20 Kasım 2024 Çarşamba

IŞINER GÜNGÖR TEKİRDAĞ'DA

 



                                IŞINER GÜNGÖR TEKİRDAĞ’DA

  İyi yetişmiş, kendine emek harcamayı ciddi bir iş kabul edip, çevresini, toplumunu, milletini, vatanını önemseyen gençlerle sohbet etmeyeli çok oldu.

    Genç deyince hep duymak istediğimiz, görmek için can attığımız heyecanı, görgüyü, mücadeleyi Işıner Güngör ile 16 Kasım Cumartesi günü yapmış olduğumuz iki saatlik sohbette gördüm.

   Işıner Güngör, şehirden şehre, ülkeden ülkeye, farklı kültürlere koşmanın yanında, kendi ülkesinde, kalbi bağ kurduğu Tekirdağ, İstanbul, Edirne gibi şehirler için zihinsel üretimini, düşüncelerini de kimi yazıya, kimi sunumlarda katılmış olduğu mekânlarda paylaşıyor.

   Baba tarafı Şarköy Mürefte, anne tarafı Edirne İpsala ve kendisinin de ifade ettiği gibi kişiliğinin gelişip olgunlaştığı yer ise İSTANBUL…

   Işıner Güngör ile yapmış olduğumuz sohbet; Ama Fakat Lakin-Siz olmanın yanında egoları tımar edilmiş bir insanın yanında ilk kez karşılaşıp da samimi duygularla güne, güncel olanı, bizi biz yapan değerleri, yetmeyen zamana karşı, heyecan ve umut içinde kendi adıma çok değerli bir anı ve aydınlanma anı yaşadım…

   Bu buluşma Işıner’in gayreti, ailesinden almış olduğu akraba kültürü ve samimiyeti içinde gerçekleşti. Onun sohbetinden onur duyarken, bir akrabaya duymuş olduğum özlemi bir yana, bir Türk gencinin kendisiyle yapmış olduğu savaşı kazanması;  gitmiş olduğu, görmüş olduğu diğer kültürlerle kendi kültürünü yoğurmuş bir insanın dik ve erdemli duruşu karşısında gelecek adına daha da umutlandım…

   Umutlarımızı kıran, heyecanlarımızı kirleten o kadar çok olay, haber duyuyoruz ki, sanıyoruz ki toplumun tamamı çürüdü. Öyle değil; Işıner Güngör gibi kim bilir kaç milyon gencimiz var…

   Işıner ile başka neler konuştuk? Onun penceresinden bakınca, gezen gören ve kendini güncelleyen bir gencin yanında epey onurlandım.

   Işıner Güngör’ün bir sürü sorumluluğu var. Ama en önemlilerinden birisi, Avrupa Birliği Komisyonu tarafından kurulan Uluslararası Diplomatlar Birliği’nin Türkiye Denetim Kurulu Başkanlığını da yapıyor.

   Sohbetlerin tatları ve tuzları; birikim, deneyim ve yenilenmeler ile her daim doyumsuzdur. Böyle sohbetler öğretici olmanın yanında, Işıner’in annesi Hatice teyze ile yapmış olduğumuz telefon sohbeti, Hanife teyzenin oğlu Cengiz ile yapmış olduğumuz telefon sohbetini de ekleyince; kültürel, sosyal buluşmanın o manevi tarafı da sessizce yeryüzüne geri dönmüş oluyor…

   Işıner Güngör’ün sanata bakış açısı; huzuru arayan her insanın aradığı bir özellik; “ Sanatın en önemli fonksiyonu, insanın maneviyatını, estetik hislerle güzelleştirmeyi amaç edinmesidir” Aynı zamanda Işıner, ülkemizdeki Güzel Sanatlar Fakültesi ve Sanat Kursları ile yeni sanatçıların yetişeceğinden çok ümitli…

    Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusunda da Işıner’in görüşlerini anlamlı buldum. “KKTC,self-determinasyon (kendi kaderini tahin etme) ilkesine dayanarak bağımsızlığını tüm dünyaya duyurmuştur.Barış ve çözümden yana tavır takınılacağı Rum tarafına ve garantör devletlere duyurulmuştur.

    Çetin mücadeleler sonucunda bağımsızlık ilan edilmiş, ilk kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, özgürlük mücadelesi lideri Dr.Fazıl Küçük ve Kıbrıs Türk Federe Devleti Başbakanı Osman Örnek’in sevinçle kalabalığı selamladığı konuşmanın fotoğrafları zihinlere kazınmıştır.

   Bir başka sıfatı, Yüzüncüyıl Gazeteciler Derneği Uluslararası İlişkiler Komisyonu Başkanı Işıner Güngör, İstanbul Trakyalılar Kültür ve Dayanışma Derneği tarafından düzenlenen buluşmaya katılmanın heyecanını ve onurunu yaşıyor. Işıner Güngör bu heyecanı şöyle dile getiriyor;

“ Trakyalı vatandaşlarımızın Balkan ülkeleriyle ilgili bilgi birikimleri ve tecrübeleri çok kıymetli! Yerel dillerden tutun da var olan akrabalık ilişkilerine kadar bölgeye yakın dereceden ilintilidirler. Oralardaki mevzuat ve yaşam koşulları gibi birçok konuya da hâkimler. Eğer bu bahsi geçen tecrübeler, Türk Ticaret hayatıyla paylaşılabilinirse ülkemizin Balkanlarla olan ticaretine olumlu katkılar sağlayabiliriz.”

  Biraz emek, hareket ve manevi kudret, insan denen canlıyı kısır çekişmelerden, kuruntulardan çok öteye taşıyor. Işıner Güngör’e,

 Bana ayırdığı zaman, yapmış olduğu ziyaret, akrabalık bağlarına derin, samimi bir hissiyat içinde el uzattığı için TEŞEKKÜRÜ borç biliyorum…

 Güven SERİN 


  





16 Kasım 2024 Cumartesi

HULUSİ KENTMEN

 


İNTERNET

İNTERNET

                       HULUSİ KENTMEN: POST BIYIKLI ADAM

  Türk sinema tarihine derin izler bırakmış; “ Babacan, Tonton, Patron “ sözcüklerine sanatsal değer katmış bir insan… Yaklaşık 500’e yakın filmde rol alarak, sonradan sinemaya girip de kendi rekorunu, klasik eserlerini yaratan, Tırnova Bulgaristan doğumlu bir adam…

  Sinemanın, edebiyatın, kısacası sanat dallarının nitelikli ve halka inebilenlerin, rol icabı da olsa temsil ettikleri sıfatları, meslekleri ayrıcalıklı yerlere taşıyorlar. Bir yerde yıpranmış mesleklere, halkın, samimi ve sevgiyle bakmasını sağlıyor sinema dehası içinde olan yetenekler. Hulusi Kentmen filmlerini izleyip de bir patrona, bir komisere, bir dedeye saygı ve sevgi beslemeyen yoktur…

   Sinema sanatının yaratıcılığı, eşsiz hünerleri eğitimle bir yere kadar gün yüzüne çıkıyor. Hulusi Kentmen gibi yeteneklerin doğuştan sanatçı olduğu, yaptığı her filmde kendisini izleyicinin tamamına sevdirmesi, birçok filmde rol gereği bile olsa, doğaçlama yeteneği, belki de kendi özü gibi davranışıdır…

     Kemal Sunal da böyleydi, Münir Özkul’da, Müjdat Gezen, Şener Şen, Adile Naşit, Tarık Akan da… Taklitleri olmayan, olmayacak olan yaratıcı insan, sanatçılar…

  Tarık Akan ile yaptığı filmlerdeki baba veya komiser rollerini, Hulusi Kentmen üstlenmeseydi, o filmlerin tat ve tuzları eksik kalacaktı. O eksiği anlamadan, öğrenmeden seyrettiğimiz filmleri, çoktan unutup, unutulmuşlar mezarlığına bırakacaktık…

  Nicelikten çok nitelik… Telaştan, öfke ve kötülükten öte; iyilik, sükûnet, estetik ve zarafet… Bütün bunlar düş mü? Değil… Seksen yıl önceki eğitim ve öğretim sistemimize bakarsanız, birçok kentimizde, kasaba ve köylerimizde inanılmaz derece yetenekleri olan folklor yapan, selam ve sabahsız geçmeyen, düşküne el uzatan insanları görecek ve belki de niceliğin peşinden koşan birisi olarak anlamayarak, soru sormayarak hemen günün kargaşasına kapılacaksınız…

  Barış Manço’nun rol aldığı tek film; Baba Bizi Eversene filmidir. Defalarca izlenilse bıkılmayacak, içinde neşeden öte müziğin de tarihin sayfalarında eskimeden, değer yitirmeden kalacağını anlatan çok değerli Türk komedi filmlerinden birisidir.

    Sinema sanatı, edebiyat sanatı gibi; yeteneğin, yaratıcılığın büyüsüyle diğer yüzyıllara yolculuk yapma hakkını kazanır. Her daim, anlatacağı öyküler vardır. Düşündürür, güldürür, ağlatır ve yenilenmek için; “ Hadi, hazır mısın?” demeyi yüce ve evrensel bir görev bilir…

  Yönetmenliğini Oksal Pekmezoğlu yaptığı filmde rol alan sanatçılar; Barış Manço, Hulusi Kentmen,Merel Zeren,Serpil Nur,Bilge Zobu,Feridun Çölgeçen gibi çok değerli oyuncular…

   Post Bıyıklı Adam, yani Hulusi Kentmen bu filmde de babacan patron rolünde. Biraz moral bulmak, bir parça stres yükünden arınmak, belki de yeni moda deyim ile enerji depolamak için, yaşama değer, anlam ve neşe katan bu tür filmleri, sadece gülmek veya gülümsemek için değil, böyle değerlerimizin, yeteneklerin ne kadar az olduğunu da anlamlı ve içten düşünerek değerlendirme yeteneğimizi sorgulamalıyız…

    Tarih bilincini yerleştirmek, kalıcı bir sorgulama, anma ve hatırlama istikrarı içinde bizleri diğer ülkelerle yarışacak ve hatta öncü sıralara getirecek tek şey; Cumhuriyetin özündeki anlayışta dupduru bir şekilde bizleri bekliyor. Cumhuriyet’in masaya koymadığı tek bir konu yoktur. Önemsemediği tek bir bilim ve sanat dalı yoktur! Niçin? Birisi eksi kalırsa, medeniyetimiz de eksik kalır, yarıştan kopar…

   Hulusi Kentmen’in gerçek mesleği Deniz Astsubayı’dır. Aynı anda sinemanın içinde de var olur. Onu yakından tanıyan dostları, arkadaşları:

 —O gerçek yaşamda da hep babacan birisiydi. Asker arkadaşları içinde de, film dünyasında da çok sevildi…

   Sevgi ve sanat böyle bir şey; saygınlık, itibar ve soyluluk yakalar ve yaratır…

 Güven SERİN 

 





14 Kasım 2024 Perşembe

BUGÜN VARIZ,YARIN YOKUZ HÜSEYİN ABİ

 

ULİS'İN BAKIŞI

                      BUGÜN VARIZ YARIN YOKUZ HÜSEYİN ABİ!

            ( İnsanın Evine Ulaşması İçin Daha Kaç Sınır Geçmesi Gerekir? )

    Marmaraereğlisi merkezinde bir kıraathane ön bahçesinde oturuyordum. Gördüğüm kadarıyla çevremdeki masalarda oturanların hemen hepsi birbirini tanıyordu. Bazı masalarda oyunlar oynanıp sesli şakalar yapılırken, bazılarında ise gün sonuna doğru yorgun düşmüş zihinler, cigara dumanları altında dinlenmeye bırakılmıştı.

  Oturduğum masanın sağ tarafında iki kişi, iki tanıdık veya arkadaş dertleşiyorlardı. Daha genç olanı “ Hüseyin abi, bugün varız yarın yokuz! Çocuklar için bir şeyler yapmalıyız!” sözleri karşısında Hüseyin abi dediği kişi, sükûnet ve ciddiyet içinde arkadaşının iyice içini dökmesi için kılını bile kıpırdatmıyordu.

 Farkında mısınız dostlarım; -Bugünü düşünen yok gibi. Hep yarınlar için yaşayan, kendimizce hep kara günler için bir şeyler saklayan yüzleri gülmeyen milleti haline geldik. O yarınlar, nasıl olur, nasıl şekillenir kimse bilmez. Henüz vakit varken, güne yansıyan güneşi, rüzgârı, yaşama ait bütün tınıları bir tarafa bırakıp, hep bir türlü gelmeyecek olan yarınlara adanmış gizli kahramanlarız…

  Don Kişot bugün yaşasaydı kendi yaşadıklarının, yaşattıklarının ve okuduklarının deneyimiyle şöyle der miydi acaba; “ Ey insanlık, günün ve gecenin tadını çıkarmaya öğrenin. Büyük şeyler bekler, umut ederken, çok basit ama çok değerli olan mucizeleri kaçırmayın!” sözleri ne anlam taşır bizler için?

  31 Ekim 1909 yılında Lev Tolstoy’un kendi yaptığı bir konuşmadan şu örneği vermek isterim;

“ İnsanın özgür olmadığını söylerler. Oysa insan her daim ‘şimdi’ içinde hareket eder. Ve şimdi zamanın dışındadır… Geçmiş ile gelecek arasında bağdır sadece. Bu sebeple ‘şimdi’nin içinde insanlar hep özgürdür. Gelecek için endişe etmeyin. Çünkü gelecek diye bir şey yoktur. Sadece şimdi vardır. Onun için yaşayın… Ve şimdinin içinde iyiyseniz, sonsuza dek iyi demektir… İnsanlar sadece acıyla büyür. Bunun farkında olmak ve başa gelen talihsizliği kabul etmek iyidir… Böylece insanın isteyerek sırtlandığı yükleri hafifletir.”

   Sahilde bir parkta otururken her zaman selamlaştığım bir tanıdık yanıma geldi. Selam verdi ve biraz sohbet etmeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Çaylar ve sohbet derken, sohbetin yarısında ağlamaya başladı. Yaşı oldukça ileriydi. Çocuklarını çoktan büyütmüş, evlendirmişti. Ama şimdi de torunları için kaygılandığı veya kendince daha çok şeyler yapmak istediği halde yapamamasının acılarıyla boğazına kadar dopdoluydu…

   Hüseyin abi dediği kişiyle konuşan adam da çocukları için kaygılıydı. Oysa onun karşısındaki Hüseyin abi, bir süre sonra ona aydınlatıcı ve rahatlatıcı sorular sordu. Her sorduğu sorunun cevabını da bir güzel aldı. Marmaraereğlisi kıraathanesi ön bahçesinde masada oturan ve “Hüseyin abi bugün varız yarın yokuz diyen” adamın da ruhuyla birlikte bedenine binen yük, çocuklarına daha fazla bir şeyler bırakmaktan başka bir şey değilmiş…

  Ya şimdi? Bize ait, esas ve en hakiki zaman dilimine yazık etmiyor muyuz? Bir başka tanıdık köyünde öyle bir depo yaptırdı ki dillere destan… Bir gün ona sordum:

—Artık çiftçiliğinin sonuna geldin. Çocukların senden sonra bu işe devem edecek mi?

—Hayır, etmeyi düşünmüyorlar

—Niçin bunca yatırımı yaptın?

—Yıllardır büyük çiftlik sahiplerinde böyle büyük depolar görüyor hep özeniyordum.

—Senden sonra bir işe yarayacak mı?

—Muhtemelen çocuklar hemen satar

  Yarınları, özentileri düşüne düşüne, bugüne bir şey vermemek, uygar dünya insanının aynı zamanda kendi neslini diri tutamaması ve doğduğu yerde kök salmamasına neden olmuyor mu?

  En milliyetçi, en muhafazakâr görünenlerin imkânları olanları hemen yurtdışı planları yapın çocuklarını oralara göndermiyorlar mı? Ya asıl kökler?

  Geleceği arar, planlarken, aslında modern çağın mültecileri olmaktan öteye gidemeyecek bir koşu; kim bilir kaç bin yıl daha sürecek?

  Usta sanatçının yönettiği Ulis’in Bakışı filminde geçen diyalog; “ İnsanın evine ulaşması için kaç sınır geçmesi gerekir?”

   Acaba bizim gerçek evimiz neresi? Uzayın hangi bölgesi ki yaşadığımız bu dünyaya, ülkeye, şehre, kasabaya bu kadar yabancı kalmışız?  

Güven SERİN 


13 Kasım 2024 Çarşamba

AÇ KADIN,ÜÇ ÇINAR,ÜÇ ANIT

 


                              ÜÇ KADIN:   ÜÇ ÇINAR, ÜÇ ONUR, ÜÇ ANIT

        ( Gençlere Söyleyeceklerimiz Var )

   Türkiye Yazarlar Sendikası geçtiğimiz günlerde ÜÇ ÇINARA ‘ANIT ÜYE’ unvanı verdi.

   Üç kadın aydınımızın yaşlarını alt alta topladığımda 301 rakamına ulaşmamın çok fazla bir anlamı yok. ANIT ÜYE seçilmelerinin anlamı, onların ürettikleri ve zaman mekân sınırlarının ötesine taştıkları halde, puslu zamanlara düşen insanlığa her daim bir fener, bir yakıt-enerji vermek için bu dünyaya gelmeleri ve hiçbir zaman boşa vakit geçirmeden, insan denen canlıya, hele 21.yüzyılda büyük kayıplara uğrarken, bir dayanak, bir onur, erdem eklemekten başka bir şey değildir…

  Felsefeci İonna Kuçuradi 88 yaşında ve üretiyor; ilk günkü gibi… Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ 110 yaşında ve üretiyor; yüreğinin dayanağı hep insan hep kültür. İletişim Bilimci, Nermin Abadan Unat 103 yaşında ve üretiyor…

    Hayatı severek, milletini bütün hücreleriyle benimseyerek ve kalp ile iradeyi bilimle besleyenlerin küçük sohbeti bile insan denen canlıya kabuğunu kırmak veya düşmüş olduğu kuşkulu cehaletinden kurtulmak için yüce bir fırsat sunar.

  Nermin Abadan Unat ile geçtiğimiz yıl yapılan bir röportajda gençlerimizin diğer ülkelere gitme sevdası, beyin göçü soruluyor. Deneyimi, görgüsü ve bilgisiyle bu durumu değerlendiriyor;

 “ Beyin göçü gerçekleşiyor! Çocuklarımıza, büyüklerimize bu konuda ne söylemek istersiniz?”

   “ Beyin göçü para sistemi yüzünden gerçekleşiyor. Daha iyi bir hayat, kazanç için gidiyorlar. Bu sorun sadece Türkiye’ye ait değil! Bu beyin göçü gidiyorsa, Türkiye’deki aldığı karşılık yetmediği içindir. Başka bir ülkenin dövizini kazandığı ve bozdurduğu zaman daha fazla kazanç elde etmesi ve bu hırsla göç ediyorlar.

   Şunu anlatamıyorsunuz: Yani gideceksiniz, göreceksiniz, sizi dört kollarıyla açık olarak karşılamıyorlar. Onlar sizi İNSAFSIZ bir yarışa sokuyorlar. Kolay kolay mutlu olmayacaksınız. Bunu anlatmak zor ve ikna edemiyorsunuz. Onlar buna inanmıyor. Hâlbuki bir kez gidince bunu anlarlar. Ben kendi adıma, Türkiye’den ayrılmayı hiçbir zaman düşünmedim…”

   Felsefeci Prof.İonna Kuçuradi’ye sorulan sorulardan birisi de;

 “ Günümüzün etik sorunları nelerdir?”

 “Benim çok takıldığım ama hiç dikkat çekmeyen; yarar ile çıkar farkıdır. Çıkar ile hak! Çıkar nedir? Çıkar ile hakkı yan yana getiremeyiz! Hak nedir? Birinin hakkı varsa, o kişiye iade edilmesi gereken bir şeyi kastediyor. Hak derken, kişinin ondan yoksun kaldığını farz ediyoruz. Ama ÇIKAR ne? Hiç kimse düşünmüyor çıkarın anlamını. Bana sorarsanız, çıkar; kişinin hak ettiğinden fazlasını almasıdır. Ve başkasından da eksilmesi demektir. Bütün dünyada buna bir gidiş var. Birilerinden eksiliyor ise, birilerinin çıkarı, haktan yoksundur… Benim çok sevdiğim bir cümle var.’Sen bir şeyi istinasız amaç edinirsen, o şey gerçek olur.’ Ulusal politikaların ana amacı değişmelidir. Şu an nedir politikaların amacı? Her nasıl olursa olsun bir şekilde kalkınma! HAYIR! Kalkınma bir sonuç olur. Amaç, insan haklarını o koşullarda korumak!”

   Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a gençlere ne söylemek istersiniz? Sorusuna verdiği cevap;

“ ATATÜRK olmasaydı olmayacaktık yavrum. Onun yolundayız… Onun için gençlere bütün tavsiyem; çok okusunlar, çok çalışsınlar, boş vakit geçirmesinler. Sümerler, beş bin yıl önce demiş ‘ Boş vakit geçirdin de neye yaradı?’ Bir şey biliyorsanız, öğreteceksiniz. Ben, gençlerimizden ve kadınlarımızdan çok ümitliyim. Memleketimiz ileride çok iyi günler görecek. Biz devrimimizin en yüksek çağındayız. Herkes, Kur’anı Kerim’in Türkçesini okumalıdır. Dinimizi en doğru şekilde öğrenmeliyiz!”

 Güve SERİN 

 


 

 

  


11 Kasım 2024 Pazartesi

BİÇORBA

 


Güven Serin,Ercan Duygu,Ümit Başyazgan ve Emin Dırak


                                     Bİ ÇORBA: HOŞ GELDİNİZ


   Tanıdık mekânlar, anılarımızın olduğu yerler birer birer yok olup giderken ( TARSAL ve LİMAN BALIKÇI BARINAĞI ) gibi, kendi heyecanı, umudu ve önce HİZMET anlayışı içinde gelen-açılan yerleri de fark etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim…

  Ümit Başyazgan öğretmenimizin öncülüğünde başlayan kültürel, sosyal yolculuğumuz zamanın denetimi ve baskısından uzak bir şekilde ilerliyor. Israrla söylemek istediğim ve söylediğim bir söz var; “ Kültürel ve sosyal yaşam, emek ister, istikrar ister…”

  Atölyede telefonum çaldığında arayanın Ercan Duygu olduğunu gördüm. Hemen aklıma gelen şey; “ Ercan Duygu, yine sosyal, kültürel önemi olan bir haberi verecek” heyecanı oldu. Ercan Duygu öğretmenim, bir gün sonra henüz yeni sayılan ( Sekiz ay önce açılan Bi Çorba ) mekânında öğle yemeği buluşması yapma önerisini dile getirince hemen kabul ettim. Daha önceleri olduğu gibi; görmüş, geçirmiş, yüzlerce deneyim sahibi olmuş ve binlerce öğrenciyi yaşama hazırlamış üç öğretmen, öğretici ile birlikte birkaç saat zaman geçirmek, kendi adıma harika bir şans…

   Hepimizden önce Ercan Duygu Bi Çorba mekânına gelmiş. Neredeyse her gün yanından geçtiğim ama yeniyi hemen kabul edemeyişimiz adına bir kez daha içsel bir sorgulama yaptım. Mekânın içindeki aile sıcaklığı, hizmet anlayışı şehrimizin eksik olan parçalarından birisinin geri dönmüş olabileceği fikrini Ercan Duygu ile paylaştım.

   Osman ve Buket çifti, iki genç ve idealist insanın, anne babalarıyla çıkmış oldukları hizmet yolculuğu şehrimiz için ayrıcalıklı bir kazanç… Her şey çürürken, yeni filizlere, koruluklara, ormanlara ihtiyacımız var…

   Ercan Duygu öğretmenim ile sohbet ederken Ümit Başyazgan ve Emin Dırak öğretmenlerimiz geldiler. Gönüllü buluşmanın heyecanı sürerken, antik uygarlıkların birbirleriyle ne çok birlikte olduğunu, sosyalliğin, kültürel yaşamın çok ileri seviyeye ulaştığını ayrı bir acı ve günümüzün ıssız yaşamlarını düşünmeden edemedim.

  Düşüncelerimi sofraya, Bi Çorba mekânındaki masadaki yerlerine geçen dostlarım; Ercan Duygu, Ümit Başyagzan, Emin Dırak ile paylaştım… Birlikte ve gönüllü bir irade içinde olmanın vakit geçirmenin karşılığı ister yemek, ister çay kahve olsun; sözcüklerin, komşulukların, akrabalıkların hızla birbirinden kopup, ayrı kıta’larda buzullara hapsolduğu bu zamanlarda, buna çok ihtiyacımız var…

    Şehir olarak, ülke olarak; birlikte olmanın erdemi; hele sanatsal, sosyal, kültürel ve toplumsal olaylar karşısında kendi enerjimizi, gücümüzü, gönlümüz ile zihnimizi bir özgürlük anıtı gibi kaidesine oturtmak; çok yüce bir duygu ve kalıcılık olmalı…

   Osman-Buket çifti ve ailesine, yemeklerine kattıkları insan sevgisi için teşekkürümü borç biliyorum. Hoş geldiniz bizim diyarımıza; HOŞ GELDİNİZ…

   Dostlarım; Ercan Duygu, Ümit Başyazgan ve Emin Dırak öğretmenlerime hatıralar ormanına bir gün daha katkı sağlama gönüllülüğü içinde olup, bir yerde kültür hizmeti öğreticiliğine kattıkları değer için ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum…

   Bİ ÇORBA, mekanı nerede diye merak edenler olursa, Ortacami Mah.Mevlana Çk.Sk.No: 1 Süleymanpaşa adresine Bİ uğramalarını,yeni kapı aralamanın,yepyeni kültür deryası için çok faydalı bir şey olacağını söylemek isterim…

 Güven SERİN 

  






9 Kasım 2024 Cumartesi

GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

 


                                 GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

   Bu söze sadece bir slogan veya tarihsel bir kayıt olarak bakamayız! Ne zaman ve niçin söylendiğini ısrarla anlayıp özümsemeliyiz. Bu eski millet, onlarca yüzlerce yok edilip tekrar doğan ve her şeyden öte tam da özünü, kendini ifade edecek bir Cumhuriyet kuran, içinden bir dahi yetiştiren bu millet, artık tarihe, felsefeye, politikaya yabancı kalamaz… Kalmamalı…

   1918 yılının sonbaharında tüm milletin esir edilme vakti söylenen; “ Geldikleri gibi giderler” iradesi, tam manasıyla bir milletin yeniden doğma anının çakan kıvılcımıdır. İstanbul işgal altındadır… Düşman bayrakları her yanda dalgalanıyor. Ruhu körelmemiş seçkin bir insan, Mustafa Kemal o zaman, bin yıllık tarihe bir başka meşale yakma fikriyle iyice doluyor. Fazla değil altı ay sonra Samsun yolculuğu, Bandırma Vapuru ile bir kez daha tarihin yönünü değiştirmek için gidecek…

   Düşmanın uyumadığını herkes bilse de, genel manada iyi insanlar derin uykuya yatmayı pek seviyor. Belki de milletimin kadim yazgısında da bu var; bardak taşmadan uyanmıyor. Canlar yanmadan, esaretin zincirleri şakırdatmadan uyanmıyor…

   Ordu ve ülke güçlüyken zaferler kolay gelir. Alkışlar da öyle. Düşmanlar da dost görünmeyi borç ve satranç ustası gibi görür. İşler kötü, ordu ve ülke güçsüz, kuşatılmış, esir edilmek üzere; “ Hayır” demek, “ İleri…” demek, sadece yüce bir gönül istemez, bir dehanın zekâsını, insanüstü inancını da anlatır ve söyler…

   Milletimiz çok hırpalandı. Neredeyse bütün kurumlarımız da öyle. Batı ve uygarlık diye diye, yüz yıl geçti. Ortaya ne çıktı? Bu tarihi milletin büyük çoğunluğunun daha da fakirleştiği, huzurunun kaçtığı, kafasının karıştığı, suların bulandığı çıkmadı mı?

   Öyleyse, en tükendi dendiği anda, özümüzde-genlerimizde olan o tarihe, şanlı geçmişe ve atlatılan yüzlerce, binlerce badirelerin öykülerine bakacağız! Öfkeden uzak, akıldan ve bilinçten yana yakın… Korkudan ve gafletten uzak, doğruluk ve adaletten yana yakın bir düşünce-inanç içinde…

   Savaşlar kazanan, ülkeyi yeniden kuran Mustafa Kemal derhal ekonomik kalkınmaya, hiçbir zaman son bulmayan politik zekâya filozof ve ekonomist gibi sarıldıysa; aynı sarılışı, o kahraman insanların, geçmişe ait bu milletin fedakâr bütün öncüleri için inanmalıyız ve çaba göstermeliyiz!

   “ Geldikleri gibi giderler…” Hiçbir kötülük, kötülük saçan meş’alesini sonsuza kadar yakamaz. Kötülüğün yakıtı, iyilerin evlerinin, tarlalarının, iyilik kokan kalplerinin hemen yakınından geçer. Biz, bu en çaresiz zamanda çareler üreten milletin evlatları, gerektiği an son damlayı beklemeden “ Dur demeliyiz” ülkemizi, milletimizi hile ve kurnazlık ile kuşatan her an tetikte olan düşmanlara; “Dur” demeliyiz: Aklın, bilimin o eşsiz gür sesiyle…

 Güven SERİN 

 


   


8 Kasım 2024 Cuma

TEKİRDAĞ'IN BİR KATE CLOW'U -KARDELEN'İ YOK

 



         TEKİRDAĞ’IN BİR KATE CLOW’U-KARDELEN’İ YOK!

    Buda nereden çıktı; “ Bizim de Prof.Dr. Neşe Atik’imiz var “diyebilirsiniz. Bende hakkınız var, der; Neşe Atik’in Tekirdağ’ın Trak şehri Hera’nın Şehri (Heraion Teikhos ),tarihimiz için verdiği mücadeleyi bilen ve yazanlardan birisiyim…

   Kate Clow bir İngiliz, aynı zamanda dağ yolları-antik yollar aşığı ve sonradan 1997’de Türk vatandaşı olup Kardelen ismini alan tabiat aşığı…

   Ona sıklıkla sorulan sorulardan birisi de; “ Türkiye dışında bir başka yerde yaşamak ister misiniz?” Verdiği cevap, insanı evrensel ürperti içinde bırakacak kadar samimi:

 —Hayır! Türkiye’den başka bir ülke düşünmem… Buraya çok emek verdim. Benim ait olduğum yer, Türkiye’dir. İlk önce Antalya’ya yerleşen şimdi de Muğla’nın Seydikemer ilçesi tarih yol üzerinde Dodurga Mahallesi’ne yaşamını sürdürüyor.

   Kate Clow’un bu ülkeye armağan ettiği Likya Yolu, hiçbir maddi karşılık ile ödenemez. Gelinen noktada, patikaları bulup, Likya Yoluna resmiyet kazandırıp, yolu haritalandırılıp çizen Kate Clow,500 km antik yolla başlayan başarısı, şimdilerde ise 700 km’nin üzerine çıkmış ve ülke turizmimiz için hiçbir zaman yok olmayacak, onlarca, yüzlerce fabrikadan daha önemli bir icat, keşif veya kahramanca bir katkı…

   Ölüdeniz Babadağ eteklerinden başlayıp Antalya’ya uzana Likya antik yolu, çoğunluğunu yabancıların oluşturduğu her yıl 30–40 Bin insanın yürüdüğü ve bu insanların geçtikleri köylere, yerleşim yerlerine katkı yaparak, yörenin ekonomik, kültürel kalkınmasına da fayda sağladıkları biliniyor…

   Tekirdağ’ın Trak antik kenti için, tıpkı Kate Clow’un mücadelesi gibi 30–40 yıllık neredeyse bir insanın yarı ömrünü, bir başka kahraman bilim insanımız; Prof.Dr. Neşe Atik devam ettirmekte.

   Tekirdağ’da efsanelerin ve eski antik yaşamların yolu üzerinde çok önemli bir kent. Kentimiz yakınlarında, özellikle Altınova Mahalle’miz sahilinde deniz çekilince ortaya çıkan Kral Yolu, hiçbir zaman ciddiye alınıp, yollara, patikalara, efsanelere âşık bir insanımız tarafından Tekirdağ turizmine, kültürel yaşamına kazandırılamadı…

   Boş ver-ci bir anlayış içinde, efsaneleri küçümseyen bakış açılarına sahip insanlar, yaşadıkları şehirlerin önünü açamadıkları gibi; üzülerek söylüyorum; TIKIYORLAR da…

   Şehrimizin ne kadar tarihsel geçmişe sahip olduğu bilindiği halde antik ticari yollarla ilgili bir çalışma yapılmadı. Yeni yeni Ganoslar Dağları bölgesinde oluşturulan turizm amaçlı, eski köy patikaları daha ciddiye alınıp, şehrimizden başlayacak yollarla, Koru Dağları ve Avrupa’ya uzanan bağlarıyla birleştirilip dünya ve ülke turizmine, yüzlerce fabrika kazandırmak kadar önemli bir katkı, fayda sağlanmalıdır…

   Önce Kral Yolumuz ve daha sonra Ganos Dağları’nda kaybolmaya yüz tutmuş eski köy patikaları ve antik yollara uzanacak bir çaba için, yollara, yaşadığı şehre, ülkeye âşık bir Kate Clow-KARDELEN lazım…

Güven SERİN 


6 Kasım 2024 Çarşamba

SU TAŞIYAN KIZLAR

 

ARA GÜLER EYÜP 1965

                                                 SU TAŞIYAN KIZLAR

 ( Ara Güler’e Saygıyla…)

    Önder Bey’in muayenehanesi bekleme salonunda sehpa üzerinde duran Ara Güler’in çekmiş olduğu fotoğrafların bulunduğu kitaba tekrar bakıyordum. Dönüp dolaşıp Ara Güler’in o eşsiz eserlerinden bir fotoğraf, beni kendine çağırıyor gibiydi.

   1965 yılında Eyüp sırtlarında bir gecekondu mahallesinde çekilmiş fotoğrafın konusu, o zamanlar her mahallede olan çeşmeden su taşıyan kızların fotoğrafıydı. Sağ taraftan ilerlediğiniz zaman Piyer Loti tepesi, İstanbul’un en büyük mezarlıklarından birisi Eyüp Sultan ve tam karşıda Haliç, binlerce öyküye tanıklık etmenin bilge haliyle, evrim yasaların şaşmaz şahidi gibi Boğaz’a, başka öykülere, denizlere, adalara, uygarlıklara doğru akıp gidiyor…

   1965 yılında Ara Güler tarafından çekilen fotoğraf siyah beyaz. Üzerinden yarım yüzyıldan fazla geçtiği halde İstanbul’un ne gecekondu, ne de kenar mahalleleri bitti; bitirildi. İnsan öyküleri hep aynı…

   Neredeyse 60 yıllık zaman dilimi içinde köy ve mahalle kültürü, o sosyolojik birliktelik, tam manasıyla TARİH oldu… Bir daha bulmak, yakalamak veya böyle kültürleri çok iyi analiz edip, onlarla olan bağlarımızı, bir terzi gibi işlemek, marangoz gibi hünerli ellerle başka ürünlere, eserlere çevirme fırsatlarını yitirdik…

   Ara Güler’i farklı yere taşıyan da bu; içinde bulunduğu zamanı, bilinmedik diğer zamanlara taşımak… Ara Güler’in fotoğrafa bakış açısı çok basit, bir yerde bir tarihçi, filozof bakışıydı:

—Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun.

  İşte, dönüp dolaşıp bakmış olduğum o siyah beyaz fotoğraf; 1965 yılı Eyüp sırtlarında su taşıyan kızların, tarihi zapt eden hali, anılarımızla o büyük buluşmayı, kavuşmayı, hatta ölü hale geldiğini sandığımız geçmişin, bugünle nasıl bir sevda içine girip bütünleştiğini de yakalıyor insan…

  Fotoğrafa yansıyan yedi kız su taşıyor. Bir kadın, saçları rüzgârdan uçuşan ve soğuk zamanın üşümesi içinde, muhtemelen yakın bir gecekondu sahibi olarak kızların fotoğraf karesine, zamanı zapt edişlerine bakıyor. Biraz kuşkulu, biraz çekingen bir halde… Bir de çocuk, kara lastikleri, kalın pantolon ve kazağı üzerinde, sanki o zamanın içinde olmayı tercih etmemiş, kendi zamanına kararlı bir şekilde gidiyor; her şeyden habersiz…

  Kızların hepsinin ayaklarında kara lastikler var. Giyimleri, o günün koşullarını çok iyi anlatıyor. Fistanları, pazen kumaştan donları, dizlerine kadar uzanan çorapları, yarı açık, yarı kapalı başlarıyla, büyük uygarlıkların şehrinin en güzel tepelerinde, şehrin tarihinden habersiz bir halde, günün telaşı ve yaşamın en değerli şeyini; evlerin, mahalle çeşmesinden aldıkları suları taşıyorlar.

  Bakraçları (Bakırağaçlar) bakırdan değil, alüminyumdan yapılmış hafif güğümler. Belki de anneleri, bakırların ağır oluşu, çocuklarının küçük yaşta olması nedeniyle onlara ağır su kaplarını vermemişti.

  Havanın soğuğu, evlerine gitme telaşı bir yana yüzlerindeki tebessüm, birazdan sokulacakları evlerindeki soba başı masalları, bir koca tastan yudumlayacakları tarhana çorbası, destansı bir parça, yitik bir uygarlığın son halleri gibi… Yapay dünyanın aldatmacısı içinde, terk ettiğimiz, hatta adını anmaktan çekindiğimiz köy ekmeği, köy yumurtası, tavuğu, sütü, insanı özlemi içinde kent yalnızlığının ürkütücü zenginliklerinin tatminsizliğine kadar taşıdı bizleri…

  Tarihi Likya Yolu projesini hayata geçiren ve ülkemizde yaşamaya yıllar önce karar veren İngiliz Kadını Kate Clow,özellikle mahalle kültürü,köy kadınlarıyla birlikte yaşamayı tercih etme sebebini çok net ve çıplak cümlesi ile açıklıyor:

—Türk köy kadınları çok gerçekçi, çok insancıl… Onlarla çok iyi anlaşıyorum…

   Özgün sanat da tam bu evrensel düşün peşinde koşuyor; özgün olanın, yaşama dair her şeyi reddetmeden onunla uzlaşarak yaşamanın o yüce eşsiz erdemini arıyor; arıyoruz…

 Güven SERİN 

 



5 Kasım 2024 Salı

TAŞINANLAR ve TAŞIYANLAR

 


Bir zamanlar; KARAGÖZ DERGİSİ


                      TAŞIYANLAR ve SIRTTA, TAŞINANLAR

                       ( Çorbacılar Hep Sırtımızda Mı Olacak?)

   Sayın okuyucu, değerli iz sürücü, sizi günümüzden yaklaşık 150 yıl önceye, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarına ve o günün korkunç baskıları altında zar-zor çıkan mizah dergilerimizden birindeki iğnelemeye, kronik yaralarımızın, hastalıklarımızın devam edip etmediğini, sizlerin görüşlerine bırakarak paylaşacağım.

   Osmanlı zamanında genelde yabancılara “Çorbacı” deniyor. Mizah dergisinde yağan yağmurdan sonra taşan caddeler, sokakları anlatan, bir hamal, sırtına aldığı şapkalı bir yabancıyı karşıdan karşıya geçiriyor. Yani iyi giyimli, ülkemizin sırtından geçinen, bugün de çok şeylerin değişmediği, halkımızın sırtından inmeyen bir kurnaz batılı yabancı sırtta taşınıyor. Öteki şapkalı yabancı da sırasını bekliyor. Hamal diğerini karşıya geçirir geçirmez geri dönecek.

   Hamal yolun yarısına gelince, sırtında taşıdığı yabancıya sesleniyor:

—İşte böyle Çorbacı… Seninle pazarlığımız buraya kadardı. Ya yirmi para daha verirsin, ya da burada in… Sonra kaşkariko-hile, oyun istemem!

     Kendisini sırtında taşıyan yabancı-Çorbacı karşılık vermiyor ama kendi kendine söyleniyor:

-Ziyanı yok…Ben senden nasıl olsa o yirmi para farkı faiz olarak alırım!...

   Bu tartışmaları izleyen Karagöz, sahilden seslenir:

—Çorbacı… İnsafsızlık etme… Sen onu az mı yarı yolda bıraktın? Sen onun karada da, denizde de, her yerde sırtındasın zaten… Haydi, haydi, davran da yirmilik ver… Dönüp dolaşıp yine senin cebine girecek!

   Daha Cumhuriyet kurulmamış, Kurtuluş Savaşı verilmemiş ama uyanan Milli duygular ve felsefeyi, mizahın hünerli ve keskin iradesiyle anlamak, şimdi için için duygulanmamak ve:

—Ne değişti ki; yine Çorbacılar bizim halkımızın sırtından aşağıya inmiyor ki! Demeden edemiyor insan…

   Batının felsefesindeki o kurnazlığı, bizi bize düşüren ve yalnız, yaşlı ve hasta adam kılığına sokan gerçek yaşamdan uzak kalışı, sadece bir dahi ve ona inanmış arkadaşları yıkmayı başardılar. O yüzdendir ki, Çorbacıların göz diktiği bizim gibi zengin ve insanı çok uysal, insancıl olan ülkelerin Kurtuluş Savaşı vermesini, uyanışını bir türlü kabul edemiyorlar.

   Yüzyıllardır birilerinin sırtına, sırtlarına binmeyi öyle alışmışlar ki, bildik insan zaaflarını, psikolojisini ve ihtiyaçlarını öyle iyi çözmüşler ki, en hakiki zihin, irade, eğitim, görgü ve sağlam kalpli insanlarımızı bile bir şekilde, farklı ödüllerle kendi ülkelerine, milletlerine hizmet etmeye ant içmeyi gönüllü ve albenili moda hale getiriyorlar…

    Bu yüzdendir ki, hareketin içinde kalmak; zihin sporuyla birlikte kurucumuz, kurtarıcımız olan dâhinin merak ettiği sanata, edebiyata, tarihe biraz sokulmak; sadece biraz daha fazla merak edip, yüreklerimizi insancıllıktan uzak bırakmadan, evrensel duyguları köreltmeden; görgü ve sağlam bilgilerimizle birbirimize sarılmak; en büyük ülkücülük, en büyük VATAN aşkıdır…

Güven SERİN 



1 Kasım 2024 Cuma

BÜTÜN TAŞLAR ÖZGÜRLÜK ANITI İÇİN YONTULMUŞTUR

 

İNTERNET

       BÜTÜN TAŞLAR ÖZGÜRLÜK ANITI İÇİN YONTULMUŞTUR

       İnsanlığın her daim peşinden koştuğu bir şeydir özgürlük. Uğrunda yüz binlerce, milyonlarca insanın öldüğü inançtır özgürlük…

  Saint-Just (Fransız devrimci. Asker ve siyasi lider.) ; “ Bütün taşlar özgürlük anıtı için yontulmuştur. Sözünden yola çıkarak bu konuyu siz değerli okuyucular ile irdelemek istiyorum. Bu sözlere karşılık Albert Camus “ Aynı taşlarla ona bir tapınak da, bir mezar da yapabilirsiniz.” Sözleri, belki de tüm zamanlarda insanları, yani bizleri bize anlatacaktır…

    Özgürlüğü, ilerlemeyi, dönüşümü hep başka insanlara, ülkelere yükleyen, onlardan bekleyen insanın insanlık yolculuğundaki bıkkınlığını, sıkılma halini bilmeyen var mıdır? Ne alırsak alalım, ne edinirsek edinelim bir sisteme, bir mülke, rütbeye kendimizden fazla değer verip, onu abartı sınırları içinde tapılacak hale getiren de biziz. Veya tam tersine yuh çekip yok sayan da yine bizim deneyim, görgü ve bilgimizi, aynı zamanda özgürlüğümüzü da anlatmıyor mu?

  Çevreme, yakınlarıma veya uzaklarda bulunan tanıdıklara samimiyet ve ön yargısız baktığımda bile, o büyük edinimlerin, büyük kavgaların sonunda bir türlü gıpta edilecek huzuru yakalayamadıkları, hep arayıp arayacaklarını görmek, ne kadar özgür olup olmadığımızı da anlatıyor gibi…

  Bilginin, görgünün, deneyimin, insanın özgür iradesinin olmadığı yerlerde; öfke, kırgınlık ve yalnızlık kol gezmeye başlıyor. Bugünün karşılığı da bu değil midir? Tam olarak kim kimi dinliyor? Baskın bir kabul edilme, beğenilme, takdir duygusunu hissetmek için her türlü komedi, aksiyon-hareket içinde olan insanın, insanların yüzlerindeki yorgunluk, bıkkınlık neyi ve neleri anlatıyor olabilir?

   Saint-Just’un özgürlük uğruna çok değer verdiği ülkesinde, Paris Devrim Meydanı’nda, boynunun giyotinle kesilmesi kaç kişinin umurunda? Hiçbir gelişmenin, toplumsal, kültürel zenginliklerin kolay kazanılmadığının fedakâr insanlarını, kahramanlarını bilmek için hiçbir çaba harcamadığımız gibi, ah bire tekrar eden tarihi, değiştirmek adına mantığın, felsefenin, bilginin, özgürlük bilincinin oluşması adına sadece hormonlu bilgi, zevk ve sefa içinde olmamızın karşılığı yine o büyük insanlık sofrasında, yalnızlığımızı da pekiştirmiyor mu?

   Bütün taşlar özgürlük için yontulmuşsa, o taşların bir tapınak mı yoksa bir mezara mı dönüşeceğine kim karar verebilir? Bizlerin samimi duyguları, öğrenme isteği, yaşam enerjimiz, bilgiye susamış halimiz söz sahibi olmaz mı? Pekâlâ olabilir… İnsanın önce kendisine dürüst davranıp, kendisini inşa etme becerisi için yola koyulması muhteşem bir yol ve yolculuk değil de nedir? Bu yola ister çıraklık duyguları, isterseniz kalfa veya ustalık tutkuları içinde çıkın, eninde sonunda yaşamın her evresinde, sizin bulunduğunuz her ortamda birkaç taş bulup yontacak oluşunuzu biliyorum…

   Bu taşlar, bazen bir şiir, resim, öykü şeklinde olacaktır. Bazen de, siyasi, toplumsal bir önder, kahraman olarak düşler ülkesinde olduğu sanılan ölümsüzlük heyecanı içinde haykıracak;

   “ Öyle safça, ben mutluyum…” ,başkaları mutluluğunuzu onaylamak için değil, saf haldeki durumunuzu anlatmak için gülümseyeceksiniz…

Güven  SERİN

 

 

 

  



30 Ekim 2024 Çarşamba

NİÇİN BEKLER İNSAN?

 

Kamera; Güven  Bebek  İstanbul
Marika


Kamera; Güven Bebek

                                                  NİÇİN BEKLER İNSAN?

     Bundan önce yazdıklarım ve bundan sonra yazacaklarım sadece beni bağlar sayın okuyucu. Bilirim, sevmez bizim insanımız henüz sağlam ve sağlıklı bir halde yaşarken nasihat denen illetli şeyi…

    O yüzdendir; yazdıklarım ve yazacaklarım yol göstermek veya sizlerden daha akıllı, daha duyarlıyım diye şişinmek, kuru kuru böbürlenmek hiç değildir; kat’iyen…

   Yazı yaşamında öğrendiğim bir şey varsa, bu sanat veya sosyoloji bilgi ve görgüyle yazılırken, aynı zamanda kalp denen organın ve zihin içinde de yoğunlaşıp mayalanması gerekiyor. O zaman en hüzünlü yazılar yazılırken, bir tazelik, serinlik, teselli rahatlama sunuyor.

   Yaşı ilerlemiş insanlarda sıklıkla gözlediğim bir tespiti paylaşmak istiyorum. Sürekli birilerinin aramasını, hal-hatır sormasını veya kapılarının çalınmasını, açılıp; “ Biz geldik” demeleri için neredeyse ruhlarıyla birlikte bedenleri çırpınıp duruyor! Niçin?

  Bir özlem… Alışkanlık… Şifa veya sosyolojik bir besin midir; yaşı ilerleyen insanların sürekli kapıya, telefona bakıp durması, birilerini beklemesi?

   Bu serüvenleri, bekleyiş öykülerini yakından dinleyerek, izleyerek öğrendiklerimi not düşmek istiyorum. Çoğu çalınan kapı, telefon bekleyene değerli ve kalıcı besin-moral olmasa da yine de bir serpinti ister bu insanlar…

  Ölümünden önce sıklıkla Aydoğdu’da çıkmış olduğu kıraathanede buluştuğum Ömer Bey de böyle insanlardandı! Sağlam yapısı, yaşama güleç yüzle sarılması bir yana, ne oğlu, ne de torunları kapısını çalıyor, açıyordu. Ondan hariç dört kuşak akrabaları olsa bile, onların gelmeyişine, bildik ve basit miraslar yüzünden baba ve dedelerine küsmüş olmalarına acı bir tebessümle bakar, yine yaşamın o harika esintileri galip gelirdi…

  Gökçeada’da köyde kalan 8–10 yaşlı Rum kadınlarından birisi de Maria idi. Evinde onu ziyaret edince bir çırpıda bütün yaşamlarını anlatmak istemesi de, kapısının yakın zamanda çalınmadığını, Atina’da olan kızının yıllardır uğramadığının da tatlı hüznünü taşıyordu…

  İstanbul Bebek de ziyaret ettiğim bir başka yaşlı Rum kadını Marika da bir türlü iyileşmeyen, uyuşturucuya bağımlı olan biricik oğlundan ayrı sadece bakıcılarla yaşamanın yalnızlık girdabında çırpındığını yakından gördüm. Birilerini bekliyorlar. Onları dinleyecek, zamanlar arasında gezdirecek birilerini. O yüzdendir bütün iyi, güzel ikramları yapma istekleri. O yüzdendir sizi uğurlarken en yakınlarından ayrılıyorlarmış gibi derin ve samimi bakışları…

   Düğünlerde, cenazelerde, nişan veya başka törenlerde hep birilerinin gelmesi, o beklenen birileri gelince insanın içinin bir hoş olduğu görülmez, anlaşılmaz veya yaşanmaz mı?

   İnsan denen canlının milyar yaşındaki yolculuğu hep birileri tarafından dokunulmak üzerine değil de nedir? O yüzden değil midir kapılara, telefonlara bakmak? Ah çaldı çalacak, ah açıldı açılacak derken geçen o nadide ömürler…

  Yaşı epey ilerlemiş yüzünden hiç tebessümü eksik olmayan ve onunla ne zaman buluşsam, her daim iyilikten, barıştan söz eden kadının da biricik beklentisi, kapısının çalınmasıydı. Ama onu asıl yaşama bağlayan şey ise Almanya’da olan, bir gün döneceğine inandığı oğluydu… Oğlu döndü dönmesine ama başka türlü… O yaşlı kadın, uzun süre yaşayacağına inandığım insan da oğlunun ardından ebedi yaşama doğru akıp gitti…

  Bu tür beklentileri de en çok hastane salonlarında, bekleme zamanlarında gözlüyor, dinliyorum. Yine böyle bir anın o dram yüklü zamanında, yaşı 86 olan bir kadın; Ayşe Hanım, yan tarafta oturanlara bir yerde dert yanıyordu;

  “ Gelmediler, aramadılar… Bir aydır hastanelere gidip geliyorum… Bereket komşum yardımcı olmaya çalışıyor…”

    Yaşlı kadını dinledikçe, bu tür beklentilerin ne çok olduğunu bilmenin yorgun haliyle yavaşça kalkıp başka salonlara, başka öykülere doğru ilerledim…

   Mustafa Kemal Atatürk, doğduğu toprakların bir kurşun dahi atmadan kaybedilip bırakılmasına hep acı bir hatıra içende bakan o deha; bilimi, sanatı, tarihi, felsefeyi sırf bu yüzden, acilen öğretilmesini ve öğrenilmesini istedi. Bu kadim milletin insan denen canlının ruhsal, psikolojik ve sosyolojik durumunu bir an önce anlayıp, kurtarıcı diye kapılara boşu boşuna bakmamasını istemiştir.

  Beklentiler ne kadar fazla ise, verilen sevgi ne kadar çoksa, kapılara o kadar çok kulak kabartır insan… Oysa canlıların dönüşüm sancıları vardır. Yeni doğan bebeğe doğru koşarken, yaşı ilerleyen insandan, uzaklaşma denen o acayip evrim, bizi yaratırken, bizi ruhen de, bedenen de parçalar…

    İşte tam da burada imdada yetişir; bilim ve felsefe. Parçalanma haline trajedi olarak mı bakmalı, yoksa eşsiz bir eğlence ve dönüşüm olarak mı?

 Güven SERİN 


 

 

 

  




29 Ekim 2024 Salı

HEP ORADA

 


HEP ORADA
Nerede mi?Dünya,yani yaşadığımız gezegen; çok farklı zamanlarda yok olmanın eşiğine geldi.Kimi dondu,her yeri buzullar kapladı.Kimi yandı,yangınlar içinde kül oldu...Ama hep orada; bir yaşam kırıntısı vardı ve bu yaşlı gezegen,yaşama yazgılı...
Türk ve Türkiyeli hisseden her kalp; Mustafa Kemal ATATÜRK yazgılı...Kaçınılmaz bir gerçek; ya var oluş,ya hiçbir şeye ait olmayan bir kayboluş...
Bugün erkenden duydum çocukların okullarına,tören yerlerine gidişlerinin ayak seslerini.Yürekleriyle yürüyor,koşuyor ve göğüslerinde taşıdıkları ATATÜRK baskılı tişörtler içinde sağlam bir ruh ve beden taşıyorlardı...
Cafer Tayyar İlköğretim okulu bahçesi de aynı heyecanın,o temiz yürekleri,bedenleriyle doluydu.Hepsinin göğüsleri,zihinleri; ATATÜRK...
Kökler çok derinde...Bilimle,sanatla,sevgiyle,inançla,tarih bilinci içinde kazınmış kökler; tam da sıkışma,en yorgun anlarımızda çıkıyor gün yüzüne...
Salıpazarı içinde alış verişin en erken saatlerinde bir den bütün pazarcı esnafı ve oradaki Tekirdağ insanları hazır ola geçti.Şaşırdım,bir film setinde miyim diye kalmadan,İstiklal Marşı,Caffer Tayyar İlköğretim Okulu'ndan,Trakya,dan,Samsun'dan,,Erzurum,Sivas,Ankara,İzmir'den,Adana'dan her yere yayılıyordu;
Korkma...
Güven SERİN


25 Ekim 2024 Cuma

ÇOK YORULDUM ARKADAŞIM

 


İNTERNET

                     YORGUNUM: ÇOK YORULDUM ARKADAŞIM!

(Arkadaşım,Metin Esen'e adına sunulmuştur. )

   Neredeyse tüm yaşamı yollarda geçen şoför arkadaşım atölyeye gelmeyeli aylar oldu. Bilirsiniz meşguliyet denen canavarı! Oraya, buraya, şuraya derken, sevdiğimiz, saydığımız insanları unutur ve dün görüşmüş gibi unutmaya pek güzel insani bir mazeret ekleriz…

  Avrupa, Kafkas dünyası ve daha birçok ülkede gitmedik yer bırakmayan arkadaşımı aramak için uygar ve kapitalist dünyanın en büyük nimetlerinden olan cep telefonuna sarıldım. Hangi ülkede olursa olsun WhatsApp denen, akıllı telefonlar için geliştirilen haberleşme yoldaşına sarıldım. Bir taraftan da arkadaşımla “En son ne zaman görüştüm?” sorusuna utanarak, sıkılarak cevap arıyorken mesajımı yazıp şoför arkadaşıma ilettim:

—Selamlar arkadaşım. Nasılsın? Nerelerdesin?

   Çok tecrübeli, deneyimli bir şoför olan arkadaşım, yine ve çoğu zaman direksiyonun başında olduğu için pratik yapıp çok kısa bir video çekip anında bana yolladı:

—Merhaba, selamlar arkadaşım. Şu an Romanya sınırları içinde, yine acil bir yükü Hollanda’ya getirmek için yollardayım.

   Kısa video yeterli olmamış ki derhal WhatsApp görüntülü arama tuşuna basıp bana görüntülü konuşma isteği gönderdi. Uygar dünyanın akıllı ve baş döndürücü uygulaması hemen bizim isteklerimize cevap verip 800 km’lik mesafeyi yan yana getirdi. O yolculuk yaparken, aracında sabitlediği yere koymuş olduğu telefonla hem güvenli sürüşüne devam edip, hem de benle, görüntülü konuşmaya başladı.

   İlk sözlerinden birisi, çoğu zaman olduğu gibi:

—Yorgunum… Çok yoruldum arkadaşım…

  Yaşama dört elle sarılan, sevdiklerini sürekli ekonomik yönden de mutlu edeceğim diye çabalayan insanların yorgunluğu yüzüne binen zamanın tozlarından da belliydi. Her zaman olduğu gibi kasvetli bir konuşma değil, ölüm denen şeyin cepte olduğunu bilip, geriye kalan yaşam için kimi bizi güldüren, kimi düşündüren ve bazen de umutlandıran kısa sohbet, upuzun zamana yayılmış iki insanın hiçbir zaman koşul koymadığı, sınırları doğal yaşamlarda ki gibi çoktan kaldırmış bir halde tamamladık.

  Hiç durmadan bir ülkeden bir ülkeye, bir kültürden diğerlerine akmak, birkaç gün önce Türkçe, birkaç gün sonra, Romence, Almanca, Rusça, İngilizce konuşmak ve bulunduğun durumu sözcüklere dökmek; çok yüce bir duygu ameliyatı olmalı… Çok yüce ve sihirli bir ameliyat…

   Bilirsiniz, her tedavinin veya ameliyatın yan etkileri, olumlu ve olumsuz yanları vardır. Değişen, dönüşen ve sıklıkla farklı kültürel, sosyal yaşamların içinde olan insanların durumu, arkadaşımın yorulmuş hali de böyle bir şeydi…

   Nasıl, gurbeti bir türlü sindirememiş ve ülke özlemi içinde en güzel, en kalıcı şiirlerini yazıp Nazım Hikmet olunduysa, öyle bir evren ve evrim içinde bulunuyoruz ki, her acının, hüznün de kendine özgü bir ödülü oluyor…

   Arkadaşımın akıllı telefondaki görüntüsüne özlemle baktım. Yine aylar, belki yıllar sonra buluşacak oluşumuzun belli bir zamana ait olmayan tarihsel buluşma planlarını hiç gocunmadan, kırılmadan tamamladık.

   Yorgun, hatta yorulmuş bakışlardaki arkadaşıma “Hoşça kal” derken, o bütün yorgunluğa, büyük tecrübe ve deneyimlerini hiç yorulmayan elleriyle, sımsıkı yapışmış olduğu direksiyon ve aracıyla Romanya’dan Macaristan’a doğru yol alıyordu.

  Görüşme bitince, Nazım’ın şiirine ve Cem Karaca’nın yorumu olan Mavi Liman’a sarıldım. Bilirsiniz yazı yolcuları yorulmazlar… Hep, yorgun olan bir yoldaş, sırdaş, gezgin, yolcu beklerler; anlatılmamış öyküleri anlatacaklar: -Yorgunluk, yorulmuşluk nedir? Diye sormadan, sözcükleri sıralayacaklar…

Güven SERİN  

 






24 Ekim 2024 Perşembe

BEBEKLER ÖLÜVERİYOR ÖLÜMDEN HABERSİZ

 

İnternet

                       BEBEKLER ÖLÜVERİYOR ÖLÜMDEN HABERSİZ

      ( Ceyhun Atuf Kansu )

   Ceyhun Atuf Kansu’nun bir şiirinden alıntı yaparak başlıyorum. Kendisi, bebeklere, çocuklara, ulusuna-halkına adamış bir Cumhuriyet aydını ve doktorudur… İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş ve Ankara Numune Hastanesi’nde çocuk hastalıkları doktoru olmuştur.

  Tıp insanı ve özverili bir ülke sevdalısı olmanın yanında edebiyata gönül vermiş ve yazdığı şiirlerde, gözlediği bebek ölümlerini sanatçı yüreği ve erdemiyle kaleme almıştır.

  Bugünün acımasız tezgâhlarında, görev yapan canileri (…) düşününce, bir ülkenin merkezine sadece inşaat oturup, merkezden çocukları ve insanı çekince ne gibi korkunç ölüm senaryoları göreceğimizi kimse tam olarak bilemez. Öğrendiğimiz her vahşet, kanımızı dondurmakla kalmıyor, bizi donuk ve ölü bir izleyici rolü içinde adeta nefessiz bırakıyor…

  Batık bir uygarlığın küllerinden, halkın ve büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’ün her şeyini ortaya koyarak kurdukları ve kurtardıkları ülke, ilk önce cehaletle uğraştı. O zamanlar da çocuk ölümleri vardı. Para tüccarlarının kanlı düşüncelerinden değil, yeni doğan bir ülkenin sağlık çalışanlarının azlığından, yetersizliğinden kaynaklanıyordu.

  Ceyhun Atuf Kansu, bugünleri görseydi o günün şiiri; Kızamuk Ağıdı,hangi ağıt veya ağıtlara dönüşürdü; bilemiyorum…Ağıtlar bile yetmez bugünün zamansız korkunç ölümlerini.Hele söz konusu ölümlerinden bile haberi olmayan bebekleri,o saflığı,masumiyeti düşününce; düşünce bile donuyor; vicdan ve zihinlerle birlikte…

  Ceyhun Atuf Kansu, Anadolu’nun farklı köylerinde gözlemlediği, kızamıktan ölenlere yazdığı şiiri paylaşmak istiyorum;

Ben, gamlı, donuk kış güneşi,

Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.

Köyleri, yolları, dağı taşı

Isıtıyor, avutuyordum.

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,

Çocukları kızamuk döküyor,

Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,

Gelincikler arasından, öyle masum bakıyor.

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,

Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,

Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,

Bebekler ölüyor ölümden habersiz.

 O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,

Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?

Ben perişan, utanmış… bu köyün üstünde,

Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?

  Bugünün bebek ölümlerinde; kime ve kimlere neredeydiniz? Diyeceğiz…

     21.yüzyılın Türkiye’si, tüm dünyada bebeklerini bile koruyamayanların ülkesi diye mi söz edecekler? Bebeklerini dahi koruyamayanların yaşlılarını koruma, insan merkezli siyaset, ahlak, vicdan terazisine tutunma gibi çabaları var mıdır; bilinmez…

Güven SERİN