18 Mart 2024 Pazartesi

ÇANAKKALE ZAFERİ: KUTLU OLSUN

 

İNTERNET

İNTERNET

                            ÇANAKKALE ZAFERİ KUTLU OLSUN

   Tarih bilimi; yaşamın ve yaşam kültürünün, millet olma bilincinin tam da kendisidir.

   Bir milletin destansı zaferleri hiçbir paranın,ticari ve siyasi düşüncenin satın alamayacağı,taşıyamayacağı kadar güçlü ve eşsizdir…Neden derseniz; çünkü, milletin tamamına aittir.Milletimizin tamamını temsil eden şehitlerimizin kanları o diyarlarda; VATAN ve MİLLET için aktı; hiç eksiksiz ve hiçbir şüpheleri olmadan; öleceklerini bilerek şehit oldular…

  Bu milletin, yaşadığı ülkenin;  doğusuna, batısına, güneyine ve kuzeyine laf ederken çok iyi düşünülmesi gerekir! Bu vatanın sahibi, bütün milletimizdir. Bu yüzden, gelecek kuşaklarla bağ kurmak, millet bilincini yitirmemek için zaferleri, şehitleri anarken bin dereden su getiren bir felsefe, duyarlılık ve tarihsel bilinçle yapmalıyız…

  Sadece Çanakkale Deniz Zaferi, bir yerde binlerce yıl önceki Truva Savaşı’nın karşılığı, ödeşmesi, susmuş ve susturulmuş ruhlara bir yudum dua, bir kucak nefes gibidir.

  Neden mi? 18 Mart 1915 günü saat 11.30’da İtilaf Devletleri gemileri, başta İngiltere ve Fransız gemileri ölüm kusmaya, bu aziz toprakları ateşle kavurmaya başladıklarında, toplarını ilk ateşleyen savaş gemisinin adı; Agamemnon’dur! Yani, Yunanlılar ile Truvalılar arasında yapılan savaşa orduları götüren, Truva kentini ve Truvalıları on yıl uğraştan sonra yakıp yıkan Miken Kralı…

  Agamemnun ismini taşıyan İngiliz zırhlısı da, Çanakkale’ye, topraklarımıza ilk saldıran, toplarını ilk önce ateşleyen olarak, tarihe bir gönderme yapmaktan başka bir şey yapmıyor. Bir yerde Türkleri Truvalıların devamı gibi görüp; “ Sizlerin de sonu öyle olacak; yanıp, yıkılacak, yok olacaksınız!” manasını taşımıyor mu?

   Savaşın üzerinden 108 yıl geçmiş olsa da, İngiltere’nin durduğu yer, bizlere bakışı ne kadar değişip değişmediğini, bugünün değerleriyle anlamaya çalışmalıyız. Güçsüz hale düşecek bir ülke,108 yıl önce işgal etmek için on binlerce insanın ölmesine acımayan, ilk fırsatta bizleri bu topraklardan kovma ve bu kadim toprakları ele geçirmek isteyen fırsatçılarla dopdolu…

   Tarih bilimi, diplomasi, felsefe ve edebi sanatla iyi mayalanır ise tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün 1918 yılında İstanbul’u işgal etmiş, kendi bayraklarını çekmiş İngiliz, Fransız zırhlılarını görünce söylediği sözün gerçek duruşuna dönüşür;

 “ Geldikleri gibi giderler” sözü, laf olsun diye söylenmiş bir söz değil, tarihi çok iyi bilen, okumuş ve okuyan, büyük savaşlarından muhteşem dersler, dip notlar çıkartmış bir dehanın seslenişi, bütün zamanlara bu topraklarda yaşayan millete en değerli mirasıdır.

  Geldikleri gibi gittiler; hem de iki kez… Ama yine geldiler… Değişen, dönüşen dünyada, geçmişimize baktığımızda sayamayacak kadar destansı zaferleri olan bir milletin ferdi olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Destanı, Savaşı’ndan sonra hemen ekonomik savaşı ele alması, ekonomiyle birlikte kültürel savaşı başlatması ne anlam taşıyor; biraz düşünmelidir…

  Ne kadar güçlü olursak olalım, ekonomiyi, kültürel yaşamı, tarihi bilmiyorsak, eninde sonunda erimeye, kaybolmaya, başka milletlerin tarihlerini savunmaya, anlatmaya mecbur kalırız…

  Çanakkale ve Gelibolu destanlarına kan, yürek, gözyaşı akıtan bütün kahramanlarımızı, şehitlerimizi ve onların şefkat dolu, ekmek kokulu analarını anıyor, kutluyorum…

Güven SERİN 

 

  





16 Mart 2024 Cumartesi

ÇARESİZ BAKIŞLAR

 

İNTERNET

                                                   ÇARESİZ BAKIŞLAR

  Eski insanlar kendi alışkanlıkları, gelenekleri dışında bir olay duyunca hemencecik:

—Bakalım daha neler göreceğiz? Başımıza taş yağacak; bozuldu bu insanlar… Gibi haykırışlar içinde acıklı ifadeler kullanırlardı. O eski insancıklar şimdiki sosyal medyadan, paylaşılan fotoğraf, video çalışmalarından haberleri olsa kendi zamanlarının yaşam biçimlerine nasıl bakarlardı acaba?

   Görünen o ki, antik zamanlarda bile insanlar birbirinden şikâyetçi olurdu. Kimini kınar, kimini dışlarlar ve her zaman nesiller arası çatışmalar içinde herkes hep geçmişin avuntusuyla kendi ahlaki masumiyetini yaratır, destansı bir anlatım doğardı. Sanki geçmiş hep masum, hep dupduru…

    Öyle bir şey olması düşünülemez; her dönüşüm, çağ kendi zorluklarıyla birlikte inanılmaz seçeneklerini de insanlığın önüne serer; mecburdur…

   Sosyal dünya tam manasıyla sosyolojik devrimlerin içinde yüzüyor. Neredeyse sınırsız paylaşımlar… Hiçbir zaman giremeyeceğimiz bir mekânın içine kadar giriyorsunuz. Nasıl mı; artık kendisini ifade etmek isteyen insanların merakı, zaafları veya zenginliklerinin hünerleri neyse öyle… Fotoğraflarla, videolarla, canlı capcanlı paylaşımlarla bir den bir başka şehirdeki, ülkedeki olayları an ve an izleme, değerlendirme ve yorumlama şansını yakalıyorsunuz. Teknolojinin zaferi bir yerde susmuş insanlığın, kendini saklamak, gizlemek yerine bir şekilde ifade etme çılgınlığına kadar ulaşacağı bellidir.

  Ne olursa olsun, hiçbir gelişme, yerli veya yersiz davranışlar laf olsun diye, birden ortaya çıkmazlar. Hepsinin sosyolojik, psikolojik, ekonomik sebepleri olduğu kaçınılmaz bir gerçektir…

  Geçen yıl izlediğim, sosyal dünyada takip ettiğim bir kadının hastane odasında, hasta yatağında, bir yerde ölüm döşeğinde yatan eşinin fotoğraflara yansıyan son halini hiç unutamadım.

  Üç gün sonra da eşinin ölüm haberini paylaştı aynı arkadaş. Üç gün önceki fotoğraftaki adamın bakışları zaten “Ben öldüm” diyordu. Boşluğa, upuzun ve anlamsız, ruhunu çoktan sonsuza yollamış boş bir kelebeğin boş kozası duruşu gibiydi; kupkuru…

   Ne bir eleştiri, ne bir kara mizah gözüyle bakıyorum bu olaya. Kendini ifade etmek isteyen, hüznünü, ölümün son hallerini veya yaşamın çığlıklarını göstermek, duyurmak, paylaşmak isteyen içinden ne geçiyorsa yapsın…

   Hemencecik teraziyi çıkartıp; ahlak bekçiliği, sosyoloji profesörlüğü rolüne soyunma yetkisini kendimde görmüyorum. Bildiğim bir şey var; değişim kaçınılmazdır. Evrim, bizleri uzayın derinlerine göç etmeye hazırladığı, insan denen üst canlının merak kavramı, denemeden yok olmayacağı, dönüşümün de bu tür denemelerden geçeceğine inanıyorum.

   Her gelişme, en cıvık olanlar, en şamatacılar, en ciddi duruşlar dahi; eninde sonunda evirilmeye, canlı yaşamın minicik parçalarını ayrılıp bir başka bütünün peşinde koşmaya mecburdur; yaşamın ta kendisidir bu tür mecburiyetler. Alışkanlıkları, korkunç kara yargıları bırakmayı becerdiğimiz an; komik, yanlış dediğimiz şeyler de kendi anlamlarıyla gün yüzüne çıkıyor…

    Bir yerde anlama, yorumlama ve yepyeni kavramlarla iç içe dönüşüm neşesi, huzuru yaşıyoruz…

Güven SERİN 


15 Mart 2024 Cuma

MALKARA GÖZSÜZLÜ RECEP USTA'NIN FARKI

 

İnternet

                MALKARA GÖZSÜZLÜ RECEP USTA’NIN FARKI

   Gelişmiş, ileri ülkeler bizlerden birkaç veya beş on adım önde koşuyorsalar, dünyanın gidişatını ilgilendiren kararlarda beş on ülke karar verici ve güç gösterisi içindeyseler, hepsinin ekonomik gücü ve kültürel bilinci ileri seviyededir.

  Gezmeyen, görmeyen, iyi eğitim vermeyen, kısacası eğitimi istikrarlı ve gelişen dünyaya göre planlamayan, görgü ve kültürü beslemeyen ulusların göçlerden başka; eriyen köy ve kentlere bakan insanların çaresizliğinden başka bir şey gelmiyor ellerinden…

  Malkara Gözsüz Köyü veya hiçbir zaman sindiremeyeceğim Mahallesi, önü açıldığı, yardımların istikrarlı ve planlı bir şekilde yapılması halinde gelişmiş ülkelerin bilincine sahip; çalışkan insanlarla, işçi ve ustalarla dopdolu…

  Malkara Gözsüz aslında ülkemizin binlerce, on binlerce yerin temsilcisi gibi; tarımın, hayvancılığın merkezi olup, markaları tıpkı diğer Malkara peynir markaları gibi uluslar arası sahaya çıkabilecek, onların kalitesiyle boy ölçüşebilecek yerlerimizin en başında geliyor.

   Gözsüz evlatlarından birisiyle; Sağlamtaş pazarından dönerken, Müstecep köy-mahalle kahvehanesinde tanıştığım Recep Usta-Recep Akbulut’tan söz edeceğim sizlere.

  Üreten, düşündüren ve çevresinde sevilen bir insandan; Recep Usta’nın sadece çalışmaya, üretmeye değil, kadim kültürümüzün, kadim insanları gibi kazanırken başkalarını da düşünen, ürettiğinden gönülden paylaşan felsefeyi anlatmaya çalışacağım…

    Sağlamtaş yolculuğu sırasında çay ve sohbet amaçlı durduğumuz Müstecep köy, mahallemizde kahve önünde oturan bir kişi vardı. Bize “Hoş geldin” selamı verdikten sonra kahveye, emanet mekânına geçerken; “ Size birer çay ikram edeyim” diyerek gözden kayboldu.

   Getirdiği çayların tazeliği, demlenmiş hali, tıpkı Müstecep insanı gibiydi; gönüllü ve bereketli… Kısa sohbet ve nereden açıldıysa konumuz taze peynire kadar uzandı. Eskiden annemin yaptığı taze peynirlerden söz ederken, kahveye emanet olarak bakan Müstecepli arkadaş; “ Peynir alacaksanız, bakın araç tam karşıda. Sahibi namaza gitti. İster taze beyaz, eski peynir; muhakkak alın” deyince, sıradan bir öneri gibi duymazlıktan geldim.

  Ticari açıdan, alış veriş yönlerinden o kadar çok yorulmuşuz, o kadar çok şüpheci hale gelmişiz ki, ön yargılarımız da bizle beraber büyümüş ve olgunlaşmış…

  Masaya birisi daha geldi. Sonradan öğrendik ki, gelen peynirlerin sahibi Recep Usta, Recep Akbulut’muş… Sohbet, aracındaki peynirlerinden daha değerli… Güngörmüş insanlar, insanlığın öncüsü olmayı hak ediyorlar. Özellikle sohbetin içinde sıklıkla geçen otoriter bir baba, Recep Ustayı daha 12 yaşında ticari dünyanın çırağı olmaya, adanmış bir nefer gibi yola çıkmış…

   Babanın otoriterliğinden her söz edişinde aynı zamanda; “ Babam çok efendi bir insan!” dikkatini çekip, sanki özenle seçtiği sözcüklerde, baba ve annesine bir toz taneciği dahi konmamasını istemiyor…

  Recep Usta ile içilen çayların sayısı, sohbetin içeriği ve derinliği dostluğa yakışır seviyeye geldi. Sağlamtaş pazarından dönüyormuş. Peynirlerinin büyük çoğunu satmış. Onun dile getirdiği gibi; “ Yok satıyoruz be kardeşim! Yetiştiremiyoruz.”

  Müstecepli bir kadın, önceden verdikleri siparişi almak için geldi. Ben de peynir aracının yanına gittim. Kadın tereyağlarını aldı. Daha başka var mı, diye sorunca, mümkün olmadığını, hele tereyağı hiç yetişmediğini-yetmediğini anlattı. Derken, sağdan soldan gelenler, Recep Akbulut’a saygıyla selam verip, birer, ikişer, hatta üçer kalıp beyaz peynir, kaşar alıp, sadece alış veriş değil, özledikleri, sevdikleri insanla sohbette etmek istiyor ve ediyorlar.

   Bu arada her sattığı üründen bana da bir parça veriyor. Öyle böyle değil, tatmam için verdiği kocaman peynir parçaları resmen bir öğün olacak derece karnımı doyurdu.

   Recep Usta’nın üretim sahasına 12 yaşında çıkmış olduğunu bir kenara bırakmadan şu ifadeleri söylemek isterim! Üretme yolculuğu, çıraklık, zorluk, sabırla, inançla başlarsa, şimdi olduğu gibi; Recep Usta Gözsüz’ün, Malkara’nın, Tekirdağ’ın, Trakya’nın, Türkiye’nin onuru olabilecek derece kadim kültürlerdeki gibi,otuz yaşından sonra yakaladığı bolluğu,bereketi diğer insanlarla gönülden paylaşıyor; anılarıyla,kazandıklarıyla hiçbir ayrım yapmadan…

   Bölgemizin ve ülkemizin en önemli sorunu olan; köylerin, mahallelerin göçü, eriyip bitmesi, bu mutlu karşılaşmaya gölge düşüren tek şey. Hayvancılık bitiyor, ölüyor ama büyük atılımlar, tersine çevirecek planlamalar ne yazık ki ufukta görünmüyor. Örneğin, Gözsüz Köyü-Mahallesi için ihalesi dahi yapılan GÖLET, söz verildiği gibi bir türlü başlanmayan yatırımlarımızdan birisi. Malkara Gözsüz’e gölet yapılsaydı, su gelseydi ne olurdu, diye araştırınca; “Çok şey olurdu! Belki de göç verme tersine döner, hayvancılığımız azalmaz, artardı.” Sözleri karşısında içim burkuldu… Üreten köylerimiz ve onlara yapılacak yatırımlar öncelikli olmalı. Başımıza bela olan plansız ve bizlerin sonunu getirecek göçler durdurulmak adına, bir yerden başlanmalıdır; acilen…

 Güven SERİN 



11 Mart 2024 Pazartesi

ZAFERİN RENGİ

 

İNTERNET

                                                       ZAFERİN RENGİ

    Sinemalarda 16 Şubat tarihinde gösterime giren film: Zaferin Rengi, Abdullah Oğuz imzasını taşıyor.1918–1923 yıllarını, işgal edilmiş bir milletin sadece topraklarını, vatanını değil, ezilen, küçümsenen, onurunu da nasıl savunacağını ve savunduğunu anlatıyor…

   Bu filme sadece Fenerbahçe taraftarı olarak gider, sonsuz bir mutluluk duyarsanız da haklısınız derim. Övünmek, onur duymak, nesillerden nesle aktırılan sportif zekânın, inancın ve sevginin karşılığını savunmak, göstermek sosyolojinin, psikolojinin onaylayacağı davranış biçimi değil midir?

   Filmi izleyenler veya izlemeden yorumlayan, film ve tarih görgüsü olmayanların yaptığı ve yapacağı ciddiyetten uzak eleştirileri dikkate almayacağım. Bir film yapımcısı, iyi bir tarihçi eleştiri yaparsa, başımın üzerine koyup anlamaya çalışacağım…

   6 Mart Çarşamba günü filmi izlemek için yola koyuldum. Halk Günü uygulamaları yaptıkları için epey pahalı olan film ücretinin yarısını verdikten sonra film saatini heyecan içinde bekledim.

  Bir kez daha uyarmalı ve hatırlatmalıyım! Filmlere epey yüksek ücret vererek giren film seyircisi neredeyse 15–20 dakika reklâm izliyor, dinliyor. Korkunç değil mi? Zorunlu bir film, sanat işkencesi değil mi?

   Yine filme dönmek istiyorum. Bir Beşiktaşlı, hatta doğuştan Beşiktaşlı olarak gündüz gösterimi olan filme; 4 numaralı salona girdim. Bir tesadüf mü diyeceksiniz bilmem! Ayırttığım koltuk H–11.Benden başka filmi izlemeye gelen kişi sayısı da 11. Aynı zamanda tarihimizin en önemli bölümünü anlatan filmin epik tarafı, filmin en önemli bölümünü anlatan Fenerbahçe futbol takımının sahadaki dizilişi, sarı lacivertli futbolcuların sayısı da bilindiği gibi 11’di.

   Kitapları istediğimiz kadar okuyalım; sanat dallarının diğerleri devreye girmezse bir ulusun, tarihsel öneme çok büyük olan dönemlerin en önemli parçaları eksik kalıyor. Diğer nesillere aktaramadığımız tarih bilimi de sürekli yenilenen, dönüşen milletlerin gençliği için yok hükmünde olacaktır.

   Osmanlı, koca bir imparatorluğun yok oluş-bitiş zamanları, İstanbul, Anadolu ve Trakya’nın işgal yılları ama aynı zamanda Mustafa Kemal’in dehasının bir kez daha ortaya çıkması ve derin uykuya dalmış bir milletin uyanış yılları başlamıştır.

   İşgal güçlerinin, dünyayı sömürmekten bıkmayan İngilizlerin işgal ettiği İstanbul, kontrol altına aldığı Saltanat ve Anadolu’ya giren Yunan askerleri, yaşanan ve yaşatılan bin bir türlü eziyetlerin, her birinin bir film, tiyatro olabileceği gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıyız.

  Tarihimize ve başka milletlerin tarihlerine öfke, kin duyarak değil, anlamaya çalışarak, anlaşılır olmayı öğrenebilir, öğrendikçe, niçin başımız yere eğilip, niçin ezildiğimizi de gençliğimizle birlikte kavrayabilir, diğer uluslar içinde gıpta edilecek bir ulus olmanın yüce aklına, saygınlığına da sahip olabiliriz.

   Bu kadar zengin tarihi, özellikle edebiyata, sinemaya, tiyatroya bu kadar çok ve tarihsel önemi olan konu bulunabilecek az millet ve vatan vardır.

   Abdullah Oğuz ve ekibi 1918–1923 döneminin az duyulan, çok öne çıkmayan çok önemli bölümlerini mercek altına almışlar. Sinema dili, teknolojisiyle bitmekte, ışığı ve soluğu sönmekte olan bir ulusun lideriyle birlikte en önemli futbol kulüplerimizden birisi ola Fenerbahçe’nin Kurtuluş mücadelesine futbol ayakları, ulusa adanmış genç yürekleri, yöneticileriyle yaptıkları katkının önemini; hiç gocunmadan, sıkılmadan ağlayarak anlayabilir ve anlatabiliriz…

   Bir toplum hep ağlayarak mı onur duyacak ve sevinecek? Geçmişi bu kadar büyük kırılmalarla doluysa, Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı eğitim, öğretim, sanat, felsefe, tarih anlayışı izlediği yolda emin adımlarla gitmiyor veya gidemiyorsa; geriye kalan şey, filmlere, destanlara, tiyatrolara ağlamak…

  Ağladığımız filmler, tiyatrolar belki de o günün işgal altındaki ulusumuza, Fenerbahçe futbol takımının İngilizlerle yaptığı maçların verdiği morali, sunduğu uyanış dokunuşunu alacağız; “Yeter” diyeceğiz; bu kadar uyku ve

kandırılmak; “ Yeter…”

 Güven SERİN 


 

 

 

   



8 Mart 2024 Cuma

KİBAR HANIMLARIN TEDAVİSİ

 

İNTERNET

                                 KİBAR HANIMLARIN TEDAVİSİ

                                             ( Mikes Kelemen )

     Ömrünün son yıllarını Tekirdağ’da geçirmiş ve şehrimizde ölmüş Macar yazar Mikes Kelemen, sadece Tekirdağ’ın kültürel, sosyal değerleriyle değil, o günün Osmanlı İmparatorluğu içindeki resmi, kültürel, sosyal ilişkileri de önemli buluyor. Engin bilgi, görgü ve mizah anlayışı içerisinde düşündüren, güldüren Türkiye Mektupları eseri sadece edebi yaşam için değil Milli kültürümüz için de çok değerli bir eser.

    Mikes Kelemen’in dili, duyarlılığı ve görüşleri 300 yıl öteye uzanmamızı sağlıyor. O günün Edirne şehrine, İstanbul’a ve Tekirdağ folkloruna dokunmak, anlamak için bu eser başucu olabilecek, her hayali mektup sürekli edebi serüveni, irdelenip bizleri başka düşüncelere, araştırmalara yollayacak kadar güçlü ve temiz bir dille konuşuyor…

   Macar yazarın sözünü ettiği kibar hanımlar, ya Romanya, Macaristan, ya da bir süre yaşadıkları Fransa’da tanıma, izleme, görüşme fırsatı verdiği hanımlardan olmalı. Bana soracaksanız; dünyadaki bütün kibar hanımları da anlatıyor…

    Genç yaşta evlenen zengin ve kibar hanımların tutulmuş oldukları çiçek hastalığı sonucunda ve sonrası uygulanan tedaviler nedeniyle, yüzlerinde siyah lekelerden söz ediyor. Bunun için bu kibar hanımların döneminin en iyi doktorları tarafından, diğer hanımlardan faklı ve pahalı tedaviler uygularmış!

   Kibar hanımlardan birisi hastalanınca etrafa toplanan hekimler farklı farklı tedaviler önerirlermiş. Hekimler için bu öneriler epey karlı bir işmiş… Böyle hekim önerilerinden birisi de, çiçek hastalığına tutulmuş kibar hanımın yüzünün yaldızlanmasıymış! Bu iş nasıl oluyor demeyin? Yaprak şeklinde olan altın yaldızları yüzlerine yapıştırılan kibar hanımlar bir süre böyle kalırlarmış. Yaldız kaplı yüzlerin ardından bakarmış; kibar ve korku dolu gözler…

   Yüze yapışık ve bir yere çıkamayan kibar hanımların yüzlerindeki yaldızları kaldırmaya gelince bir başka kibar hanım acıları, sıkıntıları çekiliyormuş. Yapışmış yaldızları kaldırmak ayrı marifetmiş. Çeşitli sular, kuruyan, yüze sımsıkı yaldızları çıkarmaya çalışmak uğraştırıcı olmanın yanında kibar hanımın canını çok yaktığı belli olsa da, kibarlık adına bu işin de yapılması kaçınılmazmış…

   Her şey bittikten sonra, çiçek hastalığı tedavi edilecek diye yapılan bu uğraşlardan sonra yaldızların söküldüğü yerde kalan siyahlıklar da kibar hanımın bir ömür taşıyacağı lekelerden birisiymiş…

   Mikes Kelemen hayali mektubundaki sözünü ettiği kibar hanım olayı ülkemize gelmiş olduğu ilk yıllarda; Yeniköy İstanbul Aralık 1717 yılında yazılmış, üzerinden 300 yıldan fazla geçtiği halde edebi dünyanın ölümsüzlüğünü anlama ve anlatma adına önünde saygı duyacağımız, geçmişimize bir pencere aralamaktan öte bir kapı açtığını ifade etmek isterim.

   Dönemin sadrazamının kendilerine çok iyi davrandığını da sıkça notları arasına alan Mikes Kelemen, yiyecek içecek yönünde karınlarının doyduğunu ama üstlerinin, başlarının döküldüğünü, giyecek sorunları olduğunu da tarihe, şehrimizin simgeleri haline gelmiş olan Rakoczi Müzesi ve bu müzeye ismini veren Macar Prens II. Ferenc Rakoczi’nin elinin sıkı olduğunu da anlıyoruz.

   Macar yazar, Prens Rakoczi’nin danışmanı, kâtibi olan Mikes Kelemen aynı tarihlerdeki hayali mektubunda “ Efendimizin bir huyu da var ki, istemeden bir şey vermez. Bu kadar yıldır hizmetindeyim, daha bir kere bile bir şey istemiş değilim.” Saf gerçeğine, yaşadıkları sorunlara da kendi yazı ve felsefesiyle tarihsel bir dokunuş bırakıyor…

   Dilin kendi döneme dokunuşu, kara mizah ve mizahın günlük olaylarla iç içe girmesi, bu edebi esere çok daha farklı tatlar katıyor.

 Güven SERİN 

 

 

 


4 Mart 2024 Pazartesi

ENEZ,HASKÖYLÜ SEPETÇİ

 


Kamera; Rahmi Bey

                              ENEZ, HASKÖY SEPETÇİSİ-KELETERCİSİ

  Sepetçilik nedir ne değildir diye bir araştırma yapsanız; karşınıza, insanlık tarihi kadar eski bir sanat dalı çıkacaktır. Eski Mısır, Afrika’ya, Babil, Sümer’e, belki de çok daha ötelere uzanan marifetli insanların söğüt dallarını, el zanaatı ve sanatıyla insanlığın önünde nazikçe boyun eğdirme öyküsü çıkacaktır…

  Rahmi Muço ile çıkmış olduğumuz yolculuğun yönü, ilk ence Enez istikameti olsa bile, içinden geçeceğimiz köylerde, özellikle kahvehanesi, okulu olan büyük köylerde durmak; durup bakmak, dokunmak üzerineydi…

  Sakin bir Tekirdağ günü, aracın hızı fazla olmaktan öte yavaş denecek, etrafı seyretme, baharın kırlardaki eğlencesini yakından gözleyip dokunmakla birlikte başlamış oldu. Rahmi Muço’nun kullandığı araç harici, bizi sürekli geçenlerin çok acelesi olmalıydı. Araç trafiği, araç kullanma kültürümüz, hatta kaderimiz; “ Acele” ile yoğrulmuş, mühürlenmiş olmalı…

   O yüzden, bitmeyen araç kazaları, dinmeyen gözyaşları ve içinden gelip geçilen bir sürü öyküsü, sanatı ve zanaatı olan yeri anlamadan, anılar denizine katmadan geçen, bir yerde sürüklenen yaşamlar…

  İlk durağımız Enez Hasköy İlkokul ve Ortaokul yanı oldu. Çocuklar bahçedeydi. Baharın neşesinden hiçbir farkı olmayan, bütün yerleşim yerlerinin devamı, geleceği olan çocuk seslerini duymayı o kadar özlemişim ki, bir hayal âlemi, bir masal ortasına düşmüş gibi oldum. Trakya’da, Anadolu’da yüz köyü gezsek, belki üçünde okul bulacağımız, okulun dışında yine yitik, sessiz sokaklar, viran, çökmüş binalar göreceğimiz yerler çığ gibi büyüdü…

   Hasköy İlkokul ve Ortaokulu da taşımalı eğitimin merkezinde. Civar köylerden gelen öğrenciler olmasa Hasköy, okulunun kendi öğrencisi beş kişiymiş…

    Kent merkezlerine hücum borusu çaldığından beri, dikkat ederseniz kentli olmaktan çok öte, köylü olmanın yüksek değerleri, kıt halleri aranır, özlenir oldu! Ama çok geç, çok dramatik bir son…

  Hasköy’ün merkezine gitmek için köyün sokaklarına, minaresi görünen cami yönüne yol aldık. Meydanda bir cami, birkaç kahvehane, gayet bakımlı boş meydanda da sepetçi kamyonu duruyordu. Söğüt dallarından yapılmış sepetler, nerede olursa olsun bana geçmişi hatırlatıyor. Taş, ahşap kültürünün, antik şehirlerin anlattığı, anlatamadığı düşleri, öyküleri…

   Genç görünüşlü sepet satıcısı küçük oğluyla müşteri bekliyordu. Müşterisi azalan ama diğer köylere göre biraz daha büyük olan bu yerde nafakasını aramaya gelmişti. Sepetçinin eşi, sepetçi kadın mahalle, sokak aralarına girmiş, kim bilir kaç saat gezintiden sonra yorgun bir halde Hasköy meydanına, eşi sepetçi adamın yanına geldi.

  Hasköylü bir adam; sonradan isminin Ekrem Uysal olduğunu öğrendiğim bahçe işiyle uğraşan: - Sepetlerin fiyatı kaç para? Deyince sepetçi: - 150 TL cevabını verdi.

   Hasköylü cebinden çıkarttığı parayı; 110 TL’yi sepetçiye göstererek, bütün param bu diyerek, bildik alışveriş kurnazlığını yaptı. Müşterisi az olan, artık değerleri bilinmeyen sepetçi, günü, hiç olmazsa günün nafakasını kaçırmamak için kendi ördükleri, kendi ürettikleri sepeti satış değerinin 40 TL altında tereddütsüz verdi.

   Hasköylü Ekrem Uysal ile kısa bir sohbetten sonra elimi omzuna atarak, eve gidecek Hasköylüyü, kahvehaneye çay ve sohbete davet ettim. Sepetçi gibi tereddütsüz kabul etti. Aldığı sepeti ne yapacağını sordum. Ben ıspanak ekiyorum, pazarlara çıkarmak için satacağım ıspanakları sepete dolduruyorum cevabını verdi. Yanımıza yaklaşan bir başka Hasköylü, sepetlere bakarak: - Buna ne dersiniz; sepet mi keleter mi?

  Keleter sözcüğünü duyar duymaz sanki bin yıllık uykudan uyandım! Neredeyse kırk yıldır duymadığım bir kavramdı keleter! Elbette o büyük sepetin yaşadığım, doğduğum yerdeki ismi; keleter di! Üreten yerlerde bağımız kopunca, kavramlarla, öykülerle, üretimle, binlerce yılda oluşan sanat ve zanaat dallarıyla da kopan bağların iç çekişini derinden hissettim.

  Tüketen toplumların acı sonu böyle olacağı bellidir. Önce köy okullarımızı, sonra köy sağlık ocaklarımızı, derken köylerde yaşayan gençleri ve onlarla birlikte çocukları yitirdik…

   Aklımızca zamana uymak böyle bir şeydi… Nereye gidiyorsa öncü olan,arkadan gelenler de bunu büyük marifetmiş gibi izleyerek,kendilerini güya işkenceden,zorluklardan kurtarıp rahata,huzura taşıdılar…

  Çaylar içildi, oturduğumuz kahvehane içindeki elli altmış yıllık ve büyük özenle biriktirilmiş Hasköy insanlarının fotoğrafları incelendi. Kısmen öyküleri dinlendi. Veda niyetine değil, tekrar görüşmek dileğiyle diyerek; Büyükevren, Yenice, Enez’e doğru meşe ormanları ve korulukları izleye izleye yola

koyulduk…

Güven SERİN 

 

 

 

  


28 Şubat 2024 Çarşamba

DOĞAN SEYFİ ATLI HENÜZ YOLUN BAŞINDAYDI

 

İNTERNET

                       DOĞAN SEYFİ ATLI, HENÜZ YOLUN BAŞINDAYDI

    Doğan Seyfi Atlı kimdir derseniz: -Söylenecek çok sözümüz var, derim… Günümüzden 23 yıl önce sadece sporseverler, ailesi, akrabaları, arkadaşları değil tüm ülkeyi yasa boğan genç ölümün, geride bıraktığı efendiliğin, sporcu karakterinin de ismi; Doğan Seyfi Atlı’dır…

   18 numaralı formaya yeni kavuşmuş, Ege diyarının Denizli Birinci Lig Takımı Denizli Spor’a henüz tat vermeye başlamış, gollerini sıraladığı, Beşiktaş ve diğer büyük takımların transfer listesine aldığı zamanlarda 21 yaşında yaşama veda eden genç yeteneğin adıdır; Doğan Seyfi Atlı…

   1980 yılı Tekirdağ doğumlu olsa da, Edirne'nin İpsala İlçesi, Yeni Karpuzlu Beldesi’nin öz evladının adıdır; Doğan Seyfi Atlı… Kaderi babasıyla aynı yazılmış olmanın destansı acılarını yaşatan, yaşayan, geride dupduru güzellik, hüzün, enerji bırakan bir genç insan…

  Babası, Doğan Seyfi Atlı 5 yaşındayken trafik kazasında ölüyor. Ya kendisi? Babasının ölümünden 16 yıl sonra Aydın yollarında trafik kazasıyla sone eren bir yaşam, yetenek; sadece Yeni Karpuzlu, sadece Denizli şehrini değil, ülkemizin şehirlerini de henüz silinmemiş yaşlara, yaslara boğan, öyküsü yarım kalmış bir kardeşimiz…

  Doğan Seyfi Atlı’nın ismi birçok spor tesisine verildi.23 Şubat 2024 günü gezisi, son duraklarımızdan çay için durduğumuz yerin ismi de Doğan Seyfi Atlı’dır. Çaylarımızı getiren garson da Doğan Seyfi Atlı yaşlarına yakın olmalıydı. Güler yüzü, enerjik bakışıyla kısa sohbetimizden sonra mekânın ismini bir kez de ondan dinledim. Birkaç yüz metre ötede ise Yeni Karpuzlu Mezarlığı ve o mezarlıkta yatan: Her daim 21 yaşında hatırlanacak bir insan; Doğan Seyfi Atlı edebi sessizliğe gömülmüştü.

   Hep söylenir, hatırlatılır ya, gerçek ölüm artık seni bir kişinin dahi hatırlayamadığı, anmadığı zaman olur, diye… Bu tür sözler, inançlar belki de insanın özleme, yitirilmiş olan canlara yaktığı bir destanın başlangıcı, icadı bir teselli gibi görünse de, milyonlarca, milyarlarca insanın olduğu gezegenimizde, herkes-her insan Doğan Seyfi Atlı gibi yıllar sonra anılmaz; anılamaz…

  Samimiyet, sevgiyle, sportif zekâ ve gönül bağlarıyla anılan isimleri sanat eserlerine benzetiyorum. Edebi klasik eserler; öykülerini tüm dünya bilmek, öğrenmek ister. Ve öğrenilince, unutmamak, nesilden nesle aktarmayı gönüllülük, taptaze bir samimiyet içinde yapar; o ismi ölü değil, dipdiri tutarlar…

    Doğan Seyfi Atlı’nın büyüdüğü, amatör heyecan içinde top koşturduğu Yeni Karpuzlu, tıpkı Doğan Seyfi Atlı gibi, yeni doğmuş, yepyeni atılımlar yapıyor. Bakımlı evleri, sokakları, her zaman yaşam-hareket olan çarşısı, o gün içerisinde geçtiğimiz, gördüğümüz birçok köy ve beldeden çok öndeydi.

  Bir yere bağı, o yeri sevme biçimine sevdası olanlar bırakıp gitmek yerine yaşayıp yaşatmayı tercih ediyorlar. Doğan Seyfi Atlı da öyle; Yeni Karpuzlu’nun, Keşan Anafartalar Spor’un, Edirne ve Denizli Spor’un varlıklarına, onun isminden çok önceki var oluşlarına ayrı, sportif bir heyecan, genç bir coşku katıyor…

   Yeni Karpuzlu beldesinden, çocukluk arkadaşlarımın, sohbetlerimin olduğu diyarlardan 3 km doğuya geldiğimde karşıma çıkan yer bir başka anıların, izlerin, acı ve mutlulukların olduğu Paşaköy oldu…

    Viran, buruk, küskün bir halde; birçok yere bakmamak, görmemek için korkaklığa sığınarak geçip gittik; Frişka rüzgârının Tekirdağ’dan geçip gitmesi, şiirlere karışması gibi…

  Doğan Seyfi Atlı için yıllar ve yıllar sonra bir yazı kaleme alırken, doğa 23 kez kendini yenilemiş, gezegenimiz 23 kez yıldızının etrafında dönmüş, milyarlarca km yol almıştı.

  Nice Doğan Seyfi Atlılar; disiplinli, enerjisi ve sportif yeteneği yüksek çocuklar doğdu ve doğacak... Bu yazıyı kaleme alırken, hiç konuşmadığım, yakından görmediğim Doğan Seyfi Atlı’yı ona yakın, onunla bir gönül bağı kurmuş bir insan hassasiyeti, duyguları içinde yazdım. Duygularım, oldukça derin oldu. Yaşama tat katan nice genç ölümleri de düşününce daha da diplere inmeden edemedim…

 Güven SERİN 


 

 

 

  


27 Şubat 2024 Salı

GALA GÖLÜ MİLLİ PARKI FLAMİNGOLARI DANS EDİYOR

 



                    GALA GÖLÜ FLAMİNGOLARI DANS EDİYOR

  Yüzlerce, binlerce Flamingo, Edirne, İpsala, Karpuzlu, Enez bölgesi Meriç Deltası içerisinde bulunan Gala Gölü Milli Parkı olan, 6090 hektarlık alanı kaplayan, bölgeye toplanmışlar. Ülkemiz için çok önemli Milli Parklar içerisinde olan ve her geçen gün canlı yaşamı, turizm için önemi daha da artacak doğal alanlarımızdan birisini her yıl olduğu gibi bu yılda ziyaret ettik.

  Gelişen uygarlıklar hızla yapaylığın pençesinden kurtulmak için Milli Parkların yanında doğal yaşamı; besleyecek, koruyacak, yaşatacak alanları şehir, kasaba merkezlerine kadar; insanla, uygarlıklarla barış içinde olması için ciddi çalışmalar, koruma ve yaşatma önlemleri alıyorlar.

   Gala Gölü Milli Parkı henüz yirmi yıllık bir geçmişe sahip olsa da, hızla kuruyan, çoraklaşan dünyamız ve bu dünyada bizlerden milyonlarca yıl önce var olmuş kuşlar, böcekler, balıklar tıpkı insan gibi sulak, bataklık alanlara muhtaçtır.

  Gala Gölü Milli Parkı tam da kuşlar, diğer canlılar için; bir cennet… Açıklanan rakamları değerlendirip ortalamasını aldığımda sadece Gala Gölü Milli Parkı içinde yüzlerce canlı yaşıyor. Kimisi, Milli Park’ın yerlisi, kimileri de göçmen canlılar olup, tam da kış aylarının sona ermeye yakın, baharın başlamasına az kala birçok göçmen kuş sürüler halinde sulak alanlarına, sazlıklarına kavuşmuşlar…

  Yakın gelecekte buranın sembol canlıları haline gelmekle kalmayıp, başrol oyuncusu olacak kuşlardan birisi Flamingolardır. Bize sürpriz yapan, diğer geliş zamanlarımızda görmediğimiz Flamingoların dansı, ahengi, birlikte hareketleri saatlerce görülmeye, izlenmeye değer… Sürüler halinde göç eden, çok özel sulak, bataklık alanlarda yaşama, beslenme imkânı bulan Flamingolar artık Gala Gölü Milli Parkı’nın başrol oyuncuları…

  Buraya ait diğer göçmen kuşları da yok sayamayız! Küçük Orman Kartalı, Ak Kuyruklu Kartal, Kızıl Şahin, Kerkenez, Küçük Karabatak, Tepeli Pelikan, Saz Delicesi, Kaşıkçı, Kılıç Gaga, Gri Balıkçıl, Büyük Beyaz Balıkçıl ve daha yüzlerce kuş, böcek, canlı türü Gala Gölü Milli Park sakinleridir.

   Şehirlere yığılan insanlar, insanlık yolculuğuna devam edecekse, etmek istiyorsa, tıpkı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi; DOĞA ANA’yı çok ama çok iyi anlamak ve onur rıza olmadan hiçbir şeyi yapmayı anayasası olarak kabul etmek zorunda.

   Gala Gölü Milli Parkı, Milli Parka bakan tepeler üzerinde gelen misafirlere, doğa meraklıları için yapılan seyir alanı, kuş gözlemeye gönül vermiş insanlar için bulunmaz ve çok nadide yerlerden birisidir.

  Biraz ötede Balkanlardan doğan ve Ege’ye sessizce, Flamingoların tam tersi, usulca süzülen Meriç dupduru ve kadim bir geçmişten sonsuza akıyor. Enez tam bir rüya kasabası! Kalesi, tarihsel geçmişi, henüz gün yüzüne çıkmamış öyküleriyle; sadece arkeologları beklemiyor! Sosyologları da, yazar, şair, yönetmen ve her şeyden önce Paris’e, Roma’ya, Berlin’e, Londra’ya gitme merakını nazikçe bir kenara bırakan veya ekonomik gücü çok sınırlı aileleri de bekliyor.

  Özellikle seyir tepesi olarak altyapısı tamamlanan sadece gözlem yeri değil, ailelerin çocukları, akrabaları, komşularıyla harika bir gün, tükenen sonlu ömürlere çok güzel bir anı bırakacakları, piknik yapacakları ve daima serin rüzgârıyla, Flamingolar gibi dans bile edecekleri bir yerdir.

  Rahmi Bey ile gün sonuna doğru ilerlerken, çocukluğumun gözleriyle baktım; uçsuz bucaksız Enez, Karpuzlu, Paşaköy, İpsala topraklarına. Her yer su kanallarıyla, yaşamın kendisiyle kuşatılmış. Balkanlar yine kendi gizemli halleri; silueti içinde kırk, yüz, bin yıl önceki duruşu içindeydiler.

  Gala Gölü Milli Parkı sayesinde bir yörenin coşkusu, misafiri-turizmi çok daha fazla artacağı bellidir. Sorun, bu büyük mucizeleri, yaşam alanlarını doğal yaşamlara zarar vermeden iç ve dış turizmle buluşturabilmek…

    Bir gün, sürekli ilaçla alınan mahsuller; çeltik-pirinç bitecek bu diyarlarda. Ama doğal yaşam, doğru yönetilirse; turizm; belki de boşalan köy ve kasabalarımızı geri getirecek…

   Su kanallarının, çeltik tarlalarının ve Gala Gölü Milli Parkı Flamingo, Kuğu, Sığırcık ve Ak Kuyruklu Kartalların diyarından ayrılırken biz; halen dans eden Flamingoları son bir kez selamlayıp, buraya getirdikleri tat, tuz, renk, görsel şölen için minnettarlığımı da çocukluk anıları gibi orada, tertemiz tepelere, ovalara bırakıverdim…

  Bizim türkülerimiz, şarkılarımız bizleri anlattı. Hüzünlerimizi, sevinçlerimizi, kahramanlıklarımızı… Flamingoların dansı da, bu dansı ortaya çıkartan milletlerin öykülerini; hırsı, özgürlüğü, mutsuzluğu, acıları anlatıyormuş…

   İnsan denen canlı, doğaya bakarak, doğadan esin alarak ne çok şeyler icat etti. Belki de, kanayan vicdanlar, can yakan kaba ellerin bedenleri daha fazla doğaya çıkmalı ki, henüz vakit varken, yaşamın içinde hiç de lüks olmayan muhteşem eserleri görme fırsatını yakalasınlar…

 Güven SERİN 

 


  




20 Şubat 2024 Salı

BİLMEYE CESARET ET

 

İNTERNET

                                         BİLMEYE CESARET ET

      ( Bene Vixit, bene Quit Latuit-Saklanarak Yaşayan İyi Yaşamıştır )

  Bilmenin düşünceyi çağıracağını bilen Descartes, o meşhur sözü haykıracaktır; kâinatın işiten insanlarına; “ Düşünüyorum, o halde varım.” Descartes, bilginin, öğrenmenin, matematiğin şanlı öğretilerinden hiçbir zaman vazgeçemeyecek, ölene kadar özgürlüğü ve aklın yolunu savunacaktır…

 Bilmeye cesaret eden, aynı zamanda düşünen, sorgulayan insanların pek rahat edemediğini, özellikle güç-otorite sahipleri tarafından sevilmediğini biliyor, görüyor, duyuyoruz. Öyleyse bu işi nasıl yapacağız?

   Felsefeci Murat Erşen’in Descartes incelemesi ve sunuş yazısında Virgilius’tan verdiği örnek söz; “ Bene vixit, bene quit latuit “ Türkçe karşılığı;

“ Saklanarak yaşayan iyi yaşamıştır!” düşüncesi, Descartes’in “Bilmeye cesaret et” ve özgürlükçü anlayışı, çalışmalarıyla ters düşüyor görünse de yaşamda kalıp daha fazla üretmek için de kaçınılmaz bir tercih, buluş, yöntemdir diye ifade etmeden kendimi alamıyorum…

  Düşüncelerimizi, üretimlerimizi korurken, can ve canlarımızı, bir kez gelmiş olduğumuz dünyada insancıl huzurumuzu da koruyabilmek, bütün kötülüklere, olumsuzluklara, haksızlık ve adaletsizliklere rağmen üretme çabası, faydaya, değişim ve dönüşüme çaba göstermek da ayrıcalıklı bir tercih, başarı öyküsü değil midir?

  Görevleri başında çalışırken, yazı yaşamı, gazete köşesi yazılarımla dikkat çektiğim, uyarıp yazılar yazdığım şehir sorunlarında yeterince ilgi göstermeyen yöneticilere içten içe hep alınmış, kırılmışım... Emekli olduktan sonraki özgür düşünceleri, özgürlük alanları genişleyince, bizlerden daha fazla duyarlılık içinde olmalarını daha iyi anlıyor ve değerlendiriyorum. Nedeni sadece korkmak, yani “ Korkaklık” değildir… Hepsinin aileleri ve yaşamda kalmak için para kazanmaya ihtiyaçları var…

  Bu sabah haberlerde gazeteci Tolga Şardan’ın gözaltına alındığını duyunca, haber sunucusu “ Sırayla sesini duyurmaya çalışan bütün gazeteciler içeriye girecek gibi görünüyor. Gücü, otoriteyi destekleyenler hariç” demesi, insanın, insanlık yolculuğu içinde canını acıtıp, ruhunu burkuyor olsa bile, düşünce insanı için mücadele, canlı olan insanın içinde taşıdığı inanç gibi hep vardır; var olacak…

   2500 yıllık döneme çok kısaca ve belli hatlarıyla baktığımızda çok önemli düşünce insanları ya yargılanıp hapse atılmışlar, ya da yakılmışlar, idam edilmişlerdir.

   Görünen o ki, gücü kontrol eden, otoritenin başında olanlar “Bilmeye cesaret et “düşüncesini ve Descartes felsefesini sevemeyecek, benimsemeyecek, hoşlanmayacaklardır… Çünkü aynı Descartes “ De te fabula narrutur” yani “ Anlatılan senin hikâyendir.” Derken, düşünceden, bilgiden, bilmeden uzak insanı da bilmeye-öğrenmeye, sorgulamaya çağırır…

  Kimin başına bir dert, bir adaletsizlik gelirse gelsin aslında bu insanın hikâyesidir. Eninde sonunda uzaktan izlediğimiz, kimi üzülüp, kimi yalancıktan kıvrandığımız ve bazen de sessi, tenha yerlerde yeri göğü inleterek uzak kaldığımız bütün insanlık hikâyeleri, aynı zamanda bizim öz öykülerimiz; başka bir şey değildir…

  Düşünen, bilmeye cesaret eden insanın edebi, felsefi zenginlikle kucaklaşması aynı zamanda kızgınlıklarını, nefretlerini da tanımlayıp, öldürme değil yaşatmak üzerine muhteşem keşifler yapacağı bellidir. Kızdırmak, can sıkmak yerine umut vermek, her daim coşkuyu canlı tutmak, apayrı hüner, yaşam becerisidir; düşünen sorgulayan insan için…

  Roger Bacon; İngiliz filozof ve bilim insanı otorite ile çatışan düşünceleri yüzünden 14 yıl hapse atılmıştır.

  Giordano Bruna; İtalyan filozof, rahip, gökbilimci düşünceleri yüzünden görmediği eziyet kalmamıştır. Sekiz yıllık hapis yaşamından sonra ölüm kararı kendisine bildirildiğinde şu ifadelerle düşünce tarihine not bırakmış, adeta kazımıştır;

“ Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz.” 17 Şubat 1600 de Bruna diri diri yakılmıştır. Nerede? Avrupa’ya giden turistlerin hayran kaldığı Roma şehrinde… Daha onlarca, yüzlercesi; ya bir tas zehir içirilerek, ya giyotin, ya da yakılarak; tarihin saygın sayfalarında düşünce, bilme, üretme sanatıyla yolları, kesişecek olanları bekliyor olacaktır…

   Düşüncesi yüzünden öldürülenler, hapse atılanlar tam da Descartes’in anlatmaya çalıştığı gibi hepsi “ Bizim hikâyemizdir” duysak da duymasak da, ya körlüğün, gafletin içinde upuzun ve çok besili yaşar keyif çatarız, ya da faziletin kısa yolculuğunda bir başka uzun dönemin şanlı anıları içinde anılırız…

Güven SERİN 


16 Şubat 2024 Cuma

BİZ GÖÇEBELER

 

İnternet


                                             BİZ GÖÇEBELER

             ( Bir Millet Büyükse, Kendini Tanımakla Daha Büyük Olur)

   Biz göçebeler neden kendi ülkemizi zenginleştirmek için değil de, büyük gayretlerle zengin olmuş memleketlere sığınma, kaçma rüyaları peşinde koşarız? Kendi özümüze yabancı düştüğümüz gibi, bin yıldır yaşadığımız Anadolu uygarlıklarına da yabancıyız; yüz yıllardan bu yana…

   Bir bakıyorsunuz filanca uygarlığın antik şehirlerini İngiliz, Alman Arkeologlar kazıyor. Ve bu arkeolojik eserlerin en güzellerini ülkelerine taşımışlar-çalmışlar. İşin bir başka garibi, sürekli bağırıp çağırdığımız, kötü bellediğimiz ülkelere evlatlarımızı yollayıp; “ Kendini kurtar” diyerek, bir başka göçebe kahramanlığı yapmayı doğru buluyoruz!

   Bulunduğumuz memlekete, yaşadığımız bu kadim topraklara göçebe bakışları yüzünden, en önemli antik zenginliklerimiz gelişmiş ülkelerin müzelerinde sergilenip, milyonlarca insanı kendisine çekiyor.

   Vasili Yan’ın Çifte Boynuzu İskender tarihsel romanında geçen bir söz hayli ilgimi çekti. Göçebeler üzerine bir görüşü, yüzlerce, binlerce yıl öteden bugüne; düşündürerek aktarıyordu;

 “ Göçebe hiçbir şeyi hemen söylemez. Onun sözü, stepteki patika gibi kıvrımlıdır ve yolda gördüğü her şeyi anlatmak için onun uzaklardan başlaması gerekir.”

   Tam da burada tarih bilimi, edebiyat, arkeoloji bilimini hatırlatmak istiyorum. Güya, göçebelikten yıllar önce vazgeçmiş, Kurtuluş Savaşı ile birlikte “Gidecek başka hiçbir yerimiz yok! Burası bizim öz vatanımızdır!” haykırışını; kanla, canla, fikir ve dehayla vermişiz! Öyleyse; niçin öncü ülkeler arasında değiliz? Neden bu topraklarda yüzyıllarca yaşamış, büyük uygarlıklar kurmuş değerlerin en hakiki anlatıcısı, aktarıcısı, savunucusu bizler olmayalım?

   Örneğin vatan dediğimiz bu toprakların üzerinde bizlerden çok önce yaşamış onlarca büyük uygarlıktan en önemlilerinden birisi de Likya Uygarlığıdır. Büyük Kadeş Savaşı yapılırken, Likyalılar Hititlerin yanında yer almışlar. Aynı Likyalılar bir başka büyük savaş; Truva Savaşı sırasında ise Truvalıların yanında yer almışlardır. Belki de Anadolu’yu savunma, sahiplenme aşkı böyle bir şey; tıpkı Çanakkale’yi, Büyük Meydan Savaşımız gibi zamanları göğsümüz kabararak yaşıyoruz.

   Bütün bu gerçekler, tarihin bütün sayfalarına yazılmış, insanlığın zihinlerine girmişse, biz bu değerli vatanın içinde en iyi mimariyi, en iyi mühendisliği, en iyi edebi eserleri, filmleri, tiyatroları niçin ilk önce kendi insanımız ve sonra insanlık için gün yüzüne çıkarmak için büyük devrimleri yapmıyor; yapamıyoruz?

   Ruhumuza işlemiş göçebelik, izin mi vermiyor? Hep bir yerlere göçme, hep bir şeylerden korkma içgüdüsü mü engel oluyor?

   Yapacağımız en görkemli şey; Orta Asya kültürünü ve yerli Anadolu kültürlerini kucaklamak. Onları anlamak. Mustafa Kemal Atatürk; “ Bir millet büyükse, kendini tanımakla daha büyük olur” sözünü, Anadolu’da gelmiş geçmiş bütün uygarlıklara sımsıkı, öz anamıza sarıldığımız gibi sarılıp, onları tüm kalbimizle; bilimin, sanatın, edebiyatın yardımlarıyla insanlığa göstermek ne yüce bir buluş olurdu…

   Sanıyoruz ki sürekli gelişmiş bir ülkeye gidip kendimizi kurtaracağız! Orada da hep göçebe, mülteci olarak görüleceğiz; istediğimiz kadar onlara benzediğimizi, onları taklit ettiğimizi düşünelim. Biz bu kadim toprakları boşalttıkça, gittiğimiz ülkelerin bilim insanları gelip onlar buraları keşfedip sahiplenecektir…

  Merakımız, kendi zengin kültürlerimiz ve yaşadığımız yerlerin önemini kavrama becerisi, değerli halkımız tarafından gönülden sahiplenirse, belki kayıp Orta Asya Kentleri ve onların içinde yüzyıllar önce kurulmuş kütüphaneleri, Anadolu’da yüzyıllar önce 23 Likya kentinin bir araya gelerek Demokratik Likya Birliği kurmuş olduğunu daha iyi anlar, kadınların da bu demokrasi şöleninde yerleri olduğunu anlar, kafamızdaki bir sürü paslı düşünce, dipdiri hale gelir…

   Biz Anadolu:- Biz Orta Asya demenin erdemi, sadece ve sadece tarih bilimiyle değil, felsefesiyle, edebiyatıyla, bildik bütün folklorik değerlerini de anlama becerisiyle ciddi, saygın ve onurlu bir değer kazanıp, belki de göçebeliğimize muazzam bir yerleşik düşünce şenliği de getireceğiz; kim bilir…

Güven SERİN  



15 Şubat 2024 Perşembe

DARBUKAYI ÇALAN ÇORBAYI İÇER

 

Kamera, Güven

                                     DARBUKAYI ÇALAN ÇORBAYI İÇER

  Şehirlerin aşina yüzleri, toplumların tadı-tuzu olan insanları vardır. Kimileri zanaatları, bazıları sanatları ve bazıları da oldukları gibi davranıp, herkesi şaşırtan hünerli hareketleri ve davranışlarıyla tanınır ve bilinirler…

  Kent kültürü, bilinci olmayan yerlerin yüzü soluk olur. Çıkınca çarşısına, meydanına, sahiline göremiyorsan tanıdık bir yüz, duyamıyorsan melodik bir ses; hiçliğin içinde kaybolmuş gezegenlere, yıldızlara dönmüş gibi yaşarsınız…

   Tekirdağ’ın bildik, tanıdık ve şehir insanları tarafından sevilen insanların bir bir yok olduğunu söylemek acı verse de gerçek öyle…

   Yağmur yeni dinmiş, yağmur damlacıklarının bazıları yere düşmemek için tutundukları saçaklardan, ağaç dallarından, demir korkuluklarından şımarıkça, ışığın da yardımıyla yakaladıkları anın gösterisini yapıyorlardı.

   Bld.Bşk.Şefik Gürsoy Üste Geçidi,ışık ve su birikintileriyle fotoğraf sanatçılarını davet eder haldeydi.Su damlacıkları oynaşırken geceye akan gün ile,yürüdüm geçtim yanlarından.Sahil,yaşamı sevmek,hatta küsmüş kişileri bir kez daha düşünmeye; yaşamaya davet edecek derece yağmurdan sonraki temizliğin kokusunu sunuyordu.

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilen Tekirağaç Cafe boş bir masa, yüzümü dönüp selamladığım, deniz ve martılar biraz ötede… Martılar gibi biraz şımarmak adına çay ile birlikte elmalı bir soda söyledim, önce masanın silinmesini rica ettiğim çalışan arkadaşa.

   Eğer içindeyseniz zamanın, tutmuşsanız yazının elinden sevgiyle, o da bırakmaz peşinizi. Dışarıda, sigara içenlerle aramızda sadece bir cam var. Boşalan masaya genç bir çift geldi. Diğer çiftler gibi herkes kendi işine; cep telefonlarına daldılar…

  Sözünü ettiğim, kentlerin sazı-sözü, tadı ve tuzu sayılan darbukacı göründü. Çalar gibi yapıp, kendi sessiz ritmini tutarak dolanıyordu henüz dolmamış sahil sosyal alanlarında. Özellikle kadın ve erkeklerin oturduğu masalara bir başka yaklaşıyor. Daha nazik ve daha sessizce…

   Bir etkinlikte, Fransız öğretmenlerin “Şiir Komandoları” ismi adını verdikleri şiir şölenine şahitlik yapmış, hatta etkinliğin merkezinde bulunmuştum.(Saint Joseph Fransız Lisesi Moda )

  Ellerindeki kamış borularla oturmuş olduğumuz loş mekânda, kulağımıza kadar gelen şiirsel dil, kamış borular yardımıyla farklı bir algı, sanat şöleni yaratıyordu.

   Darbukacı da aynı yolu izliyor, hiç rahatsız etmeden masada oturan kadın ve erkeğin kulaklarının dibine kadar sokuluyordu. Yine öyle yaptı; tam da önümde yeni gelmiş genç kadın ve erkeğin kulaklarının dibine kadar; şarkısıyla beraber adeta darbukası ile birlikte; melodileri ve ritmi, mırıldanarak…

  Müziğin, ritmin mırıltısını duyan erkek ve kadın gülümsedi. Erkeğin morali iyi olmalıydı. Sese, yaklaşan darbukacı çalanı bekler bir halde, hemen ceplerini yoklamaya başladı. Beden dili, bir cebinde 10 veya 20 TL çıkmasını ister haldeydi ama nafile, kot pantolonun hiçbir cebinde bozukluk çıkmadı. İstemeyerek ama romantizmin ve darbukacının etkisi altında kalmış bir halde, arka cebindeki cüzdanına uzandı. Büyükçe bir kâğıt parayı uzatırken, darbukacının marifeti, gülümsemesi ve o işleri yaparken, benle göz göze gelip, bana da selam vermesi; günün resmi, hareketin ve çalışmanın çorba ve kazanç saatleriydi…

  Darbukacı aynı yaklaşımı birkaç masaya daha yaptı. Bu safer bir araya gelmiş erkek topluluğunu mutlu etti. Kimisi video çekti, kimisi özçekim-selfi, gülüşerek, paylaşacakları anın üstün keyfine keyif katan darbukacı ya onlar da büyükçe kâğıt parayı uzattılar. Bir değil birkaç çorba parası kazanan darbukacının zamanı çok kıymetli olduğu için, derhal başka denizlere yelken açtı. Ufukta sadece martılar ve bir başka denizden Boğaza doğru ilerleyen gemilerin gölgeleri vardı…

 Güven SERİN 



9 Şubat 2024 Cuma

TAVLA KÜLTÜRÜ ve YEDİ UYUYANLAR EFSANESİ

 




                     TAVLA KÜLTÜRÜ ve YEDİ UYUYANLAR EFSANESİ

  Yavuz Mahallesi Yaşar Erkan Sokak, bugün çok önemli bir mekâna ev sahipliği yapıyor: Tekirdağ Tavla Kulübü, fikri de, kulübün kendisi de burada; mücadele, yenilik peşinde koşan bir zekâ: Bülent YORULMAZ tarafından doğdu ve parıldamaya başladı.

  2021 yılında doğumu gerçekleşen Tavla Şöleni, Tekirdağ Dedecik doğumlu İstanbul’da yaşayan iş insanı Osman Bulut desteği ve ismiyle tarihsel yolculuğuna başlayalı sanki yüzyıllar olmuş…

  Neden diyecek olursanız anlatayım. Bu mekâna gitmeyeli neredeyse 1,5 yıl olmuştur. Yeteneğine inandığım Bülent Yorulmaz ve tavla kültürü içinde olan insanların alacağı yolu aşağı yukarı biliyor, bilinen yolculuklarını öyle veya böyle yapacaklarını garanti görüyordum.

   Tavla Kulübü projesi başlangıcında olan dört fikir yaşama geçmiş, yılda düzenlenen dört büyük turnuvayla saygınlığını göstermişti.

  Hora Feneri Bahar Şampiyonası, Ganos Dağı Yaz Şampiyonası, Istıranca Dağı Sonbahar Şampiyonası ve Ergene Nehri Kış Şampiyonası olarak başlayan Tavla Kulübü düşüncesi, felsefesiyle sadece eğlenmeye yönelik değil, Trakya bölgemizin çok önemli doğal güzelliklerine ve aksayan yönlerine de dikkat çekmeyi hedeflemiş, her daim doğanın, doğallığın ve sanatın da yanında olmayı zihin defterine kaydetmiştir…

   Yaklaşık 1,5 yıl aradan sonra Bülent Yorulmaz ve Tavla Kulübü dostlarına bir sürpriz yapmak amacıyla Yaşar Erkan Sokak yolculuğumu başlattım. Tintinpınar Caddesi üzerinde bulunan kadim tanıdık bakkal Cumhur'a selam verdikten 150 metre sonra 19 numaralı yere; Tekirdağ Tavla Kulübü mekânına geldim.

 

  İçerideki manzara, tavla kültürü, şenliği adına muhteşemdi. Benim hiç bilmediğim, izlemediğim takımlar ligi kurulmuş ve sahada dört tavla takımı; üçer kişiden on iki kişi mücadele veriyordu.

     Bülent Yorulmaz işinin başında, sadece bir zihin olmaktan öte mekânın işçisi, bekçisi, yöneticisi konumunda samimi duygularla karşılandım. Eski tanıdıklardan Ender ve Eser de oradaydı. Geriye kalanların hiçbirisini tanımıyorum. Çoğunluğu genç, dinamik ve güler yüzlü insanlardan oluşan yepyeni bir topluluktu.

  Bildiğim, aylardan beri uğramadığım mekânın bahçe kısmına geçtim. Kendime ancak şu sözcüğü fısıldayabildim; “ Yabancı…” İşleyen, dönüşen, sürekli yenilenen zihinlerin aldıkları yol, yakaladıkları başarı da çok daha büyük oluyor.

   Yabancılık hissiyatı içinde düşünmeye, kritik yapmaya bolca zamanım oldu. Güneşe uzak, ama henüz ölmemiş bahçe bitkileri yanı başımda. Bülent’in ikram ettiğim melisa çayı tam kıvamında. Mola zamanı bahçeye gelen tavla oyuncuları kendi aralarında verdikleri mücadeleyi, inanılmaz heyecanlar, taktikler içinde anlatıyorlar. Neredeyse oyuncuların, Eser hariç hiçbirisini tanımıyorum…

  Tavla Kulübü ve Bülent’in 1,5 yıllık zaman dilimindeki bu muhteşem değişim, dönüşüm karşısında hüzünlendim… Mekân ve gelişmeler adına değil; kendimin klasik yaşamı adına…

    Pandemi-Covid–19 esareti ve sonradan artan yaşam, seyahat giderleri karşısında neredeyse üç yıldır atölye ve yazılarla baş başa, hep aynı şeyi tekrarlayan olgun bir hüznün törenini,300 yıl uyumuş ve sonra uyandıklarında etraflarındaki gelişmeler karşısında şaşkına dönmüş, Yedi Uyuyanlar gibi bir efsaneye kadar uzandım…

   Şehrimizin gelişimi için bu tür sivil atılımlar, hareketler, sosyal ve kültürel kuruluşlara çok ama çok fazla ihtiyaç var. Bülent Yorulmaz’ın zihin yapısı, harekete ve değişime aç olan karakteri sessizliğe teslim olmuş, neredeyse hiçbir etkinliğe dâhil olmayan bir mahallede, bir güneş gibi doğup şehrini gün gibi aydınlatmaya başlamış; kutluyorum, alkışlıyorum…

 Güven SERİN 


 

  

 

   




8 Şubat 2024 Perşembe

DÖRT KÜHEYLAN ÇEKER ARABAMIZI

 

İnternet

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                           DÖRT KÜHEYLAN ÇEKER ARABAMIZI

  Çalışmamın başlığı sanki mitoloji dünyası, çok ötelerden süzülüp de bugüne konmuş sözcük demeti gibi. Oysa bu sözün sahibi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kendisidir;

“ Dört küheylan çeker arabamızı: leke, çizgi, benek ve renk” resim sanatının özünü anlatmak ister.

  Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun liseli yıllarda okul müdürüyle yaşadığı sorunlar, neredeyse trajediyle son bulacakken, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “ Talihimi yenmek için ressam oldum” sözüyle, İstanbul’a geliş öyküsünü ve yeniden dirilişini de özetler…

  Dört küheylan, sanatın özü olma yarışında öne çıkıyorlar. İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Otyam ve Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık, bu çalışmamın içinde ve onlara kendimi çok yakın gören bir insan hissiyatı içinde anlatacağım…

   Hepsini, tek tek inceler, anlamaya çalışırsak ortaya çıkan şey; yaşadıkları ülkeye, ait oldukları millete; sadece sanatlarıyla bağlı kalmamışlar. Kurmuş oldukları bağ, ruhlarıyla da, kalpleriyle de iç içe geçmiş ve öncü birer sanatçı-aydın olmanın yüksek erdemleriyle tüm zamanlara ait yaşama onurunu kazanmışlardır.

  Yukarıda isimleri geçen isimler sadece sanatçı olarak değerli olmaktan öte, insan yönleri, yaratıcı olmanın alçak gönüllü duruşlarıyla da kalıcılık kürsüsünde dimdik duruş sergilerler.

  İbrahim Çallı Anadolu’dan gelen ilk ressam olarak kabul ediliyor. Onun dönemine “ Çallı Kuşağı” deniliyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da ve daha onlarca ressamın da öğretmeni İbrahim Çallı’dır. Muhaliftir, sözünü esirgemez.

   Sanatçı duruşu, yetiştirdiği öğrencilerin geride bıraktıkları binlerce eser ve en önemlisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Cumhuriyet ormanının ilk sanat ağacı gibi, öteden getirdiği tecrübe, deneyim ve birikimleri, çok ötelere taşıma pırıltısı saçan bir yer…

  Yakından tanıdığım Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık,Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisidir.Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi olmuş; öğrenme ile yenilenme tutkularını sanatın sezgisel ve yetenek taraflarıyla bugüne ulaşmıştır. Sadece sınıflara, atölyelere-işliklere bağlı kalmamışlar, daima dışarılara çıkmışlar ve çalışmalarının birçoğunu şehrin farklı mekânlarında yapmışlardır.

    Bedri Rahmi Eyüboğlu kendi öğretmenleri İbrahim Çallı, Nazmi Ziya Güran gibi, ışığa koşmuşlar, ışığın gölge ve renk oyunlarını tüm kalbiyle kucaklayıp öğrencilerine sunmuşlardır.

  Uzun süredir tanıdığım Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık, İstanbul Moda Saint-Joseph Fransız Lisesi sanat öğretmeliği görevinde, baştan beri gönüllüydü. Tanıdığı diğer büyük ressamlardan; başta Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan ne aldıysa, görüp öğrendiyse, kendi deneyim ve yaratıcılığını da ekleyip vermeyi, gerektiği zaman sadece öğretilere sığınmayıp, yanlışa tepki gösterip sorumluluk almayı başaran değerli bir öğretmen, sanatçı ve edebiyatçıdır da…

    Fikret Otyam, hocaları İbrahim Çallı, sonra Bedri Rahmi Eyüboğlu’dan aldığı dersler, öğretiler, kalp atışlarının tam manasıyla coşacağı, insani bir huzur arayacağı Anadolu’ya açılacaktır yaşamı boyunca. Anadolu insanının dertlerini dinlemekten öte çareler üreten ismin kahramanı olur. Güney Doğu Anadolu Bölgesi kadınlarının kara gözlü resimleri, Kara Gözlü Kadınlar olarak öne çıkar…

  Dikkat edersek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi sadece bir okul olmaktan çok öte geçmiş, yaşamı anlamlı kılmak için çabalayacak, her türlü imkânsızlığı üretken, barışçıl bir dille ortaya çıkartacak filozofları da yetiştirmiştir.

  Okul dediğimiz yerler, sadece kitap ve sınıflardan ibaret olsaydı, belli kalıplara sıkışmış, belli mekânların dışına çıkamamış insanlar, ışıkları-eserleri pek cansız olurdu. İbrahim Çallı’dan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Otyam ve Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’a kadar gelen zaman dilimi sadece 110 yıllık bir sürecin karşılığıdır.

   Bu değerlerin ortaya koydukları hünerler ise, neredeyse sanat dallarının tamamına taşmış, diğer sanat dallarıyla buluşmuş, bildik manada, hep halkın yanında, yakınında olma becerilerini üst seviyeye çıkarmışlardır.

  Bugüne geldiğimizde Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık okulundan emekli olup, emekliliğin keyfini çıkartıyor diye düşünebilirsiniz! Hayır! Her gün okula, öğrencilerine, sınıfına, atölyesine gider gibi Moda kütüphanesine gidiyor. Belki de sanatını, tuvalden edebiyata taşımak için ömrünün tamamını içine alan bir eseri yazıyor; çalışıyor, düşünüyor, harmanlıyor…

Güven SERİN