GANOSLAR: KARANLIĞI YARAN ŞAFAK TÜRKÜSÜ
Ne zaman Ganoslar-Işıklar Dağları tarafına bir gezi kararı alsak, o gece bir başka heyecan yaşıyorum. Nedir Ganosların kendi sırrı derseniz; denizlere, Asya Kıtasına el uzatan, bildik bütün türkülerin, mitlerin, masalların ve gerçeklerin hakkını verecek diyarlar demek isterim.
İç içe geçmiş tepeleri, vadileri, platoları olan, tıpkı masalların başlangıcındaki tekerleme gibi; “ Evvel zaman” içinde kalmamış, zamanları diğer zamanlara sürükleyen yerlerin diyarıdır demek isterim…
Yunus Usta beni almaya geldiğinde sokak lambaları yağmurlardan sonra yaşanan arızalar nedeniyle sık sık kesildikleri gibi yine yanmıyorlar. Karanlık, kapkaranlık bir sokak… Sanırsınız dünyaya küsmüş Sinoplu bir genç, Nevzat Çelik türküsüne bu karanlıkların içinde başlayıp, her bir zaman dilimine sesleniyor;
“Saçlarına yıldız düşmüş/Koparma anne ağlama/ Saçlarına yıldız düşmüş/Koparma anne ağlama”
Öyle çıktık karanlık sokağın içinden, birkaç saat sonra aydınlık olacak Ganoslar diyarına. Muratlı Caddesi esnaflarından çayhane işleten bir kadın, nafakasını aramak için tam da bu saatlerde açmıştı çay kokan, insan kokan mekânını…
Sırasıyla, Altınova, Barboros, Kumbağ derken çam kokuları içinde yükselmeye başladık yolun kavuşma isteklerine adanmış inançları içinde… Her yanı çam ve daha sonra kır kokuları sardı. Sıklıkla aracı durdurup kapıları açıp, karınlığın içinden gelen yaşam kokularını, hissedip dinledik. Bir yel esiyordu; batı rüzgârına çelme takmaya çalışan karayel misali…
Ganoslarla tanışalı çok oldu. Gonoslar öyküsünü ilk kez Yeniköylü Selahattin Ayten’den dinledim. Keçileriyle tepelerden tepelere, kokulardan kokulara süzülüşlerini o zaman öğrendim. Sonra, Yunus Usta ile başlattığımız yolculuklar sinema yapıtları gibi kendi içinde evrim geçirdi. Şafak yürüyüşleri, gündüz kampları ve gece kampı olmak üzere üç ayrı bölüme dönüştü.
Bu etkinlikte, şafak yürüyüşü ile gündüz kampı birleştirmeyi düşündük. Bu düşünceler içinde çıktık, bulutlu geceden güne süzülen şafak karanlığına. Yürüyeceğimiz yere geldik. Batı rüzgârı oynaşırken karayel ile sınayacaktı bizi acemi yürüyüşçüleri, dağcıları sınadıkları gibi.
Giysimin yetersiz olduğunu anlar anlamaz, batı rüzgârına kendimi güldürmemek için hemen rüzgârlığı mı giydim. Beremi kulaklarımın üzerine indirdim. Ve arazi yollarının hayvan patikalarına dönüşmüş izlerinden ilerledik tepelerden tepelere doğru.
Ardıçlar, masal kahramanları gibiydiler; gecenin içinde gece perileri gibi siluetleri belli belirsiz görünüyordu. Ardıç kuşlarına ne kadar teşekkür edilse, minnet duyulsa azdır; bu ağaçların tohumlarını buralara getirip tabiata birer sığınma yeri olarak ektikleri için. Toprağı erozyondan koruması, küçük hayvanlara en sert kış zamanlarında barınak olması eşsiz bir tabiat sevgisi…
Sırasıyla eski çiftçilerden kalma ceviz ağaçların yanından geçtik. Gökyüzü bütün yıldızlarını saklamış, karanlığı daha karanlık yapmıştı. Tepelere çıktıkça yerleşim yerlerinin ışıklarını da gördük. Tekirdağ, Marmaraereğlisi, Silivri’ye kadar ulaşan insan alanları. Marmara Adası, Avşa ve karşı kıyılar da öyle… Gaziköy, Güzelköy, Hoşköy ve 150 yıla yaklaşan ışık kaynağı, denizcilerin dostu Hora Feneri; hepsi karanlığı yaran şafak türküleri gibiydiler…
Her zaman olduğu gibi şafak, usul usul günün içine süzüldü. Gün, ışığın eşsiz büyüsüyle çağırdı Ganoslara ait bütün tepeleri. Öyle bir ışık oyunları vardı ki, usta işi fotoğrafçılar, ressamlar olmalıydı sıklıkla bulutların arasına saklanan güneşin oyunlarını tarihsel bir esere çevirmek için.
Şafak yürüyüşü tamamlandıktan sonra denize yakın, uçurumların ürpertici güzelliklerine yakın bir yere gelip gündüz kampı hazırlıklarını yaptık. Yunus Usta, kamp için bütün hünerleriyle donatılmış, neredeyse doğuştan hünerli bir arkadaşım. Daha önceden geldikleri kamp alanına gidip gerekli malzemeleri taşıdık. İlk önce bizden önce gelmiş doğayı kirletmeyi marifet haline getirmiş İNSANCIKLARIN bıraktıkları pislikleri bir poşete topladık. En çok sigara paketleri, mendil, plastik bardak, su şişesi bırakmışlar, doğa ile iç içe geçtikleri, güya huzur bulmaya geldikleri yere, modern insanın kaba ve kirli elleriyle kirli atıklarını bırakmışlar…
Keçi patikalarından uçurumların denize, denizin adalara ulaştığını izleye izleye yürüdüm. Fotoğraflar çekip, yaşamın içinde hiç de lüks olmayan şeylerin insana ve insanlığa ne kadar yakın olduğunu dinlenme alanlarında bir kez, bin kez daha düşünmeden edemedim.
Keçi patikaları ve uçurumların yukarısındaki yamaçlarda, meşelikler-in, sandal ağaçlarının, ardıçların, pırnallıkların olduğu ağaçların içinde, ayrıcalıklı bir insanın sıradanlığı içinde vakit geçirip kamp alanına geri döndüğümde Yunus Ustanın her şeyi hazırlayıp son aşamaya geldiğine hiç şaşırmayarak şahit oldum.
Sıcak bir çay yudumladık ilk önce. Zeus’un
Olimpos Dağında bulunan koltuğu gibi taşlara oturup, uçsuz bucaksız evrenin
köşeciğinde dağların, ormanların içinde, tam da kalbinde yine onlardan söz
ettik…
Önce bir saz sonra davulların ve sonra kemanların eşliğinde, Nevzat Çelik’in sözleri, Ahmet Kaya’nın ölümsüz yorumuyla şafağın içinden süzülen iki arkadaş, iki insan olarak tekrar türküleri dinledik, türkü tadında;
“ Pir Sultan’ı düşün anne
Şeyh Bedrettin’i
Börklüceyi,
İnsanları düşün anne”
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder