9 Nisan 2013 Salı

ÇOCUK BAKIŞLAR


Sanırım çocuklarımızı çok seviyoruz. Yapamadıklarımız,
olamadıklarımız için yedek birer bedenler gibi seviyoruz 
onları.



ÇOCUK BAKIŞLAR

  Küçük elleri, kocaman bakışları, ince tenleri, temiz soluklarıyla saflığın sembolüdür çocuklar. Yarınlarımıza adadığımız, onların bugünlerini bir sürü destur ile doldurduğumuz, sevdiğimiz, sevgilimiz, canımız, kanımız, geleceğimiz, namusumuz olan çocuklar…

  Karadır, kahvedir, mavidir, eladır, yeşildir saflığın yüksek erdemin deki çocuk bedenli bakışları. Temizdir, hoş kokuludur, kirli ve pis, hırpani giyimlidir  ama hepsi çocuktur; çocuk sevinçli, çocuk hoş görülüğünde küçük şeylerin büyük sevinçleriyle muhtaçtırlar büyüklerin hakikatten ibaret olan sevgilerine.

  Süleyman Paşa İlköğretim Okulu hafta sonu hazırlığı içinde öğretim gününü sona erdirmekle meşguldü. Doğa Irmağı almak için bende diğer annelerin, babaların, nine ve dedelerin hemen yanında bekliyordum. Büyük koro birazdan İstiklal Marşımızı söyleyecek ve ben yine o kırmızı bayrağa bakarken, çocuk seslerinde büyük bir utanma yaşayacağım; çünkü büyüklerin olduğu hiçbir yerde İstiklal Marşı bu kadar güzel, canlı ve doğru okunamıyor.

  KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK, diye başlayan marşın inanmışlığına akan seslerin büyük gösterisi bütün çevreyi ulvi bir titreme ile sallıyordu. Büyükler, kendi sessizliğinde, imrenerek dinliyorlar çocukların inanmış bedenlerindeki sesin, korkmadan göğe yükselişine. Peki, ama ne oluyor da bu kadar güzel çocuklar, bu kadar hoş ve inanmış çocuklar büyüdükten sonra seslerinden, bakışlarından, inançlarından uzaklaşıyorlar. Ailelerin biricik hayalleri mi? Çocuklarına yükledikleri gelecek düşleri mi? Sonsuza açılan şımartılma hazırcılığı mı? 

 İstiklal Marşın ikinci dizesi yine yüzlerce bedenin aynı anda soluk alıp vermesi, aynı anda inanmasının sesiyle çıktı ortaya;

SÖNMEDEN YURDUMