USTASIYLA TANIŞMAK
Balkan rüzgârlarının fısıltısını taşıyan
İpsala'da, Meriç Nehri'nin kıyıcığında, zamanın ağır ve bilge adımlarla aktığı
o topraklardaydım. Mazinin izini sürmek, toprağın altında sessizliğin erdemine
bürünmüş akrabalarımın hatırasına bir selam durmak niyetiyle İpsala
mezarlığının yolunu tutmak istedim. Kadim dostum Şerif Bilir'e bu niyetimi
açtığımda, kendi meşguliyetini bir anlığına unutarak o vefalı tavrıyla,
"Ben seni bırakayım," dedi ve ekledi: "Mezarcı Arif'i bir
arayayım, oradaysa sana yardımcı olur."
"Arif kim?" sualim, hafızanın
coğrafyasında bir kapı araladı. "Bizim Paşaköy'den," diye başladı
Şerif, "Yıllardır bu mezarlığın sırrını o tutar. Kimin nerede ebedi
uykusuna daldığını ondan iyi kimse bilmez." Bu sözler, basit bir
tanışıklığın ötesinde, toprağa ve onun sakinlerine adanmış bir ömrün
habercisiydi. Şerif, çarşıda olan Arif Bey'i alıp yanımıza getirdiğinde,
karşımda lakabının hakkını veren, o ölüler ülkesinde kendi yüksek sükûnetini
bulmuş ve bunu adeta ruhuna nakşetmiş bir adam duruyordu.
Arif Bey'in gözlerindeki o anlık heyecan,
mesleğini bir görevden ziyade, bir yaşam biçimi olarak benimsediğinin en net
deliliydi. Nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, aradığım isimleri bir bir
sıraladım: Ali Dayım (Ali Darcan), Gürsel Eniştem (Gürsel Şimşek), Ercüment
Darcan, Hasan Darcan ve teyzelerimin ( Ayşe,Fatma,Müzeyyen,Firdevs ) babaannesi
Paşaköylü Güllü Önder... Her isimle birlikte Arif Bey’in hafıza defterinin
sayfaları hızla çevriliyor, yüzünde o insanlara dair bir anının gölgesi
beliriyordu. Hızlı ve kendinden emin adımlarla bizi mezarların başına götürdü.
Orada, neredeyse hepsi yan yana, toprağın altında dahi bir aradalar; sanki
yepyeni ve ebedi bir ülkenin kurucuları gibiydiler. Zamansız vedalarıyla
yüreklerimizde derin izler bırakan, hayatlarının baharında bu sessiz topraklara
emanet edilen o güzel ruhların huzurunda durmak, faniliğin en dokunaklı
dersiydi. Bir zamanlar Gürel Turizmi bir marka haline getiren Hasan Gürel
gibi İpsala'nın ne çok tanıdık siması, bu sessizlik cumhuriyetinde yan yana
uzanıyordu.
Arif Bey, mezar kazıcılığını bir sevgi ve
saygı ayini gibi yürütüyordu. Ağır bir ameliyat sonrası sarsılan sağlığını,
yine bu çam ve kır kokularının birbirine karıştığı, masumiyetin hüküm sürdüğü
sessiz dünyada yeniden bulmuştu. Sohbetimiz derinleştikçe, anlattığı mezar
anılarıyla İpsala Mezarlığı, adeta felsefi bir sahneye dönüştü. Özellikle çok
eski mezarları açtığında, bir zamanlar hayatla, gururla, sevgiyle dimdik duran
o iskeletin, bir dokunuşla nasıl toza toprağa karıştığını anlatırken sesi bir
anlığına kısıldı.
İşte o an, İpsala'nın çam kokulu
mezarlığından sıyrılıp kendimi Shakespeare’in Elsinore’unda-Danimarka’sında
buldum. Karşımda duran Arif Bey, Hamlet'in o meşhur sahnesindeki mezarcıydı
sanki. Onun anlattığı, bir zamanlar görkemle ayakta duran bir bedenin fani
kalıntılarının toprağa dönüş hikâyesi, Hamlet’in elinde tuttuğu Yorick’in kuru
kafasına sorduğu o ebedi soruyu hatırlatıyordu: "Nerede şimdi o
nüktelerin, o şakaların, o şarkıların?" Arif Bey, bir bilim insanı
titizliği ve bir edebiyatçı derinliğiyle, hayatın ve ölümün en yalın gerçeğini,
faniliğin felsefesini dile getiriyordu. Onu dinlerken, mezarcıyla konuşan
Hamlet’in diyaloglarının içinde gibiydim.
Sohbetin bir yerinde Halim Dayım ve Remziye
Yengem'in mezarlarını sordum. Bir an bile tereddüt etmeden, ayağına üşenmeden
mezarlığın öteki ucuna doğru yürümeye başladı. Bu yürüyüş, onun için bir
angarya değil, hafızaya gösterilen bir sadakat yeminiydi.
Arif Bey, bu işi büyük bir saygınlık ve
sükûnet içinde yapan, toprağın altındaki her bedene birer emanet gibi bakan,
yaşayan bir arşiv, sessizler ülkesinin bilge bir bekçisiydi. İpsala'dan
ayrılırken aklımda sadece bulduğum mezarlar değil, ölüme ve hafızaya adanmış bu
mütevazı ama bir o kadar da yüce ruhlu adamın portresi kalmıştı. O, toprağın
şairidir; her gün faniliğin en dokunaklı şiirini okuyan ve sessizliğin dilini
en iyi konuşan adam...
İpsala'dan ayrılmadan önce yaşadığım kısa bir
anı, bu toprakların ruhunu belki de en iyi özetleyen bir hediye gibiydi.
Mezarlık ziyareti sonrası yolda, sanki omuzlarına dünyanın yükü binmiş, yaşama
küsmüş gibi ağır adımlarla yürüyen birini gördüm. Önce ikimiz de birbirimizi
tanıyamadık. İçimdeki bir tereddüdü yenerek "Ahmet Abi, Ahmet
Enişte?" diye seslendim. O an, sanki derin bir uykudan uyanan bir canlı
gibi irkildi ve bana dönen yüzünde yıllardır bildiğim o neşeli, taze ve
aydınlık gülümseme belirdi: "Yusuf'un oğlu Güven! Sen Güven'sin!" O
on dakikalık sohbette, az önceki yarı uykudaki yorgun adam gitmiş, yerine benim
tanıdığım, neşesiyle içimizi ısıtan Ahmet Enişte gelmişti. Sadece babam Yusuf
Serin'i anmak, onu yâd etmek bile ikimizin de ruhuna on dakikalığına da olsa
bir bahar getirmişti. İpsala, sadece tarlaları ve binalarıyla değil, işte böyle
bir selamla yeniden canlanan hatıraları ve bir anıyla birbirine şifa olan
insanlarıyla var olmaya devam ediyor.
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder