13 Ekim 2025 Pazartesi

AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK

 




SANATI ANLAMAK DEĞİL, YAŞAMAK: AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK


Aylar sonra Tekirdağ sahilinde buluştuk. Dalgalar kıyıya usulca vuruyor, kahve ve çay kokuları birbirine karışıyordu. Selçuk Öğretmen yanında deri ve tanıdık bir çanta taşıyordu; bu çanta sıradan bir eşya değildi. Birçok üründe olduğu gibi kendi tasarlayarak yaptığı bir çanta, onun yaratıcı ruhunun ve özgürlüğünün küçük ama güçlü bir yansımasıydı. İçinde notları, eskizleri, belki de hayallerinin parçaları vardı. Üreten, tasarlayan her insanın yüzünde olduğu o tebessümü, o bildik gülümsemeyi yine gördüm…

 Kadıköy Saint Joseph Lisesi’nde yıllarca öğrenci yetiştirmiş, emekli olmuş ama sanatından hiç emekli olmamıştı. Selçuk Öğretmen’i sınıfında, atölyesinde, öğrencileriyle birlikte izledim. O ders veren bir öğretmen değil, onlara özgün ve özgür bir alan sunan, sınırları kaldıran, hayalleri cesaretlendiren bir ustaydı. Öğrencileri için bildik manada öğretmen olmamış; ilham kaynağı, düşünmeyi, denemeyi ve yanılmayı cesaretle pekiştiren bir yol gösterici oldu.

 Buluşmamız sırasında sahildeki kafede, Goethe’nin Faust’u,Dante’nin İlahi Komedya’sı,Balzak ve Tolstoy üzerine konuştuk.Ben Şekspir’e daha yakınken,o her daim Tolstoy’a verdiği öneme dikkat çeker.Tolstoy’un insan anlayışı ve yaşam felsefesi,onun kendi sanat anlayışının rehberi olmuştu.Konu bir eserden diğerine,bir düşünceden ötekine atlıyor,her sohbet bir esin kapısı gibi açılıyordu.

 İstanbul Moda’da olduğu vakitler, Kadıköy halk kütüphanesinde Selçuk Öğretmen, sayısız kitap inceliyor, notlar alıyor ve yeniden düşünüyor. Sahilde yaptığımız sohbet ile kütüphanede çalışmaları arasında bir köprü, bir bağ var. Neredeyse her gün kütüphaneye gitmesi boşuna değil! Belki de bir ömre sığdırdığı öğretileri, öğrenimleri, eğitimci ve sanatçı tecrübelerini büyük bir esere dönüştürmek onun en görkemli hayali…

 Sanatı ve yaşam biçimi artık evrensel bir noktaya ulaşmış. Onu anlamak için dünyanın öteki ucuna gitmeye hiç gerek yok; Selçuk Öğretmen’in yaklaşımı, yaşamı ve eserleri, her yerde anlaşılacak bir dili konuşuyor. Onun çizgileri, formları ve düşünceleri, sadece kâğıtta, tuvalde değil, yaşamın kendisinde de varlık gösteriyor.

 Sahildeki kahve sohbetimiz, bir kez daha onun evrensel bakışını, sanatını, edebiyatını, bilimsel merakını ve yaşamını bir bütün olarak görmemi sağladı. Selçuk Öğretmen, sadece bir öğretmen, bir sanatçı değil; çağını ve evrenselliği kucaklayan bir insan.

Onu anlatmak mı? Zor. Ama dinlemek, görmek, anlamak bile yetiyor. Ve işte o,kendi tasarladığı deri çanta… Onun üretkenliğinin ve özgünlüğünün sessiz ama etkileyici simgesi hâla yanımızda duruyor.

Buluşmamızın sonlarına doğru masamızda duran su şişesine baktık; yaşamın kaynağı olan bu suyu, bilimsel bilgiler eşliğinde konuştuk. Hidrojen ve oksijenden oluşan suyun milyarlarca yıl önceki oluşumunu düşünürken, bir anda kendimizi zamanın ötesinde, geçmişle gelecek arasındaki yolculukta, belki de sıfır hacimli büyük patlamanın yankılarında bulduk.

 İki saatin nasıl geçtiğini anlamadık; tüm düşüncelerimiz, hayallerimiz ve sanatla bilimin iç içe geçtiği anılarımız masada, bu küçük evrende birikmişti. Yarın tekrar buluşmak umuduyla masadan kalktık; ama o an, zamanı ve mekânı aşan bir sohbet içinde, hafızamızda derin bir iz bıraktı.

 Güven SERİN 


 

 






10 Ekim 2025 Cuma

SAÇAKALTI AYDINLARI

 






GPT

               SAÇAKALTI AYDINLARI ve KÜLTÜREL ZİRAAT

Saçakaltı, tarihler boyunca sadece gölge, yağmurdan sığınma değil, aynı

zamanda yaşamın, sohbetin ve emeğin bir simgesi olmuştur. Yağmurdan,güneşten korunmak için sığınılan bu alan, aslında üretimin, paylaşımın, kültürün filizlendiği yerdir. Gölgede durmak yeterli değildir; gölgeyi anlamak ve gölgenin altında bir şeyler yetiştirmek gerekir.

Bugün saçakaltı aydınlar var. Onlar gölgenin rahatlığında oturur, her şeyi

kurumlardan bekler, üretmeye yanaşmazlar. Toplumun ve şehrin yükünü başkasına devreder ama şikâyet etmeyi, eleştirmeyi ihmal etmezler. Kurumların açacağı sergi salonları, kültür merkezleri, belli kafeler veya sanat mekânları…

İşte onların sosyal ve kültürel hayat sandıkları yerler. Oysa gerçek kültür,sadece salonlardan ve mekânlardan beslenmez.Tabiatta bile vermeden alma ilişkisi yoktur. Bir bahçe, bir tarla, bir bağ… Onları görmek yetmez; almak için sürekli ekmek, sulamak, kollamak ve fedakârca emek harcamak gerekir. Ürün, emeğin karşılığıdır. Aynı yasa kültürde de geçerlidir. Saçakaltı aydınlarımız ise bu gerçeği unutur gibi,başkasının toprağında, başkasının emeğinde dolaşır, oradan oraya savruluyormuş gibi görünürler. Gölgeyi severler ama yükü taşımazlar; izlemeyi bilirler ama

üretmeyi bilmezler. Bir başka tehlike: Sadece belli mekânlara, kurumsal etkinliklere bağlı bir kültür, kendini sınırlayan bir kültürdür. Bir kafede, bir sergi salonunda veya bir kültür merkezinde sosyalleşmek kolaydır; ama gerçek şehir hayatı, taşına,sokağına,mahallesine sahip çıkmakla, kendi gölgesinde üretmekle doğar. 

Kurumların açtığı mekânlar sadece aracıdır; kültürü var eden, emeğini ortaya koyan bireydir.Bu noktada, gerçek aydın ve sanatçılardan ders almak gerekir. Yunus Emre

mekânlara bağlı kalmadan, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak insanlara felsefeyi,sevgiyi birliği anlattı. Van Gogh, hiçbir eserini kurumsal bir galeriye teslim etmedi; fırçasını, toprağı ve ışığı takip ederek kendi iç dünyasında ve doğada eserini yarattı. Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda yeni bir eser tamamladığında duyduğu coşkuyu şöyle dile getiriyordu:

“Yeni bir tabloyu tamamladığımda, sanki dünyadaki tüm yüklerden kurtulmuş gibi hissediyorum. Bu, bana hayatın anlamını yeniden hatırlatıyor.”Saçakaltı aydınları gölgeyi sever ama yükü taşımayı reddeder; başkasının emeğine yaslanır ve kendi sorumluluğunu unuturlar. Gerçek aydın ise elini taşın altına koyar; şehrin taşına, parkına, kültürüne sahip çıkar, tohumunu atar, 

emeğini verir. Kurumlardan beklemek kolaydır, ama gerçek ziraat sabır, emek

ve adanmışlık ister.

Sözümüz açıktır: Sayın saçakaltı aydını, gölgenin rahatına sığınmayı bırak.Kendi şehrinin toprağına eğil, elini kirlet, emeğini ver. Yoksa saçak çöker, gölge biter, kültür kurur. Çünkü yaşamın, doğanın ve kültürün temel yasası aynıdır:

Vermeden almak mümkün değildir.

Kültür, sadece kurumların açtığı kapılardan değil; senin mahallenden,sokağından, saçakaltından filizlenir. Oradan oraya savrulan gölge değil,emeğiyle şehrin ışığını büyüte kişi ol.

“İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir; sen kendini bilmezsen, bu şehrin

gölgesinde boş dolaşırsın.”

Yaşamın melodisi kültürdür; sahilde ıslık çalan insanların izi ise onun en güzel neşesidir.

Güven SERİN 




4 Ekim 2025 Cumartesi

FAUST

 

                           ŞEYTANLA MODERN PAZARLIK

   Goethe’nin Faust eseri, sanki yıllarca içinde akademik çalışma yapmışım gibi, amatör eğilimimin tam manasıyla odağına oturmuş başyapıtlardan birisidir. Tıpkı, Cervantes’in Don Kişot’u gibi…

  Faust, belki de modern insanın kendi açmazlarını ve arayışını anlamak için başvuracağı ilk kaynaklardan birisidir.

  Edebiyatın ölümsüz zirvelerinden biri olan Goethe’nin Faust’u,her çağın insanın kendi ruhunun röntgenini çeken sihirli bir aynadır.Bilginin sınırlarına ulaşmış ama hayatın özünü kaçırmış Doktor Faust’un,ruhu karşılığında kendisine sınırsız haz ve deneyim vaat eden şeytan Mephistopheles ile yaptığı anlaşma…Görkemli ve trajik bir hikaye,19.yüzyılın tozlu sayfalarından çıkıp 21.yüzyılın dijital dünyasında-labirentlerinde,ofis-işyeri,alışveriş merkezlerinin gölgesinde ve akıllı telefonlarımızın ekranlarında yeniden hayat buluyor.Sadece karakterler ve sahne değişti.O büyük anlaşmanın günümüzdeki yansımalarına bakalım.

   Doktor Faust’un trajedisi, her şeyi bilmenin getirdiği derin tatminsizlikti. Kütüphanesindeki binlerce kitaba rağmen hayatın coşkusunu, aşkın ateşini, anın saf hazzını tadamıyordu. Bilgiye doymuş ama bilgeliğe açtı.

   Bugünün,21.yüzyılın modern Faust’u kim mi? O,biziz. Cebimizdeki küçük cam, metal kutularla tüm insanlık tarihinin bilgisine saniyeler içinde ulaşabilen, dünyanın öbür ucundaki bir olayı anında öğrenebilen, yüzlerce “arkadaşa” ve binlerce “takipçiye” sahip modern bireyiz. Ancak bu bilgi bombardımanı altında ne kadar bilgeleşebildik? Sonsuz bir içerik akımına maruz kalırken, dikkat süremiz kısalıyor, derinlemesine düşünme yetimiz köreliyor. Faust gibi “her şeyi biliyor” ama bir dost meclisindeki sıcak sohbetin, bir sanat eserinin karşısında huşu içinde durmanın veya sadece hiçbir şey yapmamanın getirdiği içsel huzuru hissedemiyoruz. İçimizdeki bu boşluk, bu anlamsızlık hissi, şeytanın kulağımıza fısıldaması için en uygun ortamı yaratıyor.

  Goethe’nin Mephisto’su, somut bir varlıktı; pazarlık yapar, kanla sözleşme imzalatırdı. Günümüzün Mephisto’su ise çok daha sinsi, soyut ve her yere sinmiş durumda: O, bize anlık tatmin, kolay şöhret ve zahmetsiz başarı vaat eden sistemin ta kendisidir.

  Sosyal medya sunumları-paylaşımları,”beğeni” ve “paylaşım”larla ruhumuzu okşayan yeni Mephisto’dur. Bize der ki: “Neden yıllarını bir zanaatla ustalaşmaya harcayasın ki?”Bir dakikalık bir videoyla milyonlara ulaşabilirsin.”Bize fısıldar: “ Neden zorlu ve sancılı bir kendini tanıma yolculuğuna çıkasın?” İşte sana benzeyen insanların olduğu bir ‘yankı odası’,burada kendini güvende ve haklı hissedeceksin.”

  Bu yeni şeytan, ruhumuzu kanla imzalanmış bir sözleşmeyle değil, her gün “ kullanım koşullarını kabul ediyorum” butonunu tıklayarak parça parça satın alır. Mahremiyetimizi veri karşılığında, sabrımızı anlık eğlenceler karşılığında gönüllü olarak teslim ederiz. Toplum, derin bağlar kuran bireylerden, bir sonraki “trend-eğilim”e kadar birbirini izleyen koşuculara dönüşür.

   Faust eserinin en can alıcı dersi belki de sonundadır. Dr.Faust tüm hastalarına, zaaflarına ve Mephisto ile yaptığı anlaşmaya rağmen, son anına kadar “ çabalamaktan” vazgeçmediği için kurtuluşun bir aşamasına erişir. Onun kurtuluşu, kusursuzluğunda değil, bitmeyen arayışında, daha iyiye ve daha güzele duyduğu o insani özlemde gizlidir.

   İşte günümüzün şeytanı anlaşmasından çıkış yolu tam da bu noktada beliriyor. Mephisto’nun bize en tehlikeli zehir, “çabalamaktan vazgeçme” illüzyonudur-yanılsamadır. Kolay olanı, hazır olanı, algoritmanın bize uygun gördüğü pasifçe tüketmeyi önerir.

  Panzehir yine Faust’un ruhunda gizlidir. Bir saatliğine telefonu kapatıp zor bir kitabı anlamaya çalışmak. Bir “like” ,”beğeni” uğruna değil, sadece yaratmanın saf keyfi için bir şeyler çizmek, yazmak, beslenmek.

Popüler görüşleri tekrarlamak yerine, rahatsız edici bile olsa da kendi hakikatimizi aramak.

Sanat kalabalıkların sahte alkışları yerine, bir insanın gözlerinin içine bakarak gerçek bir bağ kurmak.

   Mephisto, cebimizdeki ekranda bize sonsuz vaatler sunarken, içimizdeki Faust’un o doymak bilmez arayışını ve çabalarını iradesini canlı tutmak zorundayız.

  Aksi takdirde, ruhumuzu sattığımızın farkına vardığımızda, geriye ne haz kalır ne hayat. Sadece Mephisto’nun o alaycı kahkahası…

 Güven SERİN 

   



29 Eylül 2025 Pazartesi

FERİT YAVUZ

 


Neyzen Ferit Yavuz






ÜŞENME, VAZGEÇME, ERTELEME: NEYZEN FERİT’İN YOLCULUĞU

“Bir nefes neyden çıkar, bir adım toprağa düşer… İkisi de aynı ezgiyi söyler: hayatı erteleme.”

Hayatı bir köşeye bırakmayın, zamanı kovalamak veya öldürmek yerine onunla dost olan, ölümsüzlüğü masal veya destanlarda değil doğanın kucağında arayan bir insan…

 Kimi insanlar; yaşı ilerledikçe evine kapanır, gölgeli odalarda zamanını çürütür. Sonra gün gelir, ardına bakar ve “ömrüm ne kadar çabuk geçti” der. Tekirdağ doğumlu Neyzen Ferit Yavuz, tam tersine, zamanın avuçlarının içinden kayıp gitmesine izin vermeyenlerden…

 Ney üflerken çıkan her nağme, sanki insanın iç dünyasına bir dere gibi akar. O nefes, sadece bir ses değil; ruhun arınışı, zihnin dinginleşmesidir. Ferit Yavuz’un neyinden yükselen bu ses, sporla tamamlanır. Çünkü o aynı zamanda bir maraton koşucusudur. Koşarken attığı her adımda nefes, ritme dönüşür; damarlarında dolaşan kan, tıpkı ney üflerken havanın kamıştan geçişi gibi, bedenin melodisine karışır. Spor ve sanat, onun hayatında ayrı ayrı değil; bir bütünün iki kanadı gibidir.

 Ama bütün bu yolculuğun en özel durağı Tekirdağ kırlarındaki mütevazı kulübesidir. Birçok insan için kulübenin anlamı sıradan barınak olarak görülse de, Neyzen Ferit Yavuz için; adeta doğayla insanın nikâh tazelediği mabettir. Bahçesinde kendi elleriyle büyüttüğü sebzeler, dallarında meyveler sallanan ağaçlar vardır. Rüzgârın taşıdığı kokuya toprak eşlik eder; gün doğumunda bülbüller, akşamında cırcır böcekleri onun şarkı arkadaşları olur.

Orada toprağa basarken, dalından bir incir koparırken ya da bahçesinde çapasını vururken, aslında en büyük konserini doğaya verir. Neyiyle verdiği ses neyse, bahçesinden kopan domatesin, ağaçtan düşen armudun sesi de odur. Hepsi aynı ezginin farklı notalarıdır.

 Her hafta İstanbul’un kalabalığından sıyrılıp motoruna biner, Tekirdağ’a gelir. Kulübesine varınca nefeslenir, toprağına dokunur, doğanın aynasında kendini görür. Orada sanki eski çağların Gılgamış’ıdır; ölümsüzlük arar. Ama bilir ki asıl ölümsüzlük, şişelerde saklı bir iksir değil; bahçesindeki taze domatesin, biberin kokusu, dalından kopardığı elmanın tadı, sabah serinliğinde attığı koşu adımlarıdır.

 İnsan boşuna arar ölümsüzlüğü masallarda, destanlarda, kitaplarda. Asıl ömrü uzatan, ruhu genç tutan şey; hareket etmek, koşmak nefesin sesini duymak ve doğayla sarmaş dolaş olmak. Çünkü sporla güçlenen beden, neyle dinginleşen ruh ve toprakla bütünleşen yürek, insanın en doğal iksiridir.

 Sosyal medyada yazdığı üç sözcük de felsefeyi özetler aslında:

 Üşenme… Vazgeçme… Erteleme…

 Bu üç sözcük onun için süs değil, hayatın pusulasıdır. Çünkü üşenirse hayat donar, vazgeçerse yol biter, ertelerse zaman kaçar. O yüzden her sabah yeniden başlar; koşusunu yapar, neyini üfler, motoruna binen ve kulübesinin kapısını açar bahçesindeki kokularını yüreğine ve ruhuna çeker.

 Neyzen Ferit Yavuz’un öyküsü bize şunu fısıldar: Ölümsüzlük diye bir şey yoktur. Ama insanın elinde kalan zamanı, doğayla iç içe, sanatla ve sporla nefes alarak, sevdiklerine bağlanarak yaşamak vardır. İşte gerek iksir de budur.

 Onun nefesi neyden çıktığında, koşu ayak seslerinde, motorunun rüzgârında, kulübesinin bahçesinde yetişen meyvelerin tadında aynı şeyler vardır:

“Yaş rakamdan ibarettir. Ömür, yolun kendisidir.”

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 

 

 





26 Eylül 2025 Cuma

DALYAN

 

Kamera; Güven
Uçmakdere Dalyanı


Gaziköy Şarköy

Uçmakdere Şarköy

Uçmakdere'nin gülen yüzü: İbrahim


Yunus Usta ve bir ömre yayılan İbrahim'in dostluğu


                      DENİZ İÇİNDE BİR ÖZGÜRLÜK ŞARKISI: DALYAN

 Herkesin tatil yapıp dinlenmeye çekildiği bir günde biz Yunus Usta ile çoktan planladığımız Mürefte yoluna düştük. Kaç yıldır bu yöne gitsek de heyecan hep aynı. Çünkü yolun kendisi bile insana gençlik ve coşku katıyor. Yolun kendisini sadece gidilen bir mesafe değil, karşılaşılan insanlar, sohbetler ve manzaralarla tamamlanan bir hayat parçası gördüğünü an başka bir yolculuk başlıyor; kendisine doğru insanın…

 Mürefte yine zarif bir peri kızı gibiydi. Üzüm ve şıra kokuları içinde sahilde oturduk. Zeytin üreticileri bu yıl zeytin azlığından dert yansa da “Seneye daha iyi olur” diyecek kadar olgun ve umut doluydu. Kavun, karpuz, domates, üzüm tazeydi; yağlar ise geçen yılın emeğiyle şişelere girmişti. Bu umut ve sabır, bana asıl zenginliğin toprakla, üretimle kurulan bir bağ olduğunu bir kez daha gösterdi.

 Gaziköy’ün tar taş sokaklarında kaybolduk. Viran binalarının sessizliği arasında, bir yandan geçmişin gölgesi, diğer yandan denize açılan ışıklı pencereler vardı. Taş duvarların arasından geçerken insan hem tarihle hem de kendi içiyle konuşuyor gibi oluyor.

 Uçmakdere’de dostlarımızla kekik ve adaçayı kokulu sohbetlere daldık. Muhtar Burhan Bey ile köyün-mahallenin dertlerini konuştuk. İbrahim Bey ise sağlık sorunlarına rağmen bizi bahçesinde gülerek karşıladı. Onun o sevinçli ve yaşama sımsıkı tutunmuş hali, köy hayatının dayanışmacı ruhunu en sade bir şekilde özetliyordu.

 Ama bütün bu yolculukta beni en çok durduran şey, Uçmaktere sahilinde karşıma çıkan Dalyan oldu. Basit gibi görünen ama derin anlamlar taşıyan bir yapı… Uzun direkler üzerine kurulmuş, denizi engellemeyen, aksine onunla uyum içinde duran bir balıkçı Dalyanı.

 Çoraplarımı çıkartıp kayaların üzerine oturdum. Deniz ayaklarımı serinletirken gözlerim Dalyan’ın özgürlüğü anlatan duruşuna takıldı. Deniz kendi şarkısını söylerken Dalyan da o şarkıya kendi sessiz melodisini ekliyordu. İnsan orada hem huzuru buluyor hem de emeğin değerini hissediyor.

 Dalyan sadece bir balıkçının ekmek teknesi değil; eski çağlardan kalan bir sembol gibi. Yunan mitlerinde deniz tanrısı Poseidon’un suları yönetmesi boşuna değil. Bu basit yapı, hem balıkların göç yollarını koruyor hem de denizin akışını engellemiyor. Direkler arasında özgürce akan su, doğayla uyum içinde var olmanın sessiz göstergesi…

 Balıkçının ekmek teknesi olan bu yapı, doğanın bir parçası olmayı başarmış. Kimi yapılar insanın önüne duvar örer; kimi ise ufkunu açar. Dalyan işte tam da böyle; hem çalışkan ellerin emeği, hem de özgürlüğün direkleri. Tıpkı yol arkadaşım Yunus Çakır, Yunus Usta gibi; doğayla her daim uyumlu ve bir bütün…

 Dalyan’ın karşısında durduğunuzda denizin şarkısı değişir; çünkü o direklerin arasında yalnızca balık değil, özgürlüğün kendisi de tutulur. O an insan, doğayla kavga etmeden yaşamanın önemini öğrenir.

 Ve sanki bir şair fısıldıyor kulaklara:

 “Dalyan gibi dur, direkler gibi sabit ol; ama su gibi özgür ol.”

Güven SERİN  










23 Eylül 2025 Salı

BENİ ESKİ KIYILARA BAĞLAYAN: O SES

 


Kamera; Güven



             BENİ ESKİ KIYILARA BAĞLAYAN SES: DOĞA ve BİZ

 Çınarların altındaki bankta otururken bir yudum sade kahveyle güne başladım. Fedakâr Nesip Bey’im “Hemen getiriyorum” seslenişi, günün ilk sıcak notasıydı. Yanımda Hölderlın’in Seçme Şiirler kitabı vardı. Sayfalarını rasgele açtım ve karşıma “Anayurda Dönüş” şiirinden dizeler çıktı:

 “Ey sessiz yer! Ey tatlı meltemler…”

 Hölderlın… Onun dizeleri yalnızca kelimeler değil, ruhun derinliklerine dokunan bir çağrı gibiydi. Doğayı yüceltirken insanı da unutmayan, yalnızlığı ve özlemiyle hayatın her anını içselleştiren bir şair… Kıyılara ve sessiz yerlere duyduğu bağlılık, bugün sahilde hissettiğim huzurla birleşiyordu.

 Tam o anda sahilde, denizin ve rüzgârın sesiyle karışan başka bir ses yükseldi: Yelken Kulübü tarafından gelen şehir bandosu, ardında ellerinde pankartlarla yürüyen gönüllü insanlar… Dünya Temizlik Günü kapsamında düzenlenen Yeşil Miras Yürüyüşü’ndeydiler. “Çevre sevgisi vatan sevgisidir”,”Temiz çevre sağlıklı gelecek”,”Çöpsüz dünya mümkündür” pankartlarıyla, şehirlerinin güzelliklerine sahip çıkan insanları görmek içimi umutla doldurdu.

 Dün gezdiğim Alkaya sahilinin temiz olması gereken köşeleri ise ne yazık ki çöp poşetleri, boş su şişeleriyle doluydu. Erozyona karşı direnen bitkiler, çalılıklar, incir ağaçlarına sarılmış plastikler… Doğanın sessiz direnişi, insanların dikkatsizliğiyle gölgeleniyordu.

 O sırada oturduğum banka uğrayan Ekrem Bey ve Ömer Bey ile tanıdık bir sohbetin keyfini çıkardım. Hölderlın kitabını bir kenara bırakıp, dost sohbetinin koyu yudumlarına daldık. Doğa ile insanın, geçmiş ile bugünün iç içe geçtiği bu anlarda anlaşılan o ki; temiz bir çevre, sadece bir görev değil, aynı zamanda ruhun ve toplumun bir direncidir.

 Hölderlın hayatı boyunca savunduğu şey, doğanın ve insanın birlikte var olabileceği bir dengeydi. O,yalnızca kıyıları değil, insanın kalbini de gözlemleyen bir şairdi; her dizesinde hem bir özlem hem de bir uyanış vardı. Bu yüzden sahildeyken, onun dizelerini okurken, doğayı korumanın aslında insanlığı korumakla eş anlamlı olduğunu bir kez daha hissettim.

 Gözlerimi kapatıp dalga seslerini dinledim; hafif esinti yüzüme vururken, Hölderlın dizeleri zihnimde yankılandı:

 “Beni eski/ Mutlu kıyılara bağlayan/ Nedir ki, yurdumdan/ Daha çok seviyorum onları”

 Eski kıyılarımızı, temiz denizlerimizi ve parklarımızı korumak, yalnızca nostalji –hasret değil; gelecek nesiller için bir sorumluluk ve yaşam sevgisidir. Doğa bize sesleniyor; sessiz değiliz, birlikte cevap verebiliriz.

 Ve belki de en önemlisi: Her birimiz küçük bir adım atarak hem kendi ruhumuzu hem şehrimizin geleceğini koruyabiliriz. Bugün attığımız her adım, yarınların temiz sahilleri, tertemiz gökyüzü ve huzurlu parkları demektir. Çevreyi korumak, sadece doğayı değil, insanlığı da besler; çünkü doğa bizden bir şey ister, biz de ondan… Birbirimizi anlamayı.

 Bugün bir sahil temizliği, bir yudum kahve ve bir dize ile başlıyor olabilir. Ama her küçük eylem, doğaya ve insanlığa olan borcumuzu hatırlatır. Eski kıyılarımızı, sessiz rüzgârları, Öksel Demir’in şiirinde geçen buraya ait (Heybemde ince bir firişka rüzgârı) firişka esintisini, temiz denizleri birlikte koruyalım. Onları kaybetmek, sadece doğayı değil, kendimizi de kaybetmek olur.

Güven SERİN 







20 Eylül 2025 Cumartesi

ÇINARIN GÖLGESİNDE KÖK SALAN HATIRALAR

 


                  ÇINARIN GÖLGESİNDE KÖK SALAN HATIRALAR

 Yürüyüş yapmanın o engin huzurunu, o doyumsuz tadını her yerde deneyebilirsiniz. Hele bir de bildiğiniz bir şehrin kestirme yollarına dalmışsanız, mesafeler anlamını yitirir. Yakıcı güneşin engeline rağmen kimselerin duymadığı bir ıslığı çalarak, adımlarınız sizi tanıdık bir geçmişe doğru usulca çeker.

 İşte böyle bir günde, şehir merkezinde kalmış eski sanayi bölgesine düştü yolum. Evin ihtiyacı olan küçük bir malzemeyi birkaç dükkân gezdikten sonra bulunca, sanki büyük bir iş başarmış gibi derin bir nefes aldım. Asıl arayışım ise o an başladı. Çok öteleri, delikanlılık ve liseli zamanlarımı izlemek için o köhne basamakları tırmandım.

 Ve işte oradaydı. O kadim çınar, her zamanki gibi güçlü ve dimdik ayakta. Gözlerim, kırk yıl öncesini hiç gocunmadan aradı; İbrahim Ağabey ve Metin'in işlettiği Umut Büfe'yi bulmayı umdu. Zihnimde o efsanevi mekân canlandı: Çalışkan sahibi İbrahim Ağabey'in, marifetli elleriyle hazırladığı o meşhur kavurmaların kokusu burnuma gelir gibi oldu. Her daim kenarda duran sandık sandık portakalın, anında sıkılarak bardaklara dolan o taptaze, mis kokulu sularını hatırladım. Ne var ki, o lezzet ve sohbet durağını yerinde bulamadım. Zaman, bazı mekânları alıp götürse de hatıraların demir attığı limanları silemiyor. Bulduğum küçük bir masanın yanındaki sandalyeye ilişmeden bir çay söyledim. Tavla oynayanların şıkırtısı ve sohbet edenlerin uğultusu, çınar ağacının kadim gölgesine karışıyordu.

 Hükümet Caddesi ile Şaraphane Caddesi’nin kesiştiği yerde, tıpkı liseli zamanlarda oturduğum noktada olmak ne büyük şanstı! Caddelerden birkaç metre yüksekte, ulu bir çınarın koruyucu kanatları altında… Bir an, Sanat Okulu öğrencilerinin o tanıdık yüzleri yanımdan geçiyormuş gibi geldi. Öğretmenlerim; Ahmet Başar’ı, Osman Kamil Doğru’yu, Ali Geldi’yi, Zafer Tarım’ı, Vildan Hatipoğlu’nu, Ömer, Sadık ve daha nice öğretmenimi gördüm sanki. Arkadaşlarım Ali Boylu’yu, Cengiz’i, İsmail’i, Ümit’i, İlker’i, Okan’ı, Halim’i, Yavuz’u… Yüzlerce Sanat Okulu öğrencisinin o telaşlı, biraz mahcup, biraz coşkulu ama her daim yaşam dolu anlarını tekrar tekrar yaşadım, kökleri çok derinde olan çınarın koyu gölgesinde.

 Zamanın akışı gibi geçiyordu önümden bugünün gençleri. Şimdi kim bilir nerelerde, hangi umutların zaferleri veya hayal kırıklıkları içinde, benim gibi geçmişe dokunuyorlardır hatırladıkça.

 O geçmişe, yüzlerce tanıdık yüzle dolu o kıymetli hatıralara onurla baktım. Hatta cesaret edip, hiç burkulmadan, bir sızı duymadan dokundum onlara. Her biri çok önemliydi. Hepsi, bizim hayat yolculuğumuzun en değerli deneyimi, ölmemiş bir yaşama ait anılardan öte, bugünkü benliğimizin vefalı yol arkadaşlarıydı.

 İşte o an anladım ki, maziye özlem duymak, bugünden kaçmak değildir. Aksine, bugünü anlamlı kılan kökleri hatırlamaktır. O çınarın gölgesinde dinlenirken bulduğum huzur, sadece geçmişin bir yansıması değil, aynı zamanda anın ne kadar kıymetli olduğunun da bir kanıtıydı. Çünkü geçmiş, onurla dokunabildiğimizde, bugüne en güzel gölgeyi düşüren o kadim çınarın ta kendisidir…

 Güven SERİN 

  


16 Eylül 2025 Salı

İSPANYA BİSİKLET TURU

 




                               PEDALLARIN ÇIĞLIĞI, HALKIN VİCDANI

( İspanya Bisiklet Turu)

 Spor, insanlığın en saf rekabet alanı… Terin, disiplinin, emeğin; aynı zamanda dostluğun, barışın ve evrensel bir dilin adı. Bir futbol topu, bir basketbol potası, bir bisiklet pedalı… Hepsi farklı coğrafyalarda, farklı dillerde aynı şeyi söyler: Mücadele et, ama adil ol. Kazan ya da kaybet, insan kal.

Tam da bu yüzden, İspanya’nın gururu Vuelta a İspana, sadece bir bisiklet yarışı değildir. Pireneler’in dik yamaçlarında, Endülüs’ün kavurucu sıcağında pedal basan sporcular, insan azminin ve sınırları zorlamanın sembolüdür. Ancak bu yıl pedallar sadece hız için dönmedi. İspanya halkının vicdanı da yollara aktı.

 Filistin’de süren vahşete karşı, Madrid’in Bilbao’ya,Valladolid’den Barcelona’ya uzanan etaplarda yüzlerce kişi yollara indi.Kimi pankart açtı,kimi bitiş çizgisini kapattı.Yarışlar kesildi,etaplar kısaltıldı.Çünkü o halk biliyordu ki spor sessiz kalamaz.Spor,sadece güç gösterisi değildir; aynı zamanda insanlığın nabzını tutan bir aynadır.

 Ve artık bu satırları yazarken yarış tamamlandı. Şampiyon belli oldu, genel klasman sonuçları tarihe geçti. Fakat inanıyorum ki yıllar sonra kimse bu bisiklet turunu sadece kazanan isimle hatırlamayacak. Asıl hafızalara kazınacak olan, bisikletçilerin gölgesinde yükselen o vicdan sesleridir.

 Protestolar sırasında İspanyol halkının ruh hali bir matem sessizliği ve öfkenin gürültüsü arasında gidip geldi. Yol kenarında oturan gençler ellerindeki pankartlarda “ stop the massacre!” (Katliamı durdurun!” yazıyordu. Bazıları “No hay deporte en la guerra” (Savaşta spor olmaz) diye haykırdı. En çok duyulan sözlerden biri de şuydu: “Gaza vive, la hamanidad tambien” (Gazze yasasın, insanlık da yaşasın.) Bu sloganlar sadece yarış yolunu değil, aslında tüm dünyanın vicdanını kapattı.

 Tarihten biliyoruz: Stadyumlar bazen diktatörlere alkış, bazen özgürlüğe çığlık oldu.1968’de Meksika’daki Olimpiyat kürsüsünde siyah eldiven ile yumruk kaldıran atletler ne kadar doğru bir mesaj verdilerde, bugün İspanya sokaklarında bisikletçilerin yoluna oturan insanlar da aynı evrensel mirasa katkı sundular. Spor, eğer adaletsizliğe karşı sessizse, gerçek anlamını yitirir.

 Teknik açıdan bakıldığında, La Vuelta yine kıyasıya bir mücadeleye sahne oldu: Dağ etaplarının zorluğu, zamana karşı mücadeleler, üç bini aşkın kilometrelik parkur… Ama bu teknik başarıların üstünde, tarihe geçecek olan başka bir şey var: Halkın, bir spor müsabakasını vicdan kürsüsüne dönüştürmesi.

Pedallar sadece dağları tırmanmadı, aynı zamanda insanlığın kalbine doğru döndü. İspanya halkı,”Bu yarışın galibi kim olacak?” sorusundan önce, “Dünyada masumlar yaşasın mı ölsün mü?” sorusuna cevap aradı.

Sporun asıl güzelliği, insanları eğlendirmesi kadar; onlara düşündürmesi, vicdanlarını harekete geçirmesidir. Spor sahası, bir anlamda toplumun laboratuarıdır. İspanya’da yaşananlar bize bir kez daha hatırlattı: Eğer spor insanlığın yarasına dokunmuyorsa, sadece kuru bir gösteridir.

Bugün Tekirdağ sahilinde yürüyen bir genç de, İspanya’da yol kenarında pankart taşıyan bir anne de aynı sorumluluğun parçasıdır: İnsan kalabilmek. Sporun vicdanla birleştiği anlar, tarih sayfalarında altın harflerle yazılır. Vuelta a Espana 2025-İspanya Turu 2025,artık yalnızca bir bisiklet yarışı değil; barış için yükselen bir haykırış olarak anılacak.

 Güven SERİN 





15 Eylül 2025 Pazartesi

İPSALA'DA KÖKLERİNİ ARAMAK

 

Arif Yetim,Ahmet Enişte







İPSALA’DA KÖKLERİ ARAMAK ve BİR SÜKÛNET

USTASIYLA TANIŞMAK

 Balkan rüzgârlarının fısıltısını taşıyan İpsala'da, Meriç Nehri'nin kıyıcığında, zamanın ağır ve bilge adımlarla aktığı o topraklardaydım. Mazinin izini sürmek, toprağın altında sessizliğin erdemine bürünmüş akrabalarımın hatırasına bir selam durmak niyetiyle İpsala mezarlığının yolunu tutmak istedim. Kadim dostum Şerif Bilir'e bu niyetimi açtığımda, kendi meşguliyetini bir anlığına unutarak o vefalı tavrıyla, "Ben seni bırakayım," dedi ve ekledi: "Mezarcı Arif'i bir arayayım, oradaysa sana yardımcı olur."

"Arif kim?" sualim, hafızanın coğrafyasında bir kapı araladı. "Bizim Paşaköy'den," diye başladı Şerif, "Yıllardır bu mezarlığın sırrını o tutar. Kimin nerede ebedi uykusuna daldığını ondan iyi kimse bilmez." Bu sözler, basit bir tanışıklığın ötesinde, toprağa ve onun sakinlerine adanmış bir ömrün habercisiydi. Şerif, çarşıda olan Arif Bey'i alıp yanımıza getirdiğinde, karşımda lakabının hakkını veren, o ölüler ülkesinde kendi yüksek sükûnetini bulmuş ve bunu adeta ruhuna nakşetmiş bir adam duruyordu.

Arif Bey'in gözlerindeki o anlık heyecan, mesleğini bir görevden ziyade, bir yaşam biçimi olarak benimsediğinin en net deliliydi. Nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, aradığım isimleri bir bir sıraladım: Ali Dayım (Ali Darcan), Gürsel Eniştem (Gürsel Şimşek), Ercüment Darcan, Hasan Darcan ve teyzelerimin ( Ayşe,Fatma,Müzeyyen,Firdevs ) babaannesi Paşaköylü Güllü Önder... Her isimle birlikte Arif Bey’in hafıza defterinin sayfaları hızla çevriliyor, yüzünde o insanlara dair bir anının gölgesi beliriyordu. Hızlı ve kendinden emin adımlarla bizi mezarların başına götürdü. Orada, neredeyse hepsi yan yana, toprağın altında dahi bir aradalar; sanki yepyeni ve ebedi bir ülkenin kurucuları gibiydiler. Zamansız vedalarıyla yüreklerimizde derin izler bırakan, hayatlarının baharında bu sessiz topraklara emanet edilen o güzel ruhların huzurunda durmak, faniliğin en dokunaklı dersiydi. Bir zamanlar Gürel Turizmi bir marka haline getiren Hasan Gürel gibi İpsala'nın ne çok tanıdık siması, bu sessizlik cumhuriyetinde yan yana uzanıyordu.

Arif Bey, mezar kazıcılığını bir sevgi ve saygı ayini gibi yürütüyordu. Ağır bir ameliyat sonrası sarsılan sağlığını, yine bu çam ve kır kokularının birbirine karıştığı, masumiyetin hüküm sürdüğü sessiz dünyada yeniden bulmuştu. Sohbetimiz derinleştikçe, anlattığı mezar anılarıyla İpsala Mezarlığı, adeta felsefi bir sahneye dönüştü. Özellikle çok eski mezarları açtığında, bir zamanlar hayatla, gururla, sevgiyle dimdik duran o iskeletin, bir dokunuşla nasıl toza toprağa karıştığını anlatırken sesi bir anlığına kısıldı.

İşte o an, İpsala'nın çam kokulu mezarlığından sıyrılıp kendimi Shakespeare’in Elsinore’unda-Danimarka’sında buldum. Karşımda duran Arif Bey, Hamlet'in o meşhur sahnesindeki mezarcıydı sanki. Onun anlattığı, bir zamanlar görkemle ayakta duran bir bedenin fani kalıntılarının toprağa dönüş hikâyesi, Hamlet’in elinde tuttuğu Yorick’in kuru kafasına sorduğu o ebedi soruyu hatırlatıyordu: "Nerede şimdi o nüktelerin, o şakaların, o şarkıların?" Arif Bey, bir bilim insanı titizliği ve bir edebiyatçı derinliğiyle, hayatın ve ölümün en yalın gerçeğini, faniliğin felsefesini dile getiriyordu. Onu dinlerken, mezarcıyla konuşan Hamlet’in diyaloglarının içinde gibiydim.

Sohbetin bir yerinde Halim Dayım ve Remziye Yengem'in mezarlarını sordum. Bir an bile tereddüt etmeden, ayağına üşenmeden mezarlığın öteki ucuna doğru yürümeye başladı. Bu yürüyüş, onun için bir angarya değil, hafızaya gösterilen bir sadakat yeminiydi.

Arif Bey, bu işi büyük bir saygınlık ve sükûnet içinde yapan, toprağın altındaki her bedene birer emanet gibi bakan, yaşayan bir arşiv, sessizler ülkesinin bilge bir bekçisiydi. İpsala'dan ayrılırken aklımda sadece bulduğum mezarlar değil, ölüme ve hafızaya adanmış bu mütevazı ama bir o kadar da yüce ruhlu adamın portresi kalmıştı. O, toprağın şairidir; her gün faniliğin en dokunaklı şiirini okuyan ve sessizliğin dilini en iyi konuşan adam...

İpsala'dan ayrılmadan önce yaşadığım kısa bir anı, bu toprakların ruhunu belki de en iyi özetleyen bir hediye gibiydi. Mezarlık ziyareti sonrası yolda, sanki omuzlarına dünyanın yükü binmiş, yaşama küsmüş gibi ağır adımlarla yürüyen birini gördüm. Önce ikimiz de birbirimizi tanıyamadık. İçimdeki bir tereddüdü yenerek "Ahmet Abi, Ahmet Enişte?" diye seslendim. O an, sanki derin bir uykudan uyanan bir canlı gibi irkildi ve bana dönen yüzünde yıllardır bildiğim o neşeli, taze ve aydınlık gülümseme belirdi: "Yusuf'un oğlu Güven! Sen Güven'sin!" O on dakikalık sohbette, az önceki yarı uykudaki yorgun adam gitmiş, yerine benim tanıdığım, neşesiyle içimizi ısıtan Ahmet Enişte gelmişti. Sadece babam Yusuf Serin'i anmak, onu yâd etmek bile ikimizin de ruhuna on dakikalığına da olsa bir bahar getirmişti. İpsala, sadece tarlaları ve binalarıyla değil, işte böyle bir selamla yeniden canlanan hatıraları ve bir anıyla birbirine şifa olan insanlarıyla var olmaya devam ediyor.

Güven SERİN 

 

 

13 Eylül 2025 Cumartesi

ZORBA GİBİ DANS ETMEK Mİ

 




                              ZORBA GİBİ DANS ETMEK Mİ?

   Bu çalışmamın uzun başlığı tam olarak: Zorba Gibi Dans Etmek mi? Alexandre Gibi Hatırlanmak mı? Olacaktır…

 İki eserin bitmeyen sorgulamasının küçük bir özetini siz değerli okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Belki kendi gününe bir gün daha eklemek, kendi sorularına bir cevap daha bulup yaşamın sonsuzluğu içinde kendimize biraz daha yakın olup sokuluruz diye…

                        

  Eninde sonunda insan başladığı yere geri dönermiş! Onlarca film izler, yüzlerce kitap okuruz. Bazıları sıklıkla geri çağırır insanı… Theo Agelopoulos’un yönettiği Sonsuzluk ve Bir Gün filmi, Sınırlar üçlemesinin son filmidir. Zorba romanı da Nikos Kazancakis’in eseridir. Her iki esere tam olarak bulamadığım: Kim bilir hangi sözcüklerin kavram arayışları içinde geri dönüyorum.

   Bazı filmler ve kitaplar hayat boyu liman vazifesi görürler. İnsan fırtınalı havalarda veya kendine daha çok sokulmak istediği anlarda o limanlara uğramak, belki de ruhunu tamir etmek için çekilmek istiyor…

   Ne zaman ruhumuz bir arayışa girse, ne zaman kelimeler kifayetsiz kalsa, o tanıdık, samimi sahnelere geri döneriz. Nikos Kazancakis’in Zorba’sı ne ise, Yunan sinemasının melankolik şairi Theo Angeloyoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filmi de odur. Peki, ama bu eserlerdeki gizemli güç veya güçler nedir?

   Biri “anı yaşa” diye haykırırken, diğeri geçmişin gölgelerinde bir gün daha isteyen bir adamın hikâyesini anlatıyor.

   Bu eserlerde tam olarak ne buldum? Ölmek üzere olan bir şairin son günün anlatan bir film… Sıradan bir gün değil bu gün. Tüm bir ömrün, pişmanlıkların, kaçırılmış fırsatların ve kayıp bir aşkın içine sığdırıldığı bir zaman yolculuğu. Film ve karakter bize sıklıkla sorar:

—Bir günü sonsuz kılmak mümkün mü? Belki de hafıza ve zamanın sınırlarını aşmanın bir yoludur!

   Yolları Arnavutluk sınırından kaçan küçük bir çocukla kesişir. Sınırlar, sadece ülkeler arasındaki sınırlar değil; yaşamla ölüm, geçmiş ile gelecek, diller ve kültürler arasındaki sınırlar… Şair ölmeden önce biriyle bağ kurarak kendi varoluşsal yalnızlığını aşmaya çalışır.

  Kazancakis’in Zorba eseri ise bu çıkmaz hallerde daha çok aklıma geliyor. Zorba, felsefeyi, kelimeleri ve planları bir kenara atıp dans ederek, içerek, severek hayatın ta kendisi olmayı seçiyor. Onun için anlam, eylemin içindedir. Zorba karakteri: Nasıl yaşanır? Sorusuna coşkuyla cevap verir. Theo Angelopoulos’un karakteri Alexandre ise hayatı boyunca kelimelerin ve düşüncelerin içinde kaybolmuş, eyleme geçmemiş bir entelektüeldir.

   “Sonsuzluk ve Bir Gün “ sadece bir film değil, ruhumuzun derinliklerine inen şiirsel bir sorgulamadır. Zamanın ne kadar göreceli, anıların ne kadar değerli ve söylenmemiş sözlerin ne kadar ağır olduğunu hatırlatır. Tıpkı, Zorba’nın bizi ayağa kaldırıp dans ettirme gücü gibi, Angelopoulos’un filmi de, bizi oturtup kendi içimizde, kendi ‘bir günümüze’ bakmaya davet eder.

   Belki de bu eserlere dönmemin nedeni budur. Hayatın karmaşası içinde unuttuğumuz en temel soruları sorma cesaretini ve kendi cevaplarımızı bulmak için ihtiyaç duyduğumuz o ‘ ödünç alınmış kelimeleri’ vermeleridir…

   Birisi sözcüklerin büyüsüne kapılmışken, diğeri dansın ve o anın büyüsüne kapılmış bir halde, belki de kendi hayatlarının sürgünü olmanın ibretsel öykülerini bırakıyorlar geride…

 Güven SERİN 






11 Eylül 2025 Perşembe

YÜRÜYEN YAŞAR,SOSYALLEŞEN GENÇ KALIR

 



Kamera; Güven
İhsan Göçmen ve Osman Kamil Doğru

Kamera, Güven
Raşit Yavuz


              YÜRÜYEN YAŞAR, SOSYALLEŞEN GENÇ KALIR

  Bir otobüs yolculuğuna karar verirseniz… İneceğiniz duraktan birkaç durak önce inersiniz. Kalan yolu yürürsünüz. İşte hayat dediğiniz şey, bazen böylesine basit bir seçimden ibarettir. Adımlarınız sizi yalnız gideceğiniz yere değil, sağlığınıza, huzurunuza ve yeni bir karşılaşamaya da götürür.

 Kumbağ ziyaretimde birkaç durak önce inip yürürken rastladığım Raşit Yavuz tam da vereceğim örneğe uygun bir buluşmadır. Toprağına, kırlarına, yaşadığı yere sımsıkı bağlı… Zeytinyağıyla, kavunuyla, üzümüyle hem kendi rızkını hem de yaşadığı yerin bereketini sırtlamış. Temiz, bakımlı ve güler yüzlü. Yıllarını aşındırmamış, tersine yıllara gülerek, yürüyerek direnmiş. Çünkü aidiyet insana yaşama gücü verir; kök saldığı topraklarla birlikte diri kalır.

 Bir gün sonra Süleymanpaşa sahilinde oturmuş, Nesip Bey’in getirdiği çayı yudumlarken yine aynı hakikati gördüm. Yan banka gelenler, iki kıymetli öğretmendi: Tarih derslerinde bize ışık tutmuş Osman Kamil Doğru ve yıllarca komşuluk yaptığım,”öğretmenler öğretmeni” diye anılan İhsan Göçmen. Daha da anlamlı olanı, İhsan Bey’in, Osman Kamil Doğru’nun Namık Kemal Lisesi’ndeki hocası olmasıydı. Yani orada üç kuşak bir araya gelmişti. Kısa bir sohbetti ama değeri ömre bedeldi. Çünkü hareket eden, insan içine karışan, dostlarla yüz yüze gelen kişi ömrüne ömür katar.

 İşte tam da burada şu düşünceyi dile getiriyorum: Uzun ve huzurlu ömrün sırrı nedir?

 Aslında cevap, yaşadığımız bu küçük anların içinde gizlidir. Bilim insanlarının yıllardır araştırdığı,”Mavi Bölgeler”de-insanların çok dağha uzun yaşadığı Okinowa, Sardunya, Ikaria gibi yerlerde-ortak bir sır var:

 Doğal ve ölçülü beslenmek. (Sofradan doymadan kalkmak, bitkisel ağırlıklı beslenme.)

Günlük hareketi hayatın içine katmak. (Yürüyüş, bahçe işleri )

Stresle başa çıkmak.(Dua, meditasyon, doğayı seyretmek)

Güçlü sosyal bağlar kurmak.(Aile,dostluk,komşuluk…)

Kötü alışkanlıklardan uzak durmak.

Yaşama daima olumlu bakmak.

 Aslında bunların hepsi, Raşit Yavuz’un tarlasına, bahçesine bağlılığıyla, sahildeki karşılaştığım iki kuşak öğretmenlerimizin-Osman Kamil Doğru, İhsan Göçmen’in yaşamın içinde kalmaları, sımsıkı yapışıp kök saldıkları yerle büyük bir aidiyet bağı geliştirmeleridir anlatmak istediğim huzurlu ömrün ve huzurun karşılığı…

 Yani uzun ömür, huzurlu hayat, büyük sırlarla değil; sürekli ama küçük adımlarla kuruluyor.

 Hayatın sırrı, en basit haliyle: Yürümek ve paylaşmak… Yürüyen hem genç kalır, hem de ruhuna sağlık katar. Paylaşan ise yalnızlığı aşar, huzuru bulur.

Güven SERİN  



10 Eylül 2025 Çarşamba

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE

 



ATATÜRK’ÜN GENÇLERE “MUTLAKA OKUYUN” DEDİĞİ O KİTAP

    ( Beyaz Zambaklar Ülkesinde )

 Atatürk’ün başucundaki formül: Bir avuç aydının bataklığı vahaya çevirmesinin gizemi o kitabın sayfaları arasındaydı.

 Hiç düşündünüz mü? Binlerce kitap devirmiş, bir imparatorluğun küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurmuş, strateji dehası bir lider, niçin Finlandiya gibi uzak o zamanlar adı sanı pek duyulmamış bir ülkenin hikâyesini bu kadar önemser? Mustafa Kemal Atatürk, Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabını okuduğunda sadece etkilenmekle kalmaz, bir emir verir: “Bu kitap, derhal okulların, özellikle de askeri okulların müfredatına alınacak!”

 Peki, neydi o sarı sayfalardaki sır? Atatürk,”Suomi” yani “Bataklıklar Ülkesi” olarak anılan Finlandiya’nın hazin hikâyesinde ne görmüştü?

 Kitap, bir milletin uyanış destanıdır. Yüzyıllarca İsveç ve Rusya’nın gölgesinde kalmış, kendi dilini ve kültürünü unutmaya yüz tutmuş, yoksulluk ve cehalet içinde çırpınan bir halk… Kısacası, umutsuzluğun donmuş toprağı Finlandiya. Ama sonra bir avuç idealist aydın, bir avuç “halk kahramanı” ortaya çıkar. Bunlar krallar, komutanlar değil; Johan Vilhelm Snellman gibi filizoflar, köy papazları, öğretmenler, doktorlar ve hatta okuma yazma bilen köylülerdir.

 Bu isimsiz kahramanlar, ülkeyi kılıçla değil, fikirle kurtarmaya karar verirler. Köy köy gezer, bataklıkları nasıl kurutacaklarını, modern tarımı, hijyeni, en önemlisi de okuma yazmayı ve milli bilinci anlatırlar. Kışlalardaki subaylar, askerlere sadece savaş talimi yaptırmaz, onlara birer “aydınlanma neferi” olmayı öğretir. Rüşvetçi memura, tembel halka, miskin aydına karşı amansız bir “kültür savaşı” başlatılır.

Kitabın ana fikri şudur: Bir ülkeyi kurtaracak olan ne topraktaki maden ne de kasadaki altındır. Bir ülkenin gerçek hazinesi, halkın irfanı, çalışkanlığı ve ahlakıdır. Finlandiya, bu bir avuç insanın yaktığı meşale sayesinde, o bataklıklar diyarından pırıl pırıl, modern ve örnek bir cumhuriyete, bir “beyaz zambaklar ülkesine” dönüşür.

Atatürk neden bu kitabı seçti?

 Şimdi resmi daha net görüyoruz,değil mi?Atatürk,Finlandiya’nın hikâyesinde aslında Türkiye’nin yol haritasını görmüştü.O,”bataklık” kelimesinde yoksulluk,cehalet ve teslimiyet içinde kıvranan Anadolu’yu; “beyaz zambaklar” da ise kurmak istediği aydınlık,çağdaş ve onurlu Türk milletini görüyordu.

 Atatürk’ün üzerinde durduğu detaylar tam da bunlardı:

 1-Kurtuluş Yukarıdan Değil, Aşağıdan Başlar: Devrimler sadece Ankara’dan kanun çıkarmakla olmazdı. Asıl devrim, köydeki öğretmenin, kışladaki subayın, hastanedeki doktorun halkın zihninde yapacağı devrimdi.

 2-Ordu Sadece Vatanı Değil, Fikri De Korur: Askerin görevi sadece sınır beklemek değildi. Atatürk, askerin her gittiği yere medeniyet, bilgi ve aydınlanma götüren bir “irfan ordusu” olmasını istiyordu.

 3-Yaşamı Yenilemek: Bu ifade kilit noktadadır. Mesele sadece düşmanı kovmak değil, düşmanın geri gelmesine sebep olan cehaleti, tembelliği ve kötü alışkanlıkları da kovmaktır. Yani hayatı, zihinleri, toplumu kökünden yenilemek gerekiyordu.

 Peki, bu kitap bugün bize ne söyler?

 Sızlanmayı Bırak, Sorumluluk Al: Kitap “devlet yapsın” kolaycılığını reddeder.”Ben bu ülke için ne yapabilirim?” sorusunu sordurur. Bir çöpü yere atmamaktan, işini en iyi şekilde yapmaya kadar her şeyin bir vatan hizmeti olduğunu hatırlatır.

 Gerçek Güç, Bilgidir: Bir milleti ayağı kaldıranın da batıranın da eğitim ve kültür olduğunu tokat gibi yüzünüze çarpar.

 En karanlık, en imkânsız görünen anlarda bile bir avuç inançlı insanın neleri yapacağını gösterir.

O beyaz zambakları kendi toprağımızda yeniden yeşertme görevi, dün olduğu gibi bugün de hepimizin omuzlarındadır.

 Güven SERİN 



9 Eylül 2025 Salı

AMERİKA AÇIK TENİS TURNUVASI

 




              38 YAŞIN AĞIRLIĞI, BİR GENÇ KAHRAMANIN ZAFERİ

 ( Amerika Açık Tenis Yarı Final Maçı )

 Amerika Açık’ta izlediğimiz Carlos Alcaraz ile Novak Djokoviç mücadelesi, tenis tarihine adını altın harflerle yazacak sahnelerle doluydu. Sanki bir final maçıydı ama içimde daha derin, hüzünlü bir his bıraktı: 38 yaşındaki Djokoviç’in ağır ağır, adeta bir şairin son dizesi gibi kortlardan çekilişi… Her adımıyla, yılların yorgunluğunu, bir ömrün disiplinini ve mücadele azmini hissettirdi.

 Birkaç yıl önce Federer’in vedası, ardından Nadal’ın sessizce sahneleri terk edişi, içime çöken acılı, bol baharatlı hüznü bir kez daha hatırlattı. Bu üç isim: Federer,Nadal,Djokoviç-tenis tarihine sadece şampiyonluklarıyla değil,disiplinleri,mücadele azimleri ve ahlaki duruşlarıyla kazındı.Onlar,dünya spor tarihine öyle bir kitap bıraktılar ki her sayfası başarılarla,çalışmayla.hüzünle dolu; öyküleri dilden dile,kuşaktan kuşağa aktarılmalı.

 Ve işte karşımızda Alcaraz ve Djokoviç… Maçın başından itibaren kortta adeta bir zaman tüneli açıldı. Genç İspanyol, enerjisi ve temposuyla oyunun ritmini belirlerken, Djokoviç’in her hamlesinde yılların deneyimi, akıl ve ustalık vardı. İlk sette Alcaraz’ın agresif-saldırgan servisleri ve dip çizgiden etkili vuruşları, Djokoviç’in ustaca savunmasını zorladı. Seti 6–4 Alcaraz kazandı; ama Djokoviç’in her geri dönüşü, seyirciye hala dev bir rakibin sahada olduğunu hatırlattı.

 İkinci sette,Djokoviç birkaç kez öne geçti ama Alcaraz’ın hızlı refleksleri ve akıllı oyun planıyla tekrar yakalandı.Son set ise genç kahramanın adeta bir fırtına gibi sahada estiği anlarla doluydu: hızlı sert vuruşlar,agresif voleler ve kort boyunca koşular…Set 6–2 Alcaraz’a gitti ve maç, 3-0’lık net skorla tamamlandı.Zaferin parlak ışığı ile hüzünlü bir veda bir arada yaşandı.Genç kahramanın cesareti,usta rakibin yılların birikimiyle yoğrulmuş oyununa karşı durdu.Shakespeare’nin de dediği gibi : “ Her şeyin bir vakti vardır,doğumun da,vedanın da…”

Djokoviç’in kariyerine bakınca, ne kadar dev bir sporcu olduğunu bir kez daha anlıyoruz.24 Grand Slam şampiyonluğu,388 haftadan fazla dünya 1 numarası unvanı, 5 Olimpiyat madalyası ve tüm kort yüzeylerinde kazandığı zaferler, onu tarihin en büyüklerinden biri haline getiriyor. Üstelik sadece kazandığı turnuvalarla değil; korttaki disiplini, rakiplere ve oyununa gösterdiği saygı hem de geleceğin umutlarına selam niteliğinde… Djokoviç’in yavaş vedası, Alcaraz’ın zaferiyle birleşince ortaya çıkan tablo, insanın içine hem gurur hem huzur bırakıyor.

 Bu maç sadece skor değil; nesillerin birbirine aktardığı bir miras, bir büyü. Kortta her hamle, hem bir sanat eseri hem de bir şiir gibiydi; hem halkın içinde hem de Shakespeare sahnelerinden fırlamışçasına… Ve biz izleyenler… Kortlardan akan her puanda, hem hüzün hem gurur, hem hayranlık hem saygı yaşıyoruz. Spor sadece bir oyun değil; insan ruhunun, azmin ve zamanın hikâyesidir.

Ah, ne büyük kahramanlar… Ve ne büyük oyun… Kortların sonsuzluğunda onların öyküleri, bize insanlığın en güzel yanını hatırlatıyor: Azim, cesaret ve ebedi miras. Bir nesil gider; ama büyük ruhlar, büyük öyküler daima yaşar.

 Güven SERİN