Ada ve Ilgın ağaçları;yaşama dokunmaya başlayınca insan
hiçbir şey anlamadım bu hayattan, sözcüğü yerle bir olur.
Ve bir şey anlayanlardan ürker diğer büyük sürü. Anlamış
olanların tökezlemesini beklerler sabırla..
İHANET ve BEDEL
En çok sevilen
sözcüklerden birisidir ihanet sözcüğü. Eğriye de, doğruya da kullanılır. Ahlak
ve sevgi sadakatle beslenir; bilirim! Ama şunu da bilirim; insan, meraklıdır.
Değişim sever… Bazen geriye büyük eserinden o büyük aşkından biraz geriye
kalıp, onu uzaktan seyretmek ister. İhanetle yatıp kalkan güzel toplumum her
geriye yaslanışı, her farklı söylemi “ihanet” ile ödüllendirir; aklın gurur ile
beslenen duygulara teslim olduğu; insanın insanı yaşarken katlettiği zaman…
Arkadaşım Hüseyin
beni telefonla aradığı zaman çok heyecanlandım. Beni Büyükada’ya davet etti.
Bana anlatacak gerçek bir hikayesi olduğunu söyledi. Biliyordu benim hikayelere
muhtaçlığımı. Biliyordu, öyküler kovaladığımı. Bir Ada sevdalısı olan ben;
güneşin güne ve insanlara meydan okuduğu sıcak zamanda Büyükada’nın yolunu
tuttum.
Vapur sevdiğim
vapurlardan; ağır ağır yarıyor Marmara’nın renkten renge dönüşen sularını.
Bazen bir bıçak gibi kesiyor ikiye, üçe, beşe… Önce Kınalıada iskelesine
uğradık. Tanıdık tepelere, lokantalara, evlere baktım. Sonra, Burgazada yani
Sait Faik’in adası; onun hikayeleri, şiirleri bir araya getirip, yeryüzüne
güzel bir eser olarak bıraktığı, bana anlatılacak hikayenin de başladığı ada;
Burgazada…
Heybeliada’sı üçüncü
sıradaydı. İskelenin sol tarafındaki Deniz Lisesi gösterişli duruş içinde
adanın doğal güzelliğine taş ve mermerin mimariyle buluşup uyum sağlayacağını
anlatıyordu. İskelede sembolik olarak nöbet tutan onbaşı; beyazlığın disipline
duruşunu büyük bir uyum içinde gerçekleştiriyor.
Sonunda Büyükada
göründü. Bisikletçiler, fayton sürücüleri ve atlar, çıngırak sesleriyle
şenlenen sokak ve caddeler… Her yan insan ve her yan çığlık, sevinç, gösteri
kaynıyor… Yüzyıllardır bir burada yaşayan yaşlı Rumlar bu kaynamaya pek ayak
uydurmuşa benzemiyorlar. Hızla çoğalan davetsiz misafirler on iki ay sürse,
dağdan gelip bağdakini kovmanın muhteşem finali yaşanır. Zaten yeterince
yaşanmışa benziyor…
Sıcaktan bunalmış
insanların büyük çoğunluğu denize girebilecekleri plajlara koşturdular.
Gençlerin büyük çoğunluğu bisiklet sürmekle meşgul; yaşadıkları şehrin
kıstırılmış esaretini burada özgürlüğe, özgürlüğün çırpınmasına
dönüştürüyorlar. Kimi denizin serinliğine, kimi bisikletin, kimi ise çıngırak
sesli yaylı faytonlarına koştu. Ben ise sokakların zakkum, sarmaşık
begonvillerin, çam kokan yerlerin içine; hatta koynuna sokuldum.
Dostum Hüseyin ile
bana anlatacağı gerçek hikayesi ile buluşmadan önce kendi yalnızlığımı Adanın öteden beri gelen kültürüyle buluşturdum. Büyük ve gösterişli evler, bakımlı, rengarenk
bahçeler; hepsi insanın görgüsüyle, insanın sevgisiyle oluşmuş şeyler…
Bir saatlik
gezintim sonrası Hüseyin ile buluştum. Emanet olarak durduğu hediyelik eşya tezgâhı
görülmeye değer; bir insanın deniz ürünleriyle; midye kabukları, balon
balıkları, papan balıkları ile meydana getirdiği o gösterişli objeler görülmeye
değer. Hüseyin, tezgâhında kırk yıllık satıcı gibi; satmaktan öte, yol, yön
tarif ediyor. Bilgi veriyor insanlara.
İnsanların yol ve yön
tarif istemesi bitmiyor. Okumayı, araştırmayı sevmeyen kısa bilgiler ile
beslenen insanlar ve insancıklar…
Hüseyin insan
yüzüyle, hakiki gülümsemesiyle karşılıyor beni. Ve hikâyesine başlıyor; İhanet
ile onun bedeli olan; aynı zamanda bir erkek ile kadının hikayesine.
Burgazada’da başlamış
bu sevda. Sait Faik’in o güzel şiirleri gi.i;
Sana koşuyorum bir vapurun içinde/ Ölmemek, delirmemek için/
Yaşamak; bütün adetlerden uzak/ Yaşamak/ Hayır, hayır değil sıcak/ Dudaklarının hatırası/ Değil saçlarının
kokusu/ Hiçbiri değil.
Erkek ile kadın ilk
tohumu Burgazada’da ekmişler. Burgazada’nın yollarını soğuk, rüzgârlı bir kış
günü birlikte yürümüşler. Denize onun şarkılarına, dansına bakarken birlikte
bırakmışlar çiçek demetlerini suya. Sevdiklerine adadıkları, selam gönderdikleri
kokulu çiçekler. Kadın elini çiçek eli gibi uzatmış. Erkek uzatılan o eli,
çiçeği kokar gibi tüm gün kokup durmuş.
Tohumlar
Burgazada’nın rüzgârı, yüzyıllara adanmış hikâyeleriyle sulanmış, beslenmiş.
Erkek ile kadın yeşeren tohumda yaşadıkları sevdayı, tam da şairin gözüyle,
adetlerden uzak ve susamışlık içinde yaşamışlar.
Sadakatleri hiçbir
kayda, sembole bağlı değilmiş. Şahitliğini Adanın kuşları, köpekleri, ağaçları
ve çiçeklerinin yaptıkları törenle başlayan birliktelik günleri aylara, ayları
da yıllara getirmiş. Birlikte sevmişler sinemadaki filmi, tiyatrodaki oyunu,
Olimposta’ki tanrıça hikâyelerini. Likya yolunu birlikte yürümüşler. Taş
lahitleri de birlikte dokunmuşlar. İstanbul’un sokakları bitmediği sürece bu
aşk da bitmeyecek deyip; müzelerin o muhteşem dehlizlerinde birlikte kaybolup
birlikte öpüşmüşler; kimi gizliden gizliye, kimi aşikâr bir şekilde…
Hüseyin, hikâyesini
anlatırken sevgi dolu yüreğinin nemli gözleriyle sesleniyor bana;
Bu hikâye
bitmemeliydi! Niçin Hüseyin? Çünkü zarifti, bir zanaatkarın sanata dönüştürdüğü
esere dönüşmüştü. Bu kadar iyi de neden bitti peki? İyiler, güzel şeyler çabuk biter de ondan!
Ama asıl sebebi,
bütün güzelliğini, içindeki sevgisini bu sevdaya adamış kadının erkeğe ödetmek
istediği bedel yüzünden bitti. Bedel mi? Evet bedel! Erkek sevdasına o kadar
güveniyor ve o kadar yoğun yaşıyordu ki, sadakatini fazlalaştırmış, neredeyse
saat saat, dakika dakika, saniye saniye sorumluluk içinde biraz gevşeme, farklı
arkadaşlarına kadından habersiz, onlarla birlikte olma ihtiyacına yöneldi. Bu
yöneliş, sadakati yerle bir etmek, bir ikinci sevdaya su taşımak için değildi.
Niçin peki? Sadece
biraz geriye çıkıp o büyük resmi; panoramayı uzaktan seyretmek istedi. Kadın,
bunu ihanet olarak gördü. Ve ihanetini, gururun, öfkenin yardımıyla büyük bir
gösteriye dönüştürdü; öldürdü bu iki yeşil fidanı; Burgazada’da doğdular ve
Büyükada’da öldüler…
Hüseyin, botanik,
coğrafya, tarih, ahşap, taş, şiir; konusu insan olan her şeyin sevdalısı dostum
Hüseyin; tanıklık ettiği, erkek ile kadını; her ikisini de tanıdığı bu hikâyeyi
bana anlatırken bile rahatlamamıştı. Teselliyi, benim de bir gazete yazarı
oluşum ve bu hikâyeyi sevgiye aç olan insanlara anlatacak oluşumdu.
Bu yaşlı gezegende
kim bilir kaç milyar hikâye yazıldı. Her hikâyenin başlangıcı ve sonu var;
yaşam ve ölüm gibi. Üzücü olan ise, yaşarken ölmek… Şairin dediği gibi belki de
geriye kalan bir kırlangıç ömrümüz var; onu da, yok etmek; İnsanın Geothe’ye
yalvarası geliyor…
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder