8 Mart 2025 Cumartesi

HASAN ARICI

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

                              ÜRETİCİ BİLGELİĞİ: HASAN ARICI

   Yaşamının küçük bir bölümü Tekirdağ Ferhadanlı, daha sonrası Almanya ve kırk yıldır Tekirdağ’da üretmekle şekillenen bir yaşamın sessiz çığlığı gibi sesini hiçbir zaman yükseltmeden, büyük düşlerden, zenginliklerden beslenmek yerine, kendi toprağında, atölyesinde, insanların en küçük ihtiyaçlarını yıllardır karşılamış olan bir usta, üretici ve bilge kişilik…

   Hasan Arıcı gibi üretici insanlar, ömrünü gevezelikle geçirmeye alışmış toplulukların, insanların hep tercih edeceği yaşam biçimi olmadığını biliyorum. O’nun ibadeti; ya atölyede, ya da bahçesinde, üreterek yükselir gökyüzüne…

   Bahçede çalışırken gördüm onu. Güneşin öz evladı gibi, başından hiç çıkmayan şapkası, hünerli elleri ve zihniyle baş başa; tıpkı filozofun binlerce yıl fuzuli çağrılara kendini kapatıp; “ Gölge etme başka bir şey istemem” gibidir; toprağın içinde, güneşin altındaki görkemli halleri…

   Marangozhanesinde artık unutulmuş, bir yerde “Tarih” olmuş kuskus, tarhana teknelerini tekrar yeryüzüne çağıran; elleri, yetenekleriyle var eden de Hasan Arıcı’dır…

   Bildik insan korkuları ve telaşları kendisinde yok dersem, yanlış olmaz! Öyle bir dalar ki yaptığı işe, alıştığımız insan beklentilerinin ötesine ulaşır. Talaşla kaplansa da bulunduğu atölye, O’nun hedefi bellidir; elindeki işi en iyi şekilde bitirmek…

   Toprağın ve suyun olduğu yerde de öyle. Ekilmeyen meyveyi ekmek, bilinmeye tatları bahçesine davet etmek… O’nun yarattığı bahçenin tadına koşan çok olur. Doğada, doğal yaşamın içindeki bahçelerin meraklısı olan hayvanlar, kim bilir kaç bin kez yakarışlarını toprağa bereket eken bahçıvan-usta için olmuştur.

       En iyi lahanayı, domatesi, elmayı, kirazı, çileği, inciri yetiştirdiğiyle kalmaz, başka “En iyi-ler” ne var, diye kendi serüvenini; toprak ile güneş arasıdaki bitip tükenmez enerjisini sürekli devinim halinde tutar.

   Yaratıcı ve üretici zihinlerin bilgelikleri fısıltı halinde yayılır yaşadıkları yere. Vakitleri yoktur, boşluğun içinde boş vermişlik haliyle aynıyı tekrar edenlere laf yetiştirmek isteyenlere…

   Uzundur menzilleri. Türkülere konu olmuş sözler gibidir onların sessiz çığlıkları. Toprak çağırıyorsa, tohumlar ; “Hadi koş, bize can ver “diyorsa, O’nun içindeki aşk; kırların kokusunu, esintisini de beraberinde getiriyordur.

   Yaşadığı yerlerle bağlar kurmak, hünerli insanların üretken zihinleriyle, elleriyle tanışmak; insanı arayan ve gözleyenler için ayrıcalıktır…

   Hasan Arıcı gibi insanların bol olduğu zamanlarda “ Geçinemiyoruz” sözünü duymak zordu. Hatta utanılacak bir şeydi… Kapıya gelen dilenci bir kadın, en yoksul bilinen ailelerden bile bir köy ekmeği, koca bir kalıp köy peyniri alıp, duasını ederek çıkardı.

   Düşünüyorum da, herkes sloganlarla bir yaşam oluşturmaya kalksaydı, üreten insanların zihinleri toptan tükenseydi ne olurdu? Bu soru, yarım yüz yıl önce zor bir soruydu! Ya şimdi? Çok kolay bir cevap; herkes verebilir:

 —Çobanları Afkanistan’dan getiririz… Yaşlılarımıza bakacak insanları, Türkmenistan, Özbekistan, Ermenistan’dan getiririz. Niçin ama? Çünkü üretme düşüncesi hastalandı…

   En son çobanlık yapan, Işıklar-Ganoslar Dağları’nın tepelerinde rastladım çoban da öyle demişti; “ Ağabey, bu işten kazanıyorum kazanmasına ama iki yıl içinde küçükbaş hayvanlarımızın tamamını satıp, Tekirdağ’a yerleşeceğim.

—Neden?

—Buralarda kalırsam kim evlenir benimle?

   İki yıl sonra gerçekten de çoban tutmuştu sözünü; artık oradaki dağların, vadilerin çan sesleri susmuştur…

  Hasan Arıcı, yarım yüzyılı çoktan aşmış ömrü içinde, bildik bütün mazeretleri bir kenara, nazikçe iterek yoluna devam etti. Etmeye de çalışıyor. Zaman denen mucizenin, insan bedenine inen ağır yaşlılık yüklerinin bile ona pes ettirme şansı olmadı. Öyle veya böyle; üretmeye devam ediyor. Kendi fısıltılarını, sessizliğin de sesi: ÜRETMEK olduğunu göstere göstere, öyküsünün altına HASAN ARICI imzalarını atıyor…

 Güven SERİN 

 


 

 

   








7 Mart 2025 Cuma

EDİP AKBAYRAM: BEN TOPLUMUN MELODİK SESİYİM

 

İNTERNET

CEMAL REŞİT REY SALONU

        EDİP AKBAYRAM: BEN TOPLUMUN MELODİK SESİYİM

 Sadece ezgisel yönleriyle değil ülkemizde iz bırakmış, halkın BÜYÜK SANATÇI olarak gönül tahtlarına oturmuş olduğu sanatçıları, hayat felsefeleriyle daha çocuk yaşlarda sevdiğimi ve bu istikrarlı sevgiyi tüm yaşamım boyunca koruduğumu biliyorum.

   Radyoların meşhur olduğu ve radyolarda çalınan sanatçıların şarkılarını istemek için mektupla istek göndermenin yapıldığı zamanlar; 1980’li yılların başları olmalıydı. İlk istediğim şarkı Edip Akbayram; “ Kibar Gelin “ şarkısıydı…

   Kibar Gelin şarkısının anısı hep taze kaldı. Belki de birkaç hafta önce mektupla istediğim şarkı günün hangi saati olduğunu hatırlamadığın, İpsala Paşaköy’de Terziler’in dükkânlarına adım atar atmaz çalınmaya başladığını ve aynı anda dükkân sahibi Hüseyin’in “ Senin ismin geçti. Bu şarkıyı sen istemişsin” diyerek, gözleriyle, sesiyle beni kutlaması devam ederken, rahmet ile andığım Metin Küçük, koşarcasına yanımıza gelmiş:

—Arkadaşım, senin ismini duyduk. Şarkı nasıl isteniyor? Diyerek bana sarıldığı zamanların damıtılmış hallerini hatırladım.

   Bu sevgi hep devam etti. Aynı zamanlar; Barış Manço, Edip Akbayram, Erkin Koray, Cem Karaca ve Ahmet Kaya, neredeyse hiçbirisi bizleri o doğal, tarafsız ve koşulsuz sevgide yarı yolda bırakmadılar.

   Sanatları, eksiksiz olarak “TOPLUM” içindi… Ölümünden kısa bir süre önce yapmış olduğu konuşma Edip Akbayram’ın sadece büyüklüğünü değil, sanatçı erdemini ve ERDEM denen şeyi öyle bir yukarılara taşıdı ki, artık kolayca başka sanatçıların o çıtayı aşamayacağı bir yere taşıdı.

  Konuşmasında; “ Sanatçıyım! Ama sanatçılığımın yanında ben toplumun MELODİK sesiyim! Sanatı toplum için yapıyorum. Sanat paylaşmaktır… Sanat doğruluktur… Sanat güzelliktir… Sanat umuttur… Ben yıllardır bunu yapmaya çalışıyorum. Bütün şarkılarımda yıllardır ezilen insanların yanında oldum. Şarkılarımı onlara söyledim.” Sözlerini, tüm yaşamı boyunca kanıtlayan bir sanatçının saf hali, tam manasıyla sadece ülkemize değil bütün insanlığa miras bir haldeydi. Konuşmasına şöyle devam ediyor:

 —EMEK EN YÜCE DEĞERDİR. EMEKÇİ ELİ ÖPÜLESİ İNSANDIR.

   Sanatçı yarım yüzyılı geçen sanatıyla tam da söylediklerini melodik sesi, şarkı sözleriyle sadece anlatmadı; HAYKIRDI DA…

   Konuşmasında sanatçının günlük olaylardan beslenmesi gerektiğini söylüyor.12.500 veya 14,000 TL maaş alan bir emeklinin yaşayan insan değil ÖLÜ BİR İNSAN olduğunu yüreğinle, ruhuyla söylüyor. Sırf söylemek için değil…

   Eski insanların icatları olan sözcükler tıpkı TÜRKÜLER gibidir; yazılmaz; yakılır. Hepsi çok büyük yaşamsal deneyimlerden sonra sosyal ve kültürel imbikten süzülmüştürler.

“Ar damarı çatlamış insanlardan korkulur” derlerdi. Bu damar çatladıysa, ne sanatçı olsa, ne siyasetçi, ne de iş insanı, ne akademisyen; sorun bu damarın çatlamayıp, çok sınırlı yaşam öyküsünü, böyle erdemli şarkılar ve öykülerle miras bırakmak…

   Cemal Reşit Rey Konser Salonu Edip Akbayram’ı yüreğiyle sevenlerle adeta taşmış haldeydi. Kızı Türkü Akbayram’ın sözleri söz sanatına, sanatçı evladı olmanın yüceliğine eşsiz bir değer kattı:

—Çoğunuzun Edin Abisi, ama benim babam! Canıma can katan, yoluma inanılmaz ışık tutan! Ne söylesem, onun bu coğrafyaya, bu ülkeye kattığı değerden daha anlamlı olmayacak. Ne söylesem çok eksik kalacak.

   İlkeleri, dimdik duruşu, sarsılmaz devrimci Atatürkçü kimliğiyle bu ülkeye bir Edip AKBAYRAM geldi. Babam, birimizin memleket hasretinde, birimizin umudunda, birimizin kavgasında hep yaşayacak…

  SENİ SAKLAYACAĞIM BABA! Önce kendim için, sonra herkes için seni sesimde yaşatacağım.

   Bir evlat olarak seninle ömrüm boyunca GURUR duydum. Duymaya devam edeceğim. HOŞÇAKAL BABACIĞIM…”

   Böyle büyük ve eşsiz zenginliğe ne denilebilinir ki? Kanıtı, bir ömrün nitelikli duruşu ve tekrarı olmayacak sesin melodik haykırışı…

 Güven SERİN 






6 Mart 2025 Perşembe

RAHATI KAÇAN AĞAÇ

 

Kamera; Güven 
Tekirdağ Eski Liman

Tekirdağ  Ilgın Ağacı

                                                 RAHATI KAÇAN AĞAÇ

         ( Tekirdağ Aydınlar Kulübü Üyeleri )

   Sanatçılar, kendi içinden çıktıkları toplumların onuru olmaktan öte, öncüdürler. Mustafa Kemal Atatürk’ün Tevfik Fikret sevgisi ve onun Sis isimli şiirine duymuş olduğu derin hissiyat, şiire yansıyan toplumsal çürümeyi dile getirmekten ve anlamaktan öte, aynı zamanda hazır olan yetenekli insanlar veya dahiler için de başlangıç ve devrimlerin zamanıdır.

   Melih Cevdet Anday için de Rahatı Kaçan Ağaç şiiri ve şiir kitabı, 1946 yıları gördükleri, tespitleri ve hissiyatını dile getirmek, sadece bir şiir yazmak değil, ait olduğu toplumu daha duyarlı olmaya davettir…

“Tanıdığım bir ağaç var

  Etlik bağlarına yakın

  Saadetin adını bile duymamış

  Tanrının işine bakın

   Geceyi gündüzü biliyor

  Dört mevsimi, rüzgârı, karı

  Ay ışığına bayılıyor

  Ama kötülemiyor karanlığı.

  Ona bir kitap vereceğim

  Rahatını kaçırmak için

  Bir öğrenegörsün aşkı

  Ağacı o vakit seyredin.”

  Melih Cevdet Anday, hislerini, gördüklerini yoğuruyor ve edebiyatımıza tüm çıplaklığı ile servis ediyor. Bilginin, bu değerli eşsiz şeyin sadece ağacın değil, insanın da rahatını kaçıracağını, kaçırması gerektiğini haykırıyor.

   Sait Faik, Rahatı Kaçan Ağaç şiirinden dört beş yıl sonra Şimdi Sevişme Vakti şiiri ve şiir kitabını yayınlıyor. Aşağı yukarı aynı felsefe; toplumun, içinde yaşadığımız bu eşsiz memleketin durağan hallerine neşe, görgü ve ilahi zenginlik katmanın yanında, bilimsel bir mutluluk taşımak.

 “ Yırtık mintanından adaleleri gözüken

  Dilenci

  Sana önce

  Şiirlerin tadını

  Aşkların tadını

  Kitaplardan tattırmalıyım.

  Resimlerden, duyurmalıyım

  Resimlerden…

  Bir kere duyursam hele

  Güzelliğin, tadını

  Sonra oturup hüngür hüngür

  Ağlasam.”

     Günü gün etmekten öte evirilmiş sanatçıların tamamı, bulundukları zamanın baskıları, eksikleri, yanlışları, adaletsizlikleri karşısında diğer zamanlara, belki de zamansızlığa her daim not düşüp, altına imza atmayı her şeyden daha çok isteyerek yapmışlar ve yapacaklardır da…

   Şimdi, kendi ülkemin güzel, değerli ve viran bırakılmak için her şey yapılmış şehrimin aydınlarına soruyorum; “Aydınlar Kulübü “ içinde, her şeyi eleştiren ama bu şehrin bir tek ağacı, mekânı ve insanı için el vermeyen, emek harcamayan o kendini “Aydınlar Kulübü” üyesi sanan insanlara ve İNSAN-LARA sesleniyorum;

   “ Sizler, hiçbir zaman haykırmayacak, bir ağaç, bir çocuk için ileriye atılmayacak mısınız?” Olmayacak mı sizin tüm evrene yayılan, yayılacak olan o değerli enerjinizden geriye bir miras; kalmayacak mı? Anlamsız mı geliyor size bu tür hissiyatın derinlerine eğilmek ve oralarda bir şeyler bulmak?

 Örnek vermek istersek, şehrimizin gözde kulübü; Tekirdağ Yelken Spor Kulübü, vereceğim örneklerin başında geliyor. İstikrarı için alkışlasam da, sadece parası olanlara açık kapı bırakmaları düşündürücüdür…

   Aydoğdu, Zafer, Çınarlı, Karadeniz mahalleleri haneleri içlerinde spora, başarıya kim bilir ne kadar aç ve acıkmış çocuk vardır!

   Onların rahatlarını kaçırtıp, en azında böyle istikrarlı ve gözde kulüplerimizin her yıl 5–10 çocuğumuz için bu çağrı ve sahiplenme yapamaz mıydılar? Tarifsiz başarı ve heyecanları, şehir kimliğine apayrı bir sanatçı dokunuş gibi sporcu koşusu başlatmaz mıydılar?

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 

  




1 Mart 2025 Cumartesi

KENAN OFLAZ

 



                           KENAN OFLAZ: ŞİİRİMSİLERİM

    İğneyi kendine batıran bazı insanlar görüp şaşırsak da, hem iğneyi hem de çuvaldızı kendisine batıran ender insanlardan birisi Kenan Oflaz’dır…

   2019 yılında ŞİİRİMSİLERİM ismindeki kitap, çuvaldızı da kendine batırdığı bir ömre yayılmış çalışmaları, hiçbir ticari düşünce, ünlü olma düşüne kapılmadan yayın yaşamına giren eserlerini bir araya toplamış.

  Kitabın ilk sayfaları bir ders niteliğindedir. Beyaz sayfanın ilkinde şöyle bir sesleniş;

“ Bütün çağlarda yaşamış olan ve günümüzün gerçek ozanlarıyla yazarları manevi varlıkları önünde eğilerek; saygıyla selamlıyorum.”

    Sonraki sayfalarda ise şiirin tanımından, dönemlerinden tutun da bu çalışmayı niçin yapıp, kitabını yayınlama amacına kadar tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Üreten ve üretmeye yazgılı dimağlar için yaşama tutunmak ve bildik insan yaşamlarının sonrasında yaşamak, geride sözcüklerle inşa ettikleri eserleri bırakmaktır. Bilirler ki sözcükler de, ışın demetleri gibi, açık olan ve karanlık her yere sızar; kendi ülkesinin aydınlığını taşımak için…

 Kenan Oflaz’ın yazar tarafını biliyoruz. Hiç doymadığı ÖĞRETMEN sevdasını da… Yaşadığı şehir ve alacaklı olduğu bu ülkeye “Borçluluk, vatanperverlik” duyguları içinde, her türlü kaygı ve tasadan uzak doğanın yarattığı doğal bir orman gibi faydalı olmak…

    Almadan vermek; Kenan Oflaz için sıradan ve oldukça insanı; filozofun dediği gibi; “ Pek insanca” bir görev…

  112 sayfalık Şiirimsi kitabı, şiir tanımlamaları ve ozanın-yazarın hissiyatıyla başlıyor başlamasına ama çok ilginç aşamalardan geçiyor. Bildiğimiz, geleneklerimizde çok önemli yer tutan; Çıraklık, Kalfalık ve Ustalık dönemleri gibi dönemleri gözledim.

  Haklı olarak ilk önce “Şiirimsi” dediği eserlerle çıraklık döneminin saf ve samimi dokunuşlarıyla yeryüzüne çıkmış mısraları paylaşıyor. Sabır edip diğer sayfalara ilerledikçe artık “Kalfalık” dönemine geldiğini sadece gözlerinizle değil zihninizle de anlıyorsunuz.

   2017 yılında yazdığı, bir yerde yaktığı bir ağıt gibi; Deniz ve Hasret şiiri, Kumbağ’da ki yazlıktan sesleniş… Ana ile oğlun konuşması da diyebiliriz; dalgalar vurup, bu şiire eşlik ederken Kumbağ kıyılarında.

   Kenan Oflaz’ı biraz tanıyorsanız Cumhuriyet ve ATATÜRK sevgisini, iliklerine işleyen o yüce destanların bir parçası olduğunu Ebediyen Atatürk şiiriyle bir kez daha kazımış; beyaz kâğıdın, sonsuza dönük sayfasına.

   1995 yılında yazdığı şiiri;  Gelmezsen Eğer Seni Özlerim, eseri özlem nedir bilen herkesin sahipleneceği bir şarkıdır aynı zamanda. Şiir sevgisine aç olan birisine okutsanız; “ Bu benim şiirim, beni de anlatıyor” diyerek hemen sahiplenecektir.

   2016 yılında yazmış olduğu Gözüm Tok her şeye şiiri tam manasıyla Kenan Oflaz felsefesini iyice dışa vuruyor. Önce şehrine, sonra da ebedi hayatın açıklanamayan gizemli sonsuzuna bir haykırış olmaktan öte, bir ömrün de nasıl geçtiğinin öyküsü…

   Hey Yar isimli şiiri, türkü tadında; defalarca okunup, dinlenecek ritme, hissiyata sahip…

   Filozof yanı ve ustalık dönemi içine alınabilecek bir şiir İdam Mahkûmuyuz, isimli eseridir. Çok nettir görüşü ve düşüncesi;

  “ Doğanın idam mahkûmuyuz/İdamımız ne zaman acep/Sur-i İsrafil mi çalacak ne/Kavuşuverecek aslında beden”

   Dünyevi koşuşturma, unutmaya yazgılı insanı ve insanlığı belki de en güzel Olacak Bak, şiiriyle anlatmaya, uyarmaya çalışıyor. İçindeki öğretmen sızısı, öğrencilerine doymamış bir öğreticinin yürek yangını; ÖĞRENCİLERİM şiiriyle; sadece dile gelmiyor, karanlığa, duygusuzluğa, pişkinliğe de sesleniyor.

   Kitabının sonlarına yaklaşırken bir babaya, bir Yunus’a sokuluyor ozan. Herkes sinerken “Ölüm” sözcüğünden, O ise; “ Ölümüm, bir hisli müzik dinlerken olacak” diyerek, evrim karşısında saygı duruşuna geçiyor.

   Sonra; bir Köroğlu iniyor sahaya. Sesleniyor Bolu Beyleri gibi haksızlık yapan bütün ağalara, beylere. Ve kitap, Yunus şiiri ve Zor Zamanlar dediği 1946 yılının öyküsüyle son buluyor.

  Kenan Oflaz’a nasıl TEŞEKKÜR edeceğimi bilmiyorum. Yitik köylerin, yitirilecek kasabaların, Kerem ile Aslı gibi sevme ve inanma biçimlerinin eriyip, kayıp medeniyetler denizine aktığı bu zamanlara not düşüyor. Sürekli iğneyi de, çuvaldızı da bir kez olsun “Canım yanmadı ki” diyerek kendine batırmaktan geri kalmadığı, koca bir ömrün imbiğinden geçirip en tabi halde şehir ve ülke insanına sunduğu bir demet; bilgi, samimiyet, edebiyat, felsefe ve insaniyet içinde…

   Vedasal bir selam ve sevgiyle; taşmış-dolmuş bir ruh alemi içinde…

 Güven SERİN 










26 Şubat 2025 Çarşamba

ZAHİT GÜNEY

 


                                                          ZAHİT GÜNEY

             ( Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim )

     Zahit Güney ile tanışma yolculuğumu rahmetle andığım İsmet öğretmene borçluyum. Bazen birkaç kez görüşme, birbirini tanıyacak insanların yıllara dayalı bekleme molalarını ortadan kaldırır. Bir şiir, bir öykü, bir şarkı, resim; nasıl bizi bir yerden diğer zamanlara taşıyorsa, tanıştığımız insanların insan ve sanatçı yönü, bizi zamanlar arası sörfe davet eder. Kaygılarımız, tasalarımız, bazı çekincelerimiz kendiliğinden geri çekilir. Bir kültür arkadaşlığı başlar…

   Zahit Güney’i tanıyanlardan ve aynı zorluklar içinden süzülüp şehrimize gelen insanlardan birisi de İlyas Güneş’tir. Onun yardımları, Zahit Güney ismini, anılarını ve sanatını sürekli gündemde ve güncel tutmamız sayesinde iki kitabına ulaştım.

    Kızı Hülya Hanım, Zahit Güney’in 2006 yılında okuyucusuyla buluşan eseri İnsan Yanım’ı babası yerine imzalamış;

“ Zahit Güney’in şiirlerini okumak bir ayrıcalıktır. Zahit Güney adına…”

   Bu düşünceye katılıyorum. Sanatçı, kendini anlatır, duygularını yazıya döküp esere haline getirirken, harcadığı çabalar, kişiden kişiye değişebilir. Bazı sanatçılar insan sınırlarını zorlayan duygusal yoğunlukların, ağırlıkların içine girerler. Çabaları, yükleri, sevinç ve hüzünleri çok büyüktür. Sözcükler yetmez olur ve yıllarca o sözün, sözcüğe dökülmesini beklerler; bir derviş felsefesi içinde.

     Beş yıl arayla iki eserine ulaştığım Zahit Güney’in her iki eseri de biyografik roman gibi; tadı-tuzu tam yerinde. İnsan Yanım 2006 yılı, Yaşım Hep On Bir ise 2011 yılında yayınlanmış.

   Şiirlerinde duygu yüklü yüreği herkese seslenir. Anneye, eşe, torunları Bilge ve Berk’e, kızı Hülya’ya. Baba’ya seslenişi ise şiirsel bir ağıt, ağıtsal bir şiir; sanırsınız ki bütün baba özlemlerine; bir merhem, bir gözyaşı ve bir SARILIŞ…

   Yaşım Hep On Bir eseri; bir alıntı ile başlıyor; “ Babama” dedikten sonra altına Cemal Süreya’nın bir dizelik şiirini sunuyor; “ Sizin hiç babanız öldü mü?”

   Hâlbuki hiç babasını tanımadan milyonlarca çocuk var. Şair de bunu biliyor. Kendi babasının özlemini, sevgisini, aynı özlem ve sevgi arayışı içindekilere bir armağan, evrensel bir bağ kurma aracı olarak mısraları, şiiri seçiyor. Çünkü romanın dehlizlerinde kaybolmak yerine, o an haykırışını bir veya birkaç dize, sayfada haykırmak istiyor; tüm dünyaya, belki bizim görmediğimiz, hissetmediğimiz, her uçsuz bucaksız yerlere…

   Çok keskin ve kalıcı sözlerin altına imza atıyor. Babasının öldüğü an, çocukluğunun da öldüğünü anlatan dizeler; Baba’ya söylenen, belki yakılan türkünün ilk dizeleri…

 “Senin öldüğün gün

 Çocukluğum da öldü

 Sokakta”

   Beşinci sayfa, anne ile banın yokluğunu birbirine sokulan iki insanın duygularından bildiren o duyuru;

 “ Yine o gün/ Sudan çıkmış/ Balıklar gibi/ Öyle bitkin/ Öyle bitkin ki/ Annem/ile/  Ben; Kollarımız/ Dört kırık dal/ Ayaklarımız/ Süpürge…”

   Annesinin hayat arkadaşı, küçük çocuğun babası; sırra kadem basmış halde, başka dünyalara uğurlanmış… Bütün canlı yaşamında tekrarlanan bir sahne gibi olsa da; her tekrarın tuzlu suları, acının renkleri, sesleri, tonları çok farklı olur. Belki de şairliği o zaman başladı; saf acıların, hüzünlerin, çaresizliğin şiir eliyle çare üreteceği, yaşamın içinde başka yaşamlara gülümseyeceği anlarda…

   Eserinin 25.sayfasında Can Yücel’in babası Hasan Âli Yücel için yazdığı şiirden alıntı yapıyor;

“ Hayatta ben en çok babamı sevdim” demiş üstat; -Bu dizeler benim dizelerim olmalı. Kimse Can Yücel’e inanmasın…

  Öyküler okurmuşum gibi okudum şiirlerini ve şiire dönüşmüş hikâyelerini. Kimi satırların altını, kimisi de üstüne çizikler, işaretler koyarak… Doğaya, mitolojiye, çevresindeki değerlere değer katan, zamanın değirmenlerinde un ufak olacak olan her şeye dokunmuş, onları kendi şiiriyle, kendi zamanına davet etmiş; taşımış. Hakiki sanatçıların her daim yapmak istedikleri şeyler; zaman kavramlarını nazikçe bir kenara atıp, zamansızlığa dokunmak; ebedi yaşamı, yaşamın içinde yakalamak ve tutmak…

   O’nun şiiri tam bir aşk serüveni… Babaya, doğaya, mitlere duyduğu özlem, yeryüzü algısını şenliğe çeviriyor…

 Güven SERİN 

  


24 Şubat 2025 Pazartesi

ÇOCUKLAR ve MÜZİĞE ADANMIŞ BİR KALP

 

İNTERNET

                       ÇOCUKLARA ve MÜZİĞE ADANMIŞ BİR KALP

  ( Müzik: Hayat )

   O’na sahnelerde alkışlar eşliğinde MAESTRO diye sesleniyor, kalbi çocuk ve müzik sevgisiyle dolmuş taşmış insanlar…

   Kadim milletimizin insanları çocuğu büyük bir hoşgörü içinde tutarlardı. Evde iyi bir tat, lezzetli ama az bir şey olduğu zaman; “ Çocuklar yesin” diyerek fedakârlık yapmanın gönüllü tarafında, eşsiz bir gelecek hayaliyle yaşarlardı.

   Türkiye’den neredeyse 11 Bin km uzakta bir ülke; Venezuella’da doğmuş, yaşamış ve kendisini çocuklara, müziğe adamış bir sanatçıdan söz etmeyi çocuklarımızın geleceği adına borç biliyorum.

   Jose Antonio Abreu Anselmi, yaşamı boyunca müzik ve çocuklara müziği sevdirmenin yanında ülkesinin yoksul kesiminde ama müziğe ilgi ve yeteneği olan 150 Bin çocuğa kucak açmış, belki de ülkesindeki yüz binlerce insanın umutlarını, hayallerini, yazgısını değiştirme başarısı göstermiş bir insan; Maestro…

   Müziğe bakış açısı çok net; müziğin çocuk ruhuna enerji ve canlılık getireceğine baştan beri inanıyor.Heyecan ve güç veren bir uğraşın,yeteneğin toplumsal güce,faydaya dönüşeceğini de biliyor.

   Yaptığı iş, kurduğu sistem “El Sistema “ müziğin sınırlarını aşıp, toplumsal ve kültürel bir devrimdir. On binlerce insanı talihe küsmüşken, henüz çocuk olduğu halde, çocukluğunu unutmuşken müzik dünyasına çağırmak, bu iş için onların yetenekleri olduğuna inandırmak; muhteşem ve bir o kadar insani bir devrimdir…

   Birlikten kuvvet doğar atasözümüz, Jose Anonio’nun en önemli tercihlerinden sadece birisi. Çocukların birlikte şarkı söylemeye başladığı zaman, yakın bir şekilde var olmanın, başarıya, üstünlüğe giden yolun yolcusu olduklarını düşünüyor.

   Karakterinde olan titizliği, mükemmel denecek kadar disiplinli bir organizasyon ile birleştiriyor. Harmonik bağımlılık-benlik duygusu onun için, kurduğu büyük organizasyon için çok önemlidir. Çocuklar-sesler ve enstrümanlar-çalgı aletleri bir araya gelir. Bu sayede çocukların dayanışma ruhu uyanır. Aynı zamanda kardeşlik duygularının geliştiğini gözler. Kendilerine duydukları güven, inanç artacağını, bu sayede estetik ve ahlaki değerlerin de besleneceğine inanıyor.

   Hangi ülke; “ Geleceği” gözüyle baktığı çocuklarında bu tür duyguların pekişmesi ve aynı zamanda “ Hormonik bağımlılık” kanallarının açılmasını, estetik ve ahlak duygularının gelişmesini istemez? Ama istemek; kuru kuruya, sadece “Düşündüm” oldu şekliyle olur mu? Olmadığını, en iyi eğitimi alan çocuklarımızın bile ilk fırsatta ülke dışına çıkmak, kaçmak için bir yerde ülkelerinden nasıl firar ettiklerini görüyor, izliyor, sadece üzülüyoruz; ne acı bir üzülme biçimi…

   Müziğin vazgeçilmez öneme sahip olduğuna inanan Jose Antonio; “ Duyarlılığı uyandırmak, değerleri biçimlendirmek ve genç nesilleri, başak çocukları da aynı şekilde EĞİTECEK hale getirmek; şarttır. Biz bunu başardık” derken, başarının kalbe, ruha ve zihne yansıyan ışığını görüyoruz…

   Bu programa katılan on binlerce çocuktan bir tanesi şöyle söylüyor:

—Burada geçirdiğim hayattan sonra bana göre; Müzik eşittik; HAYAT… Demesi boşuna değildir. Sadece o değil, binlercesi böyle söylüyor. Yarın yüz binlercesi olacağı bellidir.

  Kuraklığın olduğu her yerde KITLIK başlar. Sadece otlaklarda, tarlalarda, bahçelerde değil; KÜLTÜREL kuraklık kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bu yüzden Milli Eğitim ve çocuğa yatırım yapacak SİYASİ anlayış-politikalarımız, çok hızlı bir şekilde hiçbir ayrım gözetmeden böyle programları hızla hayata geçirmelidir. Mecburuz…

   Venezuella’da bur programa katılan çocukların neredeyse tamamı; “ Müzik HAYATTIR” inancı, heyecanı içindeler.

  Maestro’da böyle düşünüyor;  “Her çocuğun, gencin bir hikâyesi var.” Sözlerini her insana taşırsak, kadim milletimizin eşsiz vatanı nasıl olur acaba? Düşünülen, düşleri kurulan CENNET olur mu? Bal gibi olur…

   Tek çare ise her çocuğun, her gencin hikâyelerini önemseyen idarecilerin, politikacıların olması… Öne çıkmaları…

  Sessizce durmak yerine, o ağır kapılar ardında dışarı çıkmaları, lacivert takım elbiseleri ve pahallı makam araçlarına sıkışmadan öne çıkma inancını taşımaları gerekmez mi?

 Güven SERİN 


 

  


21 Şubat 2025 Cuma

DOKUZ ŞUBAT-NO: 910

 

İNTERNET


                                    DOKUZ ŞUBAT DEPREMİ-NO: 910

  Victor Hugo’nun başyapıtlarından birisi de Sefiller’dir. Mecburiyetten dolayı, bir somun ekmek çalmanın bedeli, bir ömür sürer. Dokuz Şubat Depremi ve onun yaraları, kayıpları kim bilir kaç yıl sürecek? Çok büyük acılar, kayıplar ve dramlar…

   Sefiller eserinin başkahramanı Jean Valjean’dır. Bir somun için mahkûm olmuştur. Filmlere de aktarılmış, dilden dile, zihinden zihinlere çoktan yer etmiştir. Filmin başlangıcındaki müziğin nakarat bölümü oldukça can alıcı sözlerden oluşur;

“ Eğ başını/Eğ başını” ifadeleri, zorluklar içinde geçen mahkûmiyet hayatına yürekli bir sabır dilemekten başka bir şey değildir.

    Dokuz Şubat 2023 depremini yaşayanlar da o geceyi anlatırken tam olarak sözcük bulamıyorlar.

   Felaket sözcüğü bile masum kalıyor; on binlerin öldüğü ve günlerce kurtarılamayıp açlıktan, soğuktan ölen insanların her biri ayrı bir dramın öyküsüdür. Hele naaşları bulunamayan, daha birkaç saat önce eşsiz tarihi ve insan güzellikleri olan şehirlerimizin insanları; beş on dakika içinde yok olup gittiler…

   Bu dram, milletimizin bütünleşmesini, birlikte hareket etmesini sağladıysa da, kayıp ve yıkım öyle büyük ki, halen sarılamayan çok yara ve yerine asla getirilemeyecek on binler var.

  Victor Hugo’nun eserindeki kahramanımız mahkûmdur. İsmiyle anılmaz. O’na bir numara verilmiştir. Mahkûm 24601 olarak çağrılır. Bu kadar…

   Gülseren Tozkoparan Jordan’ın yazarlığı ve Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi sayesinde öğrendim; 6 Şubat depremi 2.yıldönümünde İngiltere Parlamento binasında NO: 910 ismiyle bir belgesel gösterildiğini. Yaklaşık 50 dakika süren, babası Hatay doğumlu, kendisi İngiltere doğumlu Erkan Gürsel’in Hatay’ın Affan mahallesindeki etkilerini inceleyen, Ekim 2023 yılında çekilir. Her şey kendiliğinden gelişir.

   Erkan Gürsel babasıyla halasını görmek için Hatay’a gider. Babasının çocukluğunun yeri-mahallesi ve şehri, oradaki yıkımın izlerini araştırırlar. Aynı zamanda sağ kalan, büyük felaketi yaşayıp kurtulan halasını ziyaret ederler ve filme alırlar.

    Gezdikleri, gördükleri yerler tam manasıyla savaş alanı gibidir. Doğanın doğal halinin eserinden çok, insanların aymazlığı, kanun tanımazlığıdır. Baba, eski mahallesini, tanıdık yerleri boşu boşuna aramaya başlar. Hala da öyle…

   Bu çekim, ziyaret sırasında orada deprem sonrasını olduğu gibi yaşayıp anlatan halanın sözleri de felaketin büyüklüğünü anlatıyor. Yitirilen, bir türlü bulunmayan diğer halanın izini sürmek için günlerce uğraşmışlar. En sonunda ellerine sadece bir numara vermişler. No: 910,filanca mezarlığa gidin ve bu numarayı bulun!

   Geldikleri mezarlıkta saatlerce aradıktan sonra No: 910 isimli kayıp diğer halanın mezarını buluyorlar. Ve orada bir ağıt girer devreye. İnsanlığın öteden beri kaybettiklerine, direnme biçimi, ayakta kalma gücü vermesi adına; bir AĞIT yükselir gökyüzüne…

   Buldukları mezarda ne bir isim, ne de bir mezar taşı var. Sadece 910 numaralı tümsek… Sağ hala, mezar başında 910 numaralı mezarda yatan diğer hala için ağıt yakar yakmasına ama ağıt depremlerde ölen, geride kalan milyonlarca insana adanmış bir ağıda dönüşür ve adanır…

   Bu ağıtları, yanık sesli kadınların geçmişten geleceğe uzanan ruhlarıyla birlikte seslerini dinlerken şu düşünce, düş doğuyor zihnimde. Olsaydı yeterince kudretim, yaşasaydı o büyük ustalar:

   Derdim ki Sayın Yaşar Kemal ve Nikos Kazancakis’ bu Karabasan’ı ancak sizler yazabilirsiniz. Lütfen; insanlığın geri kalanı için bunu yazın. Oradan da Yunanlı yönetmen Teodoros Angelopulos’a bu filmi LÜTFEN sen çek dedikten sonra müziğini de Eleni Karaindrou’dan rica ederdim…

Güven Serin 




20 Şubat 2025 Perşembe

YANARTAŞ KEDİLERİ

 

Kamera; Güven  Çıralı Yanartaş Antalya

Kamera; Güven

                                               YANARTAŞ KEDİLERİ

  Daha önce gece çıkmış olduğum Çıralı Yanartaş bölgesine, bu sefer gündüz gözüyle çıkıp, Likya Yolu ile kurmuş olduğu bağı, yoldaşlığı da görmek istedim.

   Yerleşim yerlerinden epey uzakta, dağın başında ne arıyorlar diye düşünebilirsiniz? Vereceğim ilk cevap; bedava yemek aramaya geldikleri veya sürekli burada yaşadıkları üzerine olacaktır.

   Bedava yemek nereden çıktı? Bu zamanda kim kime bedava yemek verir? Düşüncesiyle Yanartaş bölgesini biraz açmak isterim. Zamanlara, çok ötelere uzanan bu ateşleri sürekli ziyaret edenler var.

    Özellikle geceleri ziyaret edenler yanlarında sucuk ekmeklerini de getiriyorlar. Tahmin ediyorum ki; “ Hazır ateş yanıyorken biz de midemizi doyuralım!”Veya böyle mistik, mitolojik bir dağın olduğu yerde biraz daha fazla kalmak için kendilerini meşgul etmek…”

   Kediler muhakkak sucukların kokusunu aldı ki burayı yaşam alanı olarak kabul etmişler. Ama verilen sucukların tatminkârlığı, yeterli olup olmadığını bilmiyorum. Belki de orada kalmayı tercih ettikleri için artık yarı evcil, yarı vahşi bir yaşama geçtiler…

   Yanartaş kedilerinin beyaz tüylerine bulaşan siyahlıkları-islerin izlerine bakınca, yanan ateşlere ne kadar yakın olduklarını, muhtemelen soğuktan korunmak için geceleyin ateşlerin iyice yakınında uyudukları da anlaşılabilinir…

   Bu hayvanları niçin konu ettim? Dağ başlarında bölgeye sağladıkları uyum, sağlıklı ve dingin duruşlarından etkilendim de ondan. İnsan denen canlının sonsuz içinde bitip tükenmez istekleri, ihtiyaçları düşünülünce, bu hayvanların ne kadar az şeyle yetinip, kendilerine huzurlu bir hayat kurmaları, biz insanlar için oldukça düşündürücü bir seçenek değil mi?

