YÜZLEŞME
( Yaşayan Ölü )
Gördüğüm o yüz, hiçbir yüze benzemiyordu. Ölü deseniz değil; çünkü henüz soluk alıp veriyor. Henüz, oradan buraya gidebiliyor…
Tabiat bilimini inceleyen insanlar, uygun zamanı bekleyen, yerin altında gizlenmiş milyonlarca tohumdan söz ederler. Tohumlar, yerin altında öylesine beklerken büzüşük halde dururlarmış. Yaşam dolu çekirdeği korumak için bütün enerjilerini ona ayırırlarmış…
Ağaçlar, çiçekler de öyle. Sonbaharı hisseder hissetmez yaprak döküp, toprağın altında büzüşen tohumlar gibi yaşamda kalmak için kıymetli enerjilerini kökleri, ana gövde için ayırıyorlar.
Ya insanlar? Bir tanıdığı ziyaret için gittiğim küçük kasabada gördüğüm o insan? Ali’yi çocukluğundan beri tanırım. Görmeyeli yıllar olmuştu. Onun hakkında üzücü, can sıkıcı haberler duymuştum. Görmeyince göz, bu kadar acı çekmiyor insan…
Ali, kırklı yaşlarda olmalı. Onun için tam olarak; “ Yaşayan ölü” dersek yanlış olmaz. Tanıdık bir arkadaştan öğrendim çalıştığı lokantayı. Ziyarete gittim. Arkası dönük servis yapmak için ocağın başında bekliyordu. Üç kez seslendim duymadı; “ Ali… Ali… Aliii” beşinci seslenişimde duymuştu. Ali ile birlikte lokantada bulunan herkes bu seslenişi duydu.
Ali bana baktı. Bir daha baktı ve bir daha… Önce tanıyamadı ve sonra; “ Sen misin? Biraz mahcup olarak; “ Sensin, sensin...” Dedikten sonra ismimi hatırlamaya çalışma çabalarından da vazgeçti.
Biraz aç olan karnımı doyurmak için Ali’ye istediklerimi söyledim. Gülmeyi, hele gülümsemeyi çoktan unutmuş! Biraz konuşunca ağzını hafif aralar gibi olduğunda gülemeyecek kadar zindan haline gelmiş diş çürüklükleri gördüm. Haklıydı hali gülmemeye; ağzını açmamaya ve laf ola beri gele konuşmamaya…
Büyük bir yıkımın içinden çıkmış da ölmemişti. Belki de ona yanıyordu. Yaşamaksa bu; ölülerin de yaşadığını anlatmak istiyordu…
İnsan denen canlının en büyük zaferidir; sanata tutunmak. Hele sanatın edebi bölümü bir kurtuluş gibi yakalar insanı ensesinden; ruhundan, kalbinden; vicdanı kireç bağlamış olsa bile…
Sözleri Zeynep Dizdar’a ait Funda Arar’ın seslendirdiği şarkıyı, yaşadığını sandığım bedenimin atalarımızdan bize miras şefkat genlerine yaslanarak Ali’ye, onun ölmüş artık duymayan ruhuna armağan ettim;
“ Kaybolurdu gündüz gece
Bulamazdım hiçbi’ yerde
Sormadım ki nerede, kimde?
Kalbimi bıraktım orta yerde
Vurmasaydın sende keşke
Ah be
Herkes benim gibi değil miydi?
Yoksa ben mi yanıldım?
Vay be
Çamurların içinde de gizli olur hazineler
Boş ver, boş ver
Düşe kalka öğrenirsin
Hayat böyle, der geçersin
Boş ver.”
Artık, Ali’nin düşe kalka yüzleşme vakti geçmiş. Onu tanıyan neredeyse herkes; “ Ali büyük hata yaptı. Dağıttı ailesini. İçkiyi içemedi ‘Adam’ gibi.”
Artık Ali, yaşayan bir ölü… Çoktan boş vermiş; intikam, yüzleşme, nefret veya büzüşen tohumların hissettiği; gün ve sıcaklık onu terk etmiş…
Ali’yi ziyaretimden sonra bir sürü tanıdık gördüm. Neşeleri, huzurları ve övünmeleri oldukça yerinde! El sıktım, o gün dopdolu bir gün geçirdim. Unutamadım Ali’nin vazgeçtiği yaşamı reddedişini…
Hissettim sanatçının hissettiği gibi; kendimi HIYAR gibi…
Bir doğrasalar dilim dilim
beni; kim bilir kaç gezegendeki bütün okyanuslara cacık olacak gibi yandım
bittim; vay be, boş ver be demek istedim…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder