17 Aralık 2025 Çarşamba

AĞAÇ MI İNSAN MI?

 



AĞAÇ MI İNSAN MI? YANLIŞ SORU… ASIL MESELE PLANSIZLIK

   Mahallelinin başına dert olan kavak ağaçlarından söz edeceğim bugün. Tekirdağ Eski-Ortacami Mahallesi, Yunusbey Caddesi üzerinde bulunan irili ufaklı on taneye yakın kavak ağacı, bir süredir burada yaşayanların ortak derdi haline gelmiş durumda.

   Üstelik bu ağaçlar, Eski Devlet Hastanesi’ne sadece yüz elli metre mesafede. Yahu bu cadde sadece mahallenin değil; şifa aramak için hastaneye gelen yaşlıların, çocukların, solunum rahatsızlığı olan hastaların, hamilelerin de yolu.

   Bir zamanlar gölgeleriyle sevilen bu ağaçlar, özellikle yaz aylarında yaydıkları yoğun polenler nedeniyle bugün ciddi bir halk sağlığı sorununa dönüşmüş durumda. Allerjik rinit, göz yanması, nefes darlığı, astım hastalıkları… Bunlar artık tıbbi literatürde yer alan, bilimsel olarak kanıtlanmış etkiler. Kavak polenlerinin, özellikle hassas bünyelerde solunum yollarını tetiklediği bir gerçek.

 Şimdi halkımızın sağlığı adına soralım:

   Şifa aramak için hastaneye giden bir insanın, daha kapıdan içeriye girmeden nefessiz kalması hangi şehircilik anlayışının sonucudur?

   Mahalleli işi gücü bırakmış, çalmadığı kapı kalmamış. Dilekçeler verilmiş, başvurular yapılmış.

“Bu ağaçlar burada yaşayanların ve hastaneye gelen insanların sağlığını olumsuz etkiliyor”  denmiş. Ancak her kurum, her yetkili bu sorumluluğu bir başkasına havale etmiş.

   Benim için bir ağacın kesilmesini istemek, insanın kendi gölgesini baltalaması kadar zor şeydir. Ağaç; bu topraklarda sadece yeşil değil, kültürdür, hafızadır, nefes demektir. Ama bunu da açıkça söylemek gerekir:

Ağaç sevgisi, akıldan ve bilimden kopuksa fayda değil zarar üretir.

   Kavak ve söğüt gibi ağaç türleri; yüksek polen üretimi olan, alerjik etkileri güçlü türlerdir. Bu nedenle modern şehircilikte hastaneler, okullar ve yoğun yerleşim alanları çevresinde bu türlerin tercih edilmemesi gerektiği açıkça bellidir. Gelişmiş ülkelerde bu tür ağaçların, yerleşim dışı kuşaklarda değerlendirildiğini öğreniyoruz. Şehir merkezlerinde ise düşük polenli, yerel ve insan sağlığıyla uyumlu türler seçilir.

   Bizde nasıl oluyor?

Plansız dikiliyor. Sahilde, dolgu alanda bulunan kavak ağaçları, yaz boyunca, binlerce insanın geldiği, gezdiği, hoş vakit geçirmek istediği zamanlarda kaç kişiye eziyet çektirdiğini herkes görüyor, biliyor bir görmesi gerekenler göremiyor…

Sorun çıkınca görmezden geliniyor.

İnsanlar nefes almaz hale gelince susuluyor.

   Şehirler insanlar için vardır. İnsanlar şehirlere niçin göç eder? Daha huzurlu, dağa sağlıklı, daha mutlu yaşamak için.

   Ama bugün şehirde ne varsa sanki insanlara mutsuzluk için var.

Trafik var, nefes yok.

Kaldırım var, yürümek zor.

Hastane var ama yolu hastalığa açılıyor.

   Buradan yetkililere, Eskicami-Ortacami Mahalleleri Yunus Bey Caddesi sakinleri adına sesleniyorum:

Eğer bir çevre unsuru-İster beton, ister ağaç olsun-İnsan sağlığına zarar veriyorsa, bunu görmezden gelmek doğayı korumak değil, vicdan meselesidir.

Bu çağrı;

Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’ne,

Süleymanpaşa Belediyesi’ne,

Tekirdağ İl Sağlık Müdürlüğü’ne,

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne yöneliktir

   Eski Devlet Hastanesi’ne yüz elli metre mesafede bulunan bu kavak ağaçlarının halk sağlığı açısından bilimsel olarak incelenmesi; gerekiyorsa yer değiştirmesi, ya da uygun türlerle değiştirilmesi artık ertelenemez kamusal bir sorumluluktur.

   Çünkü bir şehir, hastanesine giden insanına, caddesinde yaşayan halkına nefes darlığı yaşatıyorsa;

Orada sorun ağaçta değil, YÖNETİMDEDİR.

Güven SERİN 

 

 


16 Aralık 2025 Salı

KADINLAR,FİLLİR ve SAİRELER

 



           KADINLAR, FİLLER ve SAİRELER:

           SAHNEDEN TAŞAN GENÇLİK, UMUT ve İNSANLIK

   Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun yeni oyunu Kadınlar, Filler ve Saireler’i izledik. Ve daha salonun kapısından içeri adım atar atmaz şunu gördük:

Salon doluydu. Hem de öyle yarı yarıya değil; genç seyirce ağırlıklı, canlı, meraklı ve umut verici bir doluluktu bu.

 Demek ki Tekirdağ tiyatro izleyicisi gençleşiyor.

Demek ki sahne, gençlerin hayatına yeniden karışıyor.

Bu, küçük bir ayrıntı değil; bir şehrin kültürel geleceğine dair bir işarettir.

   Oyunun başarısının altını özellikle çizmek gerekiyor. Ama daha da önemlisi, üç oyuncunun adını özellikle ve ısrarla anmak bir sorumluluktur:

 Damla KAYA AZLAĞ

Kübra KİP

Pınar EFE

   Bu üç oyuncunun ortak başarısı şurada yatıyor:

 Yoktan var edilen karakterleri, sanki hayatımızın bir yerinden tanıyormuşuz gibi sahici kılmaları. Komedi perdesinin altında, insanın kişisel yalnızlıklarını, bastırılmış korkularını ve toplumsal sıkışmışlıklarını ustalıkla; hem de büyük bir ustalıkla işliyorlar.

Alkışlasak azdır. Çünkü bu sadece iyi oyunculuk değil, inandırıcı bir insan hali sunumudur.

   Oyun yazarı Yunus Emre Gümüş, metniyle bugünün insanına doğrudan temas eden bir yerden konuşuyor. Sade ama katmanlı; güldürürken düşündüren bir dil kuruyor. Gündelik hayatın sıradan denen ayrıntıları, onun kalaminden sahnede karşılık bulan bir anlama dönüşüyor.

   Oyunun adı, rastgele seçilmiş bir ad değil:

 Kadınlar, Filler ve Saireler, filin unutmaz zekâsını kadının aklıya yan yana getirerek, hayatta asıl gücün gürültüde değil; sabırda, sezgide ve fark etme yetisinde olduğunu söylüyor.

   Rejide Özen Yula imzası var.Metne hükmeden değil,metni açan; oyuncuya alan tanıyan bir yönetmenlik anlayışı…Ritmi yüksek,sahne dili net.Elbette perdenin arkasında kalan,ışıkta,seste,sahne düzeninde emeği olan görünmez kahramanları da anmadan geçemem.Bu başarı,kolektif bir emeğin ürünü.

   Salon gençti. Oyunun içinde ve sonunda alkış vardı ama çok daha fazlası olabilirdi. Bunu bir eksiklik saymayalım. Bu, tiyatro seyirciliğinin zamanla kazanılan bir inceliğidir. Gençler izledikçe, sahneye emek verdikçe, alkış da derinleşecektir.

   Burada küçük ama önemli bir not düşmek gerekiyor: Tiyatro artık insanımıza daha fazla inmeli! Broşürlerle, küçük kitapçıklarla, sokakta karşılaşılan duyurularla…

  Özellikle şehrin kalbi Hasan Âli Yücel Meydanı’nda bir tiyatro gişesi, bir lüks değil, gerekliliktir… Bu bir kusur değil; toplumun sanat duygusuna duyulan saygının doğal bir sonucudur.

   Tekirdağ’ın tiyatrosu var. Bir geçmişi var. Bugün tiyatronun yanında bir de opera ve bale salonu eklenmişken, bu kültürel zenginliğin sadece inşa etmek değil, yaşatmak da hepimizin sorumluluğudur.

   Herkesin bildiği gibi tiyatro, insanın kendine baktığı aynadır. Gülerken vicdanını, susarken yarasını gösterir. Empatiyi öğrettiği gibi hayatı biraz daha katlanır kılar.

   Kadınlar, Filler ve Saireler bunu yaptı.

Sahne konuştu.

Salon dinledi.

Gençlik oradaydı.

   Ve insan, bir süreliğine de olsa, kendini daha iyi hissetti.

Güven SERİN  


 


11 Aralık 2025 Perşembe

İNCE AYAR

 


                                      İNCE AYAR ve BAKIŞ

   Aynı gün, iki ayrı köşede iki insan manzarası… Birinde on iki yaşlarında bir kız çocuğu; diğerinde altmış yaşlarında bir kadın ile seksenine yaklaşmış annesi… İkisini de aynı yumuşaklıkla, aynı toplum aynasından baktım. Çünkü iki hikâye, birbirinden uzakta dursa da aynı fay hattında birleşiyordu:

 Zamanın değişen ritmine uyum çabası.

  Öğleden sonra Muratlı Caddesi’nin telaşlı akışında, kart dolum makinesi önünde küçük bir kız çocuğu… Parmakları makinenin tuşlarında öyle hızla dolaşıyordu ki işlem, daha başlamadan sürekli yarım kalıyordu. Acele, sanki içinden taşmış bir çağın diline dönüşmüş bir haldeydi.

  Telefon ekranlarının sonsuz kaydırma hareketine alışmış bir kuşağın küçük temsilcisiydi. Basit bir işlemi bile adım adım ilerlemeyi değil, hızlı geçmeye çalışıyordu. Yanlış üstüne yanlış… Ve sonunda tükenmiş bir nefes:

 “ Abi…yardımcı olur musun?”

   Duraksadım. O bakışta mahcubiyetle karışık bir ışık vardı; yorgun ama iyi kalmış bir ışık.

“Derin bir nefes al,”dedim.

“Bu kez ağır davranacağız.”

   Söylediklerimi bile tam uygulaması için birkaç kez daha üst üste hata yapması lazımdı ve yaptı. Sonra, belki on beş saniye içinde çok kolay olan o zorluğu geçtik… ve kartına yükleme tamamlandı. Sevinci büyük, mahcubiyeti inceydi. Ve kısa bir teşekkürden sonra, akşamın geriye dönen ışığına karışıp gitti.

  Kart dolum makinesinin yanından uzaklaşan küçük bir kızdı ama aynı zamanda; hızla akıp giden çağın, insanın elinden usulca aldığı dinginlikti.

   Aynı günün birkaç saat öncesinde ise, sahilde bir kafede… Yan masada anne-kız konuşuyor. Kız altmışlarında; anne, yılların ağırlığını bedenine değil, bilgeliğine asmış bir kadın.

   Misafirleri konuştular. O akşamüstü ağırlayacağı muhtemelen çok tanıdık veya akraba misafirleri. Kızı ısrarla yapacağı un helvasını ve sofranın kurulacağı evi konuşuyordu.

   Görünen o ki genç kadın misafirlerin kendi evine gelmesini istemiyordu. Mutfağın dağılmasını istemiyordu. Eşyaların bozulmasını, düzeninin gölgelenmesini, modern konforunun sarsılmasını…

   Kısacası, evini bir yaşam alanı değil, vitrinde, müzede saklanan bir görüntü olarak sürdürmek istiyordu.

  Annesi ise yılların misafir ağırlama geleneğini içgüdü gibi taşıyor:

“Kızım, ayıp olmaz mı? Sadece un helvası ve benim evimde?”

   O “ayıp olur mu?”sözü, bir milletin yüzyıllardır süregelen misafirlik coğrafyasıydı. Diğeri ise çağın yükselen sese ve nefesi:

 “Strese girme anne… bir un helvası bir çay yeter.”

   İki kuşağın arasındaki fark sofrada değil;

 Hayatı ağırlama biçimindeydi.

   Bu iki sahne, aynı günün iki köşesinde bana şunu söyledi:

Biz artık acele eden çocuklarla, acele etmeyen anneler arasında sıkışmış bir çağdayız. Teknoloji hız kazandırıyor ama sabrı da törpülüyor. Modern konfor, evleri genişletiyor ama sofraları daraltıyor. Misafirlik kültürü, yeni düzenin pratik hesaplarına yeniliyor. Ve kuşaklar arası dil, aynı sözcükleri kullansa da artık aynı ritimde konuşmuyor.

   Yine de iki sahnede beni etkileyen şey şuydu:

Küçük kızın “yardım eder misin?”sorusundaki masumiyet ile yaşlı annenin “ayıp olmaz mı?” kaygısındaki o içten, içe yayılan duyarlılık…

   Toplum dediğimiz şey belki sadece budur:

Biri hızlı koşarken, diğeri ona “Yavaşla, nefes al” diyebilme hakkı ve cesareti. Ve o hak, kaybolmadıkça biz de kaybolmayacağız.

 Güven SERİN 

  


10 Aralık 2025 Çarşamba

PERTEV ASLAN

 

KAMERA,GÜVEN SERİN







            BİR USTANIN AĞACA VERDİĞİ RUH: PERTEV ASLAN

  İnsan yaşamında, bazen öyle karşılaşmalar oluyor ki, kendinize “İşte gerçek sanatçı böyle olmalı” dersiniz. Çünkü sanat, kalabalığın içinden seçilemez; zaman içinde süzülür. Bazı insanlar, sanki imbikten damla damla geçerek bugüne ulaşmış kadar öz, temiz, sahici… Pertev Aslan onlardan biri

  Onunla beni tanıştıran, yıllardır kıymetini bildiğim öğretmenim Mehmet Çevik oldu. Malkara’da yetişmiş bir öğrencinin bugün Tekirdağ Belediye Pasajı’ndaki küçük atölyesinde, yaklaşık bir buçuk yıldır sessizce üretim yapması bile başlı başına anlamlı. Beni asıl etkileyen, işçiliği ya da mahareti değildi; sanatı para terazisine koymayan, gönüllülüğü ve sabrı hayatının merkezine almış bir ustayla karşılaşmış olmamdı.

  Sanatın ticari kaygılarla kirletildiği çağımızda, Pertev Aslan gibi ustaların varlığı insanı derinden sarsıyor. O,eserlerinin peşinden ünlü olmayı, popülerlik kazanmayı, alkış toplamayı aramıyor. Aksine, sanatıyla yoğrulan bir iç dünyayı inşa etmeyi seçiyor. Öteden beri sanatın tüccar gibi düşünülmesine karşı duranlardanım. Sanatın özü bu olamaz; olmamalı. İşte Pertev Aslan’ın felsefesinde beni mutlu eden de tam olarak buydu: Gerçek sanatın taşıdığı o eski, o sahici nefes.

   Pertev Aslan’ın oyma ve kakma çalışmalarına baktığımızda, ilk görünen şey ustalık değil; bir iç titreşimdir. Ağaçla konuşan, ağacın fısıltılarını duyan, ağacın eski yaralarını hisseden bir el… Ağaç, ancak kendisini dinleyene açar içini. Pertev de bu dili bilenlerden.

   Tam da burada, bu noktada, sanatın büyük yalnız ruhları hatıra geliyor: Van Gogh ve Fikret Mualla.

   Van Gogh’un sarısı, bir renkten çok bir çığlıktı. Güneş tarlalarına bakarken içinden yükselen o çağrı, burada Pertev’in oyma bıçağı ve kıl testeresiyle akrabadır. Van Gogh gökyüzünü kendine benzettiyse, Pertev Aslan da ağacı kendine benzetiyor. Özenle seçilmiş ağacın damarlarında Van Gogh’un görünmez isyanı dolaşıyor gibidir.

   Fikret Mualla’nın Paris sokaklarında bıraktığı o kırılgan çizgi ise, Pertev’in işlerinde ağacın doğal çizgilerinde hissediliyor. Mualla kalabalığın içindeki yalnızlığı resmetti; Pertev ise hiç konuşmayan bir ağacın yalnız ruhunu görünür kılıyor.

   Bu yüzden Pertev Aslan’ın eserlerine uzun uzun baktığımda, onların sadece bakılan objeler olmadığı; duyulan, sezilen, insanın içine işleyen titreşimler olduklarını hissettim.

  Sanatın tarihine biraz bakan herkes bilir:

Van Gogh yaşamı boyunca neredeyse tek bir tablo bile satmadı.

Fikret Mualla, kendi ülkesinde dışlanmışlık hissiyle yaşamını geçirdi.

Pertev Aslan ise bugün bir pasajın küçük bir atölye odasında, büyük bir tevazu ile üretmeye ve daha da özgün olanı yakalamaya devam ediyor.

  Hepsinin ortak noktası da şu: Gerçek sanatçı, yaşarken değil; yaşattığıyla yaşar. Pertev Aslan eserlerini “görülmek” için değil,”doğmak” için üretiyor.

  Kısa bir sohbetle ustanın dünyasına bir kapı araladık. Mehmet Çevik ile atölyesinin kapısını araladığımızda yoğun bir ağaç kokusu yüzümüze vurdu. Duvarda asılı eserleri, masasının üzerinde yarım kalan işler ve talaşlar; bir ustanın atölyesinin kılcal damarlarıyla can damarları gibi adeta dans ediyor gibiydiler.

  Masasına yaklaşarak Pertev Aslan başını kaldırdı ve sakin bir tebessümle baktı.

 “Burası sizi yormuyor mu?” diye sordum.

 Elindeki oyma parçasını bıraktı, ardından yumuşak ama zengin bur ruhun da dokunuşuyla şunu söyledi:

“İşte benim dünyam burası. Buraya gelince, kapıyı kapatınca her şeyi unutuyorum. Burası benim kendimle sanatımı yoğurduğum bir mekân.”

   Belki de bu yüzden eserleri bu kadar sahici. Belki de bu yüzden ağaç onun elinde yeniden doğuyor.

   Ağaçla konuşan, sabırla yoğuran, gönüllü üreten, iç dünyasını ticaretin gürültüsüne kapatmayan nadir ustalardan biri… İmbikten süzülmüş olanların arasına adını çoktan yazdırmış…

Güven SERİN 










5 Aralık 2025 Cuma

BİTMEYLEN KULÜBE

 

KAMERA,GÜVEN




    BİTMEYEN KULÜBE: TEKİRDAĞ’IN GAUDİ’Sİ YUNUS ÇAKIR

  Tekirdağ’ın Yeniköy’ünde doğmuş, tüm rüzgârları birbirinden ayırt edecek kadar tabiatın sesine kulak vermeyi bilen bir adamdan söz edeceğim bugün size. Eli zanaata sürülünce sanat doğuran; taşı, tahtayı, toprağı birer canlıymış gibi okşayan, yılların ağırlığını nasırına işlemiş bir gönül ustasından… Yunus Çakır’dan.

  Peynir helvasıyla tanırsınız onu. Şekerin, sütün ve emeğin nasıl bir araya gelip lezzete dönüştüğünü gösteren o eski usul ustalığıyla… Yunus Çakır dediğimiz adam, eline malzeme verdiğinizde sadece helva değil; bir duvar, bir çatı, bir kulübe de çıkarır ortaya. Hem de öyle gelişi güzel değil; taşı taşla, ruhu ruhla birleştirerek.

  Tam da bu yüzden, bir vadinin ortasına, dere kenarında, zamanın hızını unuttuğu bir noktaya inşa ettiği kulübeyi gördüğünüzde anlarsınız bu öyküyü. O kulübe, yapılmış bir yapı değil; yapılmaya devam eden bir eserdir. Bitmeyen bir nefes, sürekli eklenen bir heves…

  Kiremitleri yamalıdır ama yamalı diye bakımsız değildir; kırılmış bir taşın yerine yenisi gelecek ama ne zaman geleceğini sadece Yunus Usta bilir. O kulübe, ustanın gönlü ne zaman ilhamla dolarsa o zaman büyür. Tıpkı bir ağacın doğanın içinde doğal bir şekilde uzayan dalları gibi…

  Bazen bir kiriş ekler, bazen bir taş oyup duvara yerleştirir, bazen oturup sadece kulübeyle sohbet eder. Huzurun da üretimin parçası olduğuna inananlardan…”İş bitti” sözcüğü onun sözlüğünde bulunmaz; çünkü bitmeyen işler, bitmeyen ruhların eseridir.

  O Tekirdağ’ın Gaudi’sidir.Antoni Gaudi’nin İspanya’da başlayıp asırlardır bitmeyen o ünlü eseri vardır ya…Halkın “ bitmeyen kilise” diye bildiği Sagrada Familla…Yapıldıkça güzelleşen,yıllandıkça gençleşen bir dünya mirası…

   Yunus Çakır’ın kulübesi de onun bir dağ eteklerindeki köyünde kardeşi gibidir. Belki küçük, belki gösterişsiz görünür ilk bakışta. Ama Gaudi’nin eserinden eksik değildir bir yönü:

Bitmeye niyeti yoktur.

 İkisinin ortak yanı büyüklük değil, felsefedir.

   Biri Barcelona’da taşları dantel gibi işler, diğeri Ganosların eteklerindeki vadide taşın yüreğine dokunur. Biri kubbe yükseltir, diğeri dere kenarında bir duvar örer ama ikisi de aynı duyguya emek verir:

YARATMANIN SONSUZLUĞUNA…

  Yunus Çakır’ın kulübesini gördüğünüzde, insan emeğinin zamana kafa tutan yanını hissedersiniz. Orası sadece barınak olmaktan öte; ustanın iç dünyasını dışarı taşımış halidir. Bir gün çatıya yeni bir kiremit konur, ertesi gün içeriye dokunulur… Ve bu değişim hiç bitmez.

  Kulübenin çevresindeki sarmaşıklar, yosun tutmuş taşlar, rüzgârın uğultusu ve derenin sesi, sanki bu yapının ortak ustalarıdır. Yunus onlara karışır, onlar da yapıya ruh verip gizem katar.

  Belki de kulübe eski ve küçük görünse bile hayatta kalmayı çok iyi bilir. Çünkü doğanın dilini anlamış bir el tarafından inşa edilmiştir.

  Küçük ama derinliği büyük bir öykü. Yunus Çakır’ın kulübesi, büyük mimarların, büyük şehirlerin, büyük projelerin gölgesinde kalacak bir şey değildir. Bazen büyüklük metrekareyle ölçülmez. Kim bilir, belki de bu toprakların Gaudi’si sessizce tüm zamanlara ait mimarlara, ustalara sessizce ses veriyordur…

   Kulübe bir gün tamamlanır mı? Belki. Tamamlansa bile biteceğini sanmam. Ustası nefes aldığı sürece, o kulübe de nefes almaya devam edecek.

 Güven SERİN 

   









1 Aralık 2025 Pazartesi

KATİL HASAN

 



                   KATİL HASAN’A GECİKMİŞ BİR ÖZÜR

   Şehrin sokaklarında çoğu gencin adını bile bilmediği, sessiz, zarif, inci ruhlu bir klarnet ustası dolaşıyor. Tekirdağ’ın rüzgârını içine çekmiş, notalarını sanki havaya değil de doğrudan insanın kalbine üfleyen biri… Hasan Gizlenci. Ama herkesin bildiği adıyla: Katil Hasan.

   Bu lakabı, bir kaba gücün değil, bir zamanlar çocuk yaşta sahne aldığı düğünlerde öyle coşkuyla çaldığı için kırmasından almış. Arkadaşları, “Bu çocuk klarnet öldürüyor!” diye takılmış önce; sonra bu mecazi söz, zamanla “Katil Hasan” diye yerleşmiş. Bir enstrümanı-çalgı aletini paramparça edecek bir öfkenin değil, müziğe duyduğu aşkın abartılı bir ifadesi… Yani “katil” ,onun için aslında klarnetin sınırlarını yok eden, enstrümana-çalgı aletine hükmeden anlamına geliyor.

   Ama ne yazık ki, bu lakabın ardındaki derin ustalığı, şehrimizin büyük kısmı hâla fark etmiş değil.

   Yaşarken heykeli dikilen kaç müzisyen vardır bu ülkede? Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat ve onun kültüre gönül vermiş ekibi, yıllar içinde ona duyulan saygının bir nişanesi olarak heykelini bir parka yerleştirdi. Bu bile başlı başına bir onur, bir kültürel bilinç göstergesi olmalıydı.

 Ama olmadı…

Zaman geçti, şehir baktı ama görmedi.

   Benim içimde ise uzun zamandır şu soru dolanıyor:

 Niçin fark etmeyiz böyle değerleri?

   Belki tiyatro salonları boş kaldığı, opera sanatının tartışılmadığı, gençler edebiyatla, felsefeyle yoğrulmadığı için…

   Sanatın eksildiği bir toplumda göz ve irade hep vitrinlere döner. Kulak kalabalığın gürültüsüne alışır. Ve bir gün, yanı başımızdan bir efsane geçer de biz görmeyiz…

 Bu şehrin trajedisidir.

Bir uygarlık körleşmesi…

   Katil Hasan, onu görenlerin “ Gel iki çay içelim usta,” diye çevresi sarılması gereken bir değerdir. Hatta ilgiden bunalmış olması gerekirken, o hâla mütevazıdır; şehrin sokaklarında kimseyi rahatsız etmeden, kimseye sırt çevirmeden, incelikle yürür.

 İçimde bir mahcubiyet var…

   2024 Haziran’ında katıldığım bir etkinlikte onu dinlerken çektiğim videoyu bugün yine açtım. Klarnetinden yükselen o ilk tınıda bile hüzün var aslında: Biz neleri geç fark ediyoruz?

 Bu yazı, o gecikmiş fark edişin özrüdür. Ama bu özrün kuru bir sözcük olarak kalmaması gerek!

   O hâla hayattayken, gençlerimiz için bir iz bırakma borcumuz var. Onu daha sık sahnelerde, parklarda, atölyelerde, okullarda, gençlerle yan yana yürüme fırsatları yaratmalıyız. Klarnetinin nefesi sadece müziği değil, bir kültürün ruhunu da taşıyor çünkü. Genç bir çocuğun kulağına değen bir ezgi, belki de o çocuğun bütün hayatının yönünü değiştirir.

 Ve şehir, ustalarına hayattayken sahip çıktığında ŞEHİR olur.

   Bu yazıyı okuyan herkes kendi payına düşen bir hüzün bulsun isterim. Hüzün, bazen görmenin ilk kapısı olabilir:

 Kimi kaybettiğimizi, kimi görmediğimizi, kimi geç anladığımızı…

 Ben kendi gecikmiş selamımı bırakıyorum:

 Emeğine, nefesine, ustalığına sağlık Hasan Usta…

Seni geç fark edenlerin mahcubiyetini bu şehre yazmak, anlatmayı çok isterim… İstiyorum…

 Güven SERİN 

 

 


24 Kasım 2025 Pazartesi

NESİP BEY-NESİP AYKIN

 


          BİR DEVRİMCİ FİLOZOFU KAPİTALİZME TESLİM ETMEK!

   ( Nesip Bey )

  Sahilin tuzlu esintisi yüzümüze çarparken, başımızda çınar ağaçlarının yaprakları dans ederken, yıllardır alıştığımız bir ses vardı:

Telefon açar açmaz, daha biz; “Nesip Bey, müsait misin?” demeden, o kendine özgü Anadolu zarafetiyle “Geliyorum, geliyorum…” der, birazdan elinde tostuyla, çayıyla ya da kahvesiyle belirirdi.

  Bizim için bir esnaftan öte, yalı bölgesinin filozofu idi. Sözünü tartan, sazını dinleten; günlük sohbeti bile kültüre, felsefeye, hatta zaman zaman neşeli bir “devrim” hayaline dönüştüren bir bilge.

  Erzurum’un dağlarından getirdiği o kendine has gülüşü, Tekirdağ sahiline kök salmış bir Anadolu rüzgârı gibi eserdi üzerimizden.

“Biz iktidara gelince devrim yapacağız!” derdi.

  Bunu söylerken öyle tebessüm ederdi ki, insan onun devrimi önce kalplerde yapacağına emindi. Siyaseten ne düşündüğü ayrı, ama sosyal meseleleri ince ince işleyen bir düşün adamıdır. Biri sıkışsa, bir Hızır gibi yetişmeyi gönüllü bir nefer gibi görmeyi çok iyi benimsemiş bir bilge.

  Ama her hikâyede bir dönüm noktası vardır. Tolstoy’un o meşhur hikâyesindeki Pahom misali… Hani güneş batana kadar yürüyebildiği bütün toprağın sahibi olacağını sanan, fakat hırsının peşine düşüp sonunda kendi nefesini tüketen adam…

  Bizim sahilde de başka bir tür “modern dönüşüm” yaşandı. Kapitalizmin gözleri, sosyal medyada onun tostunu yiyen, kahvesini için bir fenomenin kamerasıyla bir anda Nesip Bey’e döndü.

   Bir ay içerisinde sahil ve Nesip Bey’in küçük dükkânı sanki haç yerine döndü.”Bir tost alabilir miyim? Bir kahve içebilir miyim?” diye diyenler ve soranlar…

   Yüzlerce, binlerce insan, sosyal medyanın buyurduğu o hızlı kalabalık akmaya başladı. Reklâma para döksen bu kadarını yapamazsın, dişe düşündüm içimden…

  Kapitalizm işte; alır, büyütür, parlatır…

  Geçtiğimiz günlerde uğradım, eskisi gibi ayaküstü felsefe, mizan kırıntısı, bir gülüş, bir nükte bekliyorum… Oysa karşımda siparişlere yetişmeye çalışan, nefes nefese kalmış bir dost duruyordu.

“Dur bakalım, iyi mi oldu kötü mü? Başımıza bela mı aldık?” dedi. Gülmeye çalıştı ama artık gülüşü bize değil, ardı arkası kesilmeyen müşterilere dönüktü.

  O özgün konuşmaları, anlık sohbetleri, günün kültürel bereketini bir cümleyle başımıza yağdıran hali… Hepsi bir parça gölgede kalmış gibiydi. Biz dostları arasında bir düşünce sık sık dolaşıyor:

“Nesip Bey’i kapitalizm esir almış sanki!”

  Belki esir almak doğru sözcük ve düşünce değil… Belki de kapitalizm, bir insanın emeğini çoğaltırken biraz da zamanını alıyor.

  Tolstoy’un Pahom’u gibi değil elbette; burada hırs yok, burada halkın eli değmiş bir bereket var. Hak edilmiş bir bereket…

  Yine de insan düşünmeden edemiyor:

 İnsan büyürken, neyi kaybediyor?

Bereket artarken, hangi küçük mutluluklar eksiliyor?

   Biz sahilin eski müdavimleri için Nesip Bey hâla aynı Nesip Bey. Yorgunluğu ona yakışmıyor ama emeğinin karşılığını almasına seviniyoruz. Yine de biliyoruz ki onun arasında kaybolduğu kalabalık değil, bizimle paylaştığı o küçük, bilgece sohbetleridir.

   Ve bu yazıyı, kendisine duyduğumuz saygıyı dile getiren bir cümleyle tamamlamak boynumuzun borcudur:

“Nesip Bey, bizler için tam bir Anadolu rüzgârı, değerli bir kültür esintisidir.”

   Bereketi bol olsun…

Güven SERİN 


21 Kasım 2025 Cuma

BOŞ KALAN KOLTUĞUN ŞİİRİ

 

Kamera Güven

                 BOŞ KALAN KOLTUĞUN ŞİİRİ: HASAN AKARSU

  Berfin Bahar dergisinin 333.sayısında yayımlanan şiiri bir dergi sayfasından değil, çok daha değerli bir yerden ulaştı: Şairin, yani Hasan Akarsu’nun kendi parmaklarından… Bir dostun bir başka dosta WhatsApp üzerinden gönderdiği bir şiirin sıcaklığı, çoğu zaman basılı bir sayfanın serinliğinden etkileyici olur. Belki de bu yüzden ilk okuduğum anda, dizelerin ardında taşıdığı duygu çok daha sahici, çok daha içten geldi.

  Hasan Akarsu’nun “2025 Yazının Ardından” adlı bu şiir, yıllardır süregelen bir dostluğun mevsimler üzerinden yazılmış küçük ama çok derin bir kaydı. Bahattin Gemici’ye yazılmış bu şiir, bir veda değil aslında; dostluğun ömrüne yazılmış bir işaret gibi…

  “Yurt özlemiyle geldiniz Almanya’dan/Yaz bitti gittiniz” dizesiyle başlayan bu kayıtta, bir insanın gidişi değil; o insanın bir yaz boyunca bir şehirde bıraktığı izler anlatılıyor.

  Üsküp Çay Evi’nde “boş kalan koltuk” işte bu izi taşıyan semboldür. Bir dostun ardından sadece mekân değil, zaman da boşalır. Belki bir sandalye susar, çay soğur, ama şiir konuşmaya başlar.

   Hasan Akarsu’nun dizelerinde yılların öğretmenliği, halk dilinin yalınlığı ve edebiyatın ince zekâsı birlikte akıyor. Tekirdağ caddeleri, İbrahim Müteferrika Parkı, Kehribar Kahve, tavlaya uğur getiren o meşhur ağaçkakan, Vitamin Bar’daki İlyas Usta…

Bu dizeler sadece mekân adları değil; bir hayat biçiminin, bir şehir ritminin, bir dostluğun dokusunun parçasıdır. Bu değerli dostluğa usulca sokulduğunuzda bir üçüncü kişiyi görüyorsunuz: Güven Serin’i…

   Şimdi tam da bu noktada kendi adıma eklemek istediğim bir gerçek var:

Böylesi dostlukların kültüre dönüşmesi, benim için adeta mucizevî bir zenginliktir.

  Bu dostluk sadece iki kişi arasında yaşandığından, üçüncü kişiyi aralarına davet ettiklerinden değil, bir şiire, bir yazıya, bir şehrin belleğine dönüştüğünde, sızmaya başladığında asıl anlamını buluyor.

  Akarsu’nun dizeleri işte bunu yapıyor-kişisel olanı kamusallaştırıyor, bireysel olanı kültürün taşıyıcısı haline getiriyor.

  Şiirin son bölümü ise ayrılığın değil, yeniden kavuşmanın ihtimallerini çoğaltıyor:

“Marmara, Avşa Adaları, Edremit Kitap Şenliği, Nallıhan…”

  Bu satırlar, bir mevsimin değil, yeniden buluşmaların, yeni bir dostluk takviminin kapılarını aralıyor.

Akarsu, gidene “hoş kal” demiyor; “yeniden gel” diyor…

   Gerçek dostlukların kültüre sızma, karışma, akma kabiliyeti de tam burada gizlidir. Bir dizede bir şehrin sesi, bir satırda bir ömrün izi, bir şiirde bir vefanın hatırası kalıyor.

   Edebiyat böyle bir şey, insandan insana geçen sıcaklıkla büyüyor.

   Hasan Akarsu’nun şiiri sadece bir duyguyu anlatmıyor; dostluğun nasıl bir kültür, kültürün nasıl bir zenginlik, zenginliğin nasıl bir insanlık haline dönüştüğünü gösteriyor.

   Bir boş koltuk bazen bir yalnızlığı değil, hatıraların doluluğunu anlatır. Ve en iyi edebiyat, işte bu doluluğun dizelere sığdığı o özel insanlarda doğar. 

Güven SERİN 


20 Kasım 2025 Perşembe

TARİHİ TUZ DEPOSU-TAŞ BİNA

 








    TAŞ BİNA’DA BİR SABAH: SANATIN SESSİZ ÇAĞRISI

   Bazı sabahlar insanı çağıran, insanın kulağına değil ama zihnine fısıldayan bir şey olur. Ne kapı çalar, ne telefon çalar; içeriden, ruhun bir kıvrımından yükselen bir sezgi… İşte bu sabah da öyleydi. Güne her zamanki gibi sahile inerek değil, adımlarımı hiç düşünmeden Tarihi Tuz Deposu’na-halkın dilindeki adıyla Taş Bina’ya yönelterek başladım. Sonradan fark ettim, meğer sanat beni sessizce davet ediyormuş.

   Oysa oraya gitmemin iki basit nedeni vardı:

 Şehrimizin kimliği için ömrünü adamış dostumuz Kenan Oflaz’a ve diğer emek veren arkadaşlara denk gelmek… Bir de mekânın birkaç ay önce yapılan düzenlemesini görmek. Merak işte, şehir insanına yakışan o tatlı heyecan…

   İçeri girer girmez anladım ki dostlardan kimse yok. Ben de bir kahve söyledim, taş duvarların arasıdan dışarı süzülen ışığın ve biraz yüksek çalan müziğin eşliğinde pencerenin kenarına yerleştim. Taş Bina’nın penceresinden dışarıya bakmak bile başlı başına ritüel; hem zamanın akışını, hem şehrin nabzını hissetmek için bulunmaz bir an…

   Derken masada duran küçük bir broşür gözüme ilişti. Üzerinde bir cümle: “ FOCUS TUNCAY BULUZ SERGİSİ”

   İlk anda duvarlarda gördüğüm fotoğrafları mekânın sabit dekoru sandım. Oysa adım adım, bakış bakış bir serginin içine girmişim de haberim yok! Fotoğraflara biraz daha dikkat kesilince, Buluz’un kadrajındaki felsefeyle mekânın mekanın ruhu birbirine sarılmaya başladı.

   Oturduğum masanın karşısında duran eserin ismi: Denizden Gelen. Denizin kıyıya bıraktığı bir nesnenin, sanatçının bakışıyla yeniden bir kimlik kazanmasına uzun uzun baktım. Bir sahil öyküsünün fotoğrafa dönüşmüş hali. Bir anlığına düşündüm; deniz bize dalga sesinden çok daha fazlasını getiriyor.

   Sonra, Pencere isimli eser. Uzun süre kaldım o çalışmanın önünde. Sanki içimde açılmayı bekleyen bir pencereyi yokluyordu. Görünenle görünmeyenin, içeride kalmakla dışarı çıkmanın o ince çizgisini fotoğrafın içinde hissettim.

   Diğer eserleri sırasıyla gezdim; Sahne, Yorgun ve diğerleri…

   Adı gibi, fotoğrafın önüne gelince insanın içinde bir yorgunluk değil, bir uyanış geçiyor. Sanatın kendine özgü gücüyle sarsıldığımı söylemek isterim. Her bir kare bende başka bir öykü, başka bir insan-gezegen sesi bıraktı.

   Ve en sonunda duvarda asılı bir yazı:

 “Bu serginin geliri, üniversite öğrencileriyle akademik kariyerinin başlangıcındaki gençlere ve destek arayan tüm akademisyenlere katkı veren Uluslararası Toplumsal ve Araştırmalar Bilim Derneği’ne bağışlanacaktır.”

   O anda içime bir sıcaklık yayıldı. Çünkü sanat sadece duygulara değil, insanın geleceğine de dokunduğunda anlam buluyor. Tuncay Buluz’un bu ince, zarif ve vicdanlı yaklaşımı sergisinin değerini iki kat arttırmıştır.

   Bugün Taş Bina’da bir fotoğraf sergisi gördüm. Aynı zamanda Tekirdağ’ın yeniden canlanan sosyal, kültürel hayatını, belediyenin tarihi mekânı özenle yaşatma çabasını, yöneticilerin sanatı kentin gündemine taşıma kararlılığını gördüm.

   Tarihi Tuz Deposu’nun taş duvarları, Focus Sergisi’yle bambaşka bir görünüm, hareket kazanmış. Mekân ile sanat arasındaki uyum o kadar doğal ki, sanki bu fotoğraflar hep burada, bu duvarlara yaslanmış gibi duruyor.

   Bu birliktelik adına Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’ni, bu kültürel dönüşüme katkı sağlayan tüm yöneticileri ve tabi ki ışığın izini fotoğrafa dönüştüren Tuncay Buluz’u kutlamak gerekiyor.

    Bazen sanat insanı çağırır. Bu sabah beni çağırdığı gibi…

Güven SERİN  










15 Kasım 2025 Cumartesi

SVETLANA

 


         BİR DİKTATÖRÜN KIZI: HAYAT BOYU SÜREN İLTİCA

“Kırk yıl yükseklerde yaşadım, kırk yıl aşağılarda; sorun yok!”

Bu sözler, yeryüzünün en kudretli, en acımasız adamlardan biri olan Josef Stalin’in biricik kızı Svetlana Alliuyeva’ya ait. Dünyanın tepesinde bir yaşam içinde doğuyorsunuz ama hayatınız, ömrünüzce bir yetim ruhu taşıyarak geçiyor.

 Svetlana’nın öyküsü, sadece tarihin tozlu sayfalarında kalamaz. Mümkün değil; anne ve baba sevgisinin boşluğuyla yara almış bir ruhun acı bir ağıdı.

 Babasının gücü, gökyüzünü bile delip geçiyordu belki, ama o güç,altı yaşındaki bir kız çocuğunun kalbindeki derin deliği kapatmaya yetmedi.Annesi Nedezhda Alliuyeva’nın intiharıyla başlayan bu trajedi,Kremlin’in o kalın ve sisli duvarları arasında bir hüzün perdesi gibi açıldı.Diktatörün kızıydı,ama sevgiye açtı.Yanında bir koruma ordusu vardı,ama ruhu yapayalnızdı.

 Büyük rütbelerin, o keskin gücün ve o bitmek bilmeyen gösterilerin peşinde koşanlar, farkında olmadan kendi aile ocağını da dinamitliyordu. Gözleri, tarihin büyük sahnesine o kadar takılıyor ki, evlerinin küçük, loş köşesinde solan çiçekleri, yani kendi evlatlarını göremiyordu.

 Svetlana babasının emirlerinden, o dehşetli gölgesinden kaçmak için yollar aradı. Âşık oldu, ama babasının öfkesi o masum aşkı Sibirya’ya sürgün etti. O an anladı: Babası onu seviyordu belki, ama bu sevgi, onu boğan, nefessiz bırakan bir pranga idi.

Sonunda,1967’de,dünya nefesini tutarak izledi: Stalin’in kızı, Sovyetler Birliği’nden iltica etti. Amerika’ya gitti, adını Lana Peters yaptı. Derdi ne kominizim ne de kapitalizm; onun derdi, sadece daha özgür bir insan olmaktı.

 Özgür olabileceği bir kapı çalmıştı, öyle sanıyordu.

 Ama en büyük acı, en büyük hayal kırıklığı onu orada bekliyordu. Yıllar sonra, ülkesine, doğduğu topraklara geri döndüğünde… Kalbi, geride bıraktığı çocuklarının onu özlemle karşılayacağı umuduyla çarpıyordu. Belki yıllardır süren bu çilekeş yaşam, sonunda bir “yuva” bulacaktı.

 Acı gerçek, bir bıçak gibi saplandı kalbine: O,kendi yolunu seçtiği an, çocuklarını çoktan kaybetmişti. Onlar büyümüş, annelerinin yokluğunda başka bir hayat kurmuşlardı. Geri dönüşü olmayan bir ayrılıktı bu. Svetlana, evlatlarının onu beklediğini sanıyordu; oysa onu bekleyen tek şey; yabancılığın buz gibi duvarları, elleri oldu.

Özgürlük arayışındaki bir anne, en büyük bedeli kendi kalbiyle ödemişti.

Hayatının sonunda, yoksulluk içinde, gözlerden uzak bir bakımevinde hayata veda etti. Onun son sözleri, bir sitemden çok, kadere boyun eğen bir kabullenişti.

“Kırk yıl yükseklerde, kırk yıl aşağılarda yaşadım! Sorun yok!”

Sorun yok muydu gerçekten? Biz biliyoruz ki, o sözlerin arkasında, bir ömür boyu dinmeyen bir hüzün fırtınası gizliydi. Kim bilir, ruhunda taşıdığı o anne-baba sevgisi boşluğu, hangi fırtınalarda onu savurdu?

 Svetlana’nın öyküsü, güce tapan bir dünyaya son bir fısıltıdır: “ Rütbeleriniz, ne kadar yüksek olursa olsun, bir çocuğun kalbindeki sevgi yuvasını yıktığınızda, siz de kendi evinizi yıkarsınız.”

 Ve o hüzün, bugün hâla bizim de içimizi acıtmaya devam ediyor.

Güven SERİN 

 

 

 

 

 





14 Kasım 2025 Cuma

BASRİ ERDEM


 

BASRİ ERDEM TEKİRDAĞ'DA

 





  BASRİ ERDEM TEKİRDAĞ’DA RENKLERİNİ KONUŞTURUYOR


  Dün Tekirdağ Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi’nin ferah sanat sergi salonunda sessiz bir heyecan vardı. Renklerin, çizgilerin, hatıranın ve ışığın iç içe geçtiği bu sessizliğin adı Basri Erdem’di.

  Ressamın dostu Mehmet Çevik’in nazik davetiyle adım attığım salonda, duvardaki her tablo sanki bir yerden, bir zamandan ses veriyordu. Bir bakıma, o solonda sadece resim değil, bir ömrün tanıklığı sergileniyordu.

  1948 Lüleburgaz Akçaköy doğumlu Basri Erdem, sanat yolculuğuna çocuklukta başlayan bir merakla değil, adeta iç zorunlulukla örülmüş bir isim. Köy ilkokulundan çıkıp, öğretmen okullarından üniversitelere uzanan bir serüven, fırçasını sadece renge değil insana da dokundurmuş bir hayatın hikâyesi.

  Erdem’in sanat salonundaki resimlerini birlikte gezdik. Bizzat sanatçının ağzından eserinin kalp atışını ve yaşama katılmasını duymak, bir yazar için sıra dışı bir hediye, bir zenginliktir. Gördüğüm eserlerin sadece manzaraları anlatmadığı, insanın da iç sesini, zamanın da tortusunu taşıdıklarını fark ettim.

  Sergide dolaşırken Tekirdağ Şarköy Uçmakdere denizinin kıyısındaki antik çağlardan kalan eserlere benzeyen Dalyanları, Kırklareli’nin dingin doğasını, Kars’ın soğuk, dayanıklı, onurlu yelini ve Güneydoğulu kadınların bütün zamanlara ait fısıltılarını hissettim. Bir yerde her tablo, bir kentin ya da köyün değil, onun ruhunu taşıyordu. O fırça darbelerinde hem Tekirdağ’ın kır kokuları, hem de Güneydoğu’nun güneşi vardı.

  Özellikle “Güneydoğulu Kadınlar” çalışmasında, kadim bir direncin, başak tarlaları arasında sessiz bir haykırışın resmedildiğini görmek insanı sarsıyor. Bir yörenin değil, bir milletin kadın belleği sanki o tuvallere sinmiş.

  Ve serginin en çok dikkat çeken, konuşulan, beni de en çok duygulandıran çalışması: “Beygirler.” Sanatçı bu eserini çocukluğundan kalan bir fotoğraftan esinlenerek yapmış. Yani resmettiği sadece bir hayvan değil; bir zamanın, bir köyün, bir çocuk kalbinin hatırası. O eski fotoğraf, tuvalde yeniden can bulmuş.

   “Beygir” sözcüğünün sıcaklığını, köy ağzının içtenliğini bugüne taşıyor. Sanki resim değil, bir çocukluk anısına uzatılmış renkli bir selam.

  Basri Erdem’in eserlerinde akademik bir incelik, halktan bir sıcaklık ve öğretmen sabrı bir aradadır. O,sanatın sadece teknik değil, bir yaşam disiplini olduğuna inanmış bir insan.

   Köy okulundan üniversiteye uzanan bu serüveni boyunca öğrencilerine sadece resim değil, bir bakış, bir duyarlılık öğretmiş. Bugün hâla doğduğu Akçaköy’de kurduğu sanat evi; onun sanatını, felsefesini anlatmaya devam ediyor.

    O ev, bir yandan müze, bir yandan hatıraların yeşerdiği bir sanat bahçesi.

  Görmeniz gereken bu sergi, sadece renklerin değil, bir ömrün sessiz ifadesinin de sergisidir. Her tablo, Anadolu’nun, Trakya’nın bir yerinden kalkıp gelmiş bir öykü gibi.

  Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi’nde açılan bu sergiye gitmeyenler için söyleyeyim:

Orada sizi bekleyen şey bir sanat gösterisi değil, bir hayatın şiiridir. Bir beygir fotoğrafından başlayan o şiir, yılların emeğiyle renklenmiş, zamanın içinden bugüne uzanmış.

 Gidin, görün ve duyun…

 Güven SERİN 

 


 

 

  







11 Kasım 2025 Salı

BARBAROS KIYISINDA BİR OTOBÜS

 


           BARBAROS’UN KIYISINDA TURKUAZ BİR HİKÂYE

        ( Bazen Bir Yol, Bir Manzaradan Çok Daha Fazlasını Anlatır )

   Hafta sonları, şehirden biraz uzaklaşmak, sessizliğin içinde yenilenmek için Süleymanpaşa’dan Barbaros’a giderim.

 On beş kilometrelik kısa bir yol, insana büyük bir uzaklık hissi verir. Aslında uzaklaşmıyorum; sadece kalabalığın gürültüsünü geride bırakıyorum. Halk otobüsü gideceğim yere doğru yol alırken, eski bağların yerini sitelere bırakışını görürüm hep. Toprak susmuş, bağlar yok edilmiş, çok katlı sitelerin, evlerin arasında kalmış tarlaların, bağların doğal hali, atan kalpleri; eskisi gibi atmaz ve görünmez olmuş… O sessizliğin içinde toprağın bile dinlenmeye çekildiğini hissetmeden edemiyorum…

  Çoğu zaman yaptığım gibi Barbaros limanına gelmeden birkaç durak önce indim. Yürüyüş, bu yolculuğun belki de en güzel parçalarından birisi. Çok katlı evlerin yanında alçak evlerin bahçelerinden dışarıya taşan ağaçlar, yeşillikler ve kuş sesleriyle birlikte, biraz deniz kokusu, biraz sabah serinliği…

  Ve sonra, denize doğru inen sokağın sonunda sahile yaklaştığımda o mavi otobüsü gördüm. Günün sürpriziydi bana. Turkuaz rengine boyanmış karavana dönüştürülmüş bir mavi bir otobüs. Üzerinde birkaç sözcük var: Ada Rüzgârı ve Turkuaz sözcükleri, bu otobüsün ruhunu, felsefesini ve ismini anlatıyordu. Otobüsün ismiyle birlikte üzerindeki ada ve pusula resimleri, belki de sahiplerinin yaşama bakışını gösteriyor, anlatıyor:

 “ Belki her yere aitiz, ya da hiçbir yere.”

  Karavanın deniz tarafında iki insan kahvelerini yudumluyorlardı. Belki de ben gelmeden önce kahvaltılarını bitirmişler, yolculuğun devamı olan başka durakları konuşuyorlardı. Kırk yaşlarında iki insan; kadın ve erkek… Kadının saçları örgülü ve beline kadar uzanıyordu. Erkeğin yüzünde, zamana karışmış, zamanlara ait kargaşadan öte bir sükûnet vardı.

   Onları rahatsız etmemek için belli bir mesafeden izledim. Ne konuştuklarını bilmiyorum ama yüzlerindeki huzuru sanki rüzgârla paylaşıyorlardı.

   O mavi karavan, sahiplenmemiş bir özgürlüğü simgeliyordu. Ne bir evin duvarlarına ne bir kentin tabelasına aitti; onların sarıldığı özgürlük duruşu… Mülkiyetin ve yerleşikliğin dışında, insanın kök salmadan da yaşayabileceğini hatırlatan bir görüntüydü. Bir ev gibi değil, bir fikir gibiydi:

 “ Yolda olmak, sahip olmaktan daha kalıcıdır.”

  Limanın rıhtımına vardığımda balıkçılarda günün telaşı çoktan başlamıştı. Ağlar, kayıklar, kovalar ve denizle konuşan eller.

   Ama zihnim hâla o mavi otobüsün-karavanın yanındaydı. Bir rüzgâr estiğinde, sanki o karavanın içinden bir şarkı yükseliyordu:

 “Yolun kendisi evdir.”

   Belki o otobüs, bugün veya yarın başka bir sahile gidecek, belki yeni bir adaya, yeni bir kasabaya ve sabaha… Ama o sabah Barbaros kıyısında bıraktığı iz, mülkiyetsiz bir özgürlüğün en saf hali olarak kalacak.

 Güven SERİN