31 Aralık 2024 Salı

KORAY SAFKAN

 

İNTERNET

                                      İPSALA’NIN UZUN BOYLU ÇOCUĞU

   ( Koray SAFKAN )

   Gecenin saati 22.00 olmak üzereydi. TRT Radyo Nağme yine seçkin eserleri dinletiyordu. Zihnim bir sürü yarım öykü, düz yazı ile dolu, yarı dinler, yarı uyuklar halde, BİRAZ KÜL BİRAZ DUMAN şarkısı, çok özel bir ses-sanatçı tarafından okununca, program spikeri “ Koray Safkan’dan” dinlediniz deyince, uyuduğum kış uykusundan uyanır gibi oldum.

   Koray SAFKAN! Bu isim bana neyi hatırlatıyor? Niçin bu kadar heyecanlandım, öyle bir hissiyat ki, öncesini biliyormuş gibi, sanki Hamlet’in o haykırışını duyuyordum:

 “ Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi/ Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor.”

    Bulanık düşünceler içinde 45 yıl önce tanıyıp da bir daha hiç görmediğim ortaokul arkadaşım geldi aklıma. Hemen telefona sarılıp benim tanıdığım Koray Safkan ile sanatçı Koray Safkan arasında gidip geldim. Koray Safkan hakkında çok az bilgi ama bir o kadar öz bilgiler vardı. Evet, yarım yüzyıl önce tanıdığım birlikte aynı sınıfı paylaştığım İpsala Edirne doğumlu Koray Safkan Türk Sanat Müziği sanatçısı olmuş. Sesiyle, bu müziğe gönül verenleri yıllar önceden büyülediği gibi beslemiş ve beslemeye devam ediyor…

  Biraz daha araştırınca Koray Safkan’ın 1 Ekim 2020 yılında yalnız yaşadığım evinde ölü bulunduğunu en yakın arkadaşı duyurmuş. Basında çok az yer kaplayan bir haber.

  Koray SAFKAN, belki de onu en iyi anlatan kişi, birince evliliğini yaptığı eski eşi Ayşegül BAYRI olmuş.

   “ Koray’ın vefatında büyük üzüntümün sebebi, cenazesine çok az insan katılmasıydı. Başıbüyük Mezarlığına babasının koynuna defnettik. Bu kadar büyük bir camiada çok az insan vardı! Özünde çok iyi bir insandı Koray.

   Ben Koray ile tanışmadan önce de Klasik Türk Müziğini çok severdim, dinlerdim. Onun kadar kıymetli bir insanla evlenmek çok farklı bir duyguydu. Rahmetli Bekir Sıtkı Sezgin, Alâeddin Yavaşça, Erol Sayan gibi çok büyük üstatlarla beni bizzat tanıştırdı. Yıldırım Bekçi, Sami Aksu, Aytaç Ergen, Melahat Gürses, İnci Yaman, Necmettin Yıldırım’ın evlerine giderdik. Tolga Özkabakçı Koray’ın da benim de öz evladımız gibiydi. Koraycığım Bekir Bey’i herkesten fazla severdi.

  Biz Koray ile boşanalı on beş sene oldu. Birbirimizi çok severek ayrıldık. Bende de çok ciddi travma-sarsıntı oldu. Benim için çok değerli bir insandı. Talihsizce bir boşanma oldu. İkimizde boşanmanın sarsıntısını atlatamadık. Birbirimizi sevmeye devam ettik. Daha sonra ruhsal sıkıntıları olmaya başladı. Evliliğimizin ilk senesinde babasını kaybetti. Kız kardeşi Gülay’ı çok talihsiz bir kazada kaybetmesi, onun GÜZEL yüreğinin kaldıramayacağı acılardı. Onun vefatını hatırlayıp çok üzülüyorum. O boncuk gözlü, güzel yürekli, kadife sesli adamı ne kadar anlatmaya çalışsam da yetmez…”

  Geceyi bu bilgilerin yüreğime yaptığı baskılarla geçirdim. İçim içime sığmadı… Hâlbuki çocukluk zamanlarından geriye kalan birkaç anı ve hatıradan başka bir şey değildi. Onun ölümü, var olan sevgi ve saygının yürek ve zihnimdeki tohumu filizlendirdi. İkimiz de Barış MANÇO hayranıydık. Barış Manço’nun Belçika’da 1977 yılında yapmış olduğu Nick the Chopper albüm ve şarkısını çok güzel okurdu. Ne zaman istesem:

—Koray, Nick the Chopper söyler misin, desem hemen ve hiç tereddüt etmeden;

“ Down in the forest,near a vallage “ der şarkının ezgisiyle bizi alıp götürürdü…

   Bazı insanların zarif ve sanatçı karakterleri doğuştan, çok erken zamanlarda kendini gösterir. Koray SAFKAN böyle insandı. Zarif ve sanatçı ruhlu… Uzun boyu, yakışıklılığı ve sınıfın en güzel kızları tarafından beğenilmek, onun sanatçı ruhuna yapılan en saf alkışlar gibiydi…

   Ondan geriye kalan birkaç değerli hatıradan birisi de yanılmıyorsam bir keresinde de İpsala Bayır Evleri olarak bilinen yerde bulunan tek katlı ve bahçeli evlerine gitmiştik, o kadar…

   Bu yazıyı, Koray Safkan’ın ölümünü öğrendiğim gecenin sabahında, günün ilerleyen saatlerinde kaleme alıyorum. Her gezdiğim yerde çok eski zamanlarda tanıdığım bir insan değil; bir sanatçının hassas ruhuna binen binlerce ton yükün acılarını da hissettim. Hiçbir magazinsel olaya bulaşmadığı için doğru dürüst ölüm haberi ve hakkında bilgi bile yok. Koray böyle yaşamayı tercih etmişti; reklamsız, popülist-yardakçı kültür denen zavallı kalabalıklardan öte ve çok uzak…

   Yarım yüzyıllık geçmişin birkaç güzel hatırasına tutunmuş olmayı, Koray Safkan ile kurulmuş bağ ve ülke sanatına katmış olduğu sanat lezzetini, ayrıcalığını kazımış bir insanın güzel ruhuna seslenerek, şairin (Oktay Rıfat ) birkaç dizesine de sığınacağım;

 “ Hep yaşadığımı hatırlatıyorum kendime/Diyorum ki işin acele/Bir gün ne el kalacak tutmak için/Ne yürümek için bacak/Ne bulutların seyri/Ne de bir hatıra dünyamızdan/Çünkü hatıralar kuşlar gibi/Dal ister konacak/Bir gün yaslanmak istesen pencereye/Diz çökmek istesen nafile/İş işten geçmiş olacak”

  En çok duygulandığım anlar ise, onun seslendirdiği Türk Sanat Müziği videolarını izlerken oldu. Koray SAFKAN, eski eşinin söylediği gibi, onun güzel yüreği yaşadığı kardeş ve baba acısına teslim olmuş, daha yaşarken kendi içine çoktan gömülmüş…

 Güven SERİN 

  





27 Aralık 2024 Cuma

AVRUPA'NIN ALPLERİ,TRAKYA'NIN GANOS DAĞLARI VAR

 

Kamera; Güven Ganoslar Diyarı

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Bülent

Kamera; Bülent

Kamera; Bülent

Kamera; Bülent

           AVRUPA’NIN ALPLERİ, TRAKYA’NIN GANOSLARI VAR!

   Birçok şehir, ülke veya kıta, dağlarıyla da ünlüdür. Asya’nın Himalayaları, Avrupa’nın Alpleri, Karpatları, Güney Amerika’nın And Dağları nasıl o yörelere ayrıcalık, zenginlik katmışsa, Trakya’nın da Ganosları (Işıklar ) Istranca (Yıldız ) Dağlarıyla doyumsuz ayrıcalıkları, zenginlikleri vardır.

  Ülkemiz dağ yönünden oldukça zengin olmasıyla birlikte, dağlarımıza sanatçılar; yazarlar, şairler, ressamlar, heykeltıraşlar ne kadar çok uğrar, oralar ile buluşur ve duygu içselliği, ruhsal bir bütünlük elde ederlerse, o dağlarımızın ulusal ışığıyla birlikte tüm uluslara seslenen ve anlatacak öyküleri olur. Bu öykülerdir dağları insanlara yakınlaştıran ve bu yakınlaşmanın karşılığı olan kıymet bilirliği yüceltecek olan en değerli şeyler…

  Yunus Usta (Çakır ) ile ne zaman Gonoslar gezisi planlasak, tıpkı o da benim gibi, o geceyi sabah ile buluşturmak, bir an önce Ganoslar bölgesine gitmek için, bir yerde uyuyamaz…

  2024 yılını uğurlamadan önce gündüz kampı ismini verdiğimiz Ganoslar yürüyüşü kararı aldık. Zaman zaman bu gezilere katılan iki arkadaşımı; Bülent Yorulmaz ve Özkan Papatya’yı aradım. Olumlu yanıt alınca, onların da dağları özlediklerini görünce gitme kararımız iyice netleşti. Artık; ama ve fakat-ları bir kenara bırakıp, yağmuru da, rüzgârı da kabul ederek yola çıktık.

  Bir gün önceden yağmur yağdığı için sabah serinliği çok iyiydi. Bir yerde insanı kendine getirmekle birlikte, doğanın saf kokuları, taze sabaha, şehrimizin, kasabalarımızın, köylerine kadar süzülmüş olduğunu ciğerlerimi, burunlarımız sayesinde hissettik.

  Yazımın başında da söylediğimiz gibi Ganoslar da gündüz kampı yapmak için sadece “Hadi” diyecek bir arkadaş, bir yudum inanç ve doğal bir sevda olacak...

   Buralarda geçirilecek 5–6 saat dahi, doğayı anlamak, tanımak, hissetmek, kentlerimize geri dönerken, tekrar gelme heyecanını daha güçlü duyumsamak; insan denen canlının bataklığa dönüştürdüğü şehir yaşamlarına son derece gerekli bir kültürdür…

  Kumbağ ile Yeniköy arasında daha önceleri de kamp yaptığımız alana geldik. Çok iyi yıkanmış, tele asılıp kurumuş giysilerimiz gibi bir gündü. Önce geceden bolca yağmur ve sonra serinlik derken, gün ilerlerken güneş de doğdu Marmara’nın üzerinden.

   Uzun sayılmayacak ama nitelikli bir orman yürüyüşü sonrası geri dönüş yaptık. Önceden kararlaştırdığımız gibi, bizlerden önce gelen güya piknik yapmış doğa yağmacılarının bıraktıkları pislikleri-atıkları Bülent Yorulmaz ve Özkan Papatya’nın gayretleriyle temizledik. Onlar mıntıka temizliği yaparken, Yunus Usta ile biz de kuru odunları topladık; kamp ateşi için.

   Kamp ateşi yaktığımız yer, hiçbir şekilde doğaya zarar vermeyecek açık alan ve çam ormanlarından çok uzak bir yer. Mıntıka temizliği de ancak kendi çevremize katkı yapacak kadardı. Çünkü doğayı yağmalayanlar, geride yüzlerce, binlerce atık bırakmış. Günlerce temizlense bitmeyecek gibi görünse de, kurumlarımızın işbirliği, vatandaşlarımızı teşvikleriyle belli zamanlarda Ganoslar,Istrancalar bölgelerinde gönüllüler,doğa severler ile pekala çok değerli çalışmalar,temizlik işleri yapılabilinir.YAPILMALIDIR DA…

   Biliyor musunuz dostlar; ağaçlar, kısacası doğada canlı olan her şey etrafı gözlermiş. Kötülüğü de, iyiliği de; kısacası sevgiyi de düşmanlığı da iyi biliyorlar…

  Kim bilir kaç kez yaşadık; doğayı, koşulsuz, gönüllü ve yardımsever duygularla gidildiği vakit; bilin ki tılsımlı eller dokunuyormuş gibi; gelirken, kente dönerken; gülümsemenin en saf halleriyle tebessümü tebessüm ekleniyor; ister çay, ister kahve yudumları ve tatları içinde…

  Vincent van Gogh sıklıkla tuvalini, boyalarını alıp doğaya koşarmış. Tabiattaki dinginlik, belki de ruhu ve bedenine binen tonlarca acıyı hafifletiyordu. Monet, Renoir, Degas hepsi doğanın uçsuz bucaksız seyri içinde paha biçilmez eserlere imza attılar.

  Ganoslar da öyle bir yer; ister yazar, şair veya ressam; sahiplenilen duygu yoğun, hissiyat; renklerin, seslerin, kokuların, ışığın ve manzaraların çok farklı eşsiz tonlarıyla beslenmese; tam da yerinde, yakın bir hazinenin dibinde yaşıyorsunuz…

  Bölgemizin dağlarına, ırmaklarına, kısacası bizi ve evlatlarımızı daha iyi geleceğe taşıma imkânı olan bu güzelliklere saygı, sevgi gösterelim; emek harcayalım; kaybeden biz olmayız. Tam aksine kazanan oluruz…

Güven SERİN 















24 Aralık 2024 Salı

KATIK ET,EĞ BAŞINI

 

İNTERNET

                                          KATIK ET, EĞ BAŞINI

                

           ( Allah Kimseyi Açlık İle Terbiye Etmesin )

    Yazının başlıklarının birincisi, Tekirdağ gününde taptaze bir gözlemden alındı. İkincisi de Victor Hugo’nun ebedi eseri Sefiller film şarkısından. İnsanın içini acıtan şarkı sözleri, hatta haykırışı, tam manasıyla yaşamın tat alma-duyarlılık ve şefkat çizgisini belirleyecek derece etkili…

 Yağmurlu Tekirdağ günlerini nasıl severim anlatamam… Biraz sıkı giyinmek ve bir şemsiye; sahil ile insan mucizesinin kucaklanma zamanı ve tenhalığı. Öteden beri bu böyle…

  Yağmur bir yağdı, bir durdu. Güneş bir açtı, bir bulutlar arasına gizlendi. İçerisi sıcak, çayı kahvesi henüz yeni çıkmış-demlenmiş çay salonuna girdim. İlk çayı ben aldım. İçeride üç masada birer kişi oturmuştu. Onlar da benim çay aldığımı, çayın çıkmış olduğunu görünce sırasıyla çay almaya gittiler. Dış tarafta da birkaç masa sakini vardı.

   Önümdeki masada bir kişi sabah kahvaltısı yapmaktaydı. İlk önce sıradan bir görüntü olduğu için pek önemsemedim. Gözlem yapmak için farklı yönlere, objelere ve insanlara, hatta küçük yağmur damlalarına baktım durdum. Dış tarafta kahvaltısını yapan esmer yüzlü adamda bir gizem hissettim ki tekrar onu izlemeye başladım.

   Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza karakterini bilenler bilir; nasıl terbiye aldığını ve kurs gördüğünü. Kahvaltısını yapan esmer tenli adam da o terbiye, disiplin, masumiyet ve mahcubiyet içinde kahvaltısını yapıyordu.

   Sanırsınız peyniri incitecek. Tabaktan çıkan sesler komşularını rahatsız edecek. O derece sessiz, ahenkli ve mümkün olduğunca ona ezberleten, muhtemelen çocukluktan kalma; “ Katık et” disiplini, uyarıları içinde ekmekten büyükçe bir parça koparsa da, peynir veya diğer yiyeceklerden çok az alıyordu.

   Çatalı bırakıp daha çok elle, daha doğrusu parmaklarının ucuyla yiyordu. Belli ki çok titiz ve çevresine çok duyarlı bir insan… Haki renk montu, kadife paltonu vardı. Çık kısa kesilmiş saçlarına beyazlar ineli epey olmuş. Boyu 1,78 civarı olmalıydı. Daha çok Aydın, Balıkesir yöresi insanlarına, onların o yüksek terbiye, ciddiyet ve tokgözlü halleri içindeydi.

   Masasında kahvaltısını yapan adamın ensesine bir fiske vursanız kahvaltısını alırsınız görüntüsü içinde adeta beslenmeyi bir tören-dansa çevirmiş gibiydi. Sadece etrafa değil, önündeki yiyeceklere büyük bir saygı beslediği belli. Tabağına yayılan veya dökülen peynir yumurta kırıntılarını bile incitecek korkusuyla, hafifçe dokunarak ve başını eğerek alıyordu.

   O anda Victor Hugo’nun başyapıtı kabul edilen Sefiller eseri ve başkarakteri Jean Valjean gözlerimin önüne geldi. Sadece bir somun ekmek çaldı diye mahkûm edilen ve bir ömür bunun acısı, korkusu, sorumluluğu içinde kimi yol alan, kimi saklanan ve bazen kaçan Jean VALJEAN…

  Kahvaltısını yapan adamın ciddiyeti, sorumluluğu, yiyeceklere gösterdiği o büyük özen; tam manasıyla “Katık et” bilinciyle yetişmiş bir insanın ruh âlemi içindeydi. Büyüklerinden; körpe zihin-çocukluk zamanlarında sıklıkla; “ Allah açlık ile terbiye etmesin. Kıtlık kötü şey…” sözlerin tesiri, artık onun yoldaşı gibiydiler…

   Günümüzün günce meselesi de bu değil mi? Bir taraftan sıra dışı şımarıklık ve lüks yaşamlara esir olmuş, eriyen insanlar, diğer taraftan sadece bir kahvaltı veya bir kap yemek için, ucuz ekmek için sıraya giren; kıtlık ve açlık yıllarından genlere yapışmış o yüce terbiyenin peşinde koşan onurlu insanlar…

   Çayım ve gözlemlerim bitince dışarı çıktım. Yağmur yeni durmuş. Gün, bulutların ardından gülümseyen güneş ışığına dönüşmüş. Ve martılar seviniyor; hatta bayram ediyor gibi çığlık çığlığa; ne olursa olsun yaşamın ebediyet içinde eşsiz bir şey olduğunun bestesini çalıyor olmalılar…

Güven SERİN 

 

  


20 Aralık 2024 Cuma

BANA DUA ET,DUA ET...

 


İNTERNET

                                                BANA DUA ET, DUA ET

 ( Güçsüz Olmak Bir Güçtür )

   Denizin, bir genç kız gibi saçlarını savurduğu, poyrazın hafiften canlıları sınadığı zamanda Nesip Bey’in getirdiği Türk kahvesini içiyordum. Yan bankta ise dolaylı olarak tanıdığım, iyi bir üniversiteden mezun olmuş, iyi bir işi olduğu halde hiç evlenmemiş, oldukça kilolu bir adam telefonuyla konuşuyordu.

   Sonradan anladığım ama baştan da tahmin ettiğim gibi İstanbul’da yaşayan annesiyle görüntülü konuşuyormuş. Annesine sesleniş biçiminde, ses tonunda bir yargı, bir şefkat; bir insaniyet gizliydi.

   Israrla ve en azından dört beş kez aynı cümleyi tekrarladı yan bankta oturan adam; “ Bana dua et, dua et, dua, et…”

  Sora, dün akşam hangi yemeği yaptığını, bu akşam ise pırasa yemeği yapacağını anlattı. Ama bir an önce telefonun görüşmesinin bitmesini ister bir haldeydi. Belki de evladını düşünen, onun yalnızlığına, aşırı kilolarına ve zekâ fazlalığını kendine dert edinmiş, çok sık arıyordu oğlunu…

  Evet, “zekâ fazlalığı” onu tanıyanlar, yakından bilenler çok iyi, yardımsever, işinde çok başarılı olduğu halde, tuhaf gülümsemeler, kendi kendine konuşmalar yaptığını da söylüyorlar.

   Aslında söylemelerine gerek yok. Kiloları onu devasa, sevgi dolu bir deve çevirmiş olsa da, yıllardır yakın banklarda oturduğumuz için o da beni, ben de onu fazlasıyla gözlüyorduk. Aslında bu gözlem biraz tek taraflı olduğunu da itiraf etmeliyim. Çünkü sevgi dolu dev adamın pek etrafla alakası yok gibi… Çoğunlukla başında bir kulaklık, müzik mi yoksa akademik bir şeyler mi dinliyor bilmiyorum.

   Sevgi dolu dev adamla ortak noktamız; sahil… O da denizi, sahili ve insanların adım seslerini seviyor; belli…

   Onun saflığına özenmiyor değilim. Kendisini sadece işine ve kendisine adamış bir halde yaşıyor. Bir yerde servi boylu olmayı çoktan elinin tersiyle itmiş görünüyor. Evlenip aile oluşturmayı, belki de doğacak o küçük güzel canlıların bu dünyada çekecekleri güçlükleri düşündüğü için, yalnızlığı seçmiş…

  Denizin açıklarında yük boşaltmak veya almak için sırasını bekleyen gemiler, bir masalın parçası gibiydiler. Küçük balıkçı tekneleri ise birer birer limana dönüyor. Onların üzerilerinde ise yüzlerce martı, bedava yemek peşinde…

   Nesip Bey yanımıza geldiğinde, çay söyledim. Yan bankta sıklıkla komşuluk yaptığım sevgi dolu dev adam içerse ona da söylemek istediğimi ifade ettim. Nesip Bey sorunca; “ Bir çay içeyim” diyerek, o çocuksu haliyle, bir yerde bizi kırmamak için bir kabul ediş içindeydi. Ayaküstü de olsa gibi; birkaç yudum konuştuk. Az önce; bana dua et seslenişini annesine mi yaptığını sorunca: - Annem, yaşlı kadın, dua etmeyi de seviyor, ne yapsın! Diyerek beni doğruladı…

   Büyüklerimiz de duaların içinde yaşardı. Korkuları vardı; evrenin bilinmezlikleri üzerine… O saf, o doğal korku, belki de bizim en derin, en gizemli tarafımızı da ortaya çıkarmaz mı? Erivan da yaşadığım polis Mobbingi sonrası kaldığım otelde gece geçmemiş, o saf korkunun huzurunda, çocukluğumdan beri tekrarlamayan duaları hatırlamış, Türkçe ne yakarışlar yapmıştım…

   Victor Hugo Deniz İşçileri-Emekçileri eserinde “ Güçsüz olmak bir güçtür.” Sözü karşısında hissiyatımı anlatamam. Uzay bilimi karşısında bilim insanlarının sapan etkisi olarak kullandıkları yöntemler gibi, evrenin büyük yıldızları sanki her derin, nitelikli ve binbir emekle yoğrularak ortaya çıkmış sözcüğün ruhum ve bedenim üzerindeki etkisi; öyle bir çekim kuvveti yaşatıyor bana…

   Hugo sözlerine devam ediyor; “ Kavrayamadığımız kader ve doğa ikilisi karşısında, insanın dayanak noktası olarak duaya başvurması güçsüzlüğündendir.

   Korku karşısında insan yardım arar, kaygısına karşı destek ister; endişe, diz çökmeyi öğütler.

   Ruha özgü muazzam bir güç olan dua gizemle aynı kumaştandır. Dua, karanlığın bağışlayıcılığına yöneliktir; karanlığın gözlerinden bakar gizeme ve bu yakaran bakışların güçlü sabiti, insana Bilinmezlik’in süngü düşürebileceğini hissettirir.” 

Güven SERİN 

 

 

  



19 Aralık 2024 Perşembe

TEKİRDAĞ ESNAFINA ÖRNEK OLACAK BİR ESNAF

 


ÖZKAN BEY,GÜVEN SERİN
ANTALYA MURATPAŞA



                    TEKİRDAĞ ESNAFINA ÖRNEK OLACAK ESNAF

   Sevgili Tekirdağ esnafı, sizleri anlatan, sizlere ait olumlu kim bilir kaç öykü yazdım bugüne kadar. Bu sefer yazacağım ise bir özeleştirir; bir lütfen ricası olacak.

  Biliyorum, şehir insanın evlerine kapanması, kiraların ve diğer giderlerin aşarı artması yüzünden zor zamanlardan geçiyoruz. Buraya kadar her şey anlaşılır ve doğru olsa da, zor zamanlar insan fedakârlığını en üste çıkarmaz mı? Hele esnaf; hizmetin de fiyatın da en ahlaklı, vicdanlı ve istikrarlı olanı, aynı zamanda sizin yaşamanız için gerekli besin değil midir?

   Antalya Muratpaşa Kaleiçi diyarına her gittiğimde, hem de defalarca uğramadan gitmediğim mekânların en başında; ÖZKAN’IN YERİ ve KARAALİOĞLU PARKI ile bu parkta kaç yaşında olduğunu bilmediğim bilge çitlembik ağacıdır.

   Buradaki çitlembik ağacını sevmemin en önemli nedeni; kayalara tutunduğu kökleriyle, uçuruma, Akdeniz’e savurduğu bedeniyle dimdik duruşudur. Onun biricik meselesi yaşamın içinde kalmak ve onu yapıyor…

  Ya diğer yer; Tekirdağ esnafına örnek olacak Özkan’ın Yeri diye bilinen yerin sahibi Bayram Ali YILMAZ… Bir insan ve onun işletmesi kendini hiç bozmaz, inanmış olduğu davadan hiç vazgeçmez mi? Bu yer geçmek, duraklamak şöyle dursun; her gidişimde masalarını, müşterilerini çoğaltmanın bereketini ve akıl almaz insani duruşunu yapıyor.

   Buraya beslenmek için her gidişimde ilk önce ruhumun beslendiğini söylemeyi insani bir borç görüyorum. Masalardaki insanların bakışlarında buraya minnetten öte duyguları da görüyorum. Ancak sosyal bir kurumun baş edeceği, belki de çok az karla çok fazla sürüm yaptığı için ayakta duran bir yer; Tekirdağ esnafına ÖRNEK olması gereken alkışlanacak bir müessese…

   Yaklaşık 20 yıldır insanları beslemekten öte doyuran bu yerin bir özelliği de ucuzluğudur. Ucuz etin yahnisi yavan olur, atasözü burada işlemiyor. Burada geçersizdir; dostlarım.

   Sevgili Tekirdağ esnafından herhangi bir yere gidip bir çorba içmeye karar versek: -Acaba kaç paradır? Acaba tadı nasıldır? Vereceğimiz paraya değer mi? Kuşkuları, korkuları artık çorbanın bile lüks hale geldiğini sadece pahalılığa bağlayabilir miyiz? ASLA… Esnafımızın hayat pahallılığından yararlanma içgüdüleri, fiyatlarına, davranışlarına yansımasıydı şehir merkezinde bulunan yerli esnafımız bu kadar çabuk pes eder, dükkânlarını kapatır mıydılar?

   Şimdi yapacağım açıklamaya lütfen dikkat edin! Tekirdağ esnafına örnek gösterdiğim ve yıllardır aynı disiplin, sağlam hizmetin merkezinde olan Özkan’ın Yeri’nde tavuk suyu çorbanın fiyatı 40 TL. Kelle çorbası 50 TL olmakla birlikte bizim buradaki çorba kâselerinin üç katı ve istenirse üzerine tereyağı dökülüyor.

   Mekâna neredeyse beş yıldır gitmiyordum. Çorba kâselerinin büyüklüğünü unutmuşum ki “az çorba yerine” tam çorba söyledim. İçmekle bitmiyor dostlarım…

  Bir sır daha vereyim; burada isteyen 100 TL veya 60–70 TL ye tıka basa doyabilir. Yeşilliğin ve çorbanın köftenin yanında sunulan pide türü ekmeklerin sınırı yok.

   İlk gün masamda oturan birisi Kahraman Maraş doğumluydu. İkinci gün ise Kayseri doğumlu yaşlı bir insan… Söyledikleri şeyler hep aynı; “ Buradan Allah razı olsun. Çıkıp karnımızı doyurup bolca dua ediyoruz.”

   Sahibine geçmişte yaptığım gibi yine teşekkürü sunarken; Tekirdağ’dan selamlarımızı da ilettim. Mutlu oldu. Onca işin arasında kepçeyi bırakıp yanıma gelip ayaküstü lafladık. Beş yıl önce sorduğum aynı soruyu sordum:

—Nasıl oluyor da bu fiyatlarla, bu hizmet anlayışı ve lezzetle ayakta kalabiliyorsunuz?

—Allah çok şükürler olsun, diyerek cevabına samimiyet içinde devam etti:

—Mersin doğumluyum. Geçmişte yokluğu, kaybetmeyi gördük. Çeşitli sınanma aşamalarından geçtim. Şimdi, yirmi yılı geçen hizmet anlayışımızın merkezinde “ İNSAN” , “İNSANI MUTLU ETME FELSEFESİ VAR!”

   Sabahları 04.00 da kalkıp ailece işlerinin başına gelen ve saat 06.00 olunca çorbaların hazır olduğu, her gün binlerce insana, birçok yerde lüks sayılan yemekleri sunan, buradan hiçbir insanın aç kalkmasına izin vermeyen Bayram Ali YILMAZ’A Tekirdağ insanı adına bir kez daha teşekkürlerimi ilettim.

   Bir an önce köşeyi dönmek isteyenlerin veya hazıra konup da, yokluk nedir, açlık nedir bilmeyenlerin esnaflar ne hazindir ki İNSAN merkezli olmuyor. Yüksek kar merkezli hizmet anlayışı da Tekirdağ insanlarının çok büyük kesimini çarşılara, yemek, eğlence mekânlarına çıkamamaları gerçeği ile yüzleşmeliyiz…

   Şehir insanı, şehrinin her saati içinde olursa şehir denen şey; kendi heyecanını, sevgisini, şefkatini, kültürel ışığını yakar… Yoksa şimdi yaşadığımız gibi gece çökünce; şehir denen şey; sadece, HAYALETLERE kalır…

Güven SERİN 

 

  







17 Aralık 2024 Salı

ANNELERİNİ BEKLEYEN KUZULAR

 

İNTERNET


                           ANNELERİNİ BEKLEYEN KUZULAR


  Her yer Ege ve o meşhur dağlar, tepeler… Zeytinliklerin ucu-bucu yok gibi… Dağlara yayılmış taşlar, bir film setinden, bir başka gezegenin bir köşesinden düşmüşler gibi; her yer Ege ve öyküler, mitlerle dopdolu…

   Zeytin ve üzüm, medeniyetleri var eden, ötelere taşıyan iki meyve… Yanlarına küçükbaş hayvanları da eklerseniz; alın size uygarlıkların en iz bırakan hikâyeleri…

   İda-Kaz Dağları geride kalmış, çok önceleri yürüdüğüm Sarı Kız tepesini belli belirsiz göründü. Belki bir gün yine yürürüm o çam kokan dağların tepelerini, vadilerini diye ümit ettim.

   İda-Kaz Dağları’nın belli noktasından izlemiş Truva Savaşı haykırışlarını Zeus. Kim bilir hangi gururu da yanında yücelterek baktı, uygarlıkların en güzellerinden birisinin yakılıp yıkılmasına…

  Çanakkale Ezine sınırları içinde dağların eteklerinden geriye kalan tepelere yaklaştık. Kuzuları olan ağılları bir bir geçerken yola yakın olanlardan birisinin karşısında durduk. Mutlu, sağlıklı kuzular, tepelerden ağıla yaklaşan annelerinin kokularını almışlar, kuzey doğu yönüne doğru bakıyorlardı. Sanki bir fotoğrafın, bir resmin parçası gibiydiler; öylesine donmuş, sessiz bir bekleyiş derken, yaklaşan annelerinin sıcacık memelerinden akacak sütleri daha iyi hissettiler ki, ses çıkarmaya, büyük koronun bir parçası olarak, henüz başlayan geceyi inletmeye başladılar.

  Kuzuların ağıllarının kokuları yayılıyordu etrafa. Küspe kokan ağılların, Ezine, Çanakkale peynirine marka olma onurunu yaşatan ağılların üreme, üretim kokuları her yana yayılıyordu.

    Kuzuların sesleri de öyle… Tıpkı, biraz sonra başlayacak karanlık gibi; döngünün o muhteşem eşsiz gezegeni dönecek bir kez daha kendi etrafında; 4,7 milyar yıldır döndüğü gibi…

   Kuzuların anneleri de telaşlıydı. Çan sesleri de bu telaşı destekliyor, boşluğa mistik sesler, çağrılar yayılıyordu. Bütün gün Ezine kırlarında yedikleri şifalı otları süte çevirmiş ve bu sütlerin karşılığı olan canlara ait yavrularının onları bekleyen iradesini, seslerini, nefeslerini duymuşlardı.

  İlginç bir görüntü içinde izliyordum aç olan ama tok gözlü görünen o güzel, sevimli kuzuları. Kuzu şiş yeğince övünen, damağındaki tada; övgüler düzen insanoğlu evladı olarak; sevdiğimiz canlıları, nefret ettiğimiz yamyamlık trajedisine yakın bir şekilde, beslenme kültürüne çevirmiş olmanın garip hissiyatı içinde; annelerini bekleyen, bir kez sarılsanız doyamayacağınız yumuşak yünlere sahip o kuzuları seyrettim…

  İnsanın bitmeyen çelişkileri, sürekli peşinde koştuğu erdemleri, sonsuz boşluğun karşısında kendini korumak için sarılmış olduğu inançları, destansı bir evrim içinde sürekli bir şeyleri deneyerek, kendini uzay boşluğuna savuracak günü beklemesi; sırlarla dolu olan kâinatın belki de yaşam dolu gezegenin en önemli gizemlerinden birisidir…

   İnsanı farklı kılan nice değerler, kavramlar yaratmışız… Ama hep insanın kendi yontusu içinde kendi eseri dediği yaşama hizmet anlayışı içinde; garip bir kültür…Mide emir verince her şey birbirine karışıyor…

   Kınalı kuzum diyerek, ellerine kına yakılarak savaşlara yollanılan genç delikanlılar, kınalı kuzuların özlemiyle yanan analar, hepsi iç içe girmiş insan duygularını birbirine eklemekte zorlandığım kavramlar…

    Bir yanda kuzu şişin dayanılmaz çağrısı, bir yanda da annelerini bekleyen kuzuların eşsiz bir görüntü içinde, muhteşem ve sanki dokunulmaz bir kutsiyet içinde gezegenimize saf bir şeyler ekmesi…

 Güven SERİN 

  




12 Aralık 2024 Perşembe

MEÇHUL İNSAN GİBİ YAŞAMAK

 


KENAN OFLAZ


ZİYA OSMAN SABA ve EŞİ

                              MEÇHUL İNSAN GİBİ YAŞAMAK!

   Bilgi, görgü seviyesi yüksek, kendine emek harcamış insanların kent sevgileri; destansı bir sevda masalı gibidir… Yaşadıkları yerlere olan insani borçlarını ödemek için bütün yaşamları boyunca didinip dururlar…

   Oysa bir şehri sadece otel gibi kullanan büyük çoğunluk için öyle mi? Şehir sevilecek bir yer mi ki? Bolca üzerine tükürmekten, onu kirletmekten, canını yakmaktan başka ne yapabilirler? Onlar ki, bu şehre kim bilir nelerini feda ederek gelmişler; kimi yakın köy ve kasabalardan, kimi ise çok uzak yerlerden…

   Tekirdağ basında uzun zamandır yazıyorum. Tıpkı meçhul insanlar gibi, yaşadığımız şehirde kaybolmuş bir halde, sadece bize ayrılan, sunulan imkânlar içinde, kök salmanın hissiyatıyla birlikte, diğer gelişmiş şehirlerden ne farkımız var? Niçin biz de onlar gibi değiliz? Duygularına, düşüncelerine bir cevap bulamamanın derin hüzünleriyle birlikte yoğruluyoruz…

  Tekirdağ’ı şüphesiz seven çok kişi var. Kendilerince çok sevdiklerine eminim. Sevgi denen şeyi niçin belli etmezler? Kısacık yaşamın şehir ile kurulacak bağları içinde bir esere dönüşecek hizmetlere, emeklere niçin uzak kalıyorlar; bunun cevabını bulamadım…

   Doğduğu ve yaşadığı şehirle neredeyse ruhsal ve fiziksel bir bütünlük sağlayan şairlerimizden birisi de Ziya Osman Saba’dır. Şehir sevgisini üst seviyeye çıkaranların ortak davranışlarından birisi de, yaşadıkları şehirde, kaybolmuş bir halde ömür sürerler. Onların seslerinde, bakışlarında, karakterlerinde bir kabalık, hak yeme, üstünlük kurma diye bir şey yoktur. Tam aksine duruşlarındaki asude-dinginlik, pazarda hiçbir ticari yerde satılmayan cinsten bir garip ve gizemli mutluluktur…

   Onlar, yaşadıkları şehrin kaldırımlarına bile basarken çekinerek adım atarlar. Taşlara, şehre kök salmış anılara bir zarar veririm diye, ulvi bir titizlik içinde yaşarlar.

  Ziya Osman Saba, İstanbul sevgisini nefes almak şiiriyle anlatıyor;

“Nefes almak, her sabah uyanık.

 Ağaran güne penceren açık.

 Bir ağaç gölgesinde, bir su kenarında.

  Üstünde gökyüzü, ufuklara karşı.

  Senin her yer; Caddeler, meydan, çarşı…

  Kardeşim, nefes alıyorsun ya! “

    Acaba Tekirdağ’ı sevenler, bu şehri anlatan bir nesir, bir şiir, bir resim, heykel üretip onu gelecek kuşaklar için, düşecekleri boşlukta kavrayacak sıcak bir el niyetine, bir esere dönüştüre bilme cesareti gösterdiler mi?

   Tanıdığım iki isim; Av.İzzet Güneş GÜRSELER ve Kenan OFLAZ böyle bir yolun yolcusu olduklarını biliyor ve görüyorum. Şehrin doğasını, tarihini, mimarisini her fırsatta nasıl korur, sahiplenir ve yaşadığım bu şehre nasıl bir değer ve katkı veririm uğraşları içinde geçirdikleri koca bir ömrün içindeler…

   Onlara daha da uzun ömürler dilemeyi, şehir ZENGİNLİĞİ ve KÜLTÜRÜ için borç biliyorum…

    İnsanın en bol olduğu şehir zamanlarını yaşıyoruz. Ama tüketimin, şehir kültür ve tarihlerinin de en çok yıkıma, kayba uğradığı zamanlara şahitlik yapıyoruz. Anıları, şehir bağlarını bir yerde tutan mekânları yaşatmak yerine bir gecede yok edebiliyoruz. Doğamızı da öyle, hor kullandık…

   Yine sözü ve sazı Ziya Osman Saba’ya minnetle bırakıyorum;

“Taşında otlar biten şu sokakta yürümek.

 Bir bahçe duvarının kokulu gölgesinden.

 Uzakta, mektepteyken okuduğumuz şarkı,

 Su içmek o tasasız günle.

 Akşamlar iner ‘kaymak yoğurt’çularla

 Kaldırımlar benim için gölgelenirdi.

 Saatler ilerler bozacılarla,

 Derken bir komşu seslenirdi.

  Pencerelerimizden… “

Güven SERİN 




9 Aralık 2024 Pazartesi

FİNİKE'Lİ KÜÇÜK BALIKÇI

 

Kamera ; Güven 

Kamera; Güven

Kamera; Güven



                                   FİNİKE’Lİ KÜÇÜK BALIKÇI

      Günün yarısından çoğu Myra Antik Kenti içinde, civarında ve Demre’de geçmişti. Daha önceden gezmiş olduğum kenti ikinciye gezmek, gezmediği yerleri de görmek kendi yoğunluğunu oluştursa da Çıralı yolunda Finike’ye de uğradık. Yat limanı ve yerel balıkçıların kullandıkları liman oldukça bakımlı, şehre girer girmez enerjisi oldukça yüksek bir yer algısına kapıldım.

   Sağa sola bakındıktan sonra limanın mendirekleri üzerinden denizin içine, akşam telaşına kapılan olta balıkçılarının olduğu yöne yöneldim. Her yaştan insan oltalarıyla balık tutmakla birlikte, birbirlerini çok iyi tanıdıklarını, herkesin diğerine ismiyle, hoş ve yapıcı bir ses tonuyla seslenmesinden anladım.

   Tekirdağ’da görmediğim kadar küçük çocuğun olta balıkçılığına meraklı olduğunu gördüm. Öyle bir merak ki, akşamın dondurucu ayazı çökerken dahi, bedenlerinde taşıdıkları balık tutma heyecanı onları, mendirek üzerindeki taşlar üzerinde bir cambaz gibi oradan oraya savuruyor gibiydi.

   Özellikle en küçükleri dikkatimi çekti. Kocaman oltasını taşımakta zorlanıyordu. Ama o da gönüllü ve çok büyük heyecan içindeydi. Onu tanımayan yoktu. Herkes o; küçük balıkçı geldi diye, hissedilen bir sevinç ve sesleniş içindeydiler.

   Küçük balıkçı önce kuzeydoğu yönünde şansını denemek istese de, ne olduysa, ona seslenenlere mi uydu bilemedim. Derhal güneydoğu yönüne yöneldi. Taşların üzerinde yürümeye o kadar çok uyum sağlamıştı ki sanki koşuyordu. Oysa mendirek üzerindeki kaygan taşlar üzerinde herkes o hızla yürüyemez.

   Bende onun peşinde yürüyorum. Bir taraftan da liman mendireği yamaçlarında yaratmış oldukları sosyal, kültürel, sportif ilişkileri imrenerek izledim. Küçük balıkçı genç kaldığından mı telaş rüzgârına fazla kapıldığından mı; durduğu yerde duramıyor, bir türlü yoğunlaşamıyordu yaptığı işe.

   Ona iyice yaklaşıp seslendim;

—Merhaba küçük balıkçı!

—Merhaba ağabey

—Neler tutuyorsunuz. Genelde ne çıkıyor denizden?

—İskender (Deve balığı ) Levrek ve Barakuda

   Akdeniz, şehrin yanan ışıklarıyla parıldamaya başlamıştı. Günden kalan son ışıklar da birazdan gidecekti. Küçük balıkçı oltasını sıklıkla çıkartıyor, balıklara kaptırdığı yemlerin yerine yenilerini takıyordu.

   Cesurdu, heyecanlıydı ve belli ki ondan büyüklerden özendiği bu işi çok daha ilerilere taşıyacak enerji içindeydi.

   Hernest Hemingway’ın ihtiyar balıkçısı olan yaşlı adam da öyle… Seksen dört gün sürekli balığa çıktığı halde hiçbir şey tutamamıştı. Ama vazgeçmemişti. En sonunda o meşhur öykünün büyük inatçı balığını; Merlin-Kılıç Balığını tutmuş ve o büyük mücadele, yüzleşme başlamıştı.

   Finike’li küçük balıkçı, kendi cesareti, heyecanı içinde mendirek üzerinde sürekli yer değiştirerek kendi nafakasını aramaktan bıkacak birisi değildi. Bir yandan hiç tanımadığı insana; bana cevap verirken, bir yandan da Akdeniz’in derinlerinde onunla oynamak isteyen İskender, Levrek veya Barakuda balıklarını kandırmaya çalışıyordu.

  Avlamak istediği Akdeniz balıkları küçük balıkçıdan çok daha kurnazdılar. İyi yüzücü ve iyi oyuncular. Hepsi yaşamın içinde kalmak için çeşitli hünerler geliştirdikleri; yaşamın o eşsiz evrimindeki gizemli şuurda ve enerjide saklı. Av ve avcı durmadan hünerlerini geliştirmeye mecbur…

 Güven SERİN 

 







6 Aralık 2024 Cuma

BİR ÖĞRETMEN,BİR LİSAN: BİN İNSAN

 


                           BİR ÖĞRETMEN, BİR LİSAN: BİN İNSAN

  Canlılar ile iletişim kurmanın dil bilmenin erdemi üzerine kısacık da olsa durmak isterim. Sözcüklerden oluşan dilleri herkes bilir. Ya işaret dili? Ya gönül dili?

   3 Aralık Dünya Engelliler Günü, sürekli engel yaratma alışkanlığı olan insanlığa bir kez daha, çok farklı etkinliklerle seslendi. Tekirdağ Halk Eğitim Merkezi İşaret Dili Kursiyerleri ve öğretmenleri Mahmure YEL tarafından hazırlanan etkinlik edebi yaşamın vazgeçilmez parçası olan ve tüm canlıların öyküsünü anlatacak şu sözcüklerle başlıyor;

UMUTLARIMIZ

 HAYALLERİMİZ

  DUYGULARIMIZ

   SEVİNÇLERİMİZ

    HÜZÜNLERİMİZ

     HAYATLARIMIZ BİR

      SENDE BİR OL

   Yüz binlerce sözcük bilmek gerekmiyor; bir insanın diğer insanı anlaması ve kendini güncellemesi adına. Ya güncelleme, doğru empati-duygudaşlık kurmasak ne olur? Bugünün muhteşem yozlaşması, yalnızlığı, bencilliği olur. Dikkat ederseniz, artık haplara bağımlı, diğer hayvanlara muhtaç, ama kendi cinsleriyle buluşamayan, anlaşamayan ve en önemlisi konuşup iletişim kurmayan milyarlarca insan var.

   Sanıyorum evrimin süreci de burada hızlanmaya başlıyor. İnsan denen canlı, doğallıktan, şefkatten, huzurdan ne kadar çok uzaklaşırsa o kadar çok evrimin tokadını yemesi artıyor.

   Bir öğretmen, bir lisan ve bin insan; böyle sesleniyor, insanları hiç umursamadan güne başlayan diğer insanlara. Hep aynı gezegenin evlatları olduğumuzu, hep aynı tarafta kaldığımızı hatırlatıyor. Yaşadığımız yerler ister köşk, yalı, isterse kerpiçten olsun; bazı felaketler bizi birleştiriyor. En son yaşanan COVİD canavarı, evrimin çok sağlam bir tokadı değil de nedir? Nasıl da doğayı, doğallığı, komşuluğu hatırlattı hiç hatırlamayan insanlığa…

 Binmiş olduğum taksinin şoförü neredeyse iki üç dakikada bir “Allah” diyordu. Hiç eksiksiz ve neredeyse istem dışı bir sesleniş… Allah, derken teslimiyeti ve aynı zamanda kurtuluşu da anlatır gibiydi. Uzun süren yolculuğumuzun sonunda taksi ücretini öderken söyledi Tekirdağ’ın yabancısı olduğunu.

—Nerelisiniz?

—Hatay! Depremden buraya geldik. Yakın akrabalarımdan ölenler oldu.

—Ya siz? Neler hissettiniz? Nasıl bir duyguydu; anlatıla bilinir mi?

—Çok korkunçtu! Çok… Bizim bina yıkılmasa da, çok büyük yara aldı. O gümbürtü ve depremin şiddeti bizi yerden yere vurdu. Uzun sürdü…

   O zaman anladım taksi şoförünün “ Allah” diye seslenişini. Bir yardım, bir yakarış, bir kurtuluş müjdesi gibiydi.

  Tıpkı Tekirdağ Halk Eğitim Merkezi ve Tekirdağ Down Melekleri Spor Kulübü ve öğretmen Mahmure YEL tarafından ortaya konulan o değerli çalışma gibi; HEP AYNIYIZ… Bir sürü ayrıştırma entelliği oluşumlarına hiç gerek yok. Sade bir insan, önce kendi türlerimiz ve sonra bütün canlı hayatla iletişim kuran canlının sonsuzun soluğunu bile hissedeceğini ısrarla savunuyorum. O ilahi gücün soluğu, zenginlikleri yerle bir eder de başını eğmez, erdemini kimselere ezdirmez…

   Tekirdağ Halk Eğitim Merkezi, Tekirdağ Down Melekleri Spor Kulübü ve Mahmure Yel’i; KUTLUYORUM…

   İşaret dili öğretmeni Mahmure YEL ve kursa katılan çocukların bir başka sürprizi daha oldu. Milli duygularımızı anlatan, Kurtuluş Savaşı Destanı içinden süzülüp de doğan Milli Marşımız da işaret diliyle okundu ve okunmaya devam edecek…

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 

 

 

  



5 Aralık 2024 Perşembe

BİZ TRAKYALILAR

 

KEMER ÇIRALI
Orhan ile yol tarifi üzerine ...

Antalya Finike
Pideci Bayram 

İzmir Selçuk
Ali Dayı ile Cumhuriyet Meydanı Roma Su kemerleri




İzmir Selçuk
Hatice Abla ile...

             BİZ TRAKYALILAR, DIŞARIDA, NE ÇOK SEVİLİYORUZ

     Hareketin ayak sesleriyle birlikte ruhun kıpırtıları da başlar. Bakmanın, görme ve irdeleme duygularıyla evliliği, çok sağlıklı çocuklar dünyaya getirir. Dönüşümün, bir yerde evrenin temel gücü, o sonsuzluk içindeki hareket enerjilerinden gelir. Dönmüyorsa bir gezegen, bir yıldız, hareketin o şanlı bayrağını taşımıyorsa; daha doğumuyla birlikte sürüklenip diğer yıldızlar tarafından yok edilmeye yazgılıdır.

   İnsan da öyle; zihinsel hareket ile bedensel hareket tam manasıyla uyum içinde sağlamaya başladığı an, huzur denen o bulunmaz şeyin saflığı, çağrıları duyulmaya ve bize ezberletilen şartlarından kurtulmaya başlar. Bir kez zihnin ve bedenin prangaları kırılmaya görsün, yaşamın içindeki çöplükler de bile çok nadir eserler bulma şansınız var demektir…

   Yazımızın başlığı; Biz Trakyalılar olmasının çok önemli sebepleri var. Gezerseniz, görür ve başka bölgelerin insanlarıyla karşılaşıp vakit geçirirseniz bunu daha iyi görmeye, anlamaya başlıyorsunuz.

    Ege ve Akdeniz bölgelerindeki gezide, daha önceki gezilerimde gördüğüm, edindiğim ve yaşadığım tecrübelere, anılara benzerlerini bu kez daha zengin bir şekilde yaşadım.

   Onları sizle paylaşma heyecanını duyuyorum. Antalya Finike ilçesinde yaşayan ve Pideci dükkânına sahip Pideci Bayram Usta ile dükkânında tanıştık. Masadaki bir müşteri gibi oturuşunda ve yan tarafında bizi bir misafir saygınlığı içinde karşılayıp, seslenişinde bir şeyler vardı.

   Finike’de yıllar önce esnaflık yaparken halk dilinde batmış; iflas etmiş. Utancından kasabasını terk etmiş. Sonra, insan denen canlının duygu ve zihin ile yapacağı en güzel şeyi yapmış; sakin olup; dertleri, acıları ve yanlışlarıyla yüzleşmiş. Ve yaratıcıya seslenerek pideci işine girmiş. Epey yol almış. Kaybetmenin onurlu bir canlıya neler yaptığını iyi öğrenmiş ki, sanırsınız bütün dünyalığı tas tamam… Yunus gibi kırk yıl çilehane yaşamı da sona ermiş bir insanın sükûneti içinde Trakyalı insanlara duymuş olduğu büyük saygı gereği sürekli bir şeyler ısmarlamak, sanki gelen yabancı değilmiş de misafiri gibi hürmet denen şeyi, layıkıyla yaptı.

  Aynı gün aynı ilçede tanışmış olduğumuz Şevket gibi; bir yabancıyla değil, bir arkadaşla olur gibi, insan denen canlıya, gurbette olduğunu hissettirmek yerine kendi evindeymiş hissini verdiler.

  Her ikisi de farklı zaman dilimlerinde ayrılırken aynı şeyi, birbirinden habersiz söylediler; “ Trakya’ya ÇOK selam… Biz Trakyalıları seviyoruz…”

   Antalya merkez ilçe Muratpaşa Karaalioğlu Parkı içinde çok özel, değişik ve ses ve yorumuyla hem çalıp hem söyleyen Muhammed de aynı şeyleri söyleyince; “ Ben dünyalıyım” felsefeme “ Ben Trakyalıyım” neşesini de ekledim…

   Anlatacaklarım daha bitmedi. Denizli ilçelerinden Acıpayam esnaf kadını da arkamızdan “ Trakya’ya çok selam; Trakyalıları seviyoruz.” Seslenişini gülümseyerek yaptı.

   Ya Buldan’lı esnaf Şakir? Dükkânına girip 1 litre su aldım. Yol üzerinde bulunan dükkânların fiyat politikasını bildiğim için ücretini sordum. Büyük marketlerdeki aynı fiyatı duyunca şaşırdım. Gülümseyen aydınlık bir yüzdü esnaf Şakir’in yüzü.

—Dükkân önündeki fasulye torbaları size mi ait?

—Evet, deyince; - Nasıl iyi pişiyor mu? Sözüme karşılık, yine aydınlık ve yine riyadan eser olmayan bir yüz içinde;

—Kendi ürünlerimiz. Burasının meşhur fasulyesi! Al pişman olmazsın.

—Peki, o zaman, Tekirdağ’a getireceğim, diyerek iki torba fasulye isteyince;

—TEKİRDAĞ MI? TRAKYA MI? YAŞASIN CUMHURİYET, ATATÜRK, TRAKYA, sözleriyle karşılaştım.

   Böyle şiirsel, milli, ulvi bir yaklaşımın üst derecesiyle ilk kez karşılaştım. Ben de aynı seslenişi yaptım. Ve az önce tanışmış iki yabancı gibi değil; iki arkadaş, sırdaş gibi vedalaştık…

   İşte öyle dostlar; BİZ TRAKYALILAR, kendine yabancı, dışarıya karşı çok iyi bir haldeyiz; dönüşüm ve evrim böyle bir şey olmalı…

Güven SERİN