SANATÇILAR DOĞUŞTAN LANETLİDİR
--------------
Tam olarak nerede
okudum; hatırlayamıyorum… Aylar önceydi… Bir çentik; bir soru; cevabı zamana
yayılan…
Sanatçıyı, sanatıyla meşgul olanı diğer
insanlardan ayrı düşünmek adına değil, canını; can yongası malını, ünvanları
düşünmeyerek; istemeyip, reddeden sanatın sanatçısını anlamak; biraz da
anlatmaktır amacım…
Yüceliğin
yaratıcısı; evrimin ebedi yolu canlı olmanın en güzel haline dönüştürdüğü halde
insanı; yetmezlik içinde, zamanlar ötesi uzanmak ister; ilimin, sanatın düşünce
heyecanı ve aceleciliği içinde.
Bazen, toplumu idare
edenler; yani krallar, başkanlar veya sıradan bir yerin yöneticisiyle ters
düşer sanatçı. Tuvale, kâğıda, kitaba; notalara döker içindekini.
Veya sözden söze;
Sokrat gibi öğrencilerine aktarır; Soru sorup düşünmeyi-düşündürmeyi…
Lanetlenir! Baldıran
zehri ikram edilir. Giyotine başını koyması veya göz hapsine… Velhasıl dili,
düşünceleri zehirli kabul edilir; lanetlenir, düzeni korumak isteyen, düzene el
atmış, kendi şahsının düzeni bozulacak diye korkan nice despot kişi…
Henüz 29 yaşında;
bilinen yaşamı reddeden Nilgün Marmara’da böyle bir lanetin ağırlığını mı
hissetti de ayrılmayı seçti yeryüzünden? Sanatın derinliği, yüceliği bazen,
görünmezi görür, bilinmezi bilir mi yapıyor insanı? Gereksiz mi görüyor, nice
insan telaşını, vızıltılarını; dürüstlük altında ki hilebazlıkları?
Kâğıda döküyor Nilgün
fısıltı halinde, hoşluğun boş zamanlarına diyeceklerini;
“ Bir şeyden kaçıyorum, bir şeyden, kendimi bulamıyorum
dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendime bir yer edinemiyorum, kendime bir
yer… Kafatasımın içini, bir küçük huzur uğruna aynalarla kaplattım, ölü ben’im
kendini izlesin, her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta
bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da
eğlenir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder