6 Eylül 2025 Cumartesi

TEK BİR HİKAYENİN IŞILTISI

 



                                     TEK BİR HİKÂYENİN IŞILTISI

   Okumaya, yaşamaya dair yaşanmış hikâyeyi anlatacağım sizlere. Koca bir ömrün sonunda sadece bir hikâyesi olan kadını… Okuma ve yazması olmayan, hayatı boyunca birkaç şehir ve kasaba ancak gezmiş olan kadın bir gün büyük bir şehre gitmiş.

   Akrabasıyla telefonda sözleştikleri yerde inmesi gerekirken otobüs onu farklı bir durakta indirince o büyük ve ona göre insan kalabalığı için yaşanan kaosun –kargaşa içinde kayboluvermiş…

  Hayatın dehlizlerinde kaybolmamış, kendi yaşamını her daim sevgiyle örmüş bu kadın, koca şehrin içinde kayboluvermiş. Neredeyse akşama kadar en yakınındaki parkta kimi ağlamış, kimi susmuş ve en sonunda akrabasının yerini belki de korkunun hafızayı zorlaması yardımıyla gün sona erdemden eğri-büğrü anlattığı adresi iyice dinleyen bir taksi şoförünün yardımıyla gideceği yere gözleri yaşlar içinde kavuşmuş…

   Bu hikâye O’nun tek hikâyesidir. Bazen bir tesadüf bazen kulak misafiri olarak, kadının sadece bir hikâyesini defalarca anlatmasına şahitlik ettim. Titiz bir dokumacı gibi, ilmek ilmek, bir heykeltıraş gibi yontarak, bir ressam gibi her fırça darbesiyle o günü yeniden ve farklı renkleriyle resmeder.

   Bir tek hikâyesi olan kadın, o hikâyeyi her anlatışında kalbiyle sesi arasında şeffaf bir bağ kurulur ve duygu sağanağı başlar; demet demet…

   Ülke ülke, şehir şehir gezmiş, yüzlerce binlerce kitap okuyup bilgi devşirmiş insanlar var. Bir süre sonra bazıların anlatımları, zihinlerinde biriken tortular yüzünden birbirine karışmaya başlar. O kadar çok görmüş ve öğrenmişlerdir ki kendi anlattıklarını bile beğenmez hale gelirler. Sürekli daha fazlasını arar ve isterler.

   İşte tam da burada anlatacak sadece bir tek hikâyesi olan kadın, bir filiz gibi yükselir maviliğe doğru. Her anlatışında elli yıl önceki kayboluşu tekrar tekrar yaşar. Aynı zamanda dinleyicisine yaşatır. Kendisini birkaç kez üst üste dinlemiş olanlar bile, tekrar ilk heyecanın sabrıyla, merakıyla dinlerler…

   O’nun tek hikâyesi, okyanusları aşmış bilgeliğe bir yerde kafa tutar. Çünkü o hikâye saf bir duygunun, yaşanmış bir anın, yürekten kopup gelen çığlığın yansımasıdır…

  Naipli Âdem Amca da buna benzer bir hikâye anlatmıştı. Yaşamı boyunca çok okumuş, çok dinlemiş ama hiçbir şey yazmamıştı. Kısacası yazma eylemi hiç gerçekleşmemişti. Sonunda yazdığı bir tek şey; kızlarına bir yerde bütün kızlara yazdığı bir tek mektuptur. O mektup ki, bir ömür boyunca okuduğu kitapların yansıması ve en değerli olanıdır; Âdem Amca için…

  Yazı yaşamı tam da burada tütmeye, kıvılcım saçıp kendi kültürel ateşini yakmaya başlar: -Kalpten kalbe uzanan bağların, şefkatlerin özeti gibidir.

   Kısacık bu iki öykü bize neyin anlatıyor? Yüzlerce, binlerce kitap okumak mı, yoksa tek bir hikâyeyi yürekten hissetmek mi? Binlerce sözcük yazmak mı, yoksa kalpten gelen birkaç cümle ile ömrü özetlemek mi? Belki de cevap, nicelikte değil niteliktedir…

   Yaşanmışlıkların derinliği, duyguların samimiyeti ve anlatımın ruhumuzda bıraktığı iz; galiba önemli olan budur…

   Yaşamı boyunca tek bir öyküsü olan ve her fırsatta onu anlatan kadına bir şiir seçsem Nilgün Marmara’dan Herkesin Bir Kaybolmuşluk Hali Var şiirini hediye etmek isterim:

 Herkesin bir kaybolmuşluk hali var

Belki bir sokak arasında, belki bir düş içinde

Biraz çocuksu, biraz masum

Yüreğinde çarpan o büyük çaresizlik

Ve sonra, bir ışık beliriyor ansızın

Bir ses, bir dokunuş, bir iz

Kayboluş bitiyor, varoluş başlıyor yeniden

 Güven SERİN 

 

 

 

  


4 Eylül 2025 Perşembe

AKÇEŞME İNSANLARI

 




             AKÇEŞME İNSANLARI:

KÜLTÜRÜN, MUHABBETİN VE MESAFENİN İNCE HİKÂYESİ

Bir mahallenin ruhunu en çok nerede görürüz? Kimi için bu bir pazaryeridir, kimi için cami havlusu, kimi içinse mahalle kıraathanesi. Süleymanpaşa’nın Akçeşme bölgesi, işte tam da bu ruhu taşıyan bir yer. Trakya’nın kendine özgü samimiyetiyle yoğrulmuş ama Anadolu’nun her köşesinden göç alarak zenginleşmiş bir muhit burası.

 Dün akşam Akçeşme’nin geniş kaldırımlarında yürürken yolum Sabuncu Kıraathanesi’ne düştü. Daha kıraathaneye varmadan Yaşar’a rastladım. Selamlaştık, hal hatır sorduk.”Bir çay içelim,” dediğimde; “Ben gelemem, orada filanca kişiyle konuşmuyorum,” diye yanıtladı. İşte Akçeşme insanının zarafeti burada saklıdır. Kırgınlığını yüksek sesle haykırmaz, kavgasını topluma taşımaz. Sessizce mesafe koyar. Hem kendisini, hem de karşısındakini incitmeden, “zaman” a bırakır her şeyi.

 Kıraathaneye girdiğimde masalarda oyunlar oynanıyor, kahkahalar yükseliyordu. Selamlaştığım herkesin gözünde aynı ışık vardı: Hayata tutunmanın ve umudu diri tutma ışığı. Ahmet’in, Bayram’ın, Erdinç Bey’in, Âdem Bey’in tebessümleri bu semtin gülen yüzü gibiydi.

 Erdal Sabuncu ile sohbete oturunca konu bir anda mahalleye dair dertlere geldi. Sporun gençlere kazandıracağı disiplin, temiz parkların özlemi, sokakların daha düzenli olması gerekliliği… Erdal yalnızca bir esnaf değil. Yaşadığı yere kök salmış, semtin her taşına, her ağacına kendi emeğini koymuş bir gönül insanı. Onun bu çabası, Akçeşme’nin geleceği için bir umut kaynağı.

 Hüseyin’in yan masadan selamı, Kemal’in tiyatro sahnesinden çıkıp gelmiş gibi hayat dolu mizahı… Çaylarımızla birlikte sadece sohbet etmedik, aynı zamanda Akçeşme’nin kültürel mirasını yudumladık. Burada bir bardak çay, sadece içecek değil; bir hikâye, bir paylaşım ve bir gönül köprüsü.

 Akçeşme insanı böyledir işte: Alçakgönüllü, mesafeyi de muhabbeti de ince bir ayarla kurar. Bu yüzden Akçeşme, yalnız bir semt değil, yaşamın, dostluğun, kültürün ve insanlığın kendisidir.

 Akçeşme’ye bir şair uğrarsa ve kalemi eline alıp bir şeyler yazmak isterse acaba ne yazar? O şaire, o yazara hadi diyelim o zaman:

 “Bir caddede, bir sokakta selam yükselir

Bir bardakta muhabbet demlenir

Kırgınlık bile incitmez burada

Çünkü Akçeşme’de gönül yenilenir.”

 Bu konuşmalardan, sohbetten sonra bir çağrı yapalım, şehri önemeysen, kalbinde şehir sevgisi olan yöneticilere: Bütün bu güzelliklerin yanında, Akçeşme’nin ihmal edilmiş yanları da vardır. Burada bulunan Çanakkale Şehitler Anıtı, sadece Süleymanpaşa için değil, tüm ülke için değer taşıyan bir mirastır. Fakat hak ettiği ilgiyi görmemektedir. Bu anıt, bu anıtın etrafında yatan Çanakkale şehitlerinin aziz ruhları, sadece şehir turizmine değil, ülke turizmine kazandırılmalıdır.

 Aynı şekilde Akçeşme’nin yeşil alanları, parları, dinlenme yerleri yetersizdir. Zamanında bu konuda sözler verilmişti; peki neden tutulmaz?

 Akçeşme insanı, muhabbetiyle, kültürüyle, çalışkanlığıyla bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Şimdi sıra idarecilerde: Bu mahalleye verdikleri değeri sadece sözle değil, icraatla göstermeliler.

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 






3 Eylül 2025 Çarşamba

SEBİDE YENGE

 


                              GÜLEN YÜZLÜ DESTAN: SEBİDE YENGE

 Duy Sesimi Paşaköy!

 Sebide Kara’nın vefatının üzerinden birkaç gün geçti. O şakacı, o sanatçı ruhlu insan artık yok. Ama onun ağzından bir destan dinleteceğim size destancı Sibide Yenge’nin yüksek erdemli hatırası için:

 “Duy Sesimi Paşaköy!

Ben Sebide’yim… Bir yüzyıla yaklaşan bir ömrün içinde sizlere destanlar anlattım. Geceler boyu, lambalar ışığında, sarı sayfalar elimde; hem okudum hem yaşadım. Her ağıt bir anıydı, her kahkaha bir dostun yüzüydü.

 Hatırlayın o akşamları…

Fırından yeni çıkmış ekmeği birbirimize uzattığımız,

Bir bebek ağladığında üç evin kapısın açıldığı günleri…

Komşu komşunun külüne muhtaç değil, yüreğine ortaktı o zamanlar.

Her doğuma dua, her ölüme gözyaşıyla koşardık.

Çocuklar, sokaklarda özgürdü; analar kapı önlerinde ağıt gibi otururdu,

Ama ben ağıtları bile şakaya vururdum bazen,

Çünkü gülmek de destandı bizim orada.

Şimdi sustum. Söz sizde evlatlar.

Hatırlayın. Anlatın.

Ben göçtüm ama sesim kalır bu rüzgârda…

Sarı sayfalarda değil artık, sizin hatıralarınızda yaşarım.”

 Bazı isimler bir evin değil, bir mahallenin dili olur. Bazı yüzler yalnız hatıralarda değil, bir çağın ruhunda yaşar. İşte onlardan biri, bizim mahallemizin destan anlatıcısıydı: Sebide Yenge.

 Geçtiğimiz günlerde, çocukluğumun tanığı, komşuluğun ta kendisi olan Sebide Yenge’nin öldüğünü, arkadaşım Şerif Bilir’in sesiyle duydum. Sesi hüzünle titredi.

“Sebide Abla’yı gömdük... Oradan geliyorum.”

 O an, zamanın göğsünde bir çentik daha açıldı. Hafızam, rüzgârla savrulan bir yaprak gibi dönüp dolaştı ve usulca Sebide Yenge’nin anılarına kondu.

 Sebide Yenge sadece bir komşu değildi. O,bir anlatıcıydı. Bir hafızaydı. Bir halk şairinin, dilden dile dolanan sesiydi adeta.

 Sarı sayfalara yazılmış destanları öyle bir okurdu ki… Dinlerken, yazanı unutur, anlatana tutulurduk. O kadar içli, o kadar sanki yaşamışçasına… Bir kahraman ağlarsa, gözleri dolardı. Bir yiğit düşerse, sesi titrerdi. Ama sonra birden kahkahayla gülerdi, öyle bir şaka patlatırdı ki, ölüm bile gelip geçerdi yanından.

 Sebide Yenge’nin olduğu yıllarda, komşuluk akrabalıktan daha yakın bir şeydi. Bir kapı çaldığında önce kulak değil, kalp dinlerdi sesi. Bir bebek ağladığında sadece annesi değil, komşusu da uyanırdı. Fırından çıkan ekmek dilimlenmeden önce komşunun payı ayrılırdı.

Hastalıkta “geçmiş olsun” sadece bir söz değil, bir tabak çorba, bir dert ortağıydı. Düğünler mahalleyle kurulur, cenazeler mahalleyle kaldırılırdı.

 İşte bu kültürün canlı arşiviydi Sebide Yenge. Sadece olayları değil, duyguları da anlatırdı. Sesiyle, mimikleriyle, yeri geldi mi omzunu silkim bir de türküyle…

 Bugün şehirlerde çok şey var: Geniş yollar, yüksek binalar, koca marketler… Ama Sebide Yenge gibi komşular yok artık. Kapılar kitli, gözler perdede, selamlar ekranlarda… Birbirini tanımayan apartmanlar, her akşam sessizliğe gömülüyor.

 Oysa bir zamanlar sessizlik, sadece Sebide Yenge sustuğunda olurdu. Onun sustuğu bu yenidünyada, bir çocuklukta sessizliğe gömüldü.

 Sebide Yenge sadece gömülmedi. O,yaşadığı o mahalleye, o geçmişe, o kültüre dair hep hatırlanacak. Çünkü bazı insanlar giderken bir şeyler bırakır: Bir şaka… Bir türkü… Bir ekmek kokusu… Ya da unutulmaz bir ses tonuyla bir destan… Ve bu insanlar unutulmaz…

Güven SERİN