  İnsanlığın uygarlık yolculuğu 21.yüzyılın ilk çeyreğini yakından incelediğimizde daha net anlaşılıyor.Çok hızla yaşanan teknolojik dönüşüm ve bu sayede tüm dünyada an ve an yapılan haberleşme ve iletişim seçenekleri,kendi sancılı doğumunu da yaşatacak.

  Yazılı, görsel bilgilerin kıyamet gibi olduğu, tüm dünyanın birbiriyle haberleşme imkânının yaşandığı bu zamanlarda hiç kimsenin engelleyemediği bir şey de gerçekleşiyor; YABANCILAŞMA…

   Büyük şehirlerin, lüks sitelerin içinde de yabancılaşma kök salmaya başlayalı çok oldu. Köy ve mahalle denen yerleri hızla bitirip, onları da şehrin yabancılık hastalığına bulaşan yerlere, şehir kültürü adı altında süpürmek, bu işin farklı bir yana döneceğini anlatmaya yetiyor.

  İşte tam da burada Yanartaş kedileri, sadece günlük besinleriyle yetinen bu hayvanlar, doğanın kalbinde, antik bir yolun üzerinde, bir sürü öyküsü olan yanan ateşlerin dibinde; sanki yaşam koçluğu yapıyorlar gibi; “Huzur denen şeyin, çok az şeyle yetinmek ve basit-sade yaşamak “ olduğunu anlatıyor gibiler…

Güven SERİN 

 

 

 

 




18 Şubat 2025 Salı

HASAN AKARSU: ŞENLİKLERİN İÇİNDEN...

 

Güven Serin,Bahattin Gemici ve
Hasan Akarsu

                          ŞENLİKLERİN İÇİNDEN: HASAN AKARSU

   Bir ozan ve şair için; “ Şenlik nedir?” desek vereceği cevap:

 —Kitap fuarlarına, şiir dinletilerine, halk şenliklerine katılmak! Olacaktır…

    Hasan Akarsu’nun 2023 yılında çıkan kitabı-eseri de, ŞENLİKLERİN İÇİNDEN ismini taşıyor. Kitabın her sayfası, insanı daha öteye taşıyacak insanı anlatan öğretilerle dopdolu…

  Bu eserin önemli bölümü TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı katılımlarıyla okuyucu önüne çıkıyor. Yıllarca aynı fuara gittiğim halde, Hasan Akarsu’nun fuarları şenliğe çeviren bakış açısını bu içtenlikle kaleme alamadım. Akarsu’nun kalemi, bir araya gelen insanların bilgi ve görgü için harcadıkları emeklerin yanında, bir ömre sığmayan deneyim, tecrübe ve sosyalliği de gözlerimizi kamaştıracak netlik ve parlaklıkta okuyucuya sunuyor. Hatta hediye ediyor, demenin yanlış olmayacağını savunuyorum…

   Hasan Akarsu’nun sanata bakış felsefesini birkaç sözcükle anlatmak gerekirse; “ Yaşamımızda okumayı, şiiri, genelde sanatı bir tutku olarak benimsemek bizi güzelleştirir.”

   Güzelleşme sözcüğü, ruhumuzun bilgi ve görgüyle aydınlanmasını anlatsa da, düş ve düşünce gücüyle en yetmez zamanda, en yorgun, bıkkın anlarda o güzelleşme felsefesinin bir kurtarıcıya dönüşeceğini de vurguluyor…

   Hasan Akarsu’nun yıllar süren TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı yolculuklarını gelin hep beraber anlamaya, okumaya, irdelemeye çalışalım!

   Zamanın sayacını 35–40 yıl geriye; 4 Aralık 1983’e çekelim. O zamanlar TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Beylikdüzü değil Tepebaşı’nda yapılıyordu. Hasan Akarsu’nun sosyal ve kültürel değerlere yaptığı hizmet, iki gün öncesinden 2 Aralık günü Kadıköy’e arkadaşlarına gitmesiyle başlıyor. Zeki Gezici, Konur Taşköprü, Arif Damar ile birlikte Kadıköy Hatay Lokantası’nda yemek yemeye otururlar. Arka masalarında ise; Tevfik Akdağ, Cemal Süreya, Aydın Hatipoğlu, İsmail Uyaroğlu yemeklerini yemektedirler. Bir lokanta, bir yemek anı bile; sanatla; öykülerle, şiirlerle dopdolu…

   Yıl 1991 ve 10.TÜYAP Kitap Fuarı ve Hasan Akarsu’nun tarihsel gözlemi, kayıtları. Bir kez daha yazının, yazmanın, okumanın, merak etmenin önemini özellikle bu eserin 15.Sayfasına, sadece şehir kültürel yaşamımıza değil, ülke kültür tarihine bırakılan bir hediye gibi yazılanları okuyorum.

   1991 yılı 20 Ağustos günü Nadir Nadi ölmüştür. 2 Kasım ve 10.TÜYAP Fuarı, Nadir Nadi’yi anıyor, söyleyişi düzenlemişti. Katılanlardan birisi de Hasan Akarsu’dur. Ya konuşmacılar kimler?

   Yaşar Kemal, Nadir Nadi’yi ve Van-Akdamar Kilisesi’nin yıkımdan kurtarılışını anlatıyor. Nadir Nadi için; “ O,insanlık bayrağıdır” sözleriyle bitiriyor.

  Diğer katılımcı kim? İlhan Selçuk… O da Nadir Nadi’nin düşünür, yönetici, yazar, müzisyen ve insan yönlerini anlatıyor. Altan Öymen’de Nadir Nadi’nin başka insani özelliklerini anlatıyor.

  Hasan Akarsu böyle kültürel zenginlikleri edebi zihnine büyük bir tevazu içinde aktarırken, bugün insanlığı yalnızlığa düşüren insansız, arkadaşsız, dostsuz zamanların tam tersi, bilgisini, görgüsünü çoğaltırken, bir yandan da başka sanatçılarla tanışıyor.

  Cengiz Gündoğdu,Tacim Çiçek,Ayten Mutlu,Arif Damar,Ataol Berhamoğlu,Güngör Gençay,İbrahim Yıldız,o gün tanıştıkları; yazar ve şairlerdir.

    Hasan Akarsu’nun Şenliklerin İçinden eseri, bu tür buluşmalar, kavuşmalar, tanışmalar ve kültür beslenmeleriyle dopdolu.

    Diyeceğim, üzerine basa basa duracağım sitem: -Böyle bilgilerle, görgülerle dolmuş taşmış bir insan; kentimizin sokak ve caddelerinde yüce bir alçakgönüllülük içinde yürüyor, dolaşıyor! Bilgiye, sanata sırtını dönmüş on binlerin farkına bile varmadıkları, aynı kaldırımların, havanın, suyun olduğu bu güzel ve kalbi buruk kentte; şiirin, öykülerin, kitapların aşkıyla bir ozan yaşıyor…

 Güven SERİN 



15 Şubat 2025 Cumartesi

EDEBİ TATLAR

 



                                         EDEBİ TATLAR: KİRAZ DERGİSİ

 ( Celal ÇALIK )

   Elimde sayfaları sararmaya başlamış bir dergi. HABERTRAK Kiraz Dergisi,2011 yılının Aralık ayı, 9.Sayısı.

   Kiraz Dergisi benim de başlangıcından beri köşe yazarlığını yaptığım Habertrak Gazetesi aylık Kültür ve Sanat Dergisi olarak yayınlandı. Derginin Yayın Yönetmeni Celal ÇALIK, herkesin ruhunda ve kültür anlayışında unutulmaz tatlar ve fedakârlıklar yaparak Tekirdağ ve ülke kültürüne yaptığı hizmetlerden birisi; Kiraz Dergisidir.

  Yayın Kurulu olarak derginin ilk sayfasındaki isimlere bakıyorum, Zeki VARAN, Güven SERİN, Zeynep Neslihan DEMİRALP, Nermin BAHAR, Mükerrem SAMALAR isimleriyle yüzleşiyorum. Şimdi aramızda olmayan Zeki VARAN sıklıkla yanıma uğrayıp sadece bir kahve içimi değil, edebi, sosyal ve kültürel soluklanmaların hepsi var bu damak tadı, kalp izi bırakmışlar…

   Kiraz Dergisi’nin kısa süren edebi yaşamın bende bıraktığı izleri gönül rahatlığıyla ifade etmek isterim. Derginin samimiyeti, sahiciliği çekim kuvveti oluşturmaya yetiyor. Edebi ve kültürel dünyaya gönüllü çıkmış sanatçıların hünerlerini, sayfa sayfa, satır satır gözden geçirdim.

   Yazar ve şairlerin neredeyse her kabiliyetinin ortaya konduğu, yazı sanatıyla birlikte edebi bir yolculuk için sadece sararan yapraklara değil, zamanı içinde de kendi tahtlarına kurulacaklarını biliyor ve inanıyorum…

   Her şeyin pazarlığı olur da, düş ve düşünce gücünün, sonsuz karşısında dimdik ve heyecan içinde duruşunun pazarlığı olamaz. Sonlu insanın, sonsuza uzanmaya çalışan düşleridir; sanatçıların düşleri…

   Sahici yazarların, şairlerin eserlerinin soluk alıp vermesi de, bedenimizi ve ruhumuzu bir bütün kılan elementlerin yaşama ve yaşatmaya yazgılı oluşları gibi gönüllülük içindedir. Gönüllü yürekler; dünyaya gelmiş en değerli irfan ordularının neferleridirler…

   Celal ÇALIK, bu neferlerin, kendi şehrimizde, edebi savaşta, cepheden cepheye koşanların başındadır.

    Bir söz, bir mısra… Bir bakış, bir felsefe anlayışı içinde, kendi kurdukları evrensel birlikteliğe yeşil pasaport veya vize alarak gidilmeyen, yazı sanatına aç kalmış ve susamış herkesin gireceği, sığınacağı bir krallık…

   Aralık ayının 2011 yılındaki Kiraz Dergisi 9.Sayısı, Güven Serin’i de ağırlamış. Lale Müdür’ü, Nuriye Zeybek’i, Çetin İmer’i, Ali Akdemir’i, Figen Yarar’ı Emine Uysal’ı, Şeref Öztürk’ü, Şenol Durmuş’u, Sinan Can’ı, Canel Esen ile Celal Çalık’ın çok güzel röportajını, Sabiha Küçüktüfekçi’yi, Neslihan Yazıcılar’ı; kısacası dünya insanlarını, onların kanatlanmış düş ve düşünce ürünlerini ağırlamış.

   Köy Enstitüleri ve Köy Romanı deyince akla gelen ilk kişilerden Mahmut MAKAL için bir yazıyla katılmışım bana verilen, Kiraz Dergisi sayfalarına. 2011 yılında 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, bayram tadında Mahmut Makal ve eşi Naciye Hanım’ın konuğu olarak bende kalan edebi ve kültürel izlerden söz etmişim…

   Mahmut Makal’ın yaşı epey ilerlemiş olsa da konuk olduğumdaki 81 yaşa sahip bedenin zihni, duruşu karşısında aydınlığın da kendi var oluş gerçeğini, samimiyetini görmüş, dile getirmişim. Ve aradan geçen yıllar sonra hasta olduğunu öğrendiğimde Mahmut Makal ölümünden önce yapmış olduğum son telefon konuşmasında, Güven Serin’e son sözleri;

—Sizin için yapabileceğim bir şey var mı hocam?

—Hayır, yok! Sizin usta bir kaleme sahip olmanızı isterim!

   Elimdeki Kiraz Dergisi ve bu dergiye yaşam hakkı sunan bir sürü insan, değer ve eser; sararmış sayfalar arasından sadece bir okuyucu bile fark etse, zamanı gelen kelebekler gibi bir sürü can havalandı gökyüzüne…

    Hepsi birer can ve dünya yolcusu; evrenin çok ama çok derinlerinden bu galaksiye süzülen yıldız tozları ve gizemleri…

   Celal ÇALIK ve Kiraz Dergisi doğumuna katkı veren her yürek, her ruh ve beden karşısında saygımı, minnet duygularını sunuyorum. Varlıklarınız sayesinde her daim çorak topraklar can bulup, insanlığın ekosistemine hayat ve katkı sunacak…

 Güven SERİN 

 




13 Şubat 2025 Perşembe

İNSAN ve MEKAN BULUŞMALARI

 


Soldan Sağa; Güven SERİN,Emin DIRAK,
Berkay BEY,Ümit BAŞYAZGAN,Ercan DUYGU


                                     İNSAN ve MEKÂN BULUŞMALARI

    “Kentler bir yuva ise, mekânlar da sığınılacak, öyküler yazılacak yerlerdir.” Sözünü nerede okudum, hangi yazarın veya filozofun bilemiyorum. Buna benzer bir sözdü, mekânı dile getiren anlatıcı gözünde…

   Bir hafta önce genç öğretmenimizin ölümü nedeniyle ertelenen buluşmamız 11 Şubat günü öğle vakti, Atatürk Mahallesi sınırları içinde olan mekâna, Hürriyet Mahallesi Muhtarı Emin Dırak’ın davetine katıldık.

   Gitmeden, atölyeden çıkmadan önce şu düşünce geçti aklımdan; “ Buluşmaları tetikleyen, insanı çağıran, mekân ve insan ile bağ kuran etkenlerin başında zihin ve kültürün gücünün baskın gelmesi ne hoş…” Bu güç, kaba ve yozlaşmış diyalogları alt ediyorsa, mekân ile insan arasında kurulan bağların, tadı -tuzu olduğu gibi, kentlilik bilincine, kültürüne de hizmet etmeye, kendi yatağında akmaya başlayan nehirler gibi geçtiği, dokunduğu yerlere bereket taşımaya başlıyor…

   Ercan Duygu’dan gelen telefon aynı neşeli ses tonuyla, Ertuğrul Mahallesi sınırları içindeki köşede beklememi, birazdan aracıyla oradan geçerken beni alacağını bildirdi.

—Hazırım Ercan Hocam, diyerek o küçük ana birkaç espri de sığdırdık. Ercan Duygu’nun olduğu yerde, nasıl ki insanın, canlıların olduğu yerde hava, su olması gerekirse daima seviyeli espriler, şakalar, öyküler vardır…

   Mekâna geldiğimizde Emin Dırak, Emin Öğretmen gelmişti. Kendiliğinden, araçta devam eden sohbetin devamı- akışı başladı. Konumuz Tekirdağ’ın eski hanları, o dünyaların öykülerle dolu hanları, hamamları, kömür, hayvan pazarları, bir çırpıda Ümit Başyazgan’gelene ve o geldikten sonra da dokunduğumuz konulardı. Yetmeyen zamanın, yudumluk sohbetleri, mekân ile insanın en birleştirici gizemlerinden birisidir.

  Tatlı başlayan sohbet, huzur içinde olan mekânın yemek tatlarına da yansımış hallerini; yudumlarımızda, içtiğimiz çayda, en az mekânın özenerek ortaya çıkarttığı ürünler kadar biz de bu ürünlere katkı sunduk. Teşekkür ettik, zihnin gücünü; kültürel ve sosyal dünyalara adanmış bedenleri taşıdığımız için…

  Emin Dırak Muhtarımla konuştuğumuz konulardan birisi, şahsi sorum; “ Gençleri nasıl görüyor ve buluyorsun?”

—Çoğunun gelip geçerken selam dahi vermekte zorlanıyor. Cevabı, öğretmen içtenliğiyle verdi.

    Hepimizin tanık olduğumuz ama yarınları onlara emanet bırakacağız diye geçmiş kuşakların dilinde tüy bittiği halde, bazı gençler şöyle soruyor olabilir:

—Hangi yarınlar? Bizlerin yarınları başka ülkelerde!

  Tam olarak bu işin hakkını vermek için sosyolog, filozof ve Köy Enstitüsü içinde yoğrulmuş bir felsefe ve zihnine hükmeden iradeye sahip olmak gerektiğini düşünmeden edemiyorum…

  Ercan Duygu’ya;

—Emeklilik nasıl gidiyor? Canın sıkılıyor mu çoğunluk gibi? Sorusuna alacağım cevabı önceden bilsem de yine sordum ve cevabımı aldım;

—Canımın sıkılmasına zaman yetmiyor Güven Bey. Bahçe, kır dünyası, araştırmalarım, aile içindeki huzurlu birlikteliğim; bana zaman yetmiyor. Sıkılmaya ise hiç vakit kalmıyor…

   Aynı soruyu Ümit Başyazgan’a sordum. Hep aynı cevap… Gördüm ki, araştıran, merak eden, öğretmenliği sadece memur olarak benimsemeyip, yurttaşlık bilincini üst seviyelere taşıyan insanların emekliliği olmuyor. Onların sıkılmaya zamanları olmuyor. Her daim, yaşadıkları kenti, otelin çok üstüne görüp; bir yuvaya hizmet eden neferler olarak çalışıyorlar. Adeta koşuyorlar…

  Mekân ile insan arasında kurulan birlikteliklerin şanslı tarafında olan benim… Bir ömrü dopdolu geçiren; “ Artık yeter” demeyen insanların heyecanına, dostluklarına, arkadaşlıklarına ve anılarına şahitlik etmek, katılmak; mekâna akan enerjiyle ruhunu yıkamak; şanstan öte bir onur değil de nedir dostlarım?

   Emin DIRAK Muhtarıma ve Öğretmenime; TEŞEKKÜRLERİMLE…

 Güven SERİN 


 

 

 

  




11 Şubat 2025 Salı

İLYAS GÜNEŞ: BİR İNSANIN ÖYKÜSÜ

 




                                 BİR İNSANIN ÖYKÜSÜ: İLYAS GÜNEŞ

 ( Varna’lı Bir Türk Çocuğu )

   Bazı insanların on parmağında on marifet vardır. Yaradılışları böyledir; öğrenmeye, öğretmeye ve öncü olmaya adanmış bir yaşam sürerler…

   Tekirdağ’ın en renkli kişilerini araştırmaya gelseler, ilk önce bulacakları isimlerden birisidir İlylas GÜNEŞ olacaktır. Giyimi-kuşamı, bakış açısı, görgü ve bilgisiyle; şehir ve ülke kültürüne katkı sağlayacak belgeseller yapılmalı ki, neredeyse karalar bağlamış, birbirine baka baka kararmış insanlarımız azcık kendi içindeki özgür insanı dışarıya çağırsın…

   İlyas öğretmenin yaşamının neredeyse tamamında öğretmenlik var. Bir kış günü; 26 Mart 1951 Pir-Ece Varna Bulgaristan doğumlu. Dört yaşında anaokulunda başlayan öğrenme merakı, hiç soluklanmadan bugün de devam ediyor. Anaokulu öğretmeni Alise’nin sağlam, neşeli öğretmenliği dört yaşındaki İlyas Güneş’in bilmece, şiir merakını, bilgisini ve sanat ateşini daha o zamanlar yakmasını sağladı.

   Bulgar okullarında iyi bir öğretim ve farklı sanat dallarında kendini sınaması; sinema sanatının içine kadar girmesini sağladı. Dönemin Bulgar yöneticilerinin zulmüne kadar öğretmen öğrenci buluşmaları, kendi özgün öğretici neşesi içinde ilerliyor, her öğretmenin içinde taşıdığı yapıcı, işbirlikçi ve yenilikçi fikirlerini bir bir uyguluyordu…

   1984–1985 yılları Bulgaristan’da yaşayan, orada doğmuş, orada büyümüş insanların iç yakan, yürek burkan günleri başlamış oldu. Türklerin isimleri değişiyor, hepsi Bulgar ismine dönüşüyordu. Yaşarken bir canlının sadece ruhunu öldürmek değil, organlarını da bir bir sökmek gibi bir vahşet başlamıştı. Mezarlıklara kadar uzanan kışkırtıcı vahşet, kendi korkusunu yaratmış ve o toprakları yüzyıllardır vatan bellemiş insanların, özellikle canını kurtaranların yollara dökülme zamanı başlamıştı.

   İlyas Güneş, içindeki öğretmenlik ateşini yakmış, daha da büyütmek üzereyken, eziyetlere, zindanlara uzanan zorlu günlerin, gecelerin içinden sıyrılarak Tekirdağ’a geldi.

   Geldiği günlerde başladığı çalışma yaşamı, o meşhur atasözünü nazikçe yanıltmayı başardı. Bir koltuğa iki karpuz değil dört-beş karpuz sığdırarak koşarcasına bir yaşam yolculuğu başlamış oldu.

   Koleksiyon Mobilya ‘da çalışırken, Tekirdağ Barbaros Ortaokulu Resim, Teknoloji Tasarım Dersleri öğretmeni olarak öğrencilerinin zihinlerini sanatla besliyordu. Cezaevi öğretmenliği, satranç öğretmenliği, iç içe geçen o büyük saygın telaş, kendi yaratıcı zekâsı, tecrübeleriyle şehrimizin neredeyse her alanında var olma-yetişme çabalarıyla destekleniyordu.

  Hünerleri sadece bunlarla kalmadığı için, Türkçe-Bulgarca, Türkçe-Rusça, Türkçe Sırpça, Türkçe-Makedonca çevirmenliği bir sürü kopuk köprüyü-kültürleri, işbirliğini birbirine bağlıyordu.

   Bir çay içimi sohbete giriştiğimizde, zamana karşı hiç durmadan koşan ama yorulmuş bedeninin sağlık sorunları yaşadığını öğrendim. Bu sorunların can yakan hallerine rağmen temsil ettiği, kendi yaratıcı anlayışı içindeki onurlu görevlerine de devam ediyor.

   Yunanistan Patra şehrinde bulunan Dünya Bilim Derneği üyeliği, Bulgaristan’ın Sofya şehrinde bulunan Balkan Bilim Derneği üyeliği de öyle.İstanbul Noterler Odası Avrupa Koordinatörü tercümanlığı da…

   Bir yazı insanı olarak her daim ilginç öykülerin, karakterlerin karşısında derin hisler duyduğumu çoğu zaman yazdım, söyledim ve haykırdım. Birbirine baka baka kararmayan, insan olmanın tercihlerini, toplumunu üzmeden de başaran, kendi kişisel reformlarını tamamlayan renklerden haberdarı olan İlyas Güneş’i tanıma onuru yaşamak ve zaman zaman kendi sohbet sörflerimizi rüzgârların eşliğinde yapmak; kendi adıma, yaratıcının bana sunduğu çok değerli bir şanstır…

  Bir insanı, giyim-kuşak ilginç kılar kılmasına da, o insanın zihni gelişmemiş, üretmeye, dönüşmeye, yeniliğe ve öncülüğe yatkın ve gönüllü girmemişse, sadece “ilginç” olarak gülünür ve geçilir.

     İlginçlik; sanatla, felsefeyle, yabancı dillerle ve anlatılacak zengin öykülerle desteklenir ve beslenirse; böyle insanların önünde saygı duyup eğilmeyi borç bilirim…

 Güven Serin