BANA DUA ET,
DUA ET
( Güçsüz Olmak
Bir Güçtür )
Denizin, bir genç kız gibi saçlarını savurduğu, poyrazın hafiften canlıları sınadığı zamanda Nesip Bey’in getirdiği Türk kahvesini içiyordum. Yan bankta ise dolaylı olarak tanıdığım, iyi bir üniversiteden mezun olmuş, iyi bir işi olduğu halde hiç evlenmemiş, oldukça kilolu bir adam telefonuyla konuşuyordu.
Sonradan anladığım ama baştan da tahmin ettiğim gibi İstanbul’da yaşayan annesiyle görüntülü konuşuyormuş. Annesine sesleniş biçiminde, ses tonunda bir yargı, bir şefkat; bir insaniyet gizliydi.
Israrla ve en azından dört beş kez aynı cümleyi tekrarladı yan bankta oturan adam; “ Bana dua et, dua et, dua, et…”
Sora, dün akşam hangi yemeği yaptığını, bu akşam ise pırasa yemeği yapacağını anlattı. Ama bir an önce telefonun görüşmesinin bitmesini ister bir haldeydi. Belki de evladını düşünen, onun yalnızlığına, aşırı kilolarına ve zekâ fazlalığını kendine dert edinmiş, çok sık arıyordu oğlunu…
Evet, “zekâ fazlalığı” onu tanıyanlar, yakından bilenler çok iyi, yardımsever, işinde çok başarılı olduğu halde, tuhaf gülümsemeler, kendi kendine konuşmalar yaptığını da söylüyorlar.
Aslında söylemelerine gerek yok. Kiloları onu devasa, sevgi dolu bir deve çevirmiş olsa da, yıllardır yakın banklarda oturduğumuz için o da beni, ben de onu fazlasıyla gözlüyorduk. Aslında bu gözlem biraz tek taraflı olduğunu da itiraf etmeliyim. Çünkü sevgi dolu dev adamın pek etrafla alakası yok gibi… Çoğunlukla başında bir kulaklık, müzik mi yoksa akademik bir şeyler mi dinliyor bilmiyorum.
Sevgi dolu dev adamla ortak noktamız; sahil… O da denizi, sahili ve insanların adım seslerini seviyor; belli…
Onun saflığına özenmiyor değilim. Kendisini sadece işine ve kendisine adamış bir halde yaşıyor. Bir yerde servi boylu olmayı çoktan elinin tersiyle itmiş görünüyor. Evlenip aile oluşturmayı, belki de doğacak o küçük güzel canlıların bu dünyada çekecekleri güçlükleri düşündüğü için, yalnızlığı seçmiş…
Denizin açıklarında yük boşaltmak veya almak için sırasını bekleyen gemiler, bir masalın parçası gibiydiler. Küçük balıkçı tekneleri ise birer birer limana dönüyor. Onların üzerilerinde ise yüzlerce martı, bedava yemek peşinde…
Nesip Bey yanımıza geldiğinde, çay söyledim. Yan bankta sıklıkla komşuluk yaptığım sevgi dolu dev adam içerse ona da söylemek istediğimi ifade ettim. Nesip Bey sorunca; “ Bir çay içeyim” diyerek, o çocuksu haliyle, bir yerde bizi kırmamak için bir kabul ediş içindeydi. Ayaküstü de olsa gibi; birkaç yudum konuştuk. Az önce; bana dua et seslenişini annesine mi yaptığını sorunca: - Annem, yaşlı kadın, dua etmeyi de seviyor, ne yapsın! Diyerek beni doğruladı…
Büyüklerimiz de duaların içinde yaşardı. Korkuları vardı; evrenin bilinmezlikleri üzerine… O saf, o doğal korku, belki de bizim en derin, en gizemli tarafımızı da ortaya çıkarmaz mı? Erivan da yaşadığım polis Mobbingi sonrası kaldığım otelde gece geçmemiş, o saf korkunun huzurunda, çocukluğumdan beri tekrarlamayan duaları hatırlamış, Türkçe ne yakarışlar yapmıştım…
Victor Hugo Deniz İşçileri-Emekçileri eserinde “ Güçsüz olmak bir güçtür.” Sözü karşısında hissiyatımı anlatamam. Uzay bilimi karşısında bilim insanlarının sapan etkisi olarak kullandıkları yöntemler gibi, evrenin büyük yıldızları sanki her derin, nitelikli ve binbir emekle yoğrularak ortaya çıkmış sözcüğün ruhum ve bedenim üzerindeki etkisi; öyle bir çekim kuvveti yaşatıyor bana…
Hugo sözlerine devam ediyor; “ Kavrayamadığımız kader ve doğa ikilisi karşısında, insanın dayanak noktası olarak duaya başvurması güçsüzlüğündendir.
Korku karşısında insan yardım arar, kaygısına karşı destek ister; endişe, diz çökmeyi öğütler.
Ruha özgü muazzam bir güç olan dua gizemle aynı kumaştandır. Dua, karanlığın bağışlayıcılığına yöneliktir; karanlığın gözlerinden bakar gizeme ve bu yakaran bakışların güçlü sabiti, insana Bilinmezlik’in süngü düşürebileceğini hissettirir.”
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder