26 Temmuz 2024 Cuma

KIRMIZI MİNİBÜSÜN KAHRAMANI

 

İNTERNET

                                           KIRMIZI MİNİBÜSÜN KAHRAMANI

       ( Kral Odisseus-Büyük Yolculuk )

 

    Ördeklidere civarında eski bir tanıdığa rastladım. Oturduğumuz küçük masalar göklere uzanan büyük ağacın dallarıyla, yakıcı güneşten korunuyordu. Oturduğu masadan o bana el kaldırıp gülümseyerek selam verdi. Ben de ona el kaldırarak selam verdim. Bir dakika ya geçti ya geçmedi elinde çay bardağıyla birlikte verdiğim selamı bir davet kabul eden tanıdık, kara yağız beyefendi oturduğum küçük ahşap masaya geldi.

   Yüzündeki heyecanından belliydi anlatacağı çok şey olduğu. İthaka Kralı Odisseus’un on yıl süren Truva Savaşı ve on yıl süren geri dönüş yolculuğundan sonra ülkesi İthake’ye çok sevdiği karısı Penelope’ye dönerken taşıdığı heyecanı anlaşılır bir şeydi. Ya tanıdığın, o kara yağız bey efendinin heyecanı sadece, yeni satın aldığı kırmızı minibüs yüzünden miydi?

   Ben sormadan kırmızı minibüsü satın aldığını. İçini uzun yolculuklar için hazırladığını. Yakında belki aylar, belki de yıllarca sürecek yolculuğa çıkacağını yine ben sormadan anlattı. Siyah bakışlarında, heyecanını anlatan en yüce şey, gözleriyle gülümsemesiydi. Kendinden fazlasıyla emin, bildik insan karakterlerinin en yüksek duruşuna sahip bir ego! Sanırsınız ki İthaka Kralı Odisseus’un koruyucusu tanrıça Athena onu da koruyacak ve kollayacak tüm yolculuğu boyunca…

  Tanıdığın minibüsünde onu mutlu edecek her şey varmış! İçkilerin her çeşidini aldığı gibi, geriye bakmadan, burada bıraktıklarını bir yerde özlemeden, yol ve sezgileri onu nereye getiriyorsa oraya gidecek bir serüvenin içindeydi.

  Fakat konuşmamızda destanlardan, şiirlerden, antik dünyaların o muhteşem zenginliklerinden hiç söz etmedik. Gösterişli minibüsünde olmayan şeylerden birisi de kitaplardı. Kitaplar olmayınca öyküler de olmuyor, destanların kahramanlarından çıkaracağımız o muhteşem yaşamsal dersler de…

   Son yıllarda özellikle yolculuğa, kendilerince destansı yolculuğa çıkan insanları yakından dikkatli gözlerle anlamaya çalışıyorum. Harcadıkları zaman, o büyük yolculuğun destansı tarafı var mı diye, ilgi ve samimiyetle yaklaşıyorum. Görünen o ki, destanı destan yapacak değerlerin en başında edebiyatın o sırlarıyla kaynaşmış olması, şiirsel ve düşsel dille insanların yüreklerine kazınacak cesaret ve maceraları da taşımasıdır…

   Kolay olan her şeyin geride bıraktığı izin çok çabuk silineceği bir yerde toplumsal ve kültürel evrim tarafından sadece ve sadece dönüşüm malzemesi olacağı bellidir. Hiç gitmemekten, dolaşamamaktan, görmeyip gezememekten iyidir düşüncesi ise, çok değerlidir…

  Gösterişli kırmızı minibüsün sahibinin kendini eğlendirecek, ona göre her şeyi vardı. Parası, zekâsı, iradesi ve cesareti… Bol bol her duracağı manzaralı yerde mangal yapacak eti ve içeceği…

  Bir de Homeros gibi bir arkadaşı olsaydı ya! Onun yolculuğunu en azından bir kısmını kaleme alsaydı ve kendi düş gücüyle bir güzel biçimlendirdiyse, ortaya kim bilir hangi zenginliklere sahip bir başka destansı yolculuk çıkardı…

  Ülkemiz, destansı yolculuklara çıkmak için her türlü coğrafya ve destansı uyarlıkların izlerine sahip. Biraz bilgi, birazcık irade ve antik dünyalardaki insanların macera dünyasına yakınlık duyup o şiirsel dile, ölmez insan yaratıcılığına sokulmak yeterli…

   Tekirdağ yalnız kaldıysa, Tekirdağ dünyanın öncüsü bir yana ülkemizin dahi öncüsü olmuyorsa, destanlarına, destansı yolculuklara benzer yolculuk yapan aydınlarına, sanatçılarına samimiyetle sahip çıkma cesareti göstermeyen, kültür ve sanata yarım-yamalak yaklaşan yöneticilerin kısır bakışları, dokunuşları yüzünden yalnız kalmıştır…

  Kırmızı minibüs sahibiyle yaptığımız bir saatlik konuşmada bana pek söz düşmese de, onun çıkmış olduğu yolculuk, nerede bitecek ve Tekirdağ’a ne zaman dönecek bilmiyorum.

Bildiğim bir tek şey varsa, o da gerçekler ile düşlerin dünyasını bir araya getirecek tek şey; bütün sınırları alt eden, kapıları, dilleri, inançları nazikçe ikna eden edebiyat olacaktır…

Güven SERİN 

 

  


25 Temmuz 2024 Perşembe

WATTPAD

 

İNTERNET

                                                    YASAKLAR ÇARE Mİ?

 ( Wattpad Yasaklandı )

    İnsan zihnini bilgiyle eğitemezseniz, gönlüne ve iradesine akacak olayları, deneyimi her kuşağın anlayacağı ve kabul edeceği bir şekilde veremezseniz kendi toplumunuza hiç anlamadan yabancı kalırsınız.

   12 Eylül 1980 darbesi de bir sürü yasakları beraberinde getirmişti. Sonra onları kaldırmak yine o günün siyasetçilerine düşmüş, yasaklanan kitaplar, kasetler, oyunlar, filmler, sanatçılar gün yüzüne çıkınca “Öcü-Canavar-Tehlike” diye tanıttıkları eserlerin anlattıkları, bizlere gösterdikleri gibi olmadığını öğrendik.

  İlk önce sanatçılar, sanatın onlara tanıdığı fırsatlar sayesinde sahnelerden ve şarkılı türkülü kasetlerden dokundular; insanların bedenleriyle birlikte ruhlarını ezen yasaklara…

  Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın Devekuşu Kabare’nin Reklâmlar ve Yasaklar oyunu da böyle, insanımıza birçok şeyin yasaklı zamanlarında, yasaklarla sanat yoluyla dalga geçmek için oynandı.

  Yıl 2024 ve 12 Temmuz günü bir başka yasağın haberini alıyoruz;

 “ Popüler hikâye platformu Wattpad,12 Temmuz tarihli mahkeme kararıyla, Türkiye’de erişime engellendi.”

 Engelleme nedeni henüz açıklanmasa da ortada dolaşan bir sürü sisli, puslu anlatım var. Gençlerin ahlakı adına alınan bir karar olduğunu, bu sitenin denetlenemediğini, denetimden uzak kaldığını ve daha bir sürü şey…

  Bu sitede yıllarca yayın yapıldı. Neredeyse bir kuşak bu sitede yaptığı yayınlarla büyüdü ve gelişti. Ülke gençliğinin eğitimini önemseyenler değerli ve gerekli denetimlerini niçin yapmadılar? En kolay eğitim yolu; yasaklamak mı?

   Korkuyla, zihinlere ve kalplere yansımayan kararlarla yapılacak her türlü yasak, kendi çıkış yolunu oluşturacağı bilinmez mi?

   Bu tür kararları alırken, kendi gençliğimizle kucaklaşmak, onların yeni dünyalarında dönüşümlerine yakın olmak varken, onların yaptığı her şeyden korkarak nereye varacağız? Varsak varsak, eninde sonunda kendi terk edilmiş yalnızlığımıza varırız…

   Bu konuyu sadece küçük bir örnekle anlatmaya çalışacağım. Her şeyi yasaklayan, her şeye karşı duran, kendi öz evladını anlamak yerine korkutarak büyüten ailelerin geleceklerinde kaos-karışıklık olmadı mı? Aynı kandan, candan insanlar birbirinden uzaklaşmadılar mı? Yabancı düşmediler mi?

   “Bizim zamanımızda böyleydi, şöyleydi” sözlerini bırakalım sanat, edebiyat, sosyolojinin kendisi önemseyip bir yerlerde saklasın. Ya bu zamanda, dünyanın değişen, dönüşen teknolojisi, ekonomisi, özgürlük sahalarına göç eden gençlerin iradelerine nasıl yasak koyacaksınız? Önleye biliyor musunuz?

   Şu kara mizahı da söylemeden edemeyeceğim. Kendi ülkesinin gençliğine yasakları koyan insanların, imkânları olduğu zaman, yasakların değil özgürlüklerin daha çok ülkelere karşı duydukları özleme ne demeli? Nasıl bir anlayış ve aldanış öyküsüdür bu öykü?

   Bugün hangi sahaya gidersek gidelim, ister eğitim, isterseniz sağlık alanları büyük çoğunluğunda gençler çalışıyor. Hani sıklıkla eleştirdiğimiz, güvenme sorunu yaşadığımız o güzel yüzlü çocuklar. Onlara işimiz düşünce, nasıl da eğilip bükülüyor, işimizi yapmışlarsa, nasıl da methiyeler düzüyoruz çarçabuk…

 Güven SERİN 


 

 

 

  


23 Temmuz 2024 Salı

PAŞAKÖY'ÜN DÜĞÜNLERİ ve GÜLÜMSEYEN YÜZLERİ

 



         PAŞAKÖY’ÜN DÜĞÜNLERİ ve GÜLÜMSEYEN YÜZLERİ


   Sözünü ettiğim diyar, İpsala, Paşaköy, Yeni Karpuzlu ve Enez, ülkemize ait sınırların bittiği, tabiatın özenerek beslediği; Balkanlar, Meriç ve Ege buluşmasının da coğrafi, tarihsel, tabi istasyonu gibidir.

  Deniz Atlas’ın sünnet düğününe Rahmi Bey ve Cem ile birlikte gittik. Neredeyse 1,5 yüzyıl önce büyük dedelerimizin kök saldığı, büyük göçlerin acılarını, hüzünlerini, yorgun, bitkin beden ve ruhlarını dinlendirmek ve susturmak için geldikleri topraklara…

   En uzak veya en yakın yerlere bile gitmenin seyahat; kültürel bir dönüşüm, manevi bir tatmin olduğunu söylemeden geçmek istemem! Dört kuşağın bir arada toplandığı, önemli bir şenliği birlikte kucakladığı haneye; Ali amcaların her zaman bakımlı olan bahçesine geçtik.

   Ali Serin (Amcam) Sütannem (Melahat Yengem ) birinci kuşak olarak oradaydılar. Misafirleriyle yakından ilgileniyorlardı. İkinci kuşak, Yılmaz Serin ve Ebru Serin oradaydılar, aynı mutlu telaş, Paşaköy’e gelen misafirlerini gülümseyen, gülen yüzlerle ağırlıyorlardı. Üçüncü kuşak, Sercan Serin ve Sevilay Serin, yani sünnet düğünün sahibi Deniz Atlas’ın anne ve babaları da oradaydılar. Dördüncü kuşak, Deniz Atlas gibi; akan zaman, insanın insanlık yolunda yürüyüşü, nereye gelirse gelsin, ne olursa olsun, diğer insanlarla kucaklaşarak, paylaşarak demleneceğinin büyük ve anlamlı gösterisi içinde olduk…

   Doğmuşluğun bin bir hatırı ve hatırası vardır. Hemen arkada ki büyük bahçe ve içindeki yaşlı dut ağacı; bildiklerini, duyduklarını, dinlediklerini unutmuş görünüyordu. Yemek yediğimiz, Paşaköy insanlarıyla selamlaşıp tokalaştığımız yerin doğusu Ahmet amcaların bahçesini, evini ve sıklıkla çocuk kredileri içinde çaldığımız ekşi ayvaları tuzlu yediğimiz yer… Ön, güney tarafında ise Hüseyin amcaların evi ve bahçesi bulunuyor. Şimdi üç amcama daha; Süleyman, İsmail ve Mehmet Serin’e yuva olan, eve gelirken kestirme olarak geçtiğimiz patikaların ve hatıraların bulunduğu borçlu olduğum güzel haneler…

   Neredeyse bütün gün, bütün gece bahçesinde onlarca çocuğun gürültüsünü, geçmişi çocuk, insan, komşu, akraba sevgisi ve deneyimiyle dolu olmayan hiç kimse kaldıramaz. Bizler öyle özgür, öyle şenlik ve oyun kültürü içinde dev bin evrenin çok önemli bölgesinde kışın ince teneke sobaların tüttüğü, karların dev çukurlara saklanıp yaz ayları içinde dondurma üretimi için harika bir tada dönüştüğü yerde yeşerdik…

   Kocayol,Paşaköy’ün kalbi gibidir.Çeşmelerin,kuyuların aktığı,insanların kalpten akan temiz kanla beslenmesi gibi her türlü beslendiği bir yolun sessiz ve temiz haliyle karşıladı bizi.Rahmi Bey’e ; “ İşte bu yol,bizim bütün öykümüze şahitlik eden yer” derken,aynı zamanda o çocukluğun büyüsü bozulacak diye fazla konuşmadım.

  Yanımızda Paşaköy ismine ayrıcalık katan arkadaşım Şerif Bilir, Cem ve Rahmi Bey, yıllardır yapılan düğünlerin olduğu alana doğru ilerliyoruz. Geçtiğim, yürüdüğüm sokaklar tam manasıyla hatıraların bahçeleri ve insan sesleriyle, duruş ve gülümsemeleriyle dopdolu görünüyor. Şenleniyor ruhum ile birlikte kim bilir kaç yıldır taşıdığım bedenim…

   Köy Meydanı hangi misafirim gelse en çok övündüğüm, kasaba meydanlarına denk bir yer. Rahmi Bey’e gururla anlatıyorum, bu meydanın esnaflarını, insanlarını, kıraathanelerini, nereden gelip nereye; usulca gittiklerini…

  Düğün alanı, bir köy için yapılan en anlamlı, huzurlu, ışıklı yerlerden birisi. Paşaköy’ün onuru ve eserlerin olan, okul binalarının, okul bahçelerinin, öğretmen evlerinin kenarından geçerek geldiğimiz yer. Oradalar, neredeyse yarısı için yabancı sayıldığım Paşaköy genç insanları. Bakımlı, oldukça iyi giyinmesini, gülümsemesini bilen Paşaköy genç kızları da orada; Deniz Atlas’ın mutlu gecesinde eğleniyorlardı.

  Tıpkı yıllar öncesi gibi girdiğim her kahvehane ve uzanan “Hoş geldin” elleri, Paşaköy insanları için Orta Asya, Kafkas, Anadolu, Rumeli diyarları olan, çok ötelerden taşıdıkları, kalplerinden hiç ayırmadıkları gülümseme ve el uzatma töreni gibiydiler…

   Teşekkürler Paşaköy’ün değerli insanları; teşekkürler, her şeye rağmen gülümsemeyi unutmayıp, hoş geldin ellerini uzattığınız, sofralarınıza buyur etme kültürünü yaşattığınız için; TEŞEKKÜRLER…

Güven SERİN 




22 Temmuz 2024 Pazartesi

ÖLÜ CANLAR

 


                                             ÖLÜ CANLAR

  ( Merhaba Gençler ve De Her Zaman Genç Kalanlar )

    Edebiyatın Dünya Klasikleri olarak bilinen yapıtlarından birisi de Nikolay Vasiyeviç Gogol’un yazmış olduğu Ölü Canlar eseridir. Cem Karaca’nın meşhur bir seslenişi vardır;

“ Merhaba gençler ve de her zaman genç kalanlar.” Bu sesleniş de nereden çıktı diyeceksiniz? Hiçbir yerden çıkmadı. Sadece kendisini ruhsal, psikolojik, kültürel, sosyal açıdan enerjik ve yaşama karşı sorumlu hissedenlere seslenmeden önce Cem Karaca’yı da Gogol ile birlikte anmak istedim…

  Gogol bu eserini yazarken sadece Rus halkına değil dünya insanlarına, insanlığa da seslenmiş midir bilinmez! Ama şöyle der yaşadığı topluma;

“ Ben bu kitabın ilk bölümünde Rus halkının kötü yönlerini göstermeye çalıştım. Kolay yoldan para kazanmaya çalışan, kötü niyetli insanları okura göstermek istedim!” gerçekçi söylemi de sonsuza kadar yapma hüneri gösterir…

  Seslendiği, eserini bıraktığı topluluk Rus halkı gibi görünse de şimdi; tüm dünyaya ait bir miras… Eskimeyeceği, hep güncel kalacağı bellidir. Kitabın kahramanı Çiçikov, ailesinin sürekli onu; “ Kendini kurtar da nasıl kurtarırsan kurtar!” felsefesiyle büyütmüş, o seslenişlerin altında ezildikten sonra kendini kurtarmak için kılıktan kılığa girip, zengin sınıflar arasında yaşamının son anlarını belki zengin olarak geçirme ümitleriyle kendine bile ters düşen karakteriyle ün salmış birisidir.

   Yaptığı şey, o günün Rus çiftliklerinde tam olarak insan bile sayılmayan, karın tokluğuna çalışan işçileri, ölmüş olanları satın almaya çalışmak. Her beş yılda bir çiftliklerde işçi sayımı yapıldığı için, yaşam koşulları ağır olması nedeniyle çalışanların çoğu ölüyor, yıllarca kayıtlardan silinmedikleri için canlıymış gibi görünüyordu.

   Çiçikov’un biricik hilesi de budur. Ölmüş olan işçileri satın alıp çok işçisi varmış gibi devletten kredi alıp, sosyetenin içinde lüks hayat geçirmek…

    Çünkü çocukluğunda onu yetiştiren ailesi, Rusya’ya yayılan anlayış, algı da böyle bir şey; yaşam tarzı olan insanları istiyordu. Zenginsen; muhakkak bir şeyler-dolaplar çevirmiş, kısa yoldan kazanmış, yolunu bulmuş insandır…

   Klasikler niçin tüm zamanlar güncel kalıyor? Gogol bu kitabı yazdığından bu yana onlarca yıl geçti. O günün imparatorlukları yok artık. Güya demokrasi ile yönetilen ülkeler ver çevremizde! Değişen çok şey olmuş mudur Rusya ve komşu ülkelerde yaşayan insanlar adına?

   Bu eserler ağır ağır, sindire sindire okunduğunda değişen bir şeyin olmadığını bugünün güzel ülkesi olan kendi ülkemizde de yaşananlardan anlayabiliriz.

   Sağlık sorunu olan insanlarımızın randevu çileleri, uzayan bürokrasi kuyrukları, en temel ihtiyaçları karşılamak için canla başla, neredeyse kapı kapı dolaşan insanlarımız; sanki tarihin Ölü Canlar sayfasına ait zamanlardan sıyrılıp da bu zaman akıp gelmiş gibi…

  Gücü eline geçirenler iyi niyetli dilekleriyle bir yere gelmedikleri gibi insanlarımızın 21.yüzyılın birinci çeyreği içinde bir şehirden diğerine gitme sorunu yaşadıkları bir ülkenin yol ve köprüleriyle övünmesi de ayrı bir Ölü Canlar öyküsü olabilecek gibi…

   Türküdeki gibi; yağ ve şeker var, un var… Yollarımız, köprülerimiz, hastanelerimiz, hapishanelerimiz, adliye saraylarımız var; çok şükür!

   Neler eksik kalıyor acaba? Çoğalan birçok şeyimiz var; köprüler, havaalanları, yolar gibi… Ama azalanların yanında, insanlarımızın birbirinden kaçar hale gelip gelir düzeyleri arasında uçurumlar oluşmuşken, neleri eksik bırakıyoruz?

   Yoksa yaşar görünürken, tıpkı kahramanımız Çiçikov gibi kendimizi kurtaralım derken, toplumsal sorumluluklarımızı, demokrasiye olan bağlılığımızı mı unuttuk?

   Yine de moral olsun diye Cem Karaca’nın seslenişiyle bitirmek isterim:

—Merhaba gençler ve de her zaman genç kalanlar…  

Güven SERİN  

  


19 Temmuz 2024 Cuma

ABLA METAFORU

 

İNTERNET

                                              ABLA METAFORU

  Bizim milletimizden başka milletlerde da var mıdır bu tür seslenişler acaba? Önüne gelene “Abla”, “ Amca”, “Dayı” hatta “ Anne”, “Baba” (…)

  Sanıyorum Küçük Asya-Anadolu kültürü, derinliği, bin bir çeşit milletle yoğrulup ekilip biçilmesi ve tekrar tekrar pişerek Anka Kuşu gibi yaşama dönmesi; seslenişlerdeki zihinsel becerileri, hitap biçimlerinde sosyolojik, ticari terimleri de farklı biçimlerde yeryüzüne, insanların iç içe olduğu yaşamsal alanlara taşıyor.

  Kumbağ’a doğru içinde on kişinin olduğu yolcuyla birlikte, denizi gören tepelerden geçen yolda, açık camlardan esen rüzgârın üfürmesiyle serinlemeye muhtaç halde, gidiyorduk. Kumbağ girişinde, özellikle yazlıkçıların olduğu sitelerin başladığı yerlerde 55–60 yaşlarında kadın yolcu minibüs şoförüne tatlı mı tatlı, sıcak mı sıcak bir dille:

—Ablaam, beni şurada indirir misin, diyerek seslendi. Yetmedi, inmek istediği yerde duran şoföre, bir teşekkür niyetine; “ İyi günler” dilese de genç şoförün umurunda bile olmadı.

   “Ablam” seslenişini-metaforunu-eğretileme özellikle yaptığını, bu tür iletişim denemelerinde büyük çoğunluk karlı çıktığını kim bilir kaç kez sınamıştır. Bizim toplumumuzda da simgesel haline gelmiş, değer seslenişler gibi oturmuş, kabul görmüş olsa da galiba yeni nesille birlikte süresini doldurup; sonsuza kadar kaybolmuş sözcükler mezarlığına gidecektir.

  Abla, abi, dayı, amca, yenge, teyze, hala, baba, anne; hepsinin gerçek karşılıkları, toplumları oluşturan insanlar arası muhteşem derece etkili akrabalık ilişki ve rütbelerini belirleyen kavramlardır.

   Bu kavramları, ustaca kullananların büyük çoğunluğu ticari ve sosyolojik karların peşinde koştukları bellidir. Pazaryerlerinde pazarcıların kendilerinden çok küçük, hatta genç kızlara; “ Buyur ablacığım” diye seslenişinin elle tutulur yanı ne kadar vardır bilinmez! Bilinen şey değerli ve yoğrulmak, göç etmekten bıkmamış toplumda, hak edilen kavramların hakkını, bu kadim milletin değerli kültürlerine yakışır şekilde yapmamamız… Ne acı bir kayıp…

   Gerçek annemize; “ Anneciğim”  gerçek babamıza; “ Babacığım” ,halamıza “Halacığım”, teyzemize; “ Teyzeciğim” diye seslenmek varken, hiçbir akrabalık derecesi olmayanlara “Baba, anne, teyze, abla” diye seslenerek, GÜYA onurlandırıyoruz…

   Ya Bülent Ersoy’un seslendirdiği şarkıyı dinleyen dil bilimcileri, sosyologlar nasıl bir tuhaf duygu içine düşmüştürler kim bilir?

 

“Sıkı sıkı sarıl bana

  Ablan kurban olsun sana

  Sıkı sıkı sarıl bana

  Ablan kurban olsun sana

  Sıkı sıkı sarıl bana”

   Sanırsınız Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil şiirindeki o muhteşem felsefe hâkim olmuş dünyamıza;

 “Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

  Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

  O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

  Derken karanfil elden ele”

  Yahu, bir kadına, bir genç kıza; “ Hanımefendi” diye seslenmek varken; bu kıvrak, oynak metaforlara-eğretileme ihtiyaç var mı? Minibüsten inen bol makyajlı ve bakımlı hanımefendi; “ Beyefendi şurada inmek istiyorum” derse, daha harika, içten ve dürüst bir sesleniş olmaz mı?

  Cumhuriyet, Mustafa Kemal ATATÜRK; Beyefendiliği, Hanımefendiliği boşu boşuna mı öğretmeye, göstermeye çalıştı: -Sevgili beyefendiler, hanımefendiler?

 Güven  SERİN 

   

  

 

  


17 Temmuz 2024 Çarşamba

SCHOPENAUHUR'UN ELLERİ

 

İNTERNET

                                              SCHOPENHAUR’UN ELLERİ

( Çapkınların Sınırsız Düşleri )

  Goethe’nin de etkilendiği filozofların başında Schopenhaur gelir. Karamsar filozof olarak bilinir. İlerleyen yaşamında kadınlara ciddi mesafeler koyan bir yerde onlara karşı cephe açan bir filozof…

  Davul bile dengi dengine çalar, atasözünden yola çıkarsak, denk olmayan ilişkilere, bu ilişkilere ömrünü adamış düşleri hiçbir zaman sona ermeyen beyefendilere kadar uzanabiliriz.

   Yelken Kulüp’te karşılaşıp aynı masayı paylaştığımız tanıdıkların içinde sınırsız düşleri olanlar da vardı. Sınırsız düşlere sahip bu tanıdık, yaş-baş hesabı yapmadan yaşamı, moda deyimle pozitif bir şekilde devam ettiriyor. Kendi kendine yeten, birçok yeteneği, uğraşı hüneri olsa da can sıkıları, bazen gölgelerle kavgası bitmeyen insanların öncüsü olabilecek kadar da belirgin bir karaktere sahip.

  Özellikle dikkat ediyorum, üzüm üzüme baka baka kararıyor muyuz diye düşünmeden edemiyorum. Sürekli aynı gruplar, aynı insanlar, aynı arkadaşlarla zaman geçiren insanların sohbetlerinde de aynılık, bayatlık ve can sıkkınlığı göze çarpıyor.

  Yelken Kulüp masasında başrol konumundaki tanıdık lafı döndürüp dolaştırıp genç evliliklere, genç sevgililere getiriyor. Gençliğe duyduğu merakı anlıyor, çoğu zaman tebessüm ederek geçiştiriyoruz. Dedik ya davul bile dengi dengine çalmak ister, öyle yakışır diye. Öyleyse bu felsefemizi biraz daha açalım ve örneklerle destekleyelim.

   Bir dahi olan Arthur Schopenhaur da genç kadınlara merak sarmış, böyle genç bir sevgiliyle Venedik kanallarında gondolla gezerken, sevgilisine yanlarındaki meyve sepetinden bir salkım üzüm vermiş. Genç kadın üzümü almış fakat yememiş. Gizlice suya bırakmış. Bunu gören Schopenhaur genç kadının yaşlı ellerinde tiksindiğini düşünmesine neden olmuş. Acaba bu tür başarısız ilişkiler sonucu mu kadınları hor görmeye, onları küçümsemeye başladı? Düşünmeden edemiyorum.

   Bu dahi filozofu başka nedenlerden terk eden annesi yazar Johanna da oğlunu terk etmiş, terk ederken tarihsel seslenişini yapmıştır:

“Çekilmez ve kasvetli bir insansın. Kendini beğenmişliğin bütün iyi niteliklerini gölgeliyor. Başka insanlarda kusur bulma eğilimini önleyememe de bu nitelikleri işi yaramaz hale getiriyor.”

   Ne kadar çok hünerleriniz, zenginliğiniz, rütbeleriniz, ün ve şanınız olursa olsun, kültürel, sosyal, vicdani, tarihsel dengeleri önemsemeyen bir yapımız varsa, tıpkı filozofun insanlığa seslenişinde, belki de kendi kusurlarını, yaşam deneyimini de eleyerek ortaya çıkarttığı felsefesinde gizlidir:

—İnsan, istemenin kuyusuna düşer. Ve o kuyu her zaman acıları da beraberinde getirir.

   Schopenhaur insanın acılarından, dertlerinden, sıkıntılarından kurtulmak için tek çözüm olarak ; “İstemeyi susturmak! Yani istenci bastırmak” felsefesini öne sürer.

   Yelken Kulüp içerisinde suya yakın masanın akşam serinliğinde istemesini susturmamış gruba Çorlu’dan katılan tanıdıkların tek derdi; “Genç bir sevgili, ilişki” olurken, filozofun ellerinden iğrenip de verdiği üzümü bile yemeyen genç kadını anlatmayı çok isterdim. Ama anlatamam…

   Belli yaşa gelmiş ve yetmiş yıllık zamanın oluşturduğu karakteri üzerine sımsıkı örtmüş bir insana kimse yardım edemez; kendinden başka…

   Her şey bir yana, arkadaşlarımızla, dostlarımızla yeni şeyler, yapaylıktan, ezberden uzak konulardan konuşamıyorsak; sadece, vay canına: Sıkıntılı hallerimize, demeyi borç biliyorum…

 Güven SERİN 

  


13 Temmuz 2024 Cumartesi

YORGO VUPURİDİS

 

İNTERNET

                       YORGO VAPURİDİS: TAVERNALAR KRALI

  “Ben bin yıllık Türküm; şarkılarımda Türk Sanat Müziği sazları kullanmanın onurunu yaşadım!” diyen sanatçı Yorgo Vapuridis’e eşlik eden Türk Sanat Müziği saz sanatçılarını, o değerli isimleri tek tek anmak istiyorum;

 Polat Tezel, İsmail Şençalar, Kadri Şençalar, Metin Bükey, Tevfik Okşar, Ramazan Ulaş, Sezgin Sezer, Kemal Gürses, Seyfi Ulaş, İsmail Filiz, Şadi Gümüştekin, Önder Keskinkılıç, Volkan Başaran, Kemal Dükey, İskender Paydaş, Kemalettin Akbaş…

  Bu ülkede, ne kadar çok değerli, yetenekli ve ülke sevdalısı insanlar yaşadı ve yaşıyor? Böyle büyük değerlerin, müzik, kültürel yaşama kattıkları zenginliğin karşısında şaşırmamak mümkün değil…

   Günümüzün kısır dünyasını, bencil ve muazzam ego kaleleriyle çevrili yaşam tarzları karşısında; müzik yaşamı da, kültürel, sosyal yaşamlar da büyük yıkıma uğradığı, uğrayacağı görünen acı gerçeklerdendir.

  Anadolu, Rumeli ve Orta Asya’dan süzülmüş anıların, kültürel birikimlerin birlikteliğiyle neler doğmuş, neler oluşmuş ve neleri kaybetmişiz, araştırmaları yapılsa, ruhlarımızın ağlaması aylarca dinmez diye düşünenlerdenim.

   Binlerce yıl, deneyim sonucunda gün yüzüne çıkan, insanı insanlığın neşesiyle kucaklayan musiki tınıları, besteleri, sanatçıları ve yaşamın kendisini hafifletmek için yine insanın sosyal hünerleriyle ortaya çıkan gece-eğlence yaşamı, kim bilir kaç milyon insanın elleri acıyana kadar alkışladığı, günün ve günlerin korkunç yüklerini, kirlerini o müzikal bahçelerinde bıraktıkları, ülkesini her fırsatta terk eden gençliğe anlatılmalı ve aktarılmalıdır…

  “Ben bin yıllık Türküm; burada doğdum, burada öleceğim. Burada kazandım burada harcıyorum” diyen Yorgo’nun varlığını bir tesadüf sayesinde öğrenmemi; yine yetişmeyen kültürel yaşamın, bitmeyen cehaletin sızısı içinde anlattığımı vurgulamak isterim.

  Bu büyük medeniyetler diyarını ister insanlarının kabiliyetleri veya antik dünyalardan kalan antik şehirlerimizin görüntüleri, destansı yaşam öyküleriyle anlatmayı başarabilseydik; sinemamız, tiyatromuz, operamız, üniversitelerimiz, mahcup ama öfkeli, cesur ama korkak insanlarımız; kısacası herkes elinden gelenin en iyisin yapmış olsaydı, vize alınmadan her ülkenin ağırlayacağı insanların, milletlerin başında gelirdik.

  Biz bu diyarların sahibi, bizler bu diyarların koruyucusu, kollayıcısı, diyemedik! Antik şehirlerimiz gibi müzik insanlarımız da hep yarım kaldılar, yarım bırakıldılar. Onların sonsuza ait öykülerini tamamlamak için kurum ve insan kültürünü yaygın, istikrarlı hale getiremedik…

  Yorgo VAPURİDİS, bu toprakların yetiştirdiği, bu toprakların esin perileriyle coşku, hüner verdiği, bu kabiliyeti en saygın, sağlam ve kararlı halde, yücelten, taşıyan ve aktaran bütün değerlerimizin öncüsü gibi; sadece birkaç yazı, birkaç fotoğraf, video ile değil, onlarca bölümden oluşan belgeseller, sinema sanatlarıyla da onurlandırılmalı, sahip çıkılmalıdır.

  Kış uykusu hayvanların en güzel icatlarından birisidir. Evrim denen muhteşem dokunuş, yaşamın içinde kalmak isteyen, yaşama sımsıkı sarılan canlıları, yiyecek sıkıntısı çektikleri vakit bu uykuyu; kış uykusunu icat etmelerine neden olmuş.

   Kış uykusu ne kadar sürer derseniz; bahara kadar derim. Ya, bu kadim milletin, ülkenin kış uykusu ne zaman biter? Sadece barınma, üreme ve mülkiyet edinme sınırları içinde; sadece kin, nefret, mahcubiyet, masumiyet halleriyle gerçekleşen duruşlarımız; yarım kalmış öyküleri tamamlamaya, bu ülkenin fedakâr, hünerli değerlerini anlayıp sahiplenmeye yeter mi?

 Güven SERİN 

  

 

 


9 Temmuz 2024 Salı

İDEALLERİ YARIM KALAN İNSANLAR

 


                                    İDEALLERİ YARIM KALAN İNSANLAR

  Sürekli yenilenen, değişen, şekillenen, belki de tekrar eden öykülerin içinde bir dünyalı olarak yazmanın, yazı sanatıyla kördüğüm sanılan yazgıların, boğuşmasını yapmanın, bende bıraktığı izleri hiçbir sözcükle anlatamam…

  Yas tutmak nasıl bir şey? Kan bağları, yüce dostluk, komşuluk, arkadaşlık diyalogları ve hatıraları olmadan da birisini sevmek: -Nasıl bir şey?

  4 Temmuz 2024 günü ulusal basınında şöyle haber çıktı; “ Bakırköy’de eski bakan Fehmi Adak’ın kardeşi eski hâkim ve avukatlık yapan Nedim Adak evinde ölü bulundu.”

   Nedim Adak için sadece “ Bir tanıdık!” diyebilirim! Öyle sanıyordum… Belki de çok erken yaşta kaybettiğimiz babama benzetmiştim onun yüreğinle konuşma biçimini. Belki de sürekli horlanan, hırpalanan insanlığın temiz yüzü olarak görmüştüm…

  Mutlu olabileceğim bir günde, bu haberi duyar duymaz başka âlemlerin içine girmedim; sanki düştüm… Bu hissiyatı tam olarak ne sakinleştirir, çare bulur diye dert etmeden; başımı, ruhumla birlikte öne eğdim…

   Çalışkan öğrenci sayılıp da öğretmenin seni tahtaya kaldırınca soruyu yapamadığında, arkadaşlarınla göz göze, yüz yüze gelirsiniz ya: -Yer yarılsa da yerin yedi kat dibine insem dersiniz! Öyle demesem de, Ganoslar Dağlarına çıkıp günlerce yürüsem ancak gelebilirdim kendime. Aç susuz, midem guruldarken ruhumun, irademin doyuma ulaşmasını bekleme içinde nasıl bir dönüşüm yaşardım acaba?

  İdealleri peşinde koşup da yarım kalan insanlar için ağlamak istedim… Tıpkı dağların antik yollarında yürümek istediğim gibi. Ağlamak, sadece ağlamak; hiçbir karşılık beklemeden… Ama gelin görün ki ağlayamadım… İnsanın içine ağlaması ne acayip bir şey… Ne büyük bir yük…

  O an düşündüm, yarım kalan idealleri olan milyonlarca dünyalının kaçınılmaz döngünün içinde dönüşüme çağrıldıklarını. Öğretmeleri, doktorları, avukatları, hâkimleri, işçileri, esnafları, iş insanlarını, bilim insanlarını ve daha nicelerini…

  Şu işi bitirmeden, şu sonucu görmeden “İnşallah ölmem” deyip de o sonucu, o işi bir türlü bitiremeden, göremeden giden milyonlarca insan için ölüm denen şey ne büyük hafiflik… Ne büyük kurtuluş…

  Kadim diyarlardan atalarımıza bırakılmış mirasların en değerlileri atasözleridir. Özellikle büyük dertleri veya acıları olan insanların ardından demezler miydi; “ Kurtuldu… Artık dertleri ve acıları yok oldu…” İnançların çoğunda bu dünyanın “ Yalan” olduğu, bu harika ve çok değerli sahnenin anlamsızlığı üzerine on binlerce yorum, düşünce, öykü saklıyken, günlük ihtiyaçların albenisi ve büyüsüne ne kadar çok tutunmuş, sarılmışız belli değil…

İdealleri yarım kalan insanların ardından onlarca, yüzlerce yazı yazdım. Ömrüm yettiğince yazacağım da bellidir.”Her ölüm erken ölümdür Atilla Öğretmen” gibi daha nice yayımlanan yazılar için ağlamak istemiş, ağlayamamış sadece çare diye bir yazı, bir dua not düşmüştüm o özgür ruhların ardından…

  Ne zor şey; “ Ayıp sayılan ağlamanın” içinde düğüm düğüm olmak? Korkunç ayıpları normal kabul eder, yok sayarak; sadece insanlığın geçmişinden süzülecek olan yaşlardan utanmak…

 Güven SERİN 

   

 

 

 

  


24 Haziran 2024 Pazartesi

ZARAFET ve MERHAMET KIRINTILARI

 

İNTERNET

                       ZARAFET ve MERHAMET KIRINTILARI

  Son günlerde bir düşünce aldı, sardı beni. Hani ağır kapıları, ulusal marketler var ya, herkes gibi benim de sıklıkla girip çıktığım kapıları olanlar…

  Gösterişli ve zengin marketlerin ağır kapıları açılınca, üzerilerinde bulunan kapı hidrolikleri sayesinde kim girerse girsin veya kim çıkarsa çıksın sertçe kapı kapanıyor. Üzerinde bulunan hidrolik, sürekli serin veya sıcak kalması gereken yerin aynı ayarda kalmasını sağlıyor. Buraya kader her şey, herkesin bildiği gibi…

     Asıl merak ettiğim şey şudur: -Bu kapılarda ne zaman birileriyle karşılaşsam, yani benden önce içeriye giren birisi, muhakkak kapıyı elinle tutuyor. Kapının üzerinde bulunan hidrolik, olur ya sertçe dokunur da arkada gelen kişiye zarar verir diye, ister çocuk, ister kız, adam, kadın olsun, geride kalan için büyük bir nezaket-zarafet örneği-gösterisi içindeler…

    Kısacası dostlarım, bu tür zarafet, nezaket taşıyan örnekler, bu milletin geleneklerinde, belki de genlerinde olan bir duygu biçimi. Buraya kadar sorun yok. Asıl merak ettiğim, zihnimi zorlayan düşünceleri paylaşmak isterim.

   Tekirdağ Süleymanpaşa Eskicami-Ortacami Mahallesi, Yunus Bey Caddesi üzerinde bulunan ulusal marketlerden birisine gittim. Ana kapıya girerken, benden önce giren birisi, özenle kapıyı tutup, benim de içeriye girmeme yardımcı oldu. Her zamanki gibi; “ Teşekkür” sözcüğünü derhal arka cebimden çıkartıp serin marketin salonuna bıraktım.

  Bu tür nezaket davranışlarıyla sadece ben değil, toplumumuzun çoğunluğunun karşılaştığını biliyor, görüyor, izliyorum. Defalarca da gözlemledim, yaşadım. Fakat şunu anlayamıyorum. Bu kadim milletin nazik evlatları, araç trafiği içinde nasıl kurt adama, kurt kadına dönüşüyorlar? Özellikle erkekleri ele almak isterim. Böyle zarif anne ve babaların evlatları, nasıl tahammülsüz olup, zihin-irade yörüngesinden çıkabiliyorlar.

  Bir başka soru, düşünce de şudur: - Görgü, gelenek yönünde çok önemli zenginliklerden gelen milletimizin apartman, mahalle, sokak, cadde hissiyatları niçin bu kadar azaldı? Neredeyse evlerinden öte hiçbir şeyle bağ, bağlantı kuramaz hale geldik; niçin?

  Nezaketi, merhameti bu kadar bol bulunan bu eski, zengin milletin kendi sokağını, caddesini kirletme yarışına; “Görmedim… Duymadım… Bilmiyorum…” kavramlarına sıkı sıkıya yapıştığımız gün gibi ortadayken acaba, kaybettiğimiz bu yüce değerleri, erdemi, yüksek saygın itibarları, bu tür eylemlerle kurtarmaya, bir yerde günah mı çıkartmaya çalışıyoruz?

   Benim kisi sadece bir düşüncedir? Bu sorulara bir cevaptır… Sözüm her zaman olduğu gibi, meclisin dışındadır. Kendi saygınlığını, itibarını, çevresiyle kurduğu bağların zenginliğini taşıyan ve yaşatanlar zaten, belki de toplumumuzu bir arada tutan son halkalar, son bağlar değil de nedir?

   Düşünmeden edemiyorum, kaybettiğimiz bunca zenginliği, tarihi öyküyü, anıyı, kendi kendine yetme üretkenliğini, ev sahibi olma yüceliğini; küçük merhamet, küçük nezaket kırıntılarıyla belki de yaz yağmuru serpintisine aç kalan küçük otların, bitkilerin tesellisini arıyoruz…

 Güven SERİN


 

  


21 Haziran 2024 Cuma

DİYARBAKIRLI ÇOBAN

 

İnternet

                                               DİYARBAKIRLI ÇOBAN

 Bazı olayları, sürekli gündemde tutup güncel olmaya yazgılıdır. Şöyle ki, artık kaybolan köy değerlerimizi, köy insanlarımızı ve köy çobanlarımızı bugüne ve yarına taşımak zorunda olduğumuzu ifade etmek isterim…

    Bu öyküyü birkaç kez dinledim. Erzurumlu Nasip Bey’den anlattıkça öykünün anlamını zihnimde defalarca yoğurdum. Çok basit bir insanlık olayı gibi görünse de,1970’li yıllarda yaşanan bu olayın kahramanı olan Diyarbakırlı Çoban’ın ismi caddelere, okullara verilmelidir düşüncesindeyim…

  Diyarbakırlı Çoban kimdir? Karakteri nasıldır, tam olarak bilmesek de onun koyunlarıyla dağlara, yaylalara, bayırlara çıktığı, kır yaşamı ile insan yaşamları arasında çok huzurlu ve derin bağlar kurduğunu düşünüyorum.

   O yıllar, yani 1970’li yıllarda bir savaş uçağımız Diyarbakırlı Çoban’ın koyunlarıyla yaylalarda olduğu, belki de ıslığın, kavalın ve yüce insan öykülerinin doğup öldüğü vakitlerde uçak arızalanarak yere düşmüş. Dinlediğim kadarıyla pilot son anda paraşütüyle atlayarak yaralı olarak kurtulmuş. Olay yerine koşan, ilk gelen, Diyarbakırlı Çoban olmuş.

  Düşen, yaralanan pilotu sırtladığı gibi en yakın yerleşim yerlerine ulaşıp, hastaneye kaldırılmasına yardımcı olmuş. Tabi ki o günün tek televizyon kanalı TRT bu olayı kayıt altına almak ve haberini yapmak için Diyarbakırlı Çoban ile röportaj yapmış…

  Soruyor TRT muhabiri Diyarbakırlı Çoban’a şu soruyu sorar:

—Düşen savaş uçağı pilotunu nasıl taşıdın? Çok zor olmadı mı? Gayretiniz çok büyük! Pilotu sırtında taşıyan Diyarbakırlı Çoban içinden geldiği, hissettiği gibi cevap verir:

—Hayır, hiç zor olmadı. Bizim gibi çobanlardan çok var. O göklerde uçuyor. Onlardan çok az var…

  Damıtılmış düşüncenin eyleme geçme hali böyle bir şey olmalı… Kadim toplumların, şehirlerin insanlarını görmeden, tanıyıp anlamadan dünyaları gezip görmenin büyüsü ve derinliği olur mu?  

   Günümüzden kırk elli yıl önce çobanlık yapan boldu. Bol olduğu, pilotların çok az ve zor yetiştiği için, çoban dediğimiz insan onu sırtında taşıyor; canla başla ve yüreğiyle…

   Ya şimdi? Bu diyarlarda çoban bulabilir miyiz? Ganoslar, Istranca, Ergene, Trakya’nın veya ülkemizin herhangi bir yerine gidip hayvancılık yapacağınızı söyleyin. Paranın çok olduğu ama çoban lazım; kaç para isterse vereceğim, diyerek bir duyuru yapın bakalım;

 “ Ben çobanım! Ben dağlardan, ovalardan, vadilerden, kuzulardan, koyunlardan, köpeklerden, hayvanların dilinden anlarım” diyen birisi çıkacak mı?

  Bol olanı onurlandırmaz, binlerce yıllık geçmişi birden hor görüp, ben değişeceğim, ben köyleri, tarımı azaltacağım derseniz, buna uygun politikaları yaşama geçirseniz, artık çobanın pilotlarımızdan daha az olduğuna şahitlik yaptığımız kıt zamanlardayız…

   Artık, dağlarda, yaylalarda, vadilerde yaralananları sırtlayacak çobanlarımız olmadığı gibi, meralarımızda, yaylalarımızda otlayan hayvanlarımız, o muhteşem çan sesleri, köpek sesleri de yoktur; tükenmenin eşiğine gelmiştir…

 Güven SERİN 

 

 

 

 


14 Haziran 2024 Cuma

NE DEDİM SANA MARİ KIZ

 

İNTERNET

                         NE DEDİM SANA MARİ KIZ, DARILDIN BANA

 ( Bayramınız Kutlu Olsun )

   Kadim milletlerin destansı dönüşümleri, hüzün ve sevinçleri vardır. Yakın tarihine inersek, hiç abartısız sadece olduğu gibi dinler, izler, öğrenirsek, Gelibolu ve Kurtuluş Savaşlarının hangi milletin, hangi beceri ve inançlarıyla yeryüzüne çıktığını bir parça anlamış oluruz…

  Dedik ya kadim milletlerin öyküleri, okyanuslar gibidir; uçsuz bucaksız ve çok derin… Ne abartılmaya, ne da yok edilmeye çalışılmalıdır. Edilemez de! Çünkü tarihin imbiğinden, zaman nehirleri ve gezegenin bin bir türlü fırtınaları içinden çıkıp da bugünlere süzülerek gelmişlerdir…

  Zengin, gösterişli antik kentleri gezen insanlarda geçmişe dönük bakışlarda çok farklı duygu çeşitleri oluşur. Böyle güzel zanaatların, sanatların, mimari ve şehirlerin bugün olmayışı adına da yorumlar yapılarak, antik şehirlerin huzurlu sükûneti içinde bolca fotoğraf, video çekilip, sanki başka dünyalara gitmiş de kendi dünyamıza dönmek için bilgi ve görgü toplar halde sarhoş gibi dolaşırız…

  İçinde dolaşıp onur duyup çok etkilendiğimiz antik dünyaların hissiyatı gibi türkülere sinmiş insan öyküleri öteden beri dönüştürür, düşündürür beni…

  Türkülerin, on beş sözcükten, beş on cümleden oluştuğunu düşünüp dinlesek de içinde sıkıştırılmış insan öyküleri ise yüzyıllar öteye; sağa sola, ileri geri uzanır. Balkan Türküleri de, Kafkas, Anadolu Türküleri de öyle; iyi bir ressamın aradığı bütün renk tonları onların türkü ruhlarına kazınmıştır…

  Antik şehirleri ve türküleri niçin bu kadar seviyorum acaba? Anlatayım o zaman. Sanıyorum zamanın ruhu, antik şehirleri yıkayıp temizlediği, pırıl pırıl yaptığı gibi türkülerimizi de aynı hissiyat içinde temizleyip, saf, duru bir pınar haline getirmiş olduğu için olabilir…

  Balkan türkülerimizden sadece birisini buraya taşımak isterim. Bir ayrılık, bir dargınlık öyküsünü işler ve anlatır. Ama öyle bir sesleniş içinde işler ki hüznünü; sanırsınız ki meleklerle birlikte kötülüğün bütün değerlerinden uzaklaşıp sadece tatlı bir sitem, yaz meltemi gibi bir esinti;

“Hokka hokka lokumları yedirdim sana mori mari kız

  Ne dedim sana mari kız,ne yaptım sana

  Ne yaptım sana,mari sana sana darıldın bana…”

  Birkaç sözcüğün yüce erdemini, kapanmış en kalın, en güçlü kapıları, yürekleri aralama gücü, bütün şiddet ve hilebaz dillerden, davranışlardan daha yüce görünmüyor mu?

  Kavgadan, dargınlıklardan, sürekli şiddet dili besleyip büyütme yüzünden çok çeken insanlık destanları, masalları, türküleriyle o karanlık çağlardan, korkunç savaşlardan sıyrılıp düze çıkıp, kendini anlatan öykülerin türkülerini, şehirlerini yaşatabilmiş, bugüne ulaştırmışlardır.

   Bir bayram daha geldi geliyor, geçti geçiyor… Büyüklerimiz; “ Sağ olan, daha ne bayramlar görecek” derken, o zamandan geleceğe uzanmayı birkaç sözcükle zamanlar arası gezintiyi çok iyi bilirdi. Tıpkı, antik şehirler ve türkülerimiz gibi;

 “ Ne dedim sana mari kız, ne yaptım sana

  Ne yaptım mari sana sana, darıldın bana…”

  Dargınlıkları bitirmek, evrensel hissiyatın zenginliğine ulaşmak için hiçbir şart ve koşula ihtiyacımız yoktur. Ne bayram, ne de birisi istedi diye…

    Sadece antik şehirlerin ve türkülerin anlattığı;  o zarif, o masum ve saf öykülere, seslenişlere biraz yaklaşın ve el uzatın; o kadar…

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 


11 Haziran 2024 Salı

KAYIP ORMANLARIN KUŞLARI

 

Kamera; Güven

KAYIP ORMANLARIN KUŞLARI
Ne zaman kafeste bir hayvan görsem,insanın insanlık yolculuğundaki esaret anlayışını duyar,hisseder ama tam olarak açıklayamam; kendime bile...
Bir tesellidir gider; " Evde,kafeste beslenen kuşlar,hayvanlar doğadaki yaşamlarından daha fazla yaşıyorlar!Yedikleri önlerinde yemedikleri..." Kendi kendimizi,insan halimizi bir sürü kavramla teselli etmek mümkün! " Ayıplamam müdürüm!" Bekçi Murtaza böyle seslenir,insanın yarım kalan kendini aradığı diğer bütüne...
İsmi Yıldız olan kızımın kuşu Sultan papağanı paylaşmak istedim.Ne güzel düşünüyor kayıp ormanlarını...Diyeceksiniz ki nereden bilecek hiç görmediği diyarları?
Ben demiyorum; bir canlının DNA'sı diyor,bu öyle bir yolculuk ki,eşsizdir,eninde sonunda kendi yolunu bulur,kendi ormanına kavuşur...
Güven Serin


7 Haziran 2024 Cuma

DEVAMLI SEYAHAT

 

İNTERNET

                                        DEVAMLI SEYAHAT

 

  Aç tavuk kendisini darı ambarında görür, misali “Sürekli seyahat etmek, dünyayı dolaşmak fikri” herkes için Kaf Dağları ardındaki dokunulmaz ama her zaman düşleri süsleyen öyküler, masalları, mitler gibidir…

   Antalya Kaleiçi Karaalioğlu Parkı yakınlarında bir kafeteryada tanıştım dünyayı gezmiş “Devamlı seyahat etmek istiyorum” diyen, o vakitler yaşı altmışın biraz üzerinde olan bu insanla. Gezmediği bir ülke kalmamış olmalı ki, yakınlarında bulunan ve yılın çoğunluğunda kalmadığı halde bir yıllık parasını ödediği pansiyon odasını, sadece Antalya’ya geldiği vakitler açıyormuş.

   Küçük, renkli odanın içerisinde en çok göze çarpan nesneler fotoğraf albümleri ve her ülkeden alınan objeler oldu. Neredeyse binlerce fotoğrafı kâğıda bastırdığı halde, dijital ortamda belki yüz binlercesi var. Videolar apayrı…

   Bunları niçin saklıyorsun? Dediğim vakit; “ Bende bilmiyorum! İlk zamanlar ihtiyaç duyuyor, heyecan içinde biriktiriyordum, zamanla iyice yavan gelmeye başladı. Son yıllarda fotoğraf da video da çekmez, çekemez oldum.”

  Bu kadar gezmeye, dolaşmaya nasıl paran yetiyor? Sorusu karşısında geç gelen zenginliğinin sebebini öğrendim. Birkaç kez buluşup uzun uzun konuştuk. Son konuşmamızda gün Torosların üzerinden süzülüyordu, diğer günlerin olduğu kıt’alara doğru. Hemen altımızda bulunan falezler, turistleri gezdiren küçük, büyük tekneler; Akdeniz’i tatlı ve aldatıcı bir hal içerisinde şölen yerine çevirmişti.

  Meğer bir evin bir çocuğuymuş. Babası oldukça otoriter ve çok zengin… Elli yaşına kadar büyük para nedir diye bir şey bilememiş. Baba beklenmedik zamanda ölünce, mirasın çok büyük bölümü kendisine, diğeri de annesine kalmış.

 —İşte o zaman başladım gezmeye, dolaşmaya. Yıllarca babamın otoriter, baskıcı, özellikle parasal ve tutucu davranışlarına inat edip; deliler gibi neredeyse soluklanmadan beş yıldır geziyorum. Akıl almaz yerlere gidip, inanılmaz paralar harcadım. Ve kalan mirasın da büyük kısmını sırf babama kızdığın, onun yıllarca biriktirdiği ama bize yansıtmadığı için çok gereksiz yerlerde de harcadım.

   —Ya şimdi?

—Halen gezecek, ana yetecek birikimim var. Dünyada bilinen bütün ülkelerin önce başkentlerini, sonra diğer şehirlerini geziyorum. Çok büyük bölümünü de tamamladım. Ama bir şeyler eksik…

   Bu sözü söyledikten sonra gözleri sanki çok ötelere bakarmış gibi, zihni hiçliğin o sonsuz ve dehşet boşluğuna düşmüşcesine sustu ve yutkundu. Tanıdığım, dinlediğim o azametli adam birden sıradanlığa, basitliğe sığınmak isteyen bir çocuk gibi:

-Sanki gezdiğim, gördüğüm yerler bana bir şey vermiyor. Dönüp dolaşın kendimi ülkemde, aynı dili konuştuğum bu kadim topraklarda buluyorum. Ve onca şatafat, en iyi otellerde, lokantalarda yedim içtim, ama pansiyondaki oda, bana çok daha yakın…

  Bir kulübe hayal ediyorum; benimle birlikte yaşlanıp, sohbet edecek. Bir dost, bir arkadaş olacak bir de köpek ve kedi. Birkaç ağaç, sadece serinlik verecek ve rüzgârda doğanın en hünerli sesleriyle danslarını edecek gerçek doğal dostlar…

   —Bu kadar zenginlik, dünya seyahati, neredeyse beş altı yıl yaşamının büyük kısmı uçakta, gökyüzünde, lüks gemilerde geçtiği halde, sonunda bu düşünceye mi demir attın?

—Evet… İnsan bir yere ait olmalı… Ben ise hep şu düşünceyi savundum: -Hiçbir yere ait değilim… Her yere aitim… Ben dünyalıyım…

 —Öyle değil misin?

—Hayır, bir yerde bağ kurmuyor, anıları özümseyip, tüm hücrelerine seslenmiyor ise; milyonlarca yer de gezsen, anı olmaktan çıkıp, unutulmaya, bir birine dolaşmaya başlıyor.

  Bir filmde geçen bir söz geldi aklıma; “ Gelecek asla durmaz. Her şeyin üzerine çöken zamanın tozu; her şeyin üzerine örter…”

    Elli yaşından sonra miras yoluyla zengin olmuş ve geriye kalan süreyi “ Sürekli seyahat” düşüncesiyle geçirmek isteyin bu adam aslında yorulmamıştı. Sadece gördüklerini, yeterince süzememiş. Kültürel ve sosyal boyut dediğimiz yüce şey, bizi biz yapan o sihirli huzur, damıtılan acıların ve sevinçlerin tamamı değil midir?

   Kısacası, yenileni, görüleni, anlaşılanı paylaşamıyor ise, insan bir yerden sonra zayıflıyor. Ne kadar yaşarsak yaşayalım,her canlının karşılaşacağı o şey…

    Üzerimize zamanın tozu ve hiçliği düşeceği,örteceği bellidir.Ya yaşarken?Henüz ayrılma vakti gelmemişken,hiçlik,bıkkınlık denen o hastalık pençesine aldıysa bir insanı; dermanı en basit ve en sağlıklı olanda aramak-bulmak için oldukça net ve insanı iniltiler içinde yalvarırsın…

Güven SERİN  

  


4 Haziran 2024 Salı

KÜÇÜK YUSUF ve ANNESİ

 

İnternet

                                      KÜÇÜK YUSUF ve ANNESİ

  İstanbul’dan Tekirdağ’a kalkacak araca en son binen yolculardan birisi de genç bir anne ve oğlu Yusuf. Önümdeki koltuğa cam kenarına oturdular. Onların yanına da başka bir kadın geldi.

   Minibüse biner binmez Küçük Yusuf “Ben bu yolculuk oyununda yokum!” der gibi mızmızlanmaya başladı. Çok geçen İstanbul günüm, yorgun ve henüz gezdikleri müzeleri sindirememiş zihnim, derhal ön yargılara kapılarak; “Eyvah, Tekirdağ’a gidene kadar çocuk mızmızlığı mı?” diye yorum yapmadan edemedim.

   Genç annenin ilk göze çarpan tarafı, sanırsınız ki yüzlerce çocuğa annelik yapmış. Olgun, şefkatli, oturaklı seslenişiyle sürekli Küçük Yusuf’u yatıştırıcı veya onu çok büyük bir insanmış gibi ikna etme çabalarıydı. Başarılı da oldu.

   Meğer Küçük Yusuf yaşadıkları yere, Tekirdağ’a dönüyormuş. Muhtemelen durağan bir hali istemiyor. Araç hareket eder etmez, yarım yamalak konuşmaya çalışan sarışın çocuk, annesiyle iki büyük insan sohbetlerine giriştiler.

    Anne, hiçbir şekilde Yusuf’a büyük insan seslenişiyle cevap vermiyor, onu kızgın, yorgun, bitkin bir annenin seslenişiyle ezmeye, zorlu ikna çabalarına girişmiyor. Sanki kaba ve olumsuz görgü ve iletişim kurallarını hiç tanımamıştı…

 —Yusuf, birazdan araba kalkacak. Yusuf, bak trafik ışıkları. Şimdi kırmızı ışık; bekle! Sarı ışık; hazır ol! Yeşil ışık, araba gidiyor. Yusuf babaya gidiyoruz…

  Böyle seslenişleri ne gördük, ne duyduk. Genelde gergin anne ve babaların diyarında büyüdük. Şefkatleri sonsuz da olsa, içlerine, belki de sonsuzun en uzak köşelerine gizlenmiş anne ve babaların diyarı…

  Araç henüz hareket etmemişken Küçük Yusuf araca binince korkan ben, daha sonra Yusuf ile anne sohbetlerine doyamadım dersem yanlış olmaz. Ses tonundaki öğretici, tamamlayıcı şefkate hangi sosyolog duysa, dinlese şapka çıkartır ve insanca gülümser; insanca…

   Yanımda oturan beyefendi tıpkı benim dinlediğim gibi Yusuf ile annesi arasında geçen yolculuk sohbetini dinliyormuş. Yolun yarısına gelmiştik. Gecenin ışıkları yandığı için, geçtiğimiz yerleşim yerlerinde geceyi delen ışık demetçiklerini de izliyorduk.

   Belki de konuşma ihtiyacı baskı yaptığı için yan taraftaki beyefendi, derin bir soluk alıştan sonra:

—Bizler çocuk büyütmemiş, büyütememişiz! İlk çocuğum olduğunda sadece elime aldım ve sonra, güya çocuklarıma daha iyi bir gelecek harcamak için sadece çalıştım. Çocuklarımın nasıl büyüdüğünü bile görmedim. Şimdi onlara yabancı gibi istedikleri her şeyi alsam, zengin olsak da meğer önümüzdeki Küçük Yusuf ve annesinin sohbeti gibi geçmişe, anılara, paylaşımlara da ihtiyacım varmış!

   Bu vicdan, sosyoloji muhasebesi karşısında ne diyeceğini bilemedim. Sadece yan tarafta oturan beyefendiye bir teselli misali:

—Hangimiz çocuk yetiştirmeden haberi vardı ki? Kim öğretti bize; çocukların da psikolojileri olacağını? Onlar sadece çocuktu! Beslenmeli, hoş tutulmalıydı! Anlaşılmaya ihtiyaçları yoktu…

  Yusuf ile genç anne, inanıyorum ki araçta bulunan bütün yolculara ayrı bir muhasebe yaptırdı. Sanıyorum o yolculuk daha birkaç saat uzasa, sarı saçları henüz çok küçük olan Yusuf’un annesinden gelecek cevaplara yarı bebek, yarı çocuk lafçıklarıyla sorular sorması sevgiyle, saygıyla dinlenecekti.

    İki kıta, iki kara parçacığını bağlayan köprüler gibi, insandan insana akan bu sohbeti, destansı iletişimi, herkes büyük bir içtenlikle dinleyecek, kendince hiçliğin içinde belki de bolca yuvarlanacaktı…

Güven SERİN 


31 Mayıs 2024 Cuma

ÖZLEM KUMRULAR

 


                   ÖZLEM KUMRULAR’IN HÜZÜNLÜ VEDASI


  Zordur, vedaların ardından veda eden insanın göç edişini anlamak. Alışıldık bir sürü slogan benzeri sözleri sığınılır; “ Çok gençti! Çok değerliydi! Çok seviyorduk!” veya çok ağır hasta olduysa, bitkisel yaşama girip de ölüm haberi alınınca ; “ Kurtuldu” diyerek bir sürü teselli arayışları…

   Henüz 50 yaşında, gezip görmeyi, sivil yaşam ile profesörlüğü yan yana koymuş, taşımayı bilmiş, dil öğrenmeyi, şehirleri, ülkeleri tanıyıp kendi ülkesinin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’e sarılmayı çok iyi ilçeleştirmiş bir yazar… Bir gezgin… Bir öğretici; öğretmen…

   Özlem Kumrular ismini arkadaşım eski Hayrabolu Belediye Başkanı Necati Kaan Türkkan sayesinde duydum. Duyar duymaz, yeteneklerini anlar anlamaz derhal yazdığı çok eğlenceli ve oldukça öğretici kitaplarından ilkini edindim.

   Babası Tekirdağ Malkaralı olan Özlem Kumrular’ın bir ayağı da Tekirdağ demekti. Yetenekli, başarılı, heyecanlı, neşeli insanların ölümü; özellikle erken ölümleri biz sıradanlığın içinde kulaç atan insanları daha da şok eder.

 “ Hadi ya? O genç, o neşeli insan mı?” İnanamaz ve kim bilir hangi basit düşünceler de; “ Yalan dünya, her şey yalan, çok fazla zenginliğe ne gerek var!” diyerek, kendi kıpırtısız yaşamlarını daha önemser, durağanlığın daha karlı olduğunu bile gizliden gizliye savunuruz…

   Özlem Kumrular, yine o bilgi, görgü ve serüven aşkı akışı içinde paylaşmıştı İsviçre Kültür Gezisi programını.30 Mayıs 2023 tarihindeki paylaşımında 6–10 Haziran tarihinde İsviçre Kültür Gezisi yapacaklarını duyurmuştu. Üç gün sonra da İsviçre’den sonraki programı paylaşım tanıtmıştı;

“ Romantik Portekiz” ismi altında; Prof.Dr. Özlem Kumrular ile Lizbon-Coımbra-Porto. Özlem için Portekiz bugüne kadar gezdiği en çok sevdiği ülkelerin başında geliyordu. Bu sefer olmayacak, henüz haziran ayı içerisinde İsviçre Zürih Kültür Gezisi sırasında Zürih’de bir otobüsün çarpmasıyla bitkisel yaşama geçmişti.

  Kaza haberini de ilk olarak eniştesi Necati Kaan Türkkan’dan öğrenmiş ve insanın insanlık boyunca beklediği belki; “ Mucize” yaşanır diye, diğer sevenleri gibi beklemiştim.

   29 Mayıs 2024 günü beklenen mucize olmadı. Haberler, aylardır bitkisel yaşamda yaşama tutunmaya çalışan Özlem Kumrular’ın öldüğünü bildiriyordu. Sanki yaşamın ana damarlarından birisi kesilir gibi kesilen yaşamlar, Özlem’dan sonra da akmaya, kendi hareketini yaratmaya devam edecek… Onun kendi sosyal medya adresinde, arkadaşlarının ölüm haberi üzerine paylaşımlarını okudum. Hepsi bildik insan hüzünleri ve hep sandığımız o muhteşem aldanış içindeyiz. “Sıra bize gelmeyecek” sözcükleri, bu kadar değerli, yetenekli insanın yaşadığı o büyük, korkunç şansızlığı, kazayı lanetlemeyi bile beceremeden, her gün kendi ülkemizde savaşlarda ölmeyen insan sayısı kadar yaşanan trafik kazası ölümlerini kanıksamış bir halde yaşamın içinde yaşadığımızı sanıyor; sadece soluk alıp veriyoruz…


   Kime sorsak, Özlemin sevenleri üzgün ve “ Henüz çok erkendi” diyecektir. Evet, çok erkendi! Ama Özlem’in geride bıraktığı kültürel, edebi, tarih mirası, kim bilir kaç milyon bir araya gelse bırakamayacağı kadar çok ve anlamlıdır…

   Yeni izlediğim Maymunlar Cehennemi filmi, bilim kurgu olarak çekilmiş. Belki gelecekte olabilecek, olma olasılığı olan düş ve düşüncelerin filmiydi. İlk yarısındaki görsellik tam manasıyla gösteriye dönüşmüş insanın içini hoplatıyordu. Filmin baştan sona kovaladığı evrimsel değişimin hareket sahnelerinden geriye kalan en önemli şey; şefkat, merhamet, sevgi, barış sözcüklerinin ne kadar değerli olduğudur…

   Özlem Kumrular’dan da geriye kalan eserlerin, bir sürü aktivitenin içine girer anlamaya çalışırsak; yaşamı, ülkesini, hareketi, sanatı, edebi dünyaları, tarihi, felsefeyi ne kadar çok sevdiği gün ve güneş gibi ortada ve bir ölümün ardındaki karanlık olarak değil tam manasıyla büyük bir PIRILTI olarak gözümüzü, gönlümüzü, zihnimizi aydınlatacaktır…

  Güle güle Özlem; seni var eden elementlerin, atomların bildiğimiz o büyük yasanın eşsiz mirası olarak görevini yapacaktır. Çoktan öldüğünü sandığımız Fransız kimyacı Lavoisier’in Maddenin Sakınımı Kanunu ; “ Hiçbir şey yoktan var olamaz, varken de yok olamaz; ancak, değişir, dönüşür.” Der…

  Yasa gayet açıktır. Yüreğimizi, zihnimizi ve sürekli torbamızda taşıdığımız şefkat duygularımızı, öğrenme, fark etme ve hareket denen o mucizevî dönüşüm aracına Özlem Kumrular gibi hissederek tutunmayı başaranların ölümü da sadece insan yasalarına göre ölüm olacaktır. Oysa o çoktan dönüşüme girdi bile…

   HOŞÇA KAL; PROF.DR. ÖZLEM KUMRULAR…

Güven SERİN