyor.

 Acaba, nüfuz etme çabalarını bırakıp, bütün enerjilerini ülkenin daha iyi öğretimi, eğitimi, gelişimi adına harcasalar bugünkü karışıklık ve kargaşa, aynı zamanda büyük kuşkular olur muydu? Olmazdı elbet! Çalışırken insanlar batmaz, çalışırken, para kazanırken, sinir krizleri geçirip nadide birer esere dönüşmüş bu canlılar hazin bir yok oluş töreni içinde yer almazlardı.

                                      Güven Serin


3 Nisan 2013 Çarşamba

YAŞAM BİR BÜTÜNDÜR


Kamera; Güven   Bergama

Viran yaşamlar;eski yaşamlar. Yaşam bütünse eğer,
bizden önceki yaşamlar da bu bütüne etki geder.
Önemsenmeli diğer yaşamlar,viran da olsa kalanlar.


Kamera; Güven  Su Perisi-Bergama Müzesi

Bir el, bir keski ve büyük dönüşüm...


Kamera; Güven    Bergama


Kamera; Metin   Sığacık   Ömer Ağabey ile sohbet zamanı
Şimdi orada olmak vardı; dinginliğin dem yaptığı yerde.


YAŞAM BİR BÜTÜNDÜR

  Geleceğimiz, yarınlarımız, evlatlarımız dediğimiz çocuklarımıza sunulan ezber eğitimlerin iyice kafa karıştırdığı, yaşam bezginliği yarattığı ortadadır. Bu çocuklar kimlere, hangi dünyaya aitler; tam manası ile bunu bile bilmeyen milyonlarca insan var.

  Ulus, vatan kimliğini nazikçe bir kenara koyup, evrensel, üniversal kimliklerin ilmine, sanatına erişmişlerin önünde eğilirim; ama görünen, büyük suskunluğun büyülü tarafındaki insanlar bu guruptan da değiller.

  Bir arkadaşım yakın zaman önce ağırladığı Rus konuğunu çanta hazırlarken nasıl titiz davrandığına, nasıl özem gösterdiğine tanıklık etmiş. Sormuş Rus arkadaşına;

Bir çanta bile bu kadar özen gerektiriyor; niçin? “ Arkadaşı hiç telaşsız cevap vermiş;

Bavul hazırlamayı bile okulda öğrettiler bize! Hangi malzeme ne şekilde, hangisinin yanında olacak, hep bunları okulda öğrendik.”

  Halkını, gençliğini önemseyen ülkelerin hastaneleri de, mahpushaneleri de bizim kadar dolu değil. Onların dolu olan yerleri; tiyatroları, sinemaları ve kütüphaneleri… Ne acı bir teselli değil mi dostlarım?  

  Yaşamı sadece büyük kazançlara endekslemenin, yaşamı sadece ezber kazanımlara, torpillere, devlet kuşu beklemelerine teslim etmenin büyük hüznünü, büyük hayal kırıklıklarını yaşam kültürü haline dönüştürdük. Hâlbuki yaşam içinde bulunan deneylerin doğal istemleri, uygulamaları, seçeneklerin bolluğuyla güzel ve anlamlıdır…

  Yıldız Ecevit Alman şair-yazar Goethe’yi sadece bir yönüyle bile açıklarken, bir ulusun kendi içinden çıkardığı, dehaların, sanatçıların, yazar ve şairlerin ne kadar önemli olabileceğinin de muhteşem hatırlatması çıkıyor ortaya.

Doğadaki sistol ve diyastolun oluşturduğu ritmi, ahlaksal ve sanatsal görüşlerde bütünleştirir Goethe.”

  Sanırım bu kadar cümle bile, bir dehanın muhteşemliği karşısında şaşırtır bizi. İnsan ruhu, insan bedeni, istenirse bir mucizenin gösterimlerini, yazılımlarını, resmini de yapmaya müsaittir. Bu mucizelere gidecek yol; yaşam bütünlüğünden, yaşama merhaba diyen bebeklerin ilk zamanlarından son zamana kadar alacakları yolda, onlara sunulan doğal beslenme becerilerinde gizlidir.

  Japonya, Almanya, Kanada niye farklı, niye daha huzurlu ve daha üretken, daha sağlıklı ve daha gezgin, daha okur, daha meraklı diye araştırmaya bile gerek görmeyen eğitim sisteminin ortaya çıkaracağı büyük sakatlığın altından kalkmak mümkün müdür?

  Yıldız Ecevit Goethe’yi yorumlamaya devam ediyor;

Soluk alma ve soluk verme eylemlerinden birini yeğlemek ne denli olanaksızsa, yaşamın diğer alanlarındaki gerçekleri oluşturan kutuplardan birini yeğlemek de o denli anlamsızdır. Yaşam bir bütündün Goethe için…

  Thomas Mann onun bu yönünü şöyle vurguluyor;

 Onun görüşü tüm var oluşun gerekli ve yetkin olduğundan yola çıkan Spinoza düşüncesine dayanır. İçinde kötünün de iyi kadar söz hakkına sahip olduğunu, amaç ve sonuç endişesinden arınmış bir dünya imgesi oluşturur bu görüş.

 Goethe ünlü eseri Faust ve onun Dr. Faust’u şu cümleleriyle konuşturur;

İki can taşır benim gönlüm.
Ve biri diğerinden hep ayrılmak ister.”

  Yaşam bir bütündür, çelişkiler, anlamsızlıklar, kâbuslar gibi gördüğümüz birçok oluşum; gece ve gündüz kadar ahenkli bir bütünün parçalarıdır.

 Goethe için şöyle derler;

  “ Yaşamın karşısında bilgece gülümseyen şair.”


Güven Serin





 


 



  






1 Nisan 2013 Pazartesi

BİTİŞ BİTMEYE YAKIN OLMALI


Kamera; Güven    Kaş

Gün doğuyor mu, batıyor mu? Ne önemi var, içimizdeki doğumlar
ölümlerden fazlaysa, insan; inanılmaz badirelerin içinden
bugüne gelmişse, sanatı, felsefeyi, tarihi,müziği, sporu ve
arayışı bilmiş,seçmişse; bir sürü lafa ne gerek var? 

BİTİŞ, BİTMEYE YAKIN OLMALI!

  İki güzel, iki bakımlı kadın kahvelerini içerlerken, çok önemli konularını, önemsedikleri halde dışarı, yan masaya taşıracak kadar konuşuyorlardı. Siyah saçlı kadın, biraz da kendine fazla güvenmişliğin gururuyla seslendi uzun sarı saçlı zarif kadına;


Gemileri yakmalısın” dedi. Evet, siyah saçlı kadın böyle buyurmuştu. Hangi gemileri ve nasıl yakacaktı uzun sarı saçlı zarif kadın; bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey var, masadan kalkacağım halde kalkmamaya karar verdim. Yan masada, iki zarif kadının olduğu yönde belli ki çok önemli toplumsal bir sorunun çözümü araştırılıyordu.

 Kadınlar Türk kahvesi içiyordu. Bende bir orta şekerli söyledim. Montumu tekrar boş sandalyeye koydum. Güneş yeniden doğmuş, gecenin buz kesmiş hali yok olmuşcasına, bir yazarın, çizenin hakiki özüne dönüş heyecanı içinde kulaklarımı dört açtım. Zaten, kadınların beni umursadığı da yoktu. Çünkü şehre yabancıydılar. En azından öyle sanıyorum. Bu kadınları bu çay salonunda hiç görmedim.

  Sarı saçlı olanın lacivert pantolonu, mor bluzu, pembe çizgilerle gülümsüyordu, siyah bluzlu, siyah saçlı kadına. Bir düşünce sardı yan masanın misafirlerini. Siyah saçlı kadının kararlı ve gururlu kati seslenişi; “gemileri yakmalısın” uyarısı, zarif sarı saçlı kadını oldukça düşünce içine soktu.

 Güneş kendi görevini milyar yıldan beri yapmanın ışıltılarıyla bir kez daha ışık saçıyordu. Işınların mutluluk çağrısı, yaz kokusu içeriye kadar, kadınların bulunduğu yerden bana kadar geliyordu. Çay salonunun içerisini yasemin kokusuna benzeyen kokular doldurmuştu. Ciddi bir konu tartışılıyordu tartışılmasına ama içeriye, yüksek bir yaşam sevinci çığlık çığlığa yayılıyordu.

  İki kadın, iki arkadaş uzunca bir süre konuştular. Konuşmalarından ortaya çıkan şey daha da netleşti. Sorun, sarı saçlı zarif kadının evliliğiydi. Şu sıralar biraz sorunlar yaşıyordu. Küçük bir kızı vardı; bu sorunlara esnek, yumuşak bakmasına sebep olan. Ona, keskin sirkenin küpüne zarar vereceği nasihati veren siyah saçlı kadın ise hiç evlenmemiş, hatta hiç anne olmamış. Ama arkadaşına, arkadaşlığın yüce hatırına yaşadığı evlilik tökezlemeleri için ; “ gemileri yakmalısın.” Diyor, hatta bu değişinin tam etkili olmadığını görünce, biraz daha keskinleşmeye başlayarak;

 “ Sana sesleniyorum, artık, gemileri yakmalısın! Bana öyle geliyor ki sen kendini aldatıyorsun! Kızını bahane ederek bu evliliği devam ettiriyorsun.”

  Uzun ve sarı saçlı zarif kadın arkadaşının bütün söylediklerini bedeninde kasılmalar eşliğinde nazikçe dinledi. Ve sonra, bütün yalnızlığına, arkadaşının anlamsızlığına rağmen nezaketten sıyrılmadan şu can alıcı sözü fısıldadı;

Bitiş bitmeye yakın olmalı!
Nasıl?
-         Benim içimdeki ses, vicdanım bitmenin çağırısını, o hakiki seslenişi duymalı. Eşim ile aramızda bazı sorunlar olsa da, eşimin kızına düşkünlüğünü, sorumlu bir baba olduğunu, eşimin akrabalarıyla benim ilişkilerim çok iyi. Bütün bunları birden yerle bir etmenin hiçbir mantığı yoktur. Benim eşimle aramda sorun var ama kızımın babasıyla hiçbir sorunu yok. İşte bu sebeplerden bir gün bitecekse, bu iş bitmeye yakın olmalı…”

  İnsan gördüğü güzel manzarayı, iyi bir resmi, dinlediği hoş bir konseri kolay kolay unutamaz. Ama ben de bir eseri, bir resmi, bir müzik konserini dinler gibi dinlediğimi iki kadının, iki arkadaşın bu konuşmalarını unutamayacağım için yazının büyülü sanatı adına kaleme aldım.

  Hani bir söz var; Keskin sirke küpüne zarar, diye. Bu diyarın insanları başkasının dolduruşuna gelip nice evliliği, nice iş hayatını yok etti ve ediyor. Her şey yolunda giderken akıl veren çok oluyor; tıpkı bekâra karı boşamak çok kolay olduğu gibi; şunu anlatmak isterim ki; insan, ilk önce kendine güvenmeyi öğrenmeli. Yaşamlar sona erdiği gibi evlilikler de, iş ortaklıkları da sona erebilir. Ama bu bitişler insanca, insan vicdanını büyük borçlanmalara, katmerli hüzünlere teslim etmemeli; tıpkı sarı saçlı zarif kadının yaptığı erdemli seçim gibi…

 Güven Serin