Kaspar Heykeli
Kaynak; İnternet
KASPAR’IN HİKÂYESİ
Kimdir bu Kaspar?
Kızıl saçlı, darmadağın görünüşlü yarı hayvan, yarı insan görünümünde bir
yaratık. Amaç, ne olduğu belirsiz yabanıl yaratığı eğitmek; başına kaka kaka,
vura vura eğitmek…
Peter Handke’nin
Tiyatro oyunudur Kaspar. Zehra İpşiroğlu’nun Dramaturjiden Sahne Çözümlenmesi
eserinde, Modern Bir Oyuna Postmodern Bir Yaklaşım adı altında bizlere
anlattığı sanatsal bir gerçek…
Kaspar, yarı hayvan
yarı insan olan canlı eğitilmeye başlar. Eğitilme sürecinde dünyası giderek daralır.
Yazarın ifadeleriyle, “ sonunda idole dönüşmesi tükenişi simgeler. İnsanın dil
aracılığıyla dil aracılığıyla nasıl güdümlendiğinin de altı çizilir”
İpşiroğlu’nun
çalışmasını söz söz, düşünce düşünce okurken, kendi dünyamızın, kendi yaşam
alanlarımızda ne kadar çok Kaspar’ın olduğunu görmenin içsel ürpertisini
yaşadım. Belli ideolojileri, kalıpları, korkuları dil aracılığıyla daha doğar
doğmaz veren insanların, en sevdiklerine bile farkında olmadan, farkında olarak
ne büyük daralma, acı yaşattıklarını anladım.
Söz gelimi daha yeni
duyduğum, yakın bir dostumun okul ziyareti ve kızı hakkında bilgi aldığı
öğretmeni; her şeyi güzel güzel anlatmış da, sonunda Kaspar sanatına yakışır
bir uyarıyı da yapmayı ihmal etmemiş.
Öğretmenin söz
ettiği kız, daha gençliğin en taze zamanlarında. Çocuk ile kız arasında; bu
geçiş töreninde en çok ilgiyi, alakayı, doğal alkışı hak edeceği zamanlarda; en
büyük korkularla gözlenenlerdir. Bayan öğretmen de ona yüklenen korkuyu,
öğrencisi üzerinde yaşama geçirmiş. Bir ara genç kızın sürdüğü ruj dikkatini
çekmiş. Ne kadar hafif de olsa, okula yakışmaz! Okul, güzel kızların, genç
erkeklerin bütün renklerini bırakıp geleceği yer olmalı! Mümkünse en renksiz ve
en donuk halde…
Genç öğrencisinin
dudağında gördüğü bir parça ruj öğretmeni endişelendirmiş. Ve bu korkulu, puslu
görüntüyü öğrencinin annesine iletmiş. Öyle ya, dikkat edilmezse, kız elden de
gidebilir; hafif bir insana dönüşe bilir? Erkek çocuk da saçlarını uzattıysa,
kulağına küpe taktıysa, sonu ne olacağı belli olmayan yaşam biçimlerine
kayabilir! Bu korkularla yaşama atılan ve yaşam içinde olgunlaşan insanların
beyin hücreleri bir ömür, korkuları silah gibi kullanan dile dönüşür. Her
sözcük, bir kırbaç, bir mermi, cehennem zebanilerini hatırlatan kabus gibi
olur…
Ama hangi oluşum,
hangi kurum, hangi uygar oluşum; o genç kızın niçin ruj sürmek istediğini
anlamaya çalışacak? Genç erkeğin uzun saçlarının, küpesinin öğrenimine,
eğitimine, insanlığa adanacak bir ilim insan oluşuna hiçbir zarar vermeyeceğini
kim sorgulayıp, bu karanlık korkulardan, dili silah gibi kullanan
öğreticilerden arındıracak bizleri…
İpşiroğlu’nun Kaspar
oyununu su yüzüne çıkartma sanatı daha da ileriye taşınıyor;
“ Dilin insanlar
arasında iletişim aracı olmaktan çıkıp bir ezinç ve baskı aracına dönüşmesi,
bireyin sosyalleşme sürecini her türlü bireyselliğin yok edilmesiyle
noktalanması, eğitim olgusunun totaliter boyutu, erkeklerin belirledikleri
kadın kimliğinin giderek bir idole dönüşmesi, bireyselliğin yerini törensel
olanın alması, tükenmişlik, yalnızlık, tutsaklık, çıkmaz ve şiddet…”
Çoğumuz futbol
karşılaşmalarını izlemeye gitmişinizidir. En eli ayağı düzgün insanların soylu
küfürlerinin sporla hiçbir alakası olmadığına şaşırmış, ya uyum gösterip, ya da
bir tiyatro sahnesine bakar gibi bakmaya başladığınızı biliyorum. Bastırılmış,
zorla öğretilmiş sözcüklerin dil aracılığıyla nasıl bir katliama dönüştüğünü
görürken, yabanıl Kaspar’a uygulanan şiddeti de bir parça anlamış oluruz.
Bir tiyatro oyunu
olarak bilinen Kaspar, aslında yaşamın içinden çıkmıştır. Edebiyatçılar; Trakl,
Rilke, Stefan George, Verlaine gibi yazar ve şairler tarafından 160 yıllık
kaybolmuşluğu önlenmiş, ona, insanlığa yardımcı olma onuru, sanatın eliyle
verilmiştir.
Yazar, sözcükler
üzerine yine çok düşündürücü bir tümce kullanır;
“ Sözcüklerin, kavramların içeriğini yitirmesi düşünmenin
tükenişini işaret eder. Bu tükenişle birlikte dil bir idole, bir mite
dönüştürülür.” , “ Medya kültürüyle yoğunlaşmış olan günümüz izleyicisi sürekli
bir imgeler bombardımanı altındadır. Bu da giderek edil genliğe, duyarsızlığa,
daha güçlü bir deyişle duyuların körleşmesine yol açmakta. Bu açıdan tiyatronun
sağladığı estetik yaşantının, düş gücünü ve düşünselliği harekete geçiren ‘duyularla
düşünce’nin bu duyarsızlığa karşı çıkışı dile getirdiğini söyleyebiliriz.”
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder