15 Eylül 2025 Pazartesi

İPSALA'DA KÖKLERİNİ ARAMAK

 

Arif Yetim,Ahmet Enişte







İPSALA’DA KÖKLERİ ARAMAK ve BİR SÜKÛNET

USTASIYLA TANIŞMAK

 Balkan rüzgârlarının fısıltısını taşıyan İpsala'da, Meriç Nehri'nin kıyıcığında, zamanın ağır ve bilge adımlarla aktığı o topraklardaydım. Mazinin izini sürmek, toprağın altında sessizliğin erdemine bürünmüş akrabalarımın hatırasına bir selam durmak niyetiyle İpsala mezarlığının yolunu tutmak istedim. Kadim dostum Şerif Bilir'e bu niyetimi açtığımda, kendi meşguliyetini bir anlığına unutarak o vefalı tavrıyla, "Ben seni bırakayım," dedi ve ekledi: "Mezarcı Arif'i bir arayayım, oradaysa sana yardımcı olur."

"Arif kim?" sualim, hafızanın coğrafyasında bir kapı araladı. "Bizim Paşaköy'den," diye başladı Şerif, "Yıllardır bu mezarlığın sırrını o tutar. Kimin nerede ebedi uykusuna daldığını ondan iyi kimse bilmez." Bu sözler, basit bir tanışıklığın ötesinde, toprağa ve onun sakinlerine adanmış bir ömrün habercisiydi. Şerif, çarşıda olan Arif Bey'i alıp yanımıza getirdiğinde, karşımda lakabının hakkını veren, o ölüler ülkesinde kendi yüksek sükûnetini bulmuş ve bunu adeta ruhuna nakşetmiş bir adam duruyordu.

Arif Bey'in gözlerindeki o anlık heyecan, mesleğini bir görevden ziyade, bir yaşam biçimi olarak benimsediğinin en net deliliydi. Nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, aradığım isimleri bir bir sıraladım: Ali Dayım (Ali Darcan), Gürsel Eniştem (Gürsel Şimşek), Ercüment Darcan, Hasan Darcan ve teyzelerimin ( Ayşe,Fatma,Müzeyyen,Firdevs ) babaannesi Paşaköylü Güllü Önder... Her isimle birlikte Arif Bey’in hafıza defterinin sayfaları hızla çevriliyor, yüzünde o insanlara dair bir anının gölgesi beliriyordu. Hızlı ve kendinden emin adımlarla bizi mezarların başına götürdü. Orada, neredeyse hepsi yan yana, toprağın altında dahi bir aradalar; sanki yepyeni ve ebedi bir ülkenin kurucuları gibiydiler. Zamansız vedalarıyla yüreklerimizde derin izler bırakan, hayatlarının baharında bu sessiz topraklara emanet edilen o güzel ruhların huzurunda durmak, faniliğin en dokunaklı dersiydi. Bir zamanlar Gürel Turizmi bir marka haline getiren Hasan Gürel gibi İpsala'nın ne çok tanıdık siması, bu sessizlik cumhuriyetinde yan yana uzanıyordu.

Arif Bey, mezar kazıcılığını bir sevgi ve saygı ayini gibi yürütüyordu. Ağır bir ameliyat sonrası sarsılan sağlığını, yine bu çam ve kır kokularının birbirine karıştığı, masumiyetin hüküm sürdüğü sessiz dünyada yeniden bulmuştu. Sohbetimiz derinleştikçe, anlattığı mezar anılarıyla İpsala Mezarlığı, adeta felsefi bir sahneye dönüştü. Özellikle çok eski mezarları açtığında, bir zamanlar hayatla, gururla, sevgiyle dimdik duran o iskeletin, bir dokunuşla nasıl toza toprağa karıştığını anlatırken sesi bir anlığına kısıldı.

İşte o an, İpsala'nın çam kokulu mezarlığından sıyrılıp kendimi Shakespeare’in Elsinore’unda-Danimarka’sında buldum. Karşımda duran Arif Bey, Hamlet'in o meşhur sahnesindeki mezarcıydı sanki. Onun anlattığı, bir zamanlar görkemle ayakta duran bir bedenin fani kalıntılarının toprağa dönüş hikâyesi, Hamlet’in elinde tuttuğu Yorick’in kuru kafasına sorduğu o ebedi soruyu hatırlatıyordu: "Nerede şimdi o nüktelerin, o şakaların, o şarkıların?" Arif Bey, bir bilim insanı titizliği ve bir edebiyatçı derinliğiyle, hayatın ve ölümün en yalın gerçeğini, faniliğin felsefesini dile getiriyordu. Onu dinlerken, mezarcıyla konuşan Hamlet’in diyaloglarının içinde gibiydim.

Sohbetin bir yerinde Halim Dayım ve Remziye Yengem'in mezarlarını sordum. Bir an bile tereddüt etmeden, ayağına üşenmeden mezarlığın öteki ucuna doğru yürümeye başladı. Bu yürüyüş, onun için bir angarya değil, hafızaya gösterilen bir sadakat yeminiydi.

Arif Bey, bu işi büyük bir saygınlık ve sükûnet içinde yapan, toprağın altındaki her bedene birer emanet gibi bakan, yaşayan bir arşiv, sessizler ülkesinin bilge bir bekçisiydi. İpsala'dan ayrılırken aklımda sadece bulduğum mezarlar değil, ölüme ve hafızaya adanmış bu mütevazı ama bir o kadar da yüce ruhlu adamın portresi kalmıştı. O, toprağın şairidir; her gün faniliğin en dokunaklı şiirini okuyan ve sessizliğin dilini en iyi konuşan adam...

İpsala'dan ayrılmadan önce yaşadığım kısa bir anı, bu toprakların ruhunu belki de en iyi özetleyen bir hediye gibiydi. Mezarlık ziyareti sonrası yolda, sanki omuzlarına dünyanın yükü binmiş, yaşama küsmüş gibi ağır adımlarla yürüyen birini gördüm. Önce ikimiz de birbirimizi tanıyamadık. İçimdeki bir tereddüdü yenerek "Ahmet Abi, Ahmet Enişte?" diye seslendim. O an, sanki derin bir uykudan uyanan bir canlı gibi irkildi ve bana dönen yüzünde yıllardır bildiğim o neşeli, taze ve aydınlık gülümseme belirdi: "Yusuf'un oğlu Güven! Sen Güven'sin!" O on dakikalık sohbette, az önceki yarı uykudaki yorgun adam gitmiş, yerine benim tanıdığım, neşesiyle içimizi ısıtan Ahmet Enişte gelmişti. Sadece babam Yusuf Serin'i anmak, onu yâd etmek bile ikimizin de ruhuna on dakikalığına da olsa bir bahar getirmişti. İpsala, sadece tarlaları ve binalarıyla değil, işte böyle bir selamla yeniden canlanan hatıraları ve bir anıyla birbirine şifa olan insanlarıyla var olmaya devam ediyor.

Güven SERİN 

 

 

Hiç yorum yok: