8 Temmuz 2025 Salı

HASAN AKARSU

 


              EDEBİYADIN SUSMAYAN VİCDANI: HASAN AKARSU

   Zamanın bir su gibi aktığı, her şeyin hızla tüketildiği bir çağda, bazı insanlar vardı ki adeta zamana meydan okur. Onlar tüketmek yerine üretmenin, biriktirmek yerine paylaşmanın ve unutmak yerine vefanın peşindedir. İşte eğitimci, yazar ve şair Hasan Akarsu, tam da böyle bir sanatçı. O,kelimelerle, anılarla ve dostlukla zamanla yarışan, sanatını bir dostunun deyişiyle “nükleer enerji gibi sonsuza adanmış bir aydınlatma aşkına” dönüştüren nadir bir değer.

   Geçtiğimiz günlerde masama ulaşan son iki eseri, “Anılardan Geçerken” ve “Şiirlerden Geçerken” , bu aydınlanma meşalesinin en taze alevleri. Her bir satırında, her bir dizesinde bir sanatçının çelikten disiplinine, dostlarına ve anılarına olan sarsılmaz bağlılığına bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Hasan Akarsu’nun kaleminden anılar öylesine canlanır, dostluklar öylesine kıymetlenir ki, adeta tüm yaşanmışlıklar onun önünde saygı duruşuna geçer.

   “Anılardan Geçerken” ,sadece bir anı kitabı değil, adeta bir vefa ansiklopedisi. Edirne, Bursa, Kırklareli, Tekirdağ, Keşan, Saray gibi Trakya’nın bereketli topraklarında yeşeren anılar, yazarın hayatına dokunan insanlarla ve mekânlarla dolu edebi bir şölene dönüşüyor. Özellikle bir döneme ışık tutan Edirne Erkek İlköğretmen Okulu mezunlarıyla buluşmalar… Öksel Demir, Celal Çalık, Tayyip Yılmaz gibi isimler, Akarsu’nun vefalı hafızasında yeniden hayat bularak bir neslin birbirine nasıl kenetlendiğinin, dostluğun ve yoldaşlığın en samimi halinin edebi bir anıtını inşa ediyor.

   “Şiirlerden Geçerken” ise, bir şairin kelimelerle nasıl bir evren kurabileceğinin en çarpıcı kanıtlarından… Altını çizmekten, tekrar tekrar okumaktan kendinizi alamayacağınız dizelerle dolu. Sanatımızın devlerinden Genco Erkal’a “Dostlar Tiyatrosu”nu anarak seslenmesi, onun sanata ve sanatçıya olan derin saygısının bir yansıması.”Gözünü Sevdiğim İstanbul” şiirindeki içtenlik, okuru anında yakalıyor. Ve o muhteşem “Şiir Tınazı” şiiri… “ Tınaz savrulduğunda/Buğday nasıl ayrılırsa/Artığından/Şiir de öyle.” Bu dizeler nasıl alkışlanmaz? Şiirin özünü, emeğini ve saflığını ancak bu kadar yalın ve güçlü anlatılabilirdi.

   Hasan Akarsu, sadece kitaplarıyla değil, yıllarını adadığı Mavi Dergi, Şarköy Sanat, Saray Özgür Sanat, Yeniden Türk Dili Dergisi, Istranca Edebiyat gibi nice yayınla da edebiyat ve kültür dünyamıza iz bırakmış yorulmaz bir emekçidir. Onun bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, üretme tutkusu karşısında insan sormadan edemiyor: Bu değerli yazara, bu vefalı şaire zaman nasıl yetiyor?

   Belki de sır, sanatı yaşam biçimi olarak görmesinde, anılarını bir hazine gibi korumasında ve dostluklarını en büyük zenginliği saymasında gizlidir. Hasan Akarsu, insan imbiğinden süzdüğü eserleriyle sadece geçmişi aydınlatmakla kalmıyor, aynı zamanda geleceğe de kalıcı, onurlu ve aydınlık bir iz bırakıyor. Bize düşen ise bu izi takip etmek, onun sanatının ışığında yolumuzu bulmak ve bu değerli emekçiyi hak ettiği şekilde onurlandırmaktır.

   Sanatına ve vefasına sonsuz saygıyla…

 Güven SERİN 



5 Temmuz 2025 Cumartesi

HAMDİ BEY

 


                                                           HAMDİ BEY

      ( Kaçarken Yakalandığım İnsanlık )

     Hastane koridorları… Soğuk, telaşlı ve umutla endişenin kol gezdiği o uzun yollar… Hamdi Bey ile annemin tedavileri için gittiğin o koridorların birisinde tanıştım.

    Her birimizin o koridorlardan geçerken farklı hikâyelere şahitlik ederiz. Kimi müjde beklerken, kimisi çok zor bir habere hazırlık yapar. Tanıdığım Hamdi Bey ise bana “Şifa “ sözcüğünün anlamını yeniden öğretti.

   Hamdi Bey kolon kanseriyle mücadele eden, hayat dolu ama yorgun ve sürekli zayıflayan bir adam! Bekleme salonunda her karşılaşmamızda beni durdurup, büyük bir hevesle konuşmaya başlıyor. Bir süre sonra o kadar çok konuşuyor ki Hamdi Bey’den nazikçe kaçmak için bir sürü yol, bahane üretir hale geldim.

   Genellikle bir gün önceki olayları tekrar tekrar anlatmayı çok seviyor. Sadece bana değil, koridorda kendisini dinleme hevesinde olan veya onunla göz göze gelen herkese aynı açık kalp ve hasta bir insanın çok diri gözüken halleri içinde…

   İtirafta bulunmalıyım, başlangıçta bu durumlar beni çok yoruyordu. Kendi endişelerimi, konforumu ısrarla korumaya çalışıyordum…

   Ancak günler geçtikçe, koridorun sonunda birilerini ve öncelikle beni bekleyen o tanıdık simadan kaçmanın içimde bir sızı yarattığını fark ettim. Bir an durup düşündüm. O’nu anlamaya çalışan bir göz ve zihinle süzdüm. Gördüm ki Hamdi Bey’in bitmek bilmeyen konuşma isteği, aslında bir YARDIM çığlığıydı…

   Bitip tükenmeyen ve özellikle gece başlayıp O’nu uyutmayan ağrıları, hastalığının getirdiği o ağır yük, O’nu bir teselli arayışına itiyor. Hamdi Bey için konuşmak, bir yerde kendi kendine moral aşılamak, o amansız illetle savaşmak için bir kalkan oluşturmaktı. Belki de anlattığı her hikâye, acısını bir anlığına unutturan bir ağrı kesici gibiydi…

   Bu düşünceler içinde O’ndan kaçmayı bıraktım. Ertesi gün, yine beni gördüğünde yanına gittim. O günkü hikâyesini, dünküleri ve geleceğe dair düşüncelerini sabırla dinledim. Bu küçük jestin Hamdi Bey’i nasıl değiştirdiğini görmek inanılmazdı. Yüzüne bir tebessüm yayılıyor, gözleri parlıyordu.

  Anladım ki Hamdi Bey, doktorların yazdığı reçeteler kadar, belki ondan bile daha fazla, bir çift dinleyen kulağın şifasına inanıyordu. O’nun ilacı hastane koridorlarında tanıştığı bir yabancının ayırdığı beş dakikaydı.

  Modern tıp, hayat kurtarır, EVET! Ama ruhu iyileştiren, insana “Yalnız Değilsin”  hissini veren o basit insani dokunuştur…

   Çevremizde kim bilir kaç tane Hamdi Bey var? Sadece duyulmak, görülmek ve anlaşılmak isteyen… Belki de en etkili ilaç, bir anlığına durup samimiyetle, “ Seni dinliyorum” demektir. Hiçbir eczanede satılmayan, ama en güçlü teselliyi sunan bir şifadır.

Güven SERİN 


3 Temmuz 2025 Perşembe

ŞEFİK CAN KARDEŞ

 

KAMERA; GÜVEN





DOĞAYLA BÜTÜNLEŞEN BİR HAYAT:

 ŞEFİK CAN KARDEŞ’İN ESERİ

    Hüzün, bazen şehrin üzerine bir sis gibi çöker. O gün, şehrimizde tam da böyle bir gündü. Kalemini ve kelamını sevdiğimiz yazar ve şairimiz Aytaç Oy’u son yolculuğuna uğurlamıştık. Yeni Şehir Mezarlığı’nın toprağına bir dostu, bir değeri emanet etmenin ağırlığı omuzlarımızdaydı. Dönüş yolunda, Hayrullah İşgören ile birlikte şehrin ritmine doğru ilerlerken, içimizdeki boşluk yol boyunca bize eşlik ediyordu.

   İşte o anda, Hayrullah İşgören, Hayrabolu yolu üzerindeki bir dosttan, Şefik Can Kardeş’ten bahsetti. “ Gel uğrayalım çiftliğine. Hem hüznümüzü bir parça dağıtırız.” Dedi. Bu teklif o anki ruh halimiz için can simidi gibiydi. Kabul ettim.

   Kısa bir süre sonra kendimizi, doğanın kalbinde gizlenmiş bir huzur vahası gibi duran bir çiftliğin kapısında bulduk. Bizi karşılayan manzara, az önceki matem havasını bir anda dağıtmaya yetti. Şefik Can Kardeş ve Hayrullah İşgören’in kucaklaşması, yıllanmış bir dostluğun ne denli samimi ve güçlü olabileceğinin canlı bir kanıtıydı. Bu içten karşılama, ruhumuza işleyen bir teselli oldu.

   İlk gözüme çarpan, ustalık eseri ahşap bir bina oldu. İçerisi temizleniyor, bakım yapılıyordu. Her yer dağınık görünse de, oraya ; “ Burası bir etnografya müzesi” dedirtecek haldeydi. Bu yapı zamana meydan okuyan bir zarafetle ayakta duruyordu. Kapının girişinde duvarda asılı duran pano ise adeta bu yerin felsefesini özetliyordu: “ Çiftçi, Şefik Can Kardeş’in Yazıhanesi” .Ne bir unvan, ne bir paye; sadece toprağa ve emeğe adanmış bir kimliğin ilanı… Şefik Bey ve yeğeninin misafirperverliği, insanın insana duyduğu en saf haliyle karşımızdaydı.

   Fakat bu mekânın asıl büyüsü, kavak ağaçların rüzgârdaki uğultusuyla başlayan mistik atmosferinde saklıydı. Etrafı gezdikçe, o devasa sırra vakıf oldum: Dört tane kavak ağacı… Gövdeleriyle toprağa kök salmış, gökyüzüne uzanan kollarıyla adeta birer dua gibi duran dört ulu can. O an, o ağaçların sadece birer bitki olmadığını hissettim. Onlar, asırlarına tanıklık eden, insanlığa “ Bizi yaşatın. Biz doğanın en görkemli canlarıyız. Bizi koruyun.” Diye fısıldayan birer abideydi.

   Bu dört kavak, birbirine omuz vermiş dört bilge gibiydi. Ve tam ortalarında, onların kalbine yerleştirilmiş ahşap bir ağaç ev… Hangi ustanın elinden çıktığı bilinmez ama bu yapı, ağaçların bir parçası olmuş, onlarla birlikte nefes alan bir sanat eseriydi. Şefik Can Kardeş’in belki de yaşama sevincini borçlu olduğu o sığınak, doğayla insan arasında en estetik en saygılı birlikteliği sergiliyordu.

   Çiftlikten ayrılırken, günün başlangıcındaki o ağır hüzünden eser kalmamıştı. Evet, bir dostu, Aytaç Oy gibi değerli bir kalemi toprağa vermiştik. Ama dönüş yolunda, anıt ağaçlar gibi toprağına ve gökyüzüne sıkı sıkıya sarılmış bir başka dostu, Şefik Can Kardeş’i tanımanın o yüksek erdemiyle doluydum.

   Hayrullah İşgören’e teşekkür ederek şehrin o günkü ritmine döndüğümüzde anladım ki; hayat, bazen en hüzünlü anlarda bile karşınıza yeni kapılar açar. Bazen bir şair susar; ama ulu bir ağaç konuşmaya başlar. Bazen bir dost gider, ama bir başkasının dostluğu size yeniden yaşama gücü verir. O gün biz, toprağın aldığını, yine topraktan ve onun sadık bekçilerinden teselli bularak geri aldık.

   O gün, şehrin yasını yaşarken, dört anıt ağacın fısıltılarını da duymak, bilmek; yaşamın ne kadar eşsiz, dayanıklı, inatçı, zarif ve çeşitli olduğunu öğrenmek: Çok değerli bir deneyimdi…

Güven SERİN







1 Temmuz 2025 Salı

AYTAÇ OY

 

Kamera; Güven


         ŞARKILARI TRT’DE, YÜREĞİ TEKİRDAĞ’DA KALAN ADAM

( Güle Güle Aytaç Oy )


 Aytaç Oy, şehrin sevdalısı, şiirlerin ve düz yazıların babası sustu. Ölümüyle zaten sessiz olan şehrimiz, şimdi daha derin, daha manalı bir sessizliğe büründü. Sanki Tekirdağ'ın sokakları, rıhtımdaki iyot kokusu, eski cumbalı evlerin gölgeleri, hepsi saygı duruşunda...

 Kimdi Aytaç Oy? Onu sadece muhasebeci, şair veya yazar olarak tanımlamak, engin bir denizi bir bardağa sığdırmaya çalışmak gibi olurdu. O, rakamların disiplini ile kelimelerin ruhunu birleştiren nadir insanlardandı. Ancak onun kelimeleri sadece kâğıt üzerinde kalmadı; usta bestekârların elinde notalara dökülerek ölümsüzleşti. Hem de ne ölümsüzlük! Onun kaleminden dökülen eserler, Türk Sanat Müziği'nin en prestijli-itibar kurumu olan TRT'nin titiz denetiminden geçerek repertuara kabul edilme onuruna erişti. Onun mısraları, TRT sanatçılarının sesinde hayat bularak tüm Türkiye'nin ortak hafızasına kazındı. Bu, Aytaç Oy'un şairliğinin sadece yerel bir değer olmakla kalmayıp, ulusal bir kültürel mirasa dönüştüğünün en büyük kanıtıydı.

  Fiziken uzak kalsa da ruhu hep burada, bizimleydi. Telefonun diğer ucundaki o tanıdık sesin ilk sorusu hiç değişmezdi; içinde dinmeyen bir hasretin ve sevdanın fısıltısı gibiydi: "Ne var ne yok? Tekirdağ nasıl? Beni soranlar var mı?" Evet, Aytaç Ağabey, seni soranlar vardı, her zaman olacak. Çünkü sen bu şehrin vefasının, sanatının ve TRT ekranlarına uzanan nezaketinin bir timsaliydin.

  “Doyulmaz Asla Aşka” şiiri Ali Şenozan tarafından bestelendi. Orada da Aytaç Oy’un “aşk” sözcüğüne tutunarak yaşama nasıl sımsıkı sarıldığının kanıtını bulabiliriz. Bir başka şiiri “Başını Dizine Koymasam da” Saadet İdrisoğlu tarafından bestelendi.”Yeter ki Tamam De” şiiri ise İrfan Doğrusöz tarafından bestelenerek Türk Sanat Müziği deryasına kazandırılmıştır.

  Benim içinse o, her daim büyümemiş güzel, değerli ve belki de en güzel gülümseyen bir çocuktu. Dünyanın griliğine inat, içindeki o saf ve aydınlık çocuğu hiç kaybetmedi. O gülümseme, en karmaşık hesapların ve notalara dökülen o en derin mısraların arkasındaki naif ruhun dışa vurumuydu.

  Şimdi o ses sustu. Artık telefonun ucunda Tekirdağ'ı merak eden o yürek haykırışı duyulmayacak. Ancak Aytaç Oy, ardında bıraktığı şiirlerle, yazılarla, dillerden düşmeyecek ve TRT arşivlerinde sonsuza dek yaşayacak şarkılarla ve onu tanıyanların kalbindeki o sıcak tebessümle yaşamaya devam edecek. Şehrimiz bir değerini değil, yüreğinden büyük bir parçasını kaybetti.

   Sokaklar şimdi daha sessiz olabilir ama eminim ki mısraları ve o mısralardan doğan, TRT stüdyolarında yankılanmış şarkıları, bu şehrin rüzgârında fısıldamaya, radyolarda kalplere dokunmaya devam edecek.

  Ruhu şad, mekânı cennet olsun. Tekirdağ, TRT mikrofonlarına şiirlerini, duygularını duyuran vefalı evladını ve şarkılarını asla unutmayacak.

Güven SERİN     






28 Haziran 2025 Cumartesi

PAŞAKÖY

 

İNTERNET

                  BİR YUDUM SOHBET, BİR ÖMÜR HATIRA: PAŞAKÖY

   Bir akşamüstü doğduğum topraklarda, İpsala Paşaköy’deyim. Yanımda kıymetli dostum Rahmi Bey ile köy sınırlarında ilerlerken, sağ tarafımızda uzanan yemyeşil çeltik tarlaları adeta bir umut denizi gibi dalgalanıyordu. Bu yeşillik, çiftçilerimizin aylardır döktüğü alın terinin ve emeğin en canlı şahidi. Daha nice meşakkatli günün ardından soframıza pirinç olarak gelecek o kutsal emeği selamlıyorum içimden.

   Köyüm, Paşaköy, kendi tenhalığına çekilmiş, sakin bir gün sonu yaşıyordu. İşi olanlar tarlaların yolunu tutmuş, köyün gençleri ise birçoğumuz gibi nasiplerini, geleceklerini başka diyarlarda aramaya gitmişlerdi. Bu gidişlerin geride bıraktığı boşluk, en çok annemin bahçesindeki kayası ağacında hissediliyordu. Belki mevsimin en bereketli zamanlarını yaşayan ağacın dalları “ gelin de yiyin” derecesine meyvelerle doluydu. Olgunlaşan, ballanan kayasılar sahiplerini bulamayınca toprağa düşün çürümeye yüz tutmuştu. Tıpkı Ali amcamların o muazzam bereket gibi, bu ağaçlar da onları çocukken afiyetle yiyecek evlatlarını, torunlarını büyük bir hasretle bekler gibiydi.

   Bu duyguyla on dakikalığına da olsa Ali amcamlara ( Ali SERİN ) sütanneme ( Melahat SERİN ) uğradım. Ağacın altında, belki güne, belki de upuzun bir geçmişe dalıp gitmiş bir halde huzur içinde dinleniyorlardı. O sarılmamızda hangi zamanların, hangi anıların biriktiğini kim bilebilir? İşte, o anda, çocukluk arkadaşım, dostluğun ve vefanın nişanesi Şerif BİLİR çıkageldi.

   Şerif, Rahmi Bey ve ben; üçümüz birlikte köy yollarını vurduk kendimizi. Ara yollar, koca yol derken, bir zamanlar her sokağın insanla, çocuk kahkahasıyla taşan Paşaköy’ün şimdi sessizleşmiş sokaklarından süzülerek köy meydanına ulaştık. İsmail Selvi’nin işlettiği kahvehanenin önüne geldiğimizde, günün yorgunluğunu atmak ve birkaç yudum sohbetle hayata can katmak isteyen tanıdık yüzlerle karşılaştık.

   Masamızda kimler yoktu ki? Amcam Ahmet SERİN, amcaoğlu Yılmaz SERİN, can dostum Şerif   BİLİR, Mehmet AVCI, Rahmi Bey ve ben. Masamıza bir bir uğrayan “Hoş geldiniz” diyen Paşaköy’ün güler yüzlü insanları, yaşanan bu anı törene dönüştürdüler. Osman GÜLAY, Hüseyin ERGİN, Şecattin CAN, Hasan KAYA, İsmail BİLİR, Ali Osman KALKAN, Mehmet BAYTAK, Çağlar DURAN… Doğduğum toprakların bana her daim en büyük armağanı olan bu marifetli, sıcakkanlı insanların o kısacak hal-hatır sormaları, bir “cansuyu” gibiydi.

    Paşaköy’ün boşalan sokaklarına inat, insanların yüreğinde biriktirdiği o bitmeyen sevgi ve hoşgörü, bu toprakların en büyük zenginliği olmaya devam ediyor. Tıpkı dallarında evlatlarını bekleyen kayası ağaçları gibi, Paşaköy’de vefalı insanlarıyla her zaman bir misafirini, bir “Bizden olanı” kucaklamaya hazır bekliyor…

    Bu diyar, sıradan bir yer değil; Balkanların gölgesinde, Meriç nehrinin Yunanistan sınırını çizdiği, tarihin ve coğrafyanın kucaklaştığı topraklardadır. Buradaki insanlar, Balkanlardan esen rüzgârların fısıltılarını duyarlar.

   Eğer bir gün yolunuz düşer de Balkanlar’dan esen rüzgârın, Meriç’in ve bu kadim toprakların fısıltılarını duymak isterseniz… Yunanistan’a, Ege’nin serin sularına, Enez’e veya Gala Gölü Milli Parkı’na doğru yol alırken, rotanızı bir anlığına Paşaköy meydanına çevirin.

   Hayatın o bildik koşturmacısını, zamanla yarışı ve tüm endişelerinizi nazikçe bir kenara bırakın. Köy kahvesinde demli bir çay için ve en önemlisi, o masalarda oturan güler yüzlü insanların sohbetine kulak verin. O sohbetin her yudumu, size bu toprakların neden hala bu kadar bereketli ve bu insanların neden bu kadar vefalı olduğunu anlatacaktır.

   İşte o zaman, Paşaköy’ün asıl “ cansuyu” nun ne olduğunu bizzat hissedeceksiniz.

 Güven SERİN





26 Haziran 2025 Perşembe

TEKİRDAĞ'DAN DÜNYAYA UZANAN RAKET

 

YAREN DENİZ


   

 

 

   TEKİRDAĞ’DAN DÜNYAYA UZANAN RAKET: YAREN ÖZEN

  Sayın Tekirdağlılar şimdi size bir yeteneğin büyük mücadelesini, bir ailenin çıkmış oldukları spor yolculuğundaki başarı, direnme ve disiplin hikâyesini anlatacağım…

  Neden anlatacağım? Uluslararası yolculuğunda milli tenisçimiz Yaren Özen’e ve verdiği mücadeleye daha yakından, daha duyarlı ve daha onurlu bakabilmek için demeyi borç biliyorum…

  Her şehrin sokaklarında, parklarında ve sahalarında kim bilir ne yıldızlar parlamayı bekler. Kimi zaman bir futbol topunun peşinde, kimi zaman bir potanın altında, kimi zaman da gergin bir raketin telinde geleceğe dair hayaller biriktirirler. Bugün size, o hayalleri azimle, disiplinle ve ailesinin çok büyük fedakârlıklarıyla gerçeğe dönüştüren bir gençten, Tekirdağ’ın spordaki onurundan, Yaren Özen’den bahsedeceğim.

   Yaren’in hikâyesi, 2007 yılında mütevazı bir ailenin ilk kızı olarak Tekirdağ’da başladı. Henüz 6 yaşındayken antrenör-çalıştırıcı İsmail Ata’nın ısrarı ve gayretleriyle, şehrimizin Gençlik ve Spor Hizmetleri Tenis Kulübü’nde raketiyle tanıştı. O raket, kısa sürede onun yalnızca bir oyun aracı değil, aynı zamanda hayallerine uzanan bir köprü olacaktı. Daha 8 yaşındayken katıldığı bir turnuvada kendisinden yaşça büyük rakiplerini yenerek kortlarda estireceği fırtınaların ilk sinyallerini verdi. Tenis camiası, bu küçük ama yetenekli kızı konuşmaya başlamıştı.

   Her başarı, beraberinde daha büyük adımları ve daha büyük fedakârlıkları da getirir.10 yaşında hocasının da yönlendirmesiyle Türkiye’nin en saygın akademilerinden birine transfer olma fırsatı doğduğunda, ÖZEN ailesi duraksamadan bir şehrin ve bir hayatın düzenini değiştirecek o büyük riski aldı. İstanbul’a taşındılar. Sadece bir şehir değişikliği değil, bir çocuğun hayaline adanmış bir ailenin yürekli tercihiydi… Yaren, bu güveni boşa çıkarmadı. Ulusal ve uluslararası turnuvalarda adını duyurmaya, bayrağımızı temsil etmeye başladı.

   Hayatın getirdiği yeni bir virajla 2021’de Bursa’ya taşınsalar da Yaren’in azmi hiç eksilmedi. TED Tenis Akademisi’nde burslu olarak devam ettiği profesyonel yolculuğu, onu bugünlere taşıdı: Okullar arası Dünya Şampiyonası’nda üçüncülük kürsüsüne çıkmak, Büyükler Türkiye Şampiyonası’nda finaller oynamak, ITF (Uluslararası Tenis Federasyonu ) gençler turnuvalarında yarı finalleri görmek… Bu başarılar, sadece madalyalar ve kupalar görmekten ibaret değil; terle, disiplinle ve inançla yazılmış bir hikâyenin satır başlarıdır.

   Bugün Yaren, Türkiye’nin en iyi 14 kadın tenisçisinden biri ve kendi yaş kategorisinde zirveye oynayan 4.isimdir. O artık Milli Takım oyuncusu. Önünde ise yeni ve zorlu bir hedef var: Uluslararası profesyonel arenada, WTA (Kadınlar Tenis Birliği ) turnuvalarında kalıcı olmak.

   Hikâyenin en kritik bölümüne geliyoruz. Yetenek, azim ve çalışma bir sporcuyu bir yere kadar getirebilir. Profesyonel sporun zirvesine tırmanmak, ne yazık ki sadece kortta kazınılan sayılarla mümkün olmuyor. Her turnuvanın bir konaklama, bir ulaşım, bir malzeme maliyeti var. Yaren’in ayda iki uluslararası turnuva oynaması, hedeflerine ulaşması için kritik bir öneme sahip. Ancak bu, ailesinin omuzlarındaki yükü her geçen gün ağırlaştıran zorlu bir finansal-ekonomik süreçtir.

  Tekirdağ’dan çıkan bu pırıl pırıl genç, bugün sadece kendi geleceği için değil, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek nice gence esin olmak için mücadele ediyor. Onun korttaki her vuruşu, bu şehrin adını dünyaya duyurmak için atılmış bir adımdır. Yaren’in başarısı, hepimizin başarısıdır.

   Şimdi, bu şehrin dinamiklerine, iş insanlarına, spor sevdalılarına bir görev düşüyor. Yaren’in raketini daha yükseklere taşıması, o zorlu finansal virajı daha kolay alabilmesi için ona “Yalnız Değilsin” demeliyiz! Bu bir yardım çağrısından çok, bir ortaklık davetidir. Gelin, Tekirdağ’ın yetiştirdiği bu değerli sporcunun zaferine ortak olalım. Gelin, Yaren’in başarı hikâyesinin en güçlü destekçisi biz olalım.

   Çünkü biliyoruz ki; o rakete verilecek destek, yarınlarda uluslararası arenalarda gururla dalgalanacak bayrağımıza verilmiş demektir…

   Yaren’in son iki yıllık başarılarına dönüp baktığımda, tenis sporuna verdiği önemi ve aynı zamanda akıtmış olduğu terlerin mücadelesi karşısında saygı duruşuna geçtim…

2024

ISF Okullar arası Dünya Şampiyonası Dünya 3. lüğü

Türkiye Takımlar Şampiyonası

Büyükler Türkiye Şampiyonası Büyükler Tek Kadın çeyrek Finalist

Büyükler Türkiye Şampiyonası Büyükler Çift Kadın Finalist

18 Yaş Milli Takım Belirleme Turnuvası 18 Yaş Tek Kadın Cons. Finalist

 ITF J200 İstanbul Çyrek fİal

J30 Bursa Yarı Finalist

J60 Antalya Tekler yarı final – Çiftler Yarı Final

2023

Büyükler Sonbahar Kupası Türkiye Serisi Büyükler Tek Kadın Finalist

Büyükler Türkiye Şampiyonası Büyükler Tek Kadın Çeyrek Finalist

Büyükler Haftasonu Turnuvası Büyükler Tek Kadın Şampiyon

Büyükler Kış Kupası Türkiye Serisi Büyükler Tek Kadın Şampiyon

 Güven SERİN 


 

 

 

 





21 Haziran 2025 Cumartesi

SUSKUN ANITLAR

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                      SUSKUN ANITLAR: YUKARIKILIÇLI MEZARLIĞI

   Yukarıkılıçlı Köyü-Mahalle ziyaretimiz eski ve yeni mezarlığı gezdikten sonra tamamlandı. Güneş doruktaydı. Çamların ve kırların diyarı, neredeyse gözünüzle görebileceğiniz ufuk çizgilerine kadar uzanıyordu.

   Güneyde görünen Ganoslar, suskun mezar taşlarına benziyorlardı. Şairin, Yunus Emre’nin dizelerindeki gibi:

 —Yalancı dünyaya konup göçenler

—Ne söylerler ne bir haber verirler

—Üzerinde türlü otlar bitenler

—Ne söylerler ne haber verirler

   Bir yazı insanı, bir düşünür her şeyden beslenir. Kaderinden, doğadan, köyünden, kasabasından, şehrinden, meydanlardan, parklardan ama en çok; sanatın özü haline gelmiş dizelerden. Bu dizeler, tıpkı suskun anıtlar gibidir; onları biçimlendiren eller, parmaklar ve zihinler yok olmuş ama onlar varlıklarını zamana karşı direnmelerini devam ettiriyorlar. Böyledir sanatın halleri; hemşirenin elinde pansuman bezi, doktorun reçetesinde bir ilaç, yağmurları bekleyen aç bir toprağın yeşermesi; buluşmaların tesadüfü ve ilahi neşeleridir…

   Yunus Usta, zamana karşı direnen sessiz anıtların fotoğrafını çektikten sonra oradan ayrılamadığımı görünce, çektiğim fotoğraflara yansıyan manzarayı ona da gösterince, tam olarak hatırlamadığı ama biraz zorlanınca Yunus Emre’nin anıta dönüşmüş şiirinden birkaç dize söyledi:

 —Kiminin başında biter ağaçlar

—Kiminin başında sararır otlar

—Kimi masum kimi güzel yiğitler

—Ne söylerler ne haber verirler

  O an, suskun anıtların zamanın içinde dile geldiğini sandığım bir an… Kuzey yönüne doğru baktığımda mavi bir gök, Yukarıkılıçlı tarlaları, ormanlarıyla birleşmiş gibiydi. Yer ve gök aynı yerde; uçsuz maviliğin kır kokularında, zaman sayacını yok saymış, insanı arayan insana bir sofra kurmuşlardı. Kekik, buğday, yasemin, hanımeli, zeytin çiçeği, çam, toprak kokan bir sofra…

 Bir kez daha anladım ki böle hissiyatları gezen, gören ve irdeleyen her canlı; bir değil, bin kez yaşayacaktır. Evrimsel bir dönüşüm, yaşama ait bir öykünün doğum anları böyle oluyordu; koşulsuzluğun doğaçlama hallerinde, izahı zor şahitliklerde…

  Zaman birbirinden kopmuş gibiydi. Hangi zamana ait olduğunu bilmeyen bir gezginin duruşu içinde... Bir anlığına, içinde bulunduğum zamanın dışına çıktığımı biliyordum. Birçok antik dünyayı gezerken, antik yolların yürüyüşleri içinde olduğum anlarda ki gibi… Sanki çok ötelerden bu zamana bir anı, bir tanıdık yüz, ses var: Issız viran sandığın capcanlı antik diyarlarda…

    Eski mezar taşlarının üzerine yazılan bütün öyküler silinmiş. Neyi anlatıyordu silinmiş bu taşlar? Silinmiş, unutulmuş yaşamları mı? Çam ağaçlarının gölgelerinde toprağın içindeki sırlar neleri gizliyordu?

   Bir avuç fısıltı, geçmişten gelen bir esinti yalayıp gitti kırların kokularının etrafa dağılıp gitmeleri gibi…

 Susmuşlardı hep birlikte, bir tek amaçları var görünüyordu; toprağın yeryüzünü tekrar tekrar var eden parçası olmak. Dönüşümün sonsuz tekrarı içinde susarak yenilenmek, silkelenmek…

  Bu derin sessizlik, hayatın-yaşamın kırılganlığını anlatmıyor muydu? Korkunç girdaplara benzeyen insan isteklerinin ne kadar çabuk son bulduğunu da fısıldamıyor muydu?

   Büyük ibret aynasına baka baka, henüz diri olmanın diliyle konuşa konuşa tekrar Çanakçı Avşar yoluna koyulduk; geride uçsuz bucaksız öykülerin olduğu sessiz dünyaları, başka gezginlerin gözlerine ve zihinlerine bırakarak…

 Güven SERİN 

  

 

  






31 Mayıs 2025 Cumartesi

IRAKLI KADIN

 

İNTERNET

                                                  IRAKLI KADIN

  Acıları katmerli, kayıpları sıra dışı zamanları yaşayan insanların seslenişi, ağıtsal olmaktan öte evrensel değerleri-hissiyatı da anlatır. Başka: Bir insanın sadece öyküsünü değil, talihini, coğrafyasını, ülkesinin yönetim biçimini de anlatır…

   Iraklı Kadın, böyle bir röportajın hiçbir süslü söze gerek duymadan kendi ülkesinin durumunu özetliyordu;

“ Biz Iraklıların her zaman ölmek için bir sebebi vardır!” Bu söz defalarca tekrarlanıyor ve söze sözler ilave oluyordu;

“ Biz Iraklıların her zaman ölmek için sebebi vardır. ABD, Batı ülkeleri, komşular, kapandın, açıldın, konuştun, hakkını aradın!”, “ Bütün bunlar biz Iraklıların ölmek için sebebidir…”

   Neredeyse insanlığın yakın tarihi içinde her ölümde, ABD ve Batı denen ve gençlerimizin ilk fırsatta kaçmak için fırsat kolladığı ülkelerin-uygarlıkların da payı olduğu acıların en hakisini, kayıpların en yükseğini yaşamış Iraklı ihtiyar adam tarafından da dile getirildi…

  Güçlüysen ve gücü de elinde tutuyorsan, sana karşı duranların yaşama hakkı da yoktur! Veya kısıtlanacaktır… Böyle bir felsefe, siyasi tercihler içinde 21.yüzyıl dünyası, sanki binlerce yıl önce yaşanmış acımasız liderlerin tekrar ve tekrar dünyayı acılarla sınamak istemesi gibi bir şey…

   Neredeyse bir aydın, okumadığı kitap, sorgulamadığı felsefe kalmadığı Saddam Hüseyin’de bu yanılgılar içinde 1979 yılından sonra diktatörlüğü benimseyecek ve şu felsefeye inandırılacaktır;

   “ Göklerden kurtarıcı olarak geldim.”

  Ne hazindir ki göklerden kurtarıcı geldiğine inanan Saddam Hüseyin, bir çukurda, korkmuş bir hayvan gibi yakalandı. Bir liderin, asil bir yüreğin asla düşmek istemeyeceği bir durum; bir ibretsel unutulmayacak gerçek…

   Kurtarıcı olarak gelip, kendini bile kurtaramadan gelen acılı bir son… Iraklı Kadın’ın kalp, zihin acılarla tekrarlayıp durduğu gibi;

 “ Iraklıların ölmek için, her zaman bir sebebi vardı…”

  Bu topraklardan, şimdi ölümün kol gezdiği Mezopotamya diyarından, matematik, astronomi, astroloji, hukuk sistemi, yazım sistemi doğmuş olsa bile, Iraklı Kadın’ın anlatmak istediği “Zamansız Ölüm” her daim kol gezdi…

  Sekiz kapıdan girilen Babil uygarlığı, göklere yükselen kulesi, bilginin yanında büyücülüğün öncülüğünde, som altından yapılan eşyalarının zenginliğine rağmen, yine yıkıldı ve yine yandı...Babil’in,Iraklı Kadın’ın canını yakan yazgısının olduğu topraklarda binlerce yıl önce yakılan şehrin kütüphanesi haftalarca yandı…

   Kitapların, bilginin zenginliği ürkütücü olsa bile yaşamın dönüşümüne ve talihin tercihlerinin getirdiği yaşam ve ölüm sebeplerine direnemedi…

  Iraklı Kadın, sadece kalbiyle değil, sürekli yasak koyulan yaşamının bildik bütün zincirlerini kırmış olmanın acılı yüzüyle konuşuyor. Kendisi için değil; Hz.Ali’nin katledildiği topraklarda yaşayan diğer uygarlıklar;

 “ Akadlar,Babiller,Asurlar,Sümerler ve daha niceleri için haykırıyor ; “ Biz Iraklıların her zaman ölmek için bir sebebi vardır!”

   Ne hazindir ki kendilerine UYGAR diyen ülkelerin korkunç emelleri kravatlı, takım elbiseli şirin yüzlü yöneticilerin maskelerinin ardına gizlenmiş ÖLDÜRME sebepleri hep vardı ve var olacaktır…

 Güven SERİN 

 

 

  

 

  


22 Mayıs 2025 Perşembe

TEKİRDAĞ TENİS KULÜBÜ

 

Kamera; Güven


Kamera; Uğur Bey

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                             TEKİRDAĞ TENİS KULÜBÜ

  ( Samimi Ses Yankılanır )

   19 Mayıs günün akşamüzeri çevre yolu mevki, geleceğin spor vahası olacak yerde bulunan Tekirdağ Tenis Kulübü Başkanı Mehmet Bostancı’yı kulüp binasında ziyarete gittim.

   Her daim kır kokularının şehre girdiği, halen yok olmayan Tekirdağ bağ ve bahçelerinin çok yakınında, birkaç yıl geçmişi olan yepyeni ve tertemiz, tam manasıyla tenis spor kültürüne, felsefesine uygun bir mekân ve alan…

   İki tanıdık yüz, bir yerde iki gönüllü, Başkan Mehmet Bostancı ve şehrin spor gönüllüsü Uğur Erdağlı, tam da mekânın, tenis sporunun felsefesini uygun bir şekilde karşıladılar.

   İlk kez gidilen yerlerde her daim yabancılık çekilir. Oysa daha mekâna girer girmez; samimi bir aitlik hissederek; “ Bu iş olmuş, bunca yılın mücadelesi artık maya tutmuş!” sözlerini, tenis lokaline-çay salonuna girer girmez kendi kendime fısıldadım…

   Taze çay, en az başlayan taze sohbet kadar demlenmiş bir haldeydi. Güneş gün sonuna yaklaşırken, kırların kokularıyla birlikte, gökyüzünün, evrenin de kokularını yansıtıyordu.

   Mehmet Bostancı’nın mücadelesi çok ötelere uzanıyor. Bu şehir, bu kadim diyar ne hazindir ki başarılı, gönüllü evlatlarını her daim görmemezlikten geldi. Şehrin kendisi mi? Hayır! Şehrimizi bir otel gibi gören, banka hesaplarını şişirmekten öte, kendi gururlarını eninde sonunda yıkılacak Babil Kulesi gibi göklere çıkarmaya çalışan değerlerimiz yüzünden…

   Çalışmamın alt başlığı; “ Samimi Ses Yankılanır” Eugene Ionesco’dan alıntıladım. Bu yazıyı yazarken, aynı zamanda gizleyemediğim, bildiğim halde yıllar sonra ziyarete gittiğim Tekirdağ Tenis Kulübü, geç gidiş öyküsünü: -UTANMA duyguları içinde yazıyorum. Dilerim ki eskilerin her daim tekrarladığı “ Utanma-ar perdesi” kaybolmasın! Her daim, gerçekleri, özeleştirileri haykırıp, henüz vakit varken vicdan huzuruna kavuşalım…

   İki çay içimi konuştuk. Tesislerdeki hareket, gelen sporcular, maçlarına hazırlanan tenisçiler tam manasıyla bir okul-bir kolej havası estirdiğini vurgulamak isterim.

   Sporun olmazsa olmazıdır disiplin. Aslında her yerde lazım olandır. Bu ülke, bu şehir; her daim mizah ile argoyu karıştıranların çoğunluk oluşu, disiplini sadece askeri alanlarda kullanılan bir söz olarak algıladı durdu…

   Oysa en değerli mizah yazarlarımızdan birisi büyük bir disiplin örneği içinde bir yerde hiç gülmeden bir ömür üretti. Kimdi bu üretken insan, mizah yazarı? Aziz Nesin’den başkası değildi…

   O yüzden, sporda devamlılık ve başarı isteyenlerin sarılacağı en önemli şeydir; disiplin ve istikrar… Sadece fotoğrafa girmek isteyenlerin yaz yağmuru gibi sportif faaliyetleri de olabilir; o da güzel bir ıslanma hatırasından öte gidemez…

   Çaylarımızı içerken Leyla Rahşan Karavelioğlu öğretmenimiz de geldi. Tenise başlamak için Tekirdağ Tenis Kulübü Başkanı Mehmet Bostancı ile neler yapması gerektiği üzerine konuştular.

  Mehmet Bostancı; “ İyi bir eğitim almanın öneminden, bu sporun sosyal ve kültürel yaşama katacağı zenginliklerden” söz ederken bile, tenis kulübü ile bağ kurmuş sporcular; bizi gören herkes selam verdi. Hepsinin yüzünde bir ses; samimi bir yansıma…

   Mehmet Bostancı bu sporun önemini anlatırken dalıp gittim. Her şeyden önce sporun çok basit tarifi,atamız tarafından Cumhuriyet felsefesiyle çoktan kazınmıştı bu yurdun evlatlarının kalbine; “ İyi ahlak,zeki,çevik”  bedene,karaktere sahip olmak…

   2008 yılında başlayan mücadele, gönüllülük ve spor felsefesine sağlam bir inanç olmasaydı şimdi Tekirdağ Tenis Kulübü ismiyle bir yer olmayacaktı…

    Bakarsanız şehrimizin araç zenginliğine, lüks ev bolluğuna, aynı zamanda sanatta ve spor alanlarındaki kuraklığı görünce, şaşkına dönersiniz…

  Kulüpler, sivil irade ve felsefeyle büyüyebilir ve ulusal, uluslar arası başarıları da ardından halk çığlıkları içinde beraber sürükleyebilir. Kulüplerin getireceği istikrarlı heyecan ve neşenin, bir okul iradesi ve sürekliliği içinde yol alamsı için de; spora, sağlığa, kültüre önem veren kurum ve kuruluşlarımız tarafından tıpkı samimi bir sesin yankılanması gibi samimi DESTEKLERE ihtiyaçları vardır…

   Bu şehrin gönüllü değerlerine ve zenginliklerine el uzatmalıyız; artık, küflenmiş zihin kuruntularını terk etmeliyiz… Yoksa bizlere uzak kalan en değerli birikimler olan; kas, zihin, sosyal ve kültürel bütünlüklere epeyce uzaktan hep bakar, şaşar kalabiliriz…

Güven SERİN 

  








21 Mayıs 2025 Çarşamba

ANCAK YÜREĞİ YANANLAR YAŞAR KEMAL OLABİLİR!

 

İNTERNET

                  ANCAK YÜREĞİ YANANLAR YAŞAR KEMAL OLUR!

  ( Bergamalı Çoban )

   Yaşar Kemal’i ölümünden beş yıl önce Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde dinledim ve izledim.” İkimiz de taşralı yazarlarız, her ikimizde dostuz!” diyen Alman edebiyatının önemli yazarlarından birisi Günter Grass ile birlikte;

 “ Avrupa Edebiyatı Türkiye’de-Türk Edebiyatı Avrupa’da ” temalı edebiyat buluşmalarının konuklarından birisi olarak tarihi zamanın içindeydim. Muhsin Ertuğrul Sahnesini dolduranların tamamı iki dev isim için oradaydılar. Konu ne olursa olsun; Yaşar Kemal 87,Günter Grass 83 yaşındaydılar. Beş yıl sonra aynı yıl içerisinde 1,5 ay arayla ikisi de bu dünyadan ayrıldılar.

   Ölümleriyle daha çok doğacak ve daha çok yaşayacak olan sanatçılardan biri oldukları için, onların yarattıkları eserlerin yoğunluğu, derinliği daima tüm dünya okuyucusunu, edebi yolculuk içinde heyecanlandırmaya devam edecektir. Tıpkı diğer klasik yazarların eserlerinin yüzyıllarca donmuş zaman içinde, bir pırıltı, bir yıldız gibi parlayıp, yaşama ait olanları besleyecekler…

   O günün tarihi olan 18 Nisan 2010 izlenimlerimi dört gün sonra Habertrak Gazetesi köşemden “ Yollarda “ isimli yazımla Tekirdağ okuyucusuna anlatmış, bir yerde tarihsel bir notu taptaze kalacak bir şekilde düşmüş, kazımışım…

  Programı yöneten Osman Bey ( Okkan ) Günter Grass’a sorduğu sorulardan birisi:

—Sayın Grass, sizce edebiyatın toplumların üzerinde etkisi nedir?

—İlkönce edebiyatın böyle bir etkisi var mı yok mu bilemem ama varsa da, edebiyatın toplumların üzerindeki etkisi uzun zaman alır. Ben ve Yaşar Kemal taşralı iki yazarız. Orada büyüdük, orada yaşadıklarımızı şekillendirdik. Ezilen, mağdur olan toplulukların sesi olduk!

   20.Yüzyıl dünyası eserlerinin başyapıta, klasik hale gelmesi, dünya ile buluşması hiç de kolay olmuyor. Bir Yaşar Kemal olmak için, tıpkı onun çocukluğunu anlatırken anlattığı yürek yangını içinde bulunmak gerekiyor. Babasıyla gitmiş oldukları camide, babası gözleri önünde öldürülür. Daha dört beş yaşlarında ve babasının başından tüm gece ayrılmaz.

   “ Yüreğim yanıyor yüreğim!” diye sabaha kadar kan gölüne dönmüş görüntülerin hafızaya kazınmış o korkunç gecesinde kalır. Ağlar, ağıtsal gözyaşları döker… Ve bir süre sonra İnce Mehmet bu bereketli toprakların, uçsuz bucaksız ovaların ve gizemli Torosların bağrından doğar…

   İnce Mehmed bir eşkıya olmuşsa da, her zaman ezilenin yanında kalmak birinci vazifesi olmuştur. Hep tekrarladığı gibi; “ Apdi Ağa gitti, yerine başka ağa geldi.” Kötülük yapan, halka eziyet edenler bitecek gibi görünmüyor. Öyleyse ben niçin dağlardayım?”

   Ülkemizde gezmedik cezaevi kalmayan Gaziantepli Abdullah, yakalandığı ölümcül hastalık nedeniyle ölümünden kısa bir süre önce affedilmişti. Yıllarca hapiste yatmış Gaziantep’in tanınmış, saygın ailelerinden birisi olduğu halde, onlarca insanın, kendi yayınladığı kitaba göre “ Hapiste uyuşturucu satanları, ahlaksızlık yapanları” öldürmüştü. Hep haksızlıkların peşinde koştuğu halde kitabını şu cümleyle bitiriyor; “ Yıllarca kötüleri öldürdüm de ne oldu? Biter sandım, daha çok çoğaldılar. Demek ki kötüler öldürülmekle bitmez!”

   Yaşar Kemal ve İnce Mehmed ayrılmaz bir bütünün parçalarıdırlar. Dayaksa dayak, öksüzlükse öksüzlük, açlıksa açlık, direnme ise direnme, yaşamı doyasıya sevmek ise, sevme onların karakterlerinin parçasıdır…

   Yaşar Kemal’in ağzından düşmediği sözlerinden birisiydi; “ Beni daima ‘mecbur’ insanlar ilgilendiriyor. “ Bu söz-irade tılsımlı bir söz değil, yazma sanatının besini, vicdani ve ahlaki köprülerin taşıyıcı kolonları gibidir…

   İnce Mehmed, dünya edebiyatı durduğu, yaşadığı sürece; Don Kişot, Suç ve Ceza, Savaş ve Barış, Sefiller, Goriot Baba gibi yaşayacaktır; bellidir... İnce Mehmed, artık efsaneden çok öte, bildik bütün zamanlara ve zorluk yaşayan her canlının tutunacağı, soluklanacağı bir candır-inanç ve umuttur…

   Yaşar Kemal’in ana felsefesinden birisi de “ İnsanoğlunu insanoğlu yapan şey korkusudur. Bu roman da korkunun üstüne gitmesidir!”

   Eserinin ( İnce Mehmed ) ikinci cildinde eserin karakterlerinden birisi olan köy imamı Ferhat Hoca, ağaların korkusundan köyü terk edenlere seslenişi vardır:

—Yılmış adam Allahın makbul kulu değildir. Yılmış, korkmuş, ürkmüş insan kadar kötü bir mahlûk halketmemiştir yaradan. Dünya cehenneminden hiç çıkmayacak, ebedi yanacak bir yaratık, yılmış adamdır.”

   Yaşar Kemal’i bilinen, yaygın bütün dillerde yorumladılar. Yorumlamaya da devam edecekler. En çok etkilendiğim Bergamalı Çoban’ın yorumudur. Yaşar Kemal, yazar Zeynep Oral ve Amerikalı yönetmen Elia Kazan 1974 yılında Bergama Antik Şehrini geziyorlar. Yaşar Kemal Türkçe, Elia Kazan ise İngilizce konuşarak antik şehri huzur ve neşe içinde dolaşıyorlar. Çok yorulmuş halde bir taşın üzerine oturmuş olan Zeynep Oral’ın yanına genç Bergamalı bir çoban yaklaşır.

“Abla sana bir şey soracağım! Kim bunlar? Birisi Türkçe, diğeri ise başka bir dille konuştukları halde çok güzel anlaşıyorlar.” Zeynep Oral cevap verir;

“ Bak der, birisi Amerikalı bir yönetmen, diğeri de Yaşar Kemal”

   Yaşar Kemal ismini duyan Bergamalı Çoban; “ Ah, demek Yaşar Kemal! O,böcekle, kelebekle, otla, ağaçla konuşup anlaşan kişi. Amerikalıyla mı konuşamayacak anlaşamayacak!”

   İnce Mehmed’e bir de türkü yakıldı; yaşasın diye efsanesiyle yan yana, koyun koyuna;

İnce Mehmed Akgöbekten ünledi

Buhurcular kulak verip dinledi

Onyedi kurşun yedi ölmedi

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

  


17 Mayıs 2025 Cumartesi

REALİST BİR KADINIM

 

İNTERNET

GUSTAVE COURBET

                                                         REALİST BİR KADINIM!

               ( Bir Kadın İyileşmiyorsa… )

   Hastane koridorunda bulunan rahat bekleme koltuğunda oturan minyon tipli sarışın kadın sesini hiç sakınmadan, tam da karşısında oturan tekerlekli sandalyede oturan kadına;

“ Ben realist bir kadınım!” sözüyle giriş yaptı. Başlangıç yapmakla birlikte en az üç dört kez kullandı bu çıkışını. Realizmini, mücadeleler karşısındaki duruşunu anlatırken sadece kulaklarımı değil gözlerimi de görevlendirdim.

   Yaşının 66 olduğunu orada bulunanlarla birlikte bende duydum. Özellikle üzerine basarak söylemişti. Giyinişi, görünüşü ve yine kendi sesinden işittiğimiz;

 “ Ben, her gün 10 km yürüyorum. Realist bir kadınım ben. Mücadeleyi severim!”

   En çok yaşını söylediğinde diğer kadınlardan övgü bekledi. Hastaneye geliş olan ve her kadının ayrı bir derdi olduğu için “ Vay be! Altmış altı yaşında mısın? Hiç göstermiyorsun!” Sözlerini duymadığı için uzun bir süre uzun sarı saçlarıyla küçük bir kız gibi oynadı.

   Çevresinde en az altı kadın, uzak çevresinde de en az yirmi kişi öyle veya böyle dinliyor, çaktırmadan izleyenler bile vardı. Spor yaptığı, kendine baktığı fiziksel yönden haklı olduğunu anlatıyordu. Ama kadınların ilgisini iyi bir hatip gibi gözlemledikten sonra yine iddialı bir çıkış yaptı;

 “ Bir kadın, eğer ki iyileşmiyorsa, bilin ki o erkek yüzündendir! Erkeğin dırdırındandır…”

   Bu sözden sonra dinleyicisini iyice etkisi altına aldığını realist kadın da biliyordu. Artık, söz de ondaydı, saz da…

  Sevgili eşinin bilmem hangi büyük kurumda müdür olduğunu, artık bu dünyada olmadığını, erken ölen erkeklerin kendi dırdırları yüzünden öldüğüne kadar sosyologlara meydan okuyacak kadın sorunlarına parmak bastı. O konuştukça diğer kadınlar da hastanede ve hasta olduklarını bir güzel unuttular. Her biri sırasıyla erkeklerden neler çektiğini hiç çekinmeden, sanki komşuya gidip de çok özel bir zamanda konuşuyormuş gibi rahat bir şekilde anlattılar.

   Realist kadın artık merkeze oturmuştu. Diğer kadınlar fazla konuşur, sözünü çabuk bitirmezse hiç beklemeden araya giriyor, yine erkeklerin erken ölmesini, kadınların mücadelesini anlattıkça anlatıyor, yüzü gözü kapalı olan kadınlarda bile gülümsemeye, onlarında bu realist kadının konusuna katılmaya davet ediyor ve başarıyordu.

     Kadınlar, kadınlarımız; erkek dünyaları hakkında ne kadar çok şikâyet etseler; inanın bana haksız olan kadınlar için bile “ Haklıdırlar… Bir değil, bin değil, bir milyar kez özür dilenesi, ellerinden, hatta ayaklarından öpülesi” canlılar olduklarını erkek saltanatı olarak söylemeyi borç biliyorum…

   Şu doğanın ve şu evrimin kanunları yok mu? Yabanıl hayatta bu yana sunan erkek gaddarlığının ucu bucağı yok gibi… İstisnaları söylemeyi, gelişmiş ülkelerdeki erkek kadın özgürlüklerini de yok saymadan bir başka canlının erkek cinsinden söz edeceğim.

   Yıllardır erkek aslanlara gıcık olurdum. Özellikle yavruları büyütmede, avlanmada hep dişi aslanlar önde ve öncü görünüyorlardı. Belgesellerin zenginliği ve merakım arttıkça bu işin, yani madalyonun diğer tarafını gördüm. Meğer çok büyük avlarda dişi aslanlar erkek aslandan yardım istiyorlar. Erkek aslan ölümcül sorumluluğu o büyük avlarda hiç çekinmeden üstleniyor.

   Ama bu konunun bir başka can alıcı tarafı daha var. Yan gelip yattığını sandığım erkek aslan kendi dönemini ancak 2–3 yıl kadar sürdürebiliyor. Neslini devam ettirmek için üremenin yanında sürekli bölgesini diğer erkek aslanlardan korumak için yüzlerce, binlerce km yol alıp, sürekli bölgesini kolaçan ediyor. Asıl sorun da bölgeye giren diğer genç ve güçlü aslanlara ölümcül savaşları sadece kendi başına veriyor. Dişiler bu savaşa karışmıyor…

   Görünen o ki, hayvanlar dünyasındaki ilişkileri inceledikçe, izledikçe ve anlamaya çalıştıkça, insanlar dünyasında, ülkeler arasındaki insanlığın, erkek ve kadının aldığı yolların da ne kadar çok ayrı ve ayrıcalıklarla dolu olduğunu görüyor, şaşarak anlamaya çalışıyoruz…

  Realist kadının aklımda kalan üzerine basarak birkaç kez söylediği sözlerden birisi de; “ Karı koca lafını kabul etmiyorum. Evlilik yapan kadın ve erkek yol arkadaşıdır. Hiçbirisi birbirini ezemez!”

   Realizm böyle bir şey; dinlettiriyor kendini… Haklı mı; fazlasıyla…

Güven SERİN 

 

   




10 Mayıs 2025 Cumartesi

EN AZ ÜÇ DİL BİLECEKSİN

 


Moda İstanbul

Kamera; Güven

Kamera; Güven

İki değerli insan; sanatçı...
Filiz Hanım,Selçuk Bey

                                                EN AZ ÜÇ DİL BİLECEKSİN

 ( Bedri Rahmi Eyüboğlu )

    Değerli tarihçimiz Halil İnalcık tarih bilimini anlamak, yazmak için; “ En az beş dil bileceksin. Bunlardan ikisi batı dili olacak” derdi.

   Dil bilmeyi bırakın, kendi diliyle doğru dürüst iletişim kurmayı beceremeyenlerin en çok sahnede olması, birçok aydına; “ Ne günlere kaldık! “ haykırışını yaptırıyor.

  Kim ne derse desin, toplumumuzun geneli; az okuyor, az merak ediyor, az geziyor. Ve çok dert üretiyor. Fikri, bilgisi, görgüsü olsun olmasın; var etmenin ulvi ve kalıcı tarafında olmak yerine, yıkmanın, yok etmenin karanlık, dozlu dumanlı tarafında olmayı tercih edenler hiç de az değil…

    Türk şiirine, resmine, eğitimciliğine kendi imzasını bırakan ve öğrencilerinde derin izler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu ise “ En az üç dil bileceksin” sözünü, inancını mısralara taşıyor;

“ En az üç dil bileceksin

  En azından üç dilde

  Ana avrat dümdüz gideceksin

  En az üç dil bileceksin

  En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin

  En az üç dil

  Birisi ana dil

  Elin ayağın kadar senin

  Ana sütü gibi tatlı

  Ana sütü gibi bedava

  Nenniler, masallar, küfürler de caba

  Ötekiler yedi kat yabancı

  Her kelime aslanağzında “

   Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dehası-sanatı ve öğretmenliği; öğrencileriyle kurmuş olduğu samimi arkadaşlığının, dostluğunun sınırları, en azından genişliği ve derinliği henüz tam olarak belgesellere, gelecek kuşaklar için besin değeri yüksek araştırmalara kavuşamadı.

   Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu birkaç yudum daha yakın bir hissiyat taşıdığım için kendimi şanslı hissediyorum. Onun öğrencilerinden, dostlarından birisini çok yakından tanıma, bu değerimiz-sanatçımız-öğretmenimiz ile dostluk kurma güzelliğini yaşıyorum.

   Sözünü ettiğim öğretmen sanatçı ve yazar; Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’tır. Selçuk öğretmen ile ne zaman konu açılıp sözü Bedri Rahmi Eyüboğlu’na getirsek; gözlerinde üniversite yıllarından bir ışık ve bir bakış…

   “ Reis” derdi bize seslenirken. Ve her şeyden önce bir arkadaşın çare üretme yeteneğine, samimiyetine ve iradesine sahipti. Bizi sadece sınıfta değil dışarıda görmek ister, çalışmalarımızı halkın, şehrin içinde, esin kaynağını yaşam alanlarında aramamızı öğütlerdi.

   Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık da aynı felsefeyi ilerleterek devam etti. Sadece sınıflara sıkışan, öğüt ve ders veren bir öğretmene ve sanatçı olmak yerine; öğrencilerine “ Biz bir ekibiz ve yaratacağımız eser, hepimizin emeği, düş ve el hünerleriyle var edeceğiz!”

   Bedri Rahmi öğretmenleri; Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı sanatını, felsefesini kendi düş gücü, esin becerisiyle yoğurup daha ötelere taşıdı. Tam da halkın içine; kalbine…

   Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’ı İstanbul Moda Saint Joseph sanat atölyesi içinde, öğrencileriyle yaptığı çalışmalarda izlerken; bu dehaları, sadece sanatlarıyla değil insanlıklarıyla da iz bırakan insanları bilmenin, anlamanın yakınında olmanın mutluluğu; kendi adıma tarifi çok zor olan bir şey…

  İradesi özgür, vicdanı sağlam olan sanatçıların sanat eserleri de nesilden nesle bu yüzden hep yazıldığı günün sıcaklığı, tazeliği içinde aktarılmaya layıktır;

 “ En az üç dil bileceksin

  En azından üç dilde

  Canımın içi demesini

  Kırmızı gülün alı var demesini

  Nereden ince ise oradan kopsun demesini

  İnsanın insanı sömürmesi

  Rezilliğin dik alası demesini

  Ne demesi be

  Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin”

 Güven SERİN