TEK BİR
HİKÂYENİN IŞILTISI
Okumaya, yaşamaya dair yaşanmış hikâyeyi anlatacağım sizlere. Koca bir ömrün sonunda sadece bir hikâyesi olan kadını… Okuma ve yazması olmayan, hayatı boyunca birkaç şehir ve kasaba ancak gezmiş olan kadın bir gün büyük bir şehre gitmiş.
Akrabasıyla telefonda sözleştikleri yerde inmesi gerekirken otobüs onu farklı bir durakta indirince o büyük ve ona göre insan kalabalığı için yaşanan kaosun –kargaşa içinde kayboluvermiş…
Hayatın dehlizlerinde kaybolmamış, kendi yaşamını her daim sevgiyle örmüş bu kadın, koca şehrin içinde kayboluvermiş. Neredeyse akşama kadar en yakınındaki parkta kimi ağlamış, kimi susmuş ve en sonunda akrabasının yerini belki de korkunun hafızayı zorlaması yardımıyla gün sona erdemden eğri-büğrü anlattığı adresi iyice dinleyen bir taksi şoförünün yardımıyla gideceği yere gözleri yaşlar içinde kavuşmuş…
Bu hikâye O’nun tek hikâyesidir. Bazen bir tesadüf bazen kulak misafiri olarak, kadının sadece bir hikâyesini defalarca anlatmasına şahitlik ettim. Titiz bir dokumacı gibi, ilmek ilmek, bir heykeltıraş gibi yontarak, bir ressam gibi her fırça darbesiyle o günü yeniden ve farklı renkleriyle resmeder.
Bir tek hikâyesi olan kadın, o hikâyeyi her anlatışında kalbiyle sesi arasında şeffaf bir bağ kurulur ve duygu sağanağı başlar; demet demet…
Ülke ülke, şehir şehir gezmiş, yüzlerce binlerce kitap okuyup bilgi devşirmiş insanlar var. Bir süre sonra bazıların anlatımları, zihinlerinde biriken tortular yüzünden birbirine karışmaya başlar. O kadar çok görmüş ve öğrenmişlerdir ki kendi anlattıklarını bile beğenmez hale gelirler. Sürekli daha fazlasını arar ve isterler.
İşte tam da burada anlatacak sadece bir tek hikâyesi olan kadın, bir filiz gibi yükselir maviliğe doğru. Her anlatışında elli yıl önceki kayboluşu tekrar tekrar yaşar. Aynı zamanda dinleyicisine yaşatır. Kendisini birkaç kez üst üste dinlemiş olanlar bile, tekrar ilk heyecanın sabrıyla, merakıyla dinlerler…
O’nun tek hikâyesi, okyanusları aşmış bilgeliğe bir yerde kafa tutar. Çünkü o hikâye saf bir duygunun, yaşanmış bir anın, yürekten kopup gelen çığlığın yansımasıdır…
Naipli Âdem Amca da buna benzer bir hikâye anlatmıştı. Yaşamı boyunca çok okumuş, çok dinlemiş ama hiçbir şey yazmamıştı. Kısacası yazma eylemi hiç gerçekleşmemişti. Sonunda yazdığı bir tek şey; kızlarına bir yerde bütün kızlara yazdığı bir tek mektuptur. O mektup ki, bir ömür boyunca okuduğu kitapların yansıması ve en değerli olanıdır; Âdem Amca için…
Yazı yaşamı tam da burada tütmeye, kıvılcım saçıp kendi kültürel ateşini yakmaya başlar: -Kalpten kalbe uzanan bağların, şefkatlerin özeti gibidir.
Kısacık bu iki öykü bize neyin anlatıyor? Yüzlerce, binlerce kitap okumak mı, yoksa tek bir hikâyeyi yürekten hissetmek mi? Binlerce sözcük yazmak mı, yoksa kalpten gelen birkaç cümle ile ömrü özetlemek mi? Belki de cevap, nicelikte değil niteliktedir…
Yaşanmışlıkların derinliği, duyguların samimiyeti ve anlatımın ruhumuzda bıraktığı iz; galiba önemli olan budur…
Yaşamı boyunca tek bir öyküsü olan ve her fırsatta onu anlatan kadına bir şiir seçsem Nilgün Marmara’dan Herkesin Bir Kaybolmuşluk Hali Var şiirini hediye etmek isterim:
Herkesin bir kaybolmuşluk hali var
Belki bir sokak arasında,
belki bir düş içinde
Biraz çocuksu, biraz masum
Yüreğinde çarpan o büyük
çaresizlik
Ve sonra, bir ışık beliriyor
ansızın
Bir ses, bir dokunuş, bir iz
Kayboluş bitiyor, varoluş
başlıyor yeniden
Güven SERİN