15 Kasım 2025 Cumartesi

SVETLANA

 


         BİR DİKTATÖRÜN KIZI: HAYAT BOYU SÜREN İLTİCA

“Kırk yıl yükseklerde yaşadım, kırk yıl aşağılarda; sorun yok!”

Bu sözler, yeryüzünün en kudretli, en acımasız adamlardan biri olan Josef Stalin’in biricik kızı Svetlana Alliuyeva’ya ait. Dünyanın tepesinde bir yaşam içinde doğuyorsunuz ama hayatınız, ömrünüzce bir yetim ruhu taşıyarak geçiyor.

 Svetlana’nın öyküsü, sadece tarihin tozlu sayfalarında kalamaz. Mümkün değil; anne ve baba sevgisinin boşluğuyla yara almış bir ruhun acı bir ağıdı.

 Babasının gücü, gökyüzünü bile delip geçiyordu belki, ama o güç,altı yaşındaki bir kız çocuğunun kalbindeki derin deliği kapatmaya yetmedi.Annesi Nedezhda Alliuyeva’nın intiharıyla başlayan bu trajedi,Kremlin’in o kalın ve sisli duvarları arasında bir hüzün perdesi gibi açıldı.Diktatörün kızıydı,ama sevgiye açtı.Yanında bir koruma ordusu vardı,ama ruhu yapayalnızdı.

 Büyük rütbelerin, o keskin gücün ve o bitmek bilmeyen gösterilerin peşinde koşanlar, farkında olmadan kendi aile ocağını da dinamitliyordu. Gözleri, tarihin büyük sahnesine o kadar takılıyor ki, evlerinin küçük, loş köşesinde solan çiçekleri, yani kendi evlatlarını göremiyordu.

 Svetlana babasının emirlerinden, o dehşetli gölgesinden kaçmak için yollar aradı. Âşık oldu, ama babasının öfkesi o masum aşkı Sibirya’ya sürgün etti. O an anladı: Babası onu seviyordu belki, ama bu sevgi, onu boğan, nefessiz bırakan bir pranga idi.

Sonunda,1967’de,dünya nefesini tutarak izledi: Stalin’in kızı, Sovyetler Birliği’nden iltica etti. Amerika’ya gitti, adını Lana Peters yaptı. Derdi ne kominizim ne de kapitalizm; onun derdi, sadece daha özgür bir insan olmaktı.

 Özgür olabileceği bir kapı çalmıştı, öyle sanıyordu.

 Ama en büyük acı, en büyük hayal kırıklığı onu orada bekliyordu. Yıllar sonra, ülkesine, doğduğu topraklara geri döndüğünde… Kalbi, geride bıraktığı çocuklarının onu özlemle karşılayacağı umuduyla çarpıyordu. Belki yıllardır süren bu çilekeş yaşam, sonunda bir “yuva” bulacaktı.

 Acı gerçek, bir bıçak gibi saplandı kalbine: O,kendi yolunu seçtiği an, çocuklarını çoktan kaybetmişti. Onlar büyümüş, annelerinin yokluğunda başka bir hayat kurmuşlardı. Geri dönüşü olmayan bir ayrılıktı bu. Svetlana, evlatlarının onu beklediğini sanıyordu; oysa onu bekleyen tek şey; yabancılığın buz gibi duvarları, elleri oldu.

Özgürlük arayışındaki bir anne, en büyük bedeli kendi kalbiyle ödemişti.

Hayatının sonunda, yoksulluk içinde, gözlerden uzak bir bakımevinde hayata veda etti. Onun son sözleri, bir sitemden çok, kadere boyun eğen bir kabullenişti.

“Kırk yıl yükseklerde, kırk yıl aşağılarda yaşadım! Sorun yok!”

Sorun yok muydu gerçekten? Biz biliyoruz ki, o sözlerin arkasında, bir ömür boyu dinmeyen bir hüzün fırtınası gizliydi. Kim bilir, ruhunda taşıdığı o anne-baba sevgisi boşluğu, hangi fırtınalarda onu savurdu?

 Svetlana’nın öyküsü, güce tapan bir dünyaya son bir fısıltıdır: “ Rütbeleriniz, ne kadar yüksek olursa olsun, bir çocuğun kalbindeki sevgi yuvasını yıktığınızda, siz de kendi evinizi yıkarsınız.”

 Ve o hüzün, bugün hâla bizim de içimizi acıtmaya devam ediyor.

Güven SERİN 

 

 

 

 

 





14 Kasım 2025 Cuma

BASRİ ERDEM


 

BASRİ ERDEM TEKİRDAĞ'DA

 





  BASRİ ERDEM TEKİRDAĞ’DA RENKLERİNİ KONUŞTURUYOR


  Dün Tekirdağ Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi’nin ferah sanat sergi salonunda sessiz bir heyecan vardı. Renklerin, çizgilerin, hatıranın ve ışığın iç içe geçtiği bu sessizliğin adı Basri Erdem’di.

  Ressamın dostu Mehmet Çevik’in nazik davetiyle adım attığım salonda, duvardaki her tablo sanki bir yerden, bir zamandan ses veriyordu. Bir bakıma, o solonda sadece resim değil, bir ömrün tanıklığı sergileniyordu.

  1948 Lüleburgaz Akçaköy doğumlu Basri Erdem, sanat yolculuğuna çocuklukta başlayan bir merakla değil, adeta iç zorunlulukla örülmüş bir isim. Köy ilkokulundan çıkıp, öğretmen okullarından üniversitelere uzanan bir serüven, fırçasını sadece renge değil insana da dokundurmuş bir hayatın hikâyesi.

  Erdem’in sanat salonundaki resimlerini birlikte gezdik. Bizzat sanatçının ağzından eserinin kalp atışını ve yaşama katılmasını duymak, bir yazar için sıra dışı bir hediye, bir zenginliktir. Gördüğüm eserlerin sadece manzaraları anlatmadığı, insanın da iç sesini, zamanın da tortusunu taşıdıklarını fark ettim.

  Sergide dolaşırken Tekirdağ Şarköy Uçmakdere denizinin kıyısındaki antik çağlardan kalan eserlere benzeyen Dalyanları, Kırklareli’nin dingin doğasını, Kars’ın soğuk, dayanıklı, onurlu yelini ve Güneydoğulu kadınların bütün zamanlara ait fısıltılarını hissettim. Bir yerde her tablo, bir kentin ya da köyün değil, onun ruhunu taşıyordu. O fırça darbelerinde hem Tekirdağ’ın kır kokuları, hem de Güneydoğu’nun güneşi vardı.

  Özellikle “Güneydoğulu Kadınlar” çalışmasında, kadim bir direncin, başak tarlaları arasında sessiz bir haykırışın resmedildiğini görmek insanı sarsıyor. Bir yörenin değil, bir milletin kadın belleği sanki o tuvallere sinmiş.

  Ve serginin en çok dikkat çeken, konuşulan, beni de en çok duygulandıran çalışması: “Beygirler.” Sanatçı bu eserini çocukluğundan kalan bir fotoğraftan esinlenerek yapmış. Yani resmettiği sadece bir hayvan değil; bir zamanın, bir köyün, bir çocuk kalbinin hatırası. O eski fotoğraf, tuvalde yeniden can bulmuş.

   “Beygir” sözcüğünün sıcaklığını, köy ağzının içtenliğini bugüne taşıyor. Sanki resim değil, bir çocukluk anısına uzatılmış renkli bir selam.

  Basri Erdem’in eserlerinde akademik bir incelik, halktan bir sıcaklık ve öğretmen sabrı bir aradadır. O,sanatın sadece teknik değil, bir yaşam disiplini olduğuna inanmış bir insan.

   Köy okulundan üniversiteye uzanan bu serüveni boyunca öğrencilerine sadece resim değil, bir bakış, bir duyarlılık öğretmiş. Bugün hâla doğduğu Akçaköy’de kurduğu sanat evi; onun sanatını, felsefesini anlatmaya devam ediyor.

    O ev, bir yandan müze, bir yandan hatıraların yeşerdiği bir sanat bahçesi.

  Görmeniz gereken bu sergi, sadece renklerin değil, bir ömrün sessiz ifadesinin de sergisidir. Her tablo, Anadolu’nun, Trakya’nın bir yerinden kalkıp gelmiş bir öykü gibi.

  Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi’nde açılan bu sergiye gitmeyenler için söyleyeyim:

Orada sizi bekleyen şey bir sanat gösterisi değil, bir hayatın şiiridir. Bir beygir fotoğrafından başlayan o şiir, yılların emeğiyle renklenmiş, zamanın içinden bugüne uzanmış.

 Gidin, görün ve duyun…

 Güven SERİN 

 


 

 

  







11 Kasım 2025 Salı

BARBAROS KIYISINDA BİR OTOBÜS

 


           BARBAROS’UN KIYISINDA TURKUAZ BİR HİKÂYE

        ( Bazen Bir Yol, Bir Manzaradan Çok Daha Fazlasını Anlatır )

   Hafta sonları, şehirden biraz uzaklaşmak, sessizliğin içinde yenilenmek için Süleymanpaşa’dan Barbaros’a giderim.

 On beş kilometrelik kısa bir yol, insana büyük bir uzaklık hissi verir. Aslında uzaklaşmıyorum; sadece kalabalığın gürültüsünü geride bırakıyorum. Halk otobüsü gideceğim yere doğru yol alırken, eski bağların yerini sitelere bırakışını görürüm hep. Toprak susmuş, bağlar yok edilmiş, çok katlı sitelerin, evlerin arasında kalmış tarlaların, bağların doğal hali, atan kalpleri; eskisi gibi atmaz ve görünmez olmuş… O sessizliğin içinde toprağın bile dinlenmeye çekildiğini hissetmeden edemiyorum…

  Çoğu zaman yaptığım gibi Barbaros limanına gelmeden birkaç durak önce indim. Yürüyüş, bu yolculuğun belki de en güzel parçalarından birisi. Çok katlı evlerin yanında alçak evlerin bahçelerinden dışarıya taşan ağaçlar, yeşillikler ve kuş sesleriyle birlikte, biraz deniz kokusu, biraz sabah serinliği…

  Ve sonra, denize doğru inen sokağın sonunda sahile yaklaştığımda o mavi otobüsü gördüm. Günün sürpriziydi bana. Turkuaz rengine boyanmış karavana dönüştürülmüş bir mavi bir otobüs. Üzerinde birkaç sözcük var: Ada Rüzgârı ve Turkuaz sözcükleri, bu otobüsün ruhunu, felsefesini ve ismini anlatıyordu. Otobüsün ismiyle birlikte üzerindeki ada ve pusula resimleri, belki de sahiplerinin yaşama bakışını gösteriyor, anlatıyor:

 “ Belki her yere aitiz, ya da hiçbir yere.”

  Karavanın deniz tarafında iki insan kahvelerini yudumluyorlardı. Belki de ben gelmeden önce kahvaltılarını bitirmişler, yolculuğun devamı olan başka durakları konuşuyorlardı. Kırk yaşlarında iki insan; kadın ve erkek… Kadının saçları örgülü ve beline kadar uzanıyordu. Erkeğin yüzünde, zamana karışmış, zamanlara ait kargaşadan öte bir sükûnet vardı.

   Onları rahatsız etmemek için belli bir mesafeden izledim. Ne konuştuklarını bilmiyorum ama yüzlerindeki huzuru sanki rüzgârla paylaşıyorlardı.

   O mavi karavan, sahiplenmemiş bir özgürlüğü simgeliyordu. Ne bir evin duvarlarına ne bir kentin tabelasına aitti; onların sarıldığı özgürlük duruşu… Mülkiyetin ve yerleşikliğin dışında, insanın kök salmadan da yaşayabileceğini hatırlatan bir görüntüydü. Bir ev gibi değil, bir fikir gibiydi:

 “ Yolda olmak, sahip olmaktan daha kalıcıdır.”

  Limanın rıhtımına vardığımda balıkçılarda günün telaşı çoktan başlamıştı. Ağlar, kayıklar, kovalar ve denizle konuşan eller.

   Ama zihnim hâla o mavi otobüsün-karavanın yanındaydı. Bir rüzgâr estiğinde, sanki o karavanın içinden bir şarkı yükseliyordu:

 “Yolun kendisi evdir.”

   Belki o otobüs, bugün veya yarın başka bir sahile gidecek, belki yeni bir adaya, yeni bir kasabaya ve sabaha… Ama o sabah Barbaros kıyısında bıraktığı iz, mülkiyetsiz bir özgürlüğün en saf hali olarak kalacak.

 Güven SERİN 

 

 

 

 

  

 

 

  


10 Kasım 2025 Pazartesi

ATATÜRK

 



                       “UNUTMADIK, ÇÜNKÜ BİZ O’YUZ”

 

   Bu sabah Hükümet Caddesi’nden Hüseyin Pehlivan Caddesi’ne yürürken, şehirde bir sessizlik çöktü…

   Birden herkes durdu veya işyerlerinde olanlar dışarıya çıkmış, başlar öne eğildi. Sirenler çalmaya başladığında, yüreklerimiz aynı anda gökyüzüne yükseldi.

   Gençler, öğretmenler, doktorlar, Tekirdağ insanları, esnafı… bir milletin kalbi bir tek yürek gibi attı o an. Gözlerim doldu; çünkü anladım yine: Unutmadık, hâla O’nun izindeyiz.

   O ses, O sessizlik… Atatürk’tü, içimizdeydi…

 Güven SERİN


7 Kasım 2025 Cuma

TRUVA

 

Kamera; Güven




                                SİNCAPLARIN BARIŞ BAHÇESİ: TRUVA         

     ( Küçük Truva Bekçileri )

 Tarih susmuş, doğa konuşuyor…

Tarih boyunca kaç kez yandı Truva? Kaç kez taş üstünde taş kalmadı, kaç kez yelkenler bu kıyılardan savaş ateşiyle geçti? Belki yüzlerce, belki de binlerce kez… Ama bugün Truva’nın rüzgârı artık savaş değil, barış taşıyor.

  Bu kez Truva’ya gittiğimizde sadece geçmişi değil, geleceği de hissettim. Yeni yapılan müze, düzenlenmiş yollar, doğayla bütünleşmiş yürüyüş alanlarıyla burası artık bir milli park; taşların değil, yaşamın da konduğu bir alan. Tarih ve doğa, yüzyıllar sonra el ele vermiş gibiydi.

  Fakat beni en çok etkileyen şey, ne müze oldu ne de Truva Atı… O eski toprağın yeni kahramanlarıyla tanıştım: Sincaplar. Meşe ağaçlarının arasında koşuşturan, ağızlarında birer palamut taşıyan küçük Truva bekçileri… Her biri, kışa hazırlanmanın telaşında; bulduğu her palamudu özel bir köşeye gömüyor ve belki de çoğunu unutuyor. O unuttuğu palamutlar, bir bahar sonra filizleniyor, kök salıyor ve yeni meşelere dönüşüyor. Böyleci doğa, tarihin bıraktığı yarayı kendince sarıyor; sessiz ama kararlı bir iyileşme bu. Bir sincabın ellerinde geleceğin ormanı gizli; unuttuğu her palamut, barışa, huzura, yeşile açılan bir kapı.

  Bir ağacın gölgesinde durup rüzgârını dinlediğimde, toprağın altından sesler geliyor gibi hissettim. Belki bir yanı hayal, belki toprağın belleği konuşuyordu. Hektor ile Aşil, o kadim savaşın sessiz tanıkları, meşelerin gölgesinde bir kez daha karşılaşıyorlardı.

Aşil: “ Sana acıdığımı bil, Hektor. Çünkü biz savaşın çocuklarıydık, barışı hiç öğrenemedik.”

Hektor: “ Acımak geç kaldı, Aşil. Toprak ikimizi de eşitledi. Şimdi sincaplar burada yeni bir orman kuruyor.”

Aşil: “ O zaman savaşın hiçbir anlamı kalmadı mı?”

Hektor: “ Doğaya sor. O çoktan kararını vermiş. İnsan yıkar, ama doğa hep yeniden başlatır.”

  Rüzgâr biraz sert esti, uzaklarda bir meşe dalı kırılıp yere düştü. Sanki Hektor’un babası Priamos, oğlunun ölüsünü getiren düşmanına baktığı an toprağa karışan gözyaşları hâla oradaydı; küçük bir su birikintisi oluşturacak kadar çok ve sonsuz… Toprak, o gözyaşlarını meşe köklerine taşımış, barışın suyuna çevirmiş.

  Truva artık bir yıkım yeri değil; bir iyileşme alanı. Savaşın bittiği yerde sincaplar koşuyor, taşların arasından meşe fidanları filizleniyor, öğrenciler cıvıltılar eşliğinde öğretmenlerinin Truva hakkında anlattığını dikkatle dinliyor. O eski lanetli toprak, şimdi yaşamın en güzel sesini taşıyor; kuş cıvıltılarını, rüzgârın hışırtısını… Yeşilin olduğu yer sadece göz için değil, ruh için de bir iyileşme alanı. Truva bunu öğretiyor insana. Yüzyıllar süren kavgaların sonunda doğa kendi yasasını ilan etmiş: “ Ben barıştan yanayım.”

   Odyessus bugün gelseydi belki meşe gölgesine oturur, sessizce özür dilerdi. Savaşlar eninde sonunda biter, ama toprak hep barışı hatırlatır.

   Ve belki bir gün, insan toprağın hafızasını öğrenir; bir sincabın unuttuğu palamutta, bir meşenin huzurlu gölgesinde yaşamın en eski sözünü-BARIŞI yeniden hatırlar.

Güven SERİN 










5 Kasım 2025 Çarşamba

YILDIZLARDAN BİR YILDIZ DAHA KAYDI

 



                  YILDIZLARDAN BİR YILDIZ DAHA KAYDI

   Tekirdağ Kaşıkçı Köyü-Mahallesi o gün sessizdi ama sessizliğin için dopdoluydu… Her adım, her bakış, her söz bir veda cümlesi gibiydi. Hayriye Yıldız’ı, gönül dilini sessizlikte kuran o zarif kadını, anneyi, yengeyi yazdan kalma bir günde uğurladık. Güneş, sanki biraz daha yumuşamış; rüzgâr da kırlar da öyle, konuşmak yerine hüzünle iç çekiyorlardı.

   Hayriye Yıldız, iki değerli evladını büyütmüş, her daim büyük bir nezaket ve mütevazılık içinde yaşamış bir ev hanımıydı.

Sözleri az, sevgisi sonsuzdu… Bir bakışıyla konuşur, bir tebessümüyle anlatırdı. Onun yüreğindeki nezaket, insanın kalbini sızlatan türdendi. Çünkü o nezaket, artık azalan bir dünyanın sessiz mirasıydı.

   Eşi Ahmet Yıldız’ın (Ahmet Amca ) yanına gidip başsağlığı dilediğimde, bin haneden kayıp giden ardından ağlayan, konuşmadan ağlayan yüzleri gördüm.

   Ahmet Yıldız sessizdi ama o sessizlikte bir ömürlük ortaklığın nefesi, hissiyatı vardı. Oğlu, derin bir yürek acısıyla gözyaşlarını tutamıyordu. Kızı gibi, torunları Emir ve Emre de gözlerinde biriken o yaşlarla hem çocukluklarını, hem büyümeyi aynı anda yaşıyorlardı.

   O an, insanın ”veda” sözcüğüne ne kadar alışamadığını bir kez daha değerlendirdim; hissettim…

   Başsağlığı dileklerimizi yaptıktan sonra yolu Hüseyin Yıldız’ın çoktan bu dünyadan ayrılmış o bilge kayınbabanın hanesine çevirdik. Gözlerim boşu boşuna aradı o eski yüzleri:

Hüseyin Yıldız’ı, Hidayet Ana’yı, yer evinin penceresinden her daim gün ışığına, dışarıya bakan Hanife Ana’yı… Bir zamanlar hayatın sesini taşıyan o evler şimdi sessizdi ama anıları hala bahçelerde geziniyor gibiydi.

   Yolda, yine çoktan göçmüş amcaların evlerinin önünden geçtik:

 Recep Yıldız’ın, Sinan Yıldız’in haneleri…

   Her birinin kapısında sanki görünmez bir selam, bir gülümseme ve buyur duruyordu. O evlerden yayılan geçmişin kokusu, Kaşıkçı’nın zamanla altın değerine ulaşmış hafızasıydı.

   Derken şunu fark ettim; Hüseyin Yıldız ile Hidayet Ana’nın hanesindeki ışık hiç sönmedi. Şaban Akyürek, Rabiye Akyürek ve Hamide Yıldız sahiplenmişlerdi göçmüş insanların yarım kalan, yüreklerinin terleriyle inşa ettikleri haneyi… Orada gördüğüm manzara içime bir parça teselli serpti. O hane hâla yaşıyordu; ışığı sönmemiş, hüzün yalnızlığa teslim olmamıştı.

   Bahçede üç kız çocuğu oynuyordu: Nilda, Serra ve Mine. Önce ikiydiler, sonra üç oldular.

Kasımpatı çiçeklerinin arasında, bir oraya bir buraya koşturuyorlardı. Onlar az ötedeki Yıldız Hanesi içindeki hüznü, ölümü çocuk saflığı içinde algılıyor ve yaşamın kendisini temsil ediyorlardı. Uzaktı ölüm onlara; dipdiri yaşamın içinde neşeden neşeye akarlarken…

Onlara bakınca insan, yaşamın kendi kendine nasıl iyileşebileceğini anlıyordu.

   Ve sonra Kaşıkçı Mezarlığına doğru yürüyüş başladı. Ezan sesiyle birlikte, yüzlerce insan bir film sahnesinden çok öte bir tablo oluşturdu:

 Gerçek, canlı, soluk alan bir gezegenin kalbinde, vefayı taşıyan kalpler yan yana yürüyordu.

Kaşıkçılılar, bilirler ki; bu köyde ne düğün yalnız yaşanır, ne ölüm yalnız karşılanır. O gün de öyle oldu. Her omuz, her yürek Yıldız ailesinin acısını bir parça da olsa taşımaya çalıştı.

   Gökyüzü, Ganoslar üzerinden Korudağları ve Balkanlara doğru süzülürken, sanki bütün ışığını o vedaya ayırmış, sunuyordu.

O an, insanlığın bin yıllık hakikatini yeniden hatırladım:

 Hayat, bir gölgeden ibaretse, nezaket o gölgenin içindeki ışıktır. Ve Hayriye YILDIZ, o ışığın ta kendisiydi…

   Bir yıldız daha kaydı gökyüzünden…

Ama ardında bıraktığı o sevgi, o incelik, o sessiz bilgelik… Hep böyledir, bazı insanlar giderken, bize insan olmayı öğretirler.

O da öyle yaptı…

Güven SERİN 


4 Kasım 2025 Salı

BİR KENTİ YENİDEN OKUMAK

 


          TEKİRDAĞ RÜZGÂRI: BİR KENTİ YENİDEN OKUMAK

 

 Böyle bir çalışma için bir yazı hazırlamak hem heyecan verici, hem de hissettiklerinin, öğrendiklerinin tamamını aktaramamak hüzün verici. Bu eser için ilk başta“Kentin Kalbini Dinlemek: Tekirdağ Üzerine Bir Kitap” başlığını tasarlamıştım.

  15 Ekim 2025 günü, Tekirdağ’ın belleğinde iz bırakacak iki konuğu ağırladım. Yıllarını, emeklerini Tekirdağ’ın kimliğini anlamaya, anlatmaya adamış üç ismin çalışmasıyla tanıştım: Namık Kemal Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç.Dr. İhsan Çetin ve onun öğrencileri Firdevs Midil ile Selin İlter. Bu şehrin hikâyesini, insanıyla, geçmişiyle, taşına toprağına sinmiş anlamıyla derlemişler: Tekirdağ Kentleşmesi ve Kimliği.

  Bu eser sadece akademik bir araştırma değil, aynı zamanda tam manasıyla bir vicdan aynası. Şehri sadece yaşanılan bir yer değil, hatıralarımızla, duygularımızla, alışkanlıklarımızla örülmüş bir canlı varlık olarak anlatıyor.

  Önsözündeki şu cümle, kentin ruhunu anlamak için iyi bir işaret:

“ Kente aidiyetle başlayan duygusal bağ, biriken anılarla birlikte çeşitlenmiş ve derinleşmiştir. Gurbetin acı olması ile memleket özleminin ardında bu duygu yatar. Diyeceğimiz o ki, kentler bir mekân olmanın ötesinde bir anlam taşır.”

  Bu satırlar, insanın içinde bir damarın yeniden atmasını sağlıyor. Bu anlam, Tekirdağ’ın taşında, kokusunda, insanında, rüzgârında gizli.

  Doç, Dr.İhsan Çetin ve öğrencileri bu anlamın peşine düşmüşler. Kentin damarlarını adım adım incelemiş, tarihini, dönüşümünü, yitirdiklerini ve umutlarını belgelerle, gözlemlerle ortaya koymuşlar.

  Kitabı bitirdiğimde içimde Tekirdağ’a bir kez daha sarılma isteği doğdu. Bu çalışma sadece bilgi değil, bir farkındalık armağan ediyor. Okudukça şu soru kaçınılmaz hale geliyor:

“Biz Tekirdağ’ı ne kadar tanıyoruz?”

Bir kenti sevmek, onu tanımakla başlar. Tanımadığımız bir kente nasıl aidiyet duyabiliriz?

  Bu eser, kent algısını bir dokumacı titizliğiyle işliyor; bazen renkli iplerle, bazen renksiz alanlara dikkat çekerek…”Sakin şehir “ kavramına değiniyor mesela. Şarköy’ün bu projeye katılma isteğini, Sığacık’ta başlayan sade yaşam hareketinin Tekirdağ’a nasıl yansıyabileceğini düşündürüyor. Belki de gelecekte insanlık yeniden doğaya, sessizliğe, küçük şehirlerin huzuruna dönecek.

  Kitabın 62.sayfasında geçen Georg Simmel’in “Metropol ve Zihinsel Yaşam” makalesi ise, modern şehirde insanın ruhsal yükünü anlamak için benzersiz bir kapı aralıyor. Simmel şöyle der:

“ Büyük kent hayatı, bireyi sürekli olarak uyarımların bombardımanına maruz bırakır; bu yüzden insan, duygusal tepkilerini korumak için zihinsel bir kabuk geliştirir. Bu kabuk, bir savunmadır ama aynı zamanda yalnızlıktır.”

   Ne kadar tanıdık, değil mi? Belki de Tekirdağ’ın rüzgârını, denizini, yokuşlarını ve eski sokaklarını koruma isteğimizin ardında tam da yalnızlıktan kurtulma arzusu yatıyor.

   Ve sonra… Kitabın bir sayfasında karşıma çıkan Zübeyde Hanım Parkı. İçimi burkan yerlerden biri. Ağaçların yerinde artık sadece beton var; 220 araçlık bir otopark ve “modern” bir meydan. Ama o meydanın ne sesi var, ne gölgesi, ne kuşu, ne de hatırası…

  Eğer bu kitabı o alanı düzenleyenler okusaydı, belki o meydan bugün, yalnızca arabaların değil, insanların da nefes aldığı, ağaçların gölgesinde sohbet ettiği bir alan olurdu.

“Tekirdağ Kentleşmesi ve Kimliği”,bize kaybettiklerimizi hatırlatırken, hâla elimizde kalanları koruma isteği de aşılıyor.

Her satırında “henüz vakit varken” diyor.

Henüz vakit varken…

  Bu yazıyı sahile inerken ve orada Tekirdağ rüzgârıyla yürürken tanıdığım, hissettiğim Tekirdağ rüzgârı heyecanı içinde yazıyorum.

   Bu rüzgârda hâla bilimin, emeğin ve umudun nefesi var. Ve o nefes diyor ki:

 Bir şehri sevmek, onu yeniden okumatan, yeniden anlamaktan geçer.

   Bu anlamlı esere emek veren Doç.Dr. İhsan Çetin’i, araştırmadaki titiz çalışmalarıyla katkı sunan Firdevs Midil ve Selin İlter’i içtenlikle kutluyorum. Saha çalışmasında yaptığı destek için Emin Benan Utku’yu da kutluyorum. Onların bu çabası sadece bir kitabı değil, bir kentin bilincini büyütüyor.

  Ayrıca böyle değerli bir çalışmaya akademik zemin sağlayan Namık Kemal Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün tüm idarecilerine, akademisyenlerine ve öğrencilerine de teşekkür borçluyuz.

Çünkü kentleri sadece binalar değil, düşünen, soran, araştıran insanlar yaşatır.

   Ve şimdi…

Tekirdağ rüzgârı yüzümü vuruyor.

Bir şehrin hafızası, bilimin ve emeğin ışığında yeniden can buluyor.

 Güven SERİN 

  


3 Kasım 2025 Pazartesi

BEŞ BİNİNCİ YAZI; YÜREĞİMDE TİFLİS'DEN BİR AĞIRLIK

 



     YÜREĞİMDE TİFLİS’TEN BİR AĞIRLIK, ÖNÜMDE 5000.YAZI

   Dile kolay, neredeyse yirmi yıldır bu köşede sizlerle buluşuyorum. Parmaklarımın tuşlara kaç kez gittiğini, zihnimin kaç fırtınadan geçtiğini saymadım ama bugün önümdeki takvim yaprağı bir dönüm noktasını işaret ediyor: Bu,5000’nci yazım.

  Böyle yuvarlak, hatırda kalacak bir rakama ulaşınca insanın bir an durup sevinmesi, belki biraz gururlanması beklenir. Fakat itiraf etmeliyim ki, içimde bir sevinçten çok, yıllar önce Tiflis Havalimanı’nda zihnime mıh gibi çakılan bir sorunun ağırlığı var. O gece, Ankaralı bir iş insanıyla sohbet ediyorduk. Yerel bir gazetede köşe yazdığımı, hem de neredeyse her gün yazdığımı öğrenince yüzünde beliren saygıyı ve merakı unutamam. Tam da bu saygının ardından o düşündürücü, o yalın ve bir o kadar da derin soruyu sormuştu: “Sizce çok yazmak mı daha önemli, yoksa nitelikli yazılar mı?”

  Bugün 5000.yazının başında bu sorunun yeniden yankılanması bir tesadüf değil. Bir yazarın değerini yazdıklarının sayısı mı belirler? 5 Bin,10 Bin,20 bin yazıya ulaşmak, onu daha mı “önemli” kılar?

Cevabım, yirmi yıl önce neyse bugün de aynı: ASLA!

  Edebiyat ve düşünce tarihi, bu sorunun en güzel cevabını veren anıtlarla doludur. Bazen tek bir eser, yazarını ölümsüzleştirmeye yeter de artar bile. Düşünsenize, Harper Lee’yi dünya çapında bir ikon haline getiren, ömrü boyunca yayımladığı iki romandan ilki olan “Bülbülü Öldürmek” değil midir? J.D.Salinger’i nesillerin isyanının sesi yapan o tek romanı,”Çavdar Tarlasında Çocuklar” “Gönülçelen” olmuştur. Oğuz Atay’ı edebiyatımızın zirvesine taşıyan, arkasında bıraktığı birkaç eserin o devası gölgesi, özellikle de “Tutunamayanlar”dır. Veya tek romanı “Uğultulu Tepeler” ile edebiyat tarihine geçen Emily Bronte… Onlar, niceliğin değil, niteliğin, kelimelere yüklenen ruhun ve derinliğin zaferini kanıtlayan isimlerdir. Onların yanında 5000 yazının lafı bile olmaz.

   Peki, o zaman neden yazmaya devam ettim? Madem sayıların bir önemi yok, bu 5000 adımlık ısrar niye?

  İşte bu sorunun cevabı, Tiflis’teki o iş insanının sorusunun ötesine geçiyor. İşin içinde ticari, siyasi veya birilerine yaranma kaygısı olmadığında yazma eylemi, sıradışı bir yolculuğa dönüşüyor. Bu, yaşadığım şehre, ülkeme ve içinde nefes aldığım çağa tanıklık etme biçimim. Kaldırım taşlarından, esnafın yüzündeki çizgilerden, ülkenin kaderini değiştiren büyük olaylara kadar her şeye dair zihnimde biriken terleri, sizlerle paylaşma çabam. Bu 5000 yazı, bir “önem” hiyerarşisi –ayrıcalığı için değil; yirmi yıllık bir tanıklığı, bir bağ kurma arzusunu ve evrenin bir başka yolcusu olarak bu topraklardaki serüvenimi anlama ve anlatma isteğini temsil ediyor.

   O yüzden bugün 5000.yazıyı bir madalya gibi göğsüme takmıyorum. Onu daha çok, yirmi yıldır süren bir uzun yürüyüşün kilometre taşı olarak görüyorum. Tiflis’teki o unutulmaz soru ise bir vicdan azabı değil, bir rehber. Bana her sabah,”Bugün yazdığın kelimelerin hakkını verebildin mi?” diye fısıldayan bir dost.

 “…Zira yazmak bir varış değil, kelimelerle nefes alıp verilen o yolculuğun ta kendisidir.”, “Çünkü yazmak, en nihayetinde, bu dünyadan geçtiğinin en dürüst ve an kalıcı izini bırakma biçimidir.”

   Bu uzun yolculukta bana eşlik eden siz değerli okurlarıma teşekkürlerimle… Nice nitelikli satırlarda buluşmak dileğiyle…

Güven SERİN 

 

 


23 Ekim 2025 Perşembe

KALDIRIM TİYATROSU

 


                 ÇATLATAN KELEPÇE VE İŞE YARAMAYAN BABA

Kaldırım Tiyatrosu: Gösteriş Hırsı ve Tükenmişlik Fısıltısı

Hareket halinde olmanın, yürüyüşe çıkmanın en büyük armağanı, hayatın size provası yapılmamış sahneler sunmasıdır. Bazen bir sahil kenarı, bazen bir şehrin yokuşu; en büyük tiyatrolardan daha gerçek, en usta senaristlerden daha cüretkâr diyaloglarla sizi karşılar. İşte o anlardan birinde, bir yokuşun tanıklığında, üç kadının sohbetinden sızan tek bir cümle, modern insanın en kadim zaaflarından birini fısıldıyordu: "Dönelim o kelepçeyi alalım, çatlatalım şunu!"

Her şey o sihirli ve aynı zamanda zehirli kelimede gizliydi: "Çatlatmak!" Bu, basit bir beğeninin, bir sahip olma arzusunun çok ötesinde bir manifestoydu. Alınacak olan o bilezik, bir takı değil, bir silahtı. Bir başkasının gözündeki hayranlık ya da hasetle kendi varlığını değerli kılma, kendi içindeki boşluğu başkasının eksikliğiyle doldurma girişimiydi. O "kelepçe," aslında sadece bir başkasının değil, o hırsla kendi ruhunun da etrafına örülen bir pranganın adıydı. Varlığını, sahip olduklarıyla ispat etme çabasının, bir anlık tatmin uğruna girilen yorucu bir sosyal savaşın ilanıydı bu söz. O an o yokuşta, sadece bir mağazaya dönülmüyor, aynı zamanda modern rekabetin ve gösteriş tüketiminin tapınağına doğru bir yolculuğa çıkılıyordu.

Bu tablodan birkaç gün sonra, Kumbağ'ın kalabalık sahilinde bambaşka bir perdede, daha sessiz ama daha derinden sarsan bir diyalog yankılandı. İki küçük çocuğunu nazikçe teskin etmeye çalışan genç bir anne, onların masum ısrarlarına karşı bir kalkan gibi aynı cümleyi kullanıyordu: "Söyleriz baban alır onu." Bu söz, ilk bakışta aileyi bir bütün olarak gösteren, sorumluluğu paylaşan bir ifade gibi duruyordu. Ancak hemen ardından gelen fısıltı, ailenin temellerindeki görünmez bir çatlağı, bir yorgunluğu, bir bezginliği ortaya döküyordu: "Zaten baban başka ne işe yarıyor ki?"

İşte bu, bir kelepçeyle birini "çatlatma" arzusundan çok daha trajik bir andı. Çünkü burada metalaşan, bir nesne değil, bir insandı; bir eş, bir babaydı. O genç kadının dilinden dökülen bu cümle, muhtemelen nice uykusuz gecenin, karşılıksız beklentinin, anlaşılmamışlığın ve yorgunluğun tortusuydu. Fakat o masum zihinlere ektiği fikir ne kadar da ağırdı: Baba, sevgi, güven, oyun arkadaşı, koruyucu bir figür değil; sadece istekleri yerine getiren bir "sağlayıcı," bir finansal mekanizmaydı. Babanın varlığı, cüzdanının kalınlığıyla ölçülüyordu ve bu ölçünün dışında bir "işe yaramazdı."

Bir yanda, bir nesne üzerinden başkasını çatlatarak var olmaya çalışan bir hırs; diğer yanda, bir hayat arkadaşını sadece maddi gücüyle tanımlayarak kendi tükenmişliğini ve belki de sevgisizliğini meşrulaştıran bir bezginlik... Bu iki sahne, aynı madalyonun iki farklı yüzü gibi. Her ikisi de insan ilişkilerini, sevgiyi ve varoluşsal değeri, "alınabilen" ve "satılabilen" şeylere indirgiyor. Biri, dış dünyayı maddi bir zaferle fethetmeye çalışırken, diğeri en mahrem kalesi olan aileyi içten içe çürütüyor.

Toplumun refahı, ne o şık kadının alacağı kelepçenin parlaklığında ne de o babanın çocuklarına alacağı pahalı oyuncağın fiyatındadır. Toplumun refahı, insanların birbirini "çatlatılacak" bir rakip ya da "işe yarayacak" bir araç olarak görmediği, sevginin ve saygının her türlü maddi değerin üzerinde tutulduğu ailelerin harcında gizlidir. O gün o yokuşta ve o sahilde şahit olduğum, belki de en çok korkmamız gereken çatlakların, ne başkalarının kıskançlığından ne de cüzdanımızın boşalmasından kaynaklandığıydı. Asıl tehlike, ruhlarımızın ve ilişkilerimizin temellerinde açılan o görünmez çatlaklardı.

 Güven SERİN 


 


13 Ekim 2025 Pazartesi

AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK

 




SANATI ANLAMAK DEĞİL, YAŞAMAK: AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK


Aylar sonra Tekirdağ sahilinde buluştuk. Dalgalar kıyıya usulca vuruyor, kahve ve çay kokuları birbirine karışıyordu. Selçuk Öğretmen yanında deri ve tanıdık bir çanta taşıyordu; bu çanta sıradan bir eşya değildi. Birçok üründe olduğu gibi kendi tasarlayarak yaptığı bir çanta, onun yaratıcı ruhunun ve özgürlüğünün küçük ama güçlü bir yansımasıydı. İçinde notları, eskizleri, belki de hayallerinin parçaları vardı. Üreten, tasarlayan her insanın yüzünde olduğu o tebessümü, o bildik gülümsemeyi yine gördüm…

 Kadıköy Saint Joseph Lisesi’nde yıllarca öğrenci yetiştirmiş, emekli olmuş ama sanatından hiç emekli olmamıştı. Selçuk Öğretmen’i sınıfında, atölyesinde, öğrencileriyle birlikte izledim. O ders veren bir öğretmen değil, onlara özgün ve özgür bir alan sunan, sınırları kaldıran, hayalleri cesaretlendiren bir ustaydı. Öğrencileri için bildik manada öğretmen olmamış; ilham kaynağı, düşünmeyi, denemeyi ve yanılmayı cesaretle pekiştiren bir yol gösterici oldu.

 Buluşmamız sırasında sahildeki kafede, Goethe’nin Faust’u,Dante’nin İlahi Komedya’sı,Balzak ve Tolstoy üzerine konuştuk.Ben Şekspir’e daha yakınken,o her daim Tolstoy’a verdiği öneme dikkat çeker.Tolstoy’un insan anlayışı ve yaşam felsefesi,onun kendi sanat anlayışının rehberi olmuştu.Konu bir eserden diğerine,bir düşünceden ötekine atlıyor,her sohbet bir esin kapısı gibi açılıyordu.

 İstanbul Moda’da olduğu vakitler, Kadıköy halk kütüphanesinde Selçuk Öğretmen, sayısız kitap inceliyor, notlar alıyor ve yeniden düşünüyor. Sahilde yaptığımız sohbet ile kütüphanede çalışmaları arasında bir köprü, bir bağ var. Neredeyse her gün kütüphaneye gitmesi boşuna değil! Belki de bir ömre sığdırdığı öğretileri, öğrenimleri, eğitimci ve sanatçı tecrübelerini büyük bir esere dönüştürmek onun en görkemli hayali…

 Sanatı ve yaşam biçimi artık evrensel bir noktaya ulaşmış. Onu anlamak için dünyanın öteki ucuna gitmeye hiç gerek yok; Selçuk Öğretmen’in yaklaşımı, yaşamı ve eserleri, her yerde anlaşılacak bir dili konuşuyor. Onun çizgileri, formları ve düşünceleri, sadece kâğıtta, tuvalde değil, yaşamın kendisinde de varlık gösteriyor.

 Sahildeki kahve sohbetimiz, bir kez daha onun evrensel bakışını, sanatını, edebiyatını, bilimsel merakını ve yaşamını bir bütün olarak görmemi sağladı. Selçuk Öğretmen, sadece bir öğretmen, bir sanatçı değil; çağını ve evrenselliği kucaklayan bir insan.

Onu anlatmak mı? Zor. Ama dinlemek, görmek, anlamak bile yetiyor. Ve işte o,kendi tasarladığı deri çanta… Onun üretkenliğinin ve özgünlüğünün sessiz ama etkileyici simgesi hâla yanımızda duruyor.

Buluşmamızın sonlarına doğru masamızda duran su şişesine baktık; yaşamın kaynağı olan bu suyu, bilimsel bilgiler eşliğinde konuştuk. Hidrojen ve oksijenden oluşan suyun milyarlarca yıl önceki oluşumunu düşünürken, bir anda kendimizi zamanın ötesinde, geçmişle gelecek arasındaki yolculukta, belki de sıfır hacimli büyük patlamanın yankılarında bulduk.

 İki saatin nasıl geçtiğini anlamadık; tüm düşüncelerimiz, hayallerimiz ve sanatla bilimin iç içe geçtiği anılarımız masada, bu küçük evrende birikmişti. Yarın tekrar buluşmak umuduyla masadan kalktık; ama o an, zamanı ve mekânı aşan bir sohbet içinde, hafızamızda derin bir iz bıraktı.

 Güven SERİN 


 

 






10 Ekim 2025 Cuma

SAÇAKALTI AYDINLARI

 






GPT

               SAÇAKALTI AYDINLARI ve KÜLTÜREL ZİRAAT

Saçakaltı, tarihler boyunca sadece gölge, yağmurdan sığınma değil, aynı

zamanda yaşamın, sohbetin ve emeğin bir simgesi olmuştur. Yağmurdan,güneşten korunmak için sığınılan bu alan, aslında üretimin, paylaşımın, kültürün filizlendiği yerdir. Gölgede durmak yeterli değildir; gölgeyi anlamak ve gölgenin altında bir şeyler yetiştirmek gerekir.

Bugün saçakaltı aydınlar var. Onlar gölgenin rahatlığında oturur, her şeyi

kurumlardan bekler, üretmeye yanaşmazlar. Toplumun ve şehrin yükünü başkasına devreder ama şikâyet etmeyi, eleştirmeyi ihmal etmezler. Kurumların açacağı sergi salonları, kültür merkezleri, belli kafeler veya sanat mekânları…

İşte onların sosyal ve kültürel hayat sandıkları yerler. Oysa gerçek kültür,sadece salonlardan ve mekânlardan beslenmez.Tabiatta bile vermeden alma ilişkisi yoktur. Bir bahçe, bir tarla, bir bağ… Onları görmek yetmez; almak için sürekli ekmek, sulamak, kollamak ve fedakârca emek harcamak gerekir. Ürün, emeğin karşılığıdır. Aynı yasa kültürde de geçerlidir. Saçakaltı aydınlarımız ise bu gerçeği unutur gibi,başkasının toprağında, başkasının emeğinde dolaşır, oradan oraya savruluyormuş gibi görünürler. Gölgeyi severler ama yükü taşımazlar; izlemeyi bilirler ama

üretmeyi bilmezler. Bir başka tehlike: Sadece belli mekânlara, kurumsal etkinliklere bağlı bir kültür, kendini sınırlayan bir kültürdür. Bir kafede, bir sergi salonunda veya bir kültür merkezinde sosyalleşmek kolaydır; ama gerçek şehir hayatı, taşına,sokağına,mahallesine sahip çıkmakla, kendi gölgesinde üretmekle doğar. 

Kurumların açtığı mekânlar sadece aracıdır; kültürü var eden, emeğini ortaya koyan bireydir.Bu noktada, gerçek aydın ve sanatçılardan ders almak gerekir. Yunus Emre

mekânlara bağlı kalmadan, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak insanlara felsefeyi,sevgiyi birliği anlattı. Van Gogh, hiçbir eserini kurumsal bir galeriye teslim etmedi; fırçasını, toprağı ve ışığı takip ederek kendi iç dünyasında ve doğada eserini yarattı. Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda yeni bir eser tamamladığında duyduğu coşkuyu şöyle dile getiriyordu:

“Yeni bir tabloyu tamamladığımda, sanki dünyadaki tüm yüklerden kurtulmuş gibi hissediyorum. Bu, bana hayatın anlamını yeniden hatırlatıyor.”Saçakaltı aydınları gölgeyi sever ama yükü taşımayı reddeder; başkasının emeğine yaslanır ve kendi sorumluluğunu unuturlar. Gerçek aydın ise elini taşın altına koyar; şehrin taşına, parkına, kültürüne sahip çıkar, tohumunu atar, 

emeğini verir. Kurumlardan beklemek kolaydır, ama gerçek ziraat sabır, emek

ve adanmışlık ister.

Sözümüz açıktır: Sayın saçakaltı aydını, gölgenin rahatına sığınmayı bırak.Kendi şehrinin toprağına eğil, elini kirlet, emeğini ver. Yoksa saçak çöker, gölge biter, kültür kurur. Çünkü yaşamın, doğanın ve kültürün temel yasası aynıdır:

Vermeden almak mümkün değildir.

Kültür, sadece kurumların açtığı kapılardan değil; senin mahallenden,sokağından, saçakaltından filizlenir. Oradan oraya savrulan gölge değil,emeğiyle şehrin ışığını büyüte kişi ol.

“İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir; sen kendini bilmezsen, bu şehrin

gölgesinde boş dolaşırsın.”

Yaşamın melodisi kültürdür; sahilde ıslık çalan insanların izi ise onun en güzel neşesidir.

Güven SERİN 




4 Ekim 2025 Cumartesi

FAUST

 

                           ŞEYTANLA MODERN PAZARLIK

   Goethe’nin Faust eseri, sanki yıllarca içinde akademik çalışma yapmışım gibi, amatör eğilimimin tam manasıyla odağına oturmuş başyapıtlardan birisidir. Tıpkı, Cervantes’in Don Kişot’u gibi…

  Faust, belki de modern insanın kendi açmazlarını ve arayışını anlamak için başvuracağı ilk kaynaklardan birisidir.

  Edebiyatın ölümsüz zirvelerinden biri olan Goethe’nin Faust’u,her çağın insanın kendi ruhunun röntgenini çeken sihirli bir aynadır.Bilginin sınırlarına ulaşmış ama hayatın özünü kaçırmış Doktor Faust’un,ruhu karşılığında kendisine sınırsız haz ve deneyim vaat eden şeytan Mephistopheles ile yaptığı anlaşma…Görkemli ve trajik bir hikaye,19.yüzyılın tozlu sayfalarından çıkıp 21.yüzyılın dijital dünyasında-labirentlerinde,ofis-işyeri,alışveriş merkezlerinin gölgesinde ve akıllı telefonlarımızın ekranlarında yeniden hayat buluyor.Sadece karakterler ve sahne değişti.O büyük anlaşmanın günümüzdeki yansımalarına bakalım.

   Doktor Faust’un trajedisi, her şeyi bilmenin getirdiği derin tatminsizlikti. Kütüphanesindeki binlerce kitaba rağmen hayatın coşkusunu, aşkın ateşini, anın saf hazzını tadamıyordu. Bilgiye doymuş ama bilgeliğe açtı.

   Bugünün,21.yüzyılın modern Faust’u kim mi? O,biziz. Cebimizdeki küçük cam, metal kutularla tüm insanlık tarihinin bilgisine saniyeler içinde ulaşabilen, dünyanın öbür ucundaki bir olayı anında öğrenebilen, yüzlerce “arkadaşa” ve binlerce “takipçiye” sahip modern bireyiz. Ancak bu bilgi bombardımanı altında ne kadar bilgeleşebildik? Sonsuz bir içerik akımına maruz kalırken, dikkat süremiz kısalıyor, derinlemesine düşünme yetimiz köreliyor. Faust gibi “her şeyi biliyor” ama bir dost meclisindeki sıcak sohbetin, bir sanat eserinin karşısında huşu içinde durmanın veya sadece hiçbir şey yapmamanın getirdiği içsel huzuru hissedemiyoruz. İçimizdeki bu boşluk, bu anlamsızlık hissi, şeytanın kulağımıza fısıldaması için en uygun ortamı yaratıyor.

  Goethe’nin Mephisto’su, somut bir varlıktı; pazarlık yapar, kanla sözleşme imzalatırdı. Günümüzün Mephisto’su ise çok daha sinsi, soyut ve her yere sinmiş durumda: O, bize anlık tatmin, kolay şöhret ve zahmetsiz başarı vaat eden sistemin ta kendisidir.

  Sosyal medya sunumları-paylaşımları,”beğeni” ve “paylaşım”larla ruhumuzu okşayan yeni Mephisto’dur. Bize der ki: “Neden yıllarını bir zanaatla ustalaşmaya harcayasın ki?”Bir dakikalık bir videoyla milyonlara ulaşabilirsin.”Bize fısıldar: “ Neden zorlu ve sancılı bir kendini tanıma yolculuğuna çıkasın?” İşte sana benzeyen insanların olduğu bir ‘yankı odası’,burada kendini güvende ve haklı hissedeceksin.”

  Bu yeni şeytan, ruhumuzu kanla imzalanmış bir sözleşmeyle değil, her gün “ kullanım koşullarını kabul ediyorum” butonunu tıklayarak parça parça satın alır. Mahremiyetimizi veri karşılığında, sabrımızı anlık eğlenceler karşılığında gönüllü olarak teslim ederiz. Toplum, derin bağlar kuran bireylerden, bir sonraki “trend-eğilim”e kadar birbirini izleyen koşuculara dönüşür.

   Faust eserinin en can alıcı dersi belki de sonundadır. Dr.Faust tüm hastalarına, zaaflarına ve Mephisto ile yaptığı anlaşmaya rağmen, son anına kadar “ çabalamaktan” vazgeçmediği için kurtuluşun bir aşamasına erişir. Onun kurtuluşu, kusursuzluğunda değil, bitmeyen arayışında, daha iyiye ve daha güzele duyduğu o insani özlemde gizlidir.

   İşte günümüzün şeytanı anlaşmasından çıkış yolu tam da bu noktada beliriyor. Mephisto’nun bize en tehlikeli zehir, “çabalamaktan vazgeçme” illüzyonudur-yanılsamadır. Kolay olanı, hazır olanı, algoritmanın bize uygun gördüğü pasifçe tüketmeyi önerir.

  Panzehir yine Faust’un ruhunda gizlidir. Bir saatliğine telefonu kapatıp zor bir kitabı anlamaya çalışmak. Bir “like” ,”beğeni” uğruna değil, sadece yaratmanın saf keyfi için bir şeyler çizmek, yazmak, beslenmek.

Popüler görüşleri tekrarlamak yerine, rahatsız edici bile olsa da kendi hakikatimizi aramak.

Sanat kalabalıkların sahte alkışları yerine, bir insanın gözlerinin içine bakarak gerçek bir bağ kurmak.

   Mephisto, cebimizdeki ekranda bize sonsuz vaatler sunarken, içimizdeki Faust’un o doymak bilmez arayışını ve çabalarını iradesini canlı tutmak zorundayız.

  Aksi takdirde, ruhumuzu sattığımızın farkına vardığımızda, geriye ne haz kalır ne hayat. Sadece Mephisto’nun o alaycı kahkahası…

 Güven SERİN 

   



29 Eylül 2025 Pazartesi

FERİT YAVUZ

 


Neyzen Ferit Yavuz






ÜŞENME, VAZGEÇME, ERTELEME: NEYZEN FERİT’İN YOLCULUĞU

“Bir nefes neyden çıkar, bir adım toprağa düşer… İkisi de aynı ezgiyi söyler: hayatı erteleme.”

Hayatı bir köşeye bırakmayın, zamanı kovalamak veya öldürmek yerine onunla dost olan, ölümsüzlüğü masal veya destanlarda değil doğanın kucağında arayan bir insan…

 Kimi insanlar; yaşı ilerledikçe evine kapanır, gölgeli odalarda zamanını çürütür. Sonra gün gelir, ardına bakar ve “ömrüm ne kadar çabuk geçti” der. Tekirdağ doğumlu Neyzen Ferit Yavuz, tam tersine, zamanın avuçlarının içinden kayıp gitmesine izin vermeyenlerden…

 Ney üflerken çıkan her nağme, sanki insanın iç dünyasına bir dere gibi akar. O nefes, sadece bir ses değil; ruhun arınışı, zihnin dinginleşmesidir. Ferit Yavuz’un neyinden yükselen bu ses, sporla tamamlanır. Çünkü o aynı zamanda bir maraton koşucusudur. Koşarken attığı her adımda nefes, ritme dönüşür; damarlarında dolaşan kan, tıpkı ney üflerken havanın kamıştan geçişi gibi, bedenin melodisine karışır. Spor ve sanat, onun hayatında ayrı ayrı değil; bir bütünün iki kanadı gibidir.

 Ama bütün bu yolculuğun en özel durağı Tekirdağ kırlarındaki mütevazı kulübesidir. Birçok insan için kulübenin anlamı sıradan barınak olarak görülse de, Neyzen Ferit Yavuz için; adeta doğayla insanın nikâh tazelediği mabettir. Bahçesinde kendi elleriyle büyüttüğü sebzeler, dallarında meyveler sallanan ağaçlar vardır. Rüzgârın taşıdığı kokuya toprak eşlik eder; gün doğumunda bülbüller, akşamında cırcır böcekleri onun şarkı arkadaşları olur.

Orada toprağa basarken, dalından bir incir koparırken ya da bahçesinde çapasını vururken, aslında en büyük konserini doğaya verir. Neyiyle verdiği ses neyse, bahçesinden kopan domatesin, ağaçtan düşen armudun sesi de odur. Hepsi aynı ezginin farklı notalarıdır.

 Her hafta İstanbul’un kalabalığından sıyrılıp motoruna biner, Tekirdağ’a gelir. Kulübesine varınca nefeslenir, toprağına dokunur, doğanın aynasında kendini görür. Orada sanki eski çağların Gılgamış’ıdır; ölümsüzlük arar. Ama bilir ki asıl ölümsüzlük, şişelerde saklı bir iksir değil; bahçesindeki taze domatesin, biberin kokusu, dalından kopardığı elmanın tadı, sabah serinliğinde attığı koşu adımlarıdır.

 İnsan boşuna arar ölümsüzlüğü masallarda, destanlarda, kitaplarda. Asıl ömrü uzatan, ruhu genç tutan şey; hareket etmek, koşmak nefesin sesini duymak ve doğayla sarmaş dolaş olmak. Çünkü sporla güçlenen beden, neyle dinginleşen ruh ve toprakla bütünleşen yürek, insanın en doğal iksiridir.

 Sosyal medyada yazdığı üç sözcük de felsefeyi özetler aslında:

 Üşenme… Vazgeçme… Erteleme…

 Bu üç sözcük onun için süs değil, hayatın pusulasıdır. Çünkü üşenirse hayat donar, vazgeçerse yol biter, ertelerse zaman kaçar. O yüzden her sabah yeniden başlar; koşusunu yapar, neyini üfler, motoruna binen ve kulübesinin kapısını açar bahçesindeki kokularını yüreğine ve ruhuna çeker.

 Neyzen Ferit Yavuz’un öyküsü bize şunu fısıldar: Ölümsüzlük diye bir şey yoktur. Ama insanın elinde kalan zamanı, doğayla iç içe, sanatla ve sporla nefes alarak, sevdiklerine bağlanarak yaşamak vardır. İşte gerek iksir de budur.

 Onun nefesi neyden çıktığında, koşu ayak seslerinde, motorunun rüzgârında, kulübesinin bahçesinde yetişen meyvelerin tadında aynı şeyler vardır:

“Yaş rakamdan ibarettir. Ömür, yolun kendisidir.”

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 

 

 





26 Eylül 2025 Cuma

DALYAN

 

Kamera; Güven
Uçmakdere Dalyanı


Gaziköy Şarköy

Uçmakdere Şarköy

Uçmakdere'nin gülen yüzü: İbrahim


Yunus Usta ve bir ömre yayılan İbrahim'in dostluğu


                      DENİZ İÇİNDE BİR ÖZGÜRLÜK ŞARKISI: DALYAN

 Herkesin tatil yapıp dinlenmeye çekildiği bir günde biz Yunus Usta ile çoktan planladığımız Mürefte yoluna düştük. Kaç yıldır bu yöne gitsek de heyecan hep aynı. Çünkü yolun kendisi bile insana gençlik ve coşku katıyor. Yolun kendisini sadece gidilen bir mesafe değil, karşılaşılan insanlar, sohbetler ve manzaralarla tamamlanan bir hayat parçası gördüğünü an başka bir yolculuk başlıyor; kendisine doğru insanın…

 Mürefte yine zarif bir peri kızı gibiydi. Üzüm ve şıra kokuları içinde sahilde oturduk. Zeytin üreticileri bu yıl zeytin azlığından dert yansa da “Seneye daha iyi olur” diyecek kadar olgun ve umut doluydu. Kavun, karpuz, domates, üzüm tazeydi; yağlar ise geçen yılın emeğiyle şişelere girmişti. Bu umut ve sabır, bana asıl zenginliğin toprakla, üretimle kurulan bir bağ olduğunu bir kez daha gösterdi.

 Gaziköy’ün tar taş sokaklarında kaybolduk. Viran binalarının sessizliği arasında, bir yandan geçmişin gölgesi, diğer yandan denize açılan ışıklı pencereler vardı. Taş duvarların arasından geçerken insan hem tarihle hem de kendi içiyle konuşuyor gibi oluyor.

 Uçmakdere’de dostlarımızla kekik ve adaçayı kokulu sohbetlere daldık. Muhtar Burhan Bey ile köyün-mahallenin dertlerini konuştuk. İbrahim Bey ise sağlık sorunlarına rağmen bizi bahçesinde gülerek karşıladı. Onun o sevinçli ve yaşama sımsıkı tutunmuş hali, köy hayatının dayanışmacı ruhunu en sade bir şekilde özetliyordu.

 Ama bütün bu yolculukta beni en çok durduran şey, Uçmaktere sahilinde karşıma çıkan Dalyan oldu. Basit gibi görünen ama derin anlamlar taşıyan bir yapı… Uzun direkler üzerine kurulmuş, denizi engellemeyen, aksine onunla uyum içinde duran bir balıkçı Dalyanı.

 Çoraplarımı çıkartıp kayaların üzerine oturdum. Deniz ayaklarımı serinletirken gözlerim Dalyan’ın özgürlüğü anlatan duruşuna takıldı. Deniz kendi şarkısını söylerken Dalyan da o şarkıya kendi sessiz melodisini ekliyordu. İnsan orada hem huzuru buluyor hem de emeğin değerini hissediyor.

 Dalyan sadece bir balıkçının ekmek teknesi değil; eski çağlardan kalan bir sembol gibi. Yunan mitlerinde deniz tanrısı Poseidon’un suları yönetmesi boşuna değil. Bu basit yapı, hem balıkların göç yollarını koruyor hem de denizin akışını engellemiyor. Direkler arasında özgürce akan su, doğayla uyum içinde var olmanın sessiz göstergesi…

 Balıkçının ekmek teknesi olan bu yapı, doğanın bir parçası olmayı başarmış. Kimi yapılar insanın önüne duvar örer; kimi ise ufkunu açar. Dalyan işte tam da böyle; hem çalışkan ellerin emeği, hem de özgürlüğün direkleri. Tıpkı yol arkadaşım Yunus Çakır, Yunus Usta gibi; doğayla her daim uyumlu ve bir bütün…

 Dalyan’ın karşısında durduğunuzda denizin şarkısı değişir; çünkü o direklerin arasında yalnızca balık değil, özgürlüğün kendisi de tutulur. O an insan, doğayla kavga etmeden yaşamanın önemini öğrenir.

 Ve sanki bir şair fısıldıyor kulaklara:

 “Dalyan gibi dur, direkler gibi sabit ol; ama su gibi özgür ol.”

Güven SERİN