ÇATLATAN KELEPÇE VE İŞE YARAMAYAN BABA
Kaldırım Tiyatrosu: Gösteriş Hırsı ve Tükenmişlik Fısıltısı
Hareket halinde olmanın, yürüyüşe çıkmanın en
büyük armağanı, hayatın size provası yapılmamış sahneler sunmasıdır. Bazen bir
sahil kenarı, bazen bir şehrin yokuşu; en büyük tiyatrolardan daha gerçek, en
usta senaristlerden daha cüretkâr diyaloglarla sizi karşılar. İşte o anlardan
birinde, bir yokuşun tanıklığında, üç kadının sohbetinden sızan tek bir cümle,
modern insanın en kadim zaaflarından birini fısıldıyordu: "Dönelim o
kelepçeyi alalım, çatlatalım şunu!"
Her şey o sihirli ve aynı zamanda zehirli
kelimede gizliydi: "Çatlatmak!" Bu, basit bir beğeninin, bir sahip
olma arzusunun çok ötesinde bir manifestoydu. Alınacak olan o bilezik, bir takı
değil, bir silahtı. Bir başkasının gözündeki hayranlık ya da hasetle kendi
varlığını değerli kılma, kendi içindeki boşluğu başkasının eksikliğiyle
doldurma girişimiydi. O "kelepçe," aslında sadece bir başkasının
değil, o hırsla kendi ruhunun da etrafına örülen bir pranganın adıydı.
Varlığını, sahip olduklarıyla ispat etme çabasının, bir anlık tatmin uğruna
girilen yorucu bir sosyal savaşın ilanıydı bu söz. O an o yokuşta, sadece bir
mağazaya dönülmüyor, aynı zamanda modern rekabetin ve gösteriş tüketiminin tapınağına
doğru bir yolculuğa çıkılıyordu.
Bu tablodan birkaç gün sonra, Kumbağ'ın
kalabalık sahilinde bambaşka bir perdede, daha sessiz ama daha derinden sarsan
bir diyalog yankılandı. İki küçük çocuğunu nazikçe teskin etmeye çalışan genç
bir anne, onların masum ısrarlarına karşı bir kalkan gibi aynı cümleyi
kullanıyordu: "Söyleriz baban alır onu." Bu söz, ilk bakışta aileyi
bir bütün olarak gösteren, sorumluluğu paylaşan bir ifade gibi duruyordu. Ancak
hemen ardından gelen fısıltı, ailenin temellerindeki görünmez bir çatlağı, bir
yorgunluğu, bir bezginliği ortaya döküyordu: "Zaten baban başka ne işe
yarıyor ki?"
İşte bu, bir kelepçeyle birini
"çatlatma" arzusundan çok daha trajik bir andı. Çünkü burada
metalaşan, bir nesne değil, bir insandı; bir eş, bir babaydı. O genç kadının
dilinden dökülen bu cümle, muhtemelen nice uykusuz gecenin, karşılıksız beklentinin,
anlaşılmamışlığın ve yorgunluğun tortusuydu. Fakat o masum zihinlere ektiği
fikir ne kadar da ağırdı: Baba, sevgi, güven, oyun arkadaşı, koruyucu bir figür
değil; sadece istekleri yerine getiren bir "sağlayıcı," bir finansal
mekanizmaydı. Babanın varlığı, cüzdanının kalınlığıyla ölçülüyordu ve bu
ölçünün dışında bir "işe yaramazdı."
Bir yanda, bir nesne üzerinden başkasını
çatlatarak var olmaya çalışan bir hırs; diğer yanda, bir hayat arkadaşını
sadece maddi gücüyle tanımlayarak kendi tükenmişliğini ve belki de sevgisizliğini
meşrulaştıran bir bezginlik... Bu iki sahne, aynı madalyonun iki farklı yüzü
gibi. Her ikisi de insan ilişkilerini, sevgiyi ve varoluşsal değeri,
"alınabilen" ve "satılabilen" şeylere indirgiyor. Biri, dış
dünyayı maddi bir zaferle fethetmeye çalışırken, diğeri en mahrem kalesi olan
aileyi içten içe çürütüyor.
Toplumun refahı, ne o şık kadının alacağı
kelepçenin parlaklığında ne de o babanın çocuklarına alacağı pahalı oyuncağın
fiyatındadır. Toplumun refahı, insanların birbirini "çatlatılacak"
bir rakip ya da "işe yarayacak" bir araç olarak görmediği, sevginin
ve saygının her türlü maddi değerin üzerinde tutulduğu ailelerin harcında
gizlidir. O gün o yokuşta ve o sahilde şahit olduğum, belki de en çok korkmamız
gereken çatlakların, ne başkalarının kıskançlığından ne de cüzdanımızın
boşalmasından kaynaklandığıydı. Asıl tehlike, ruhlarımızın ve ilişkilerimizin
temellerinde açılan o görünmez çatlaklardı.
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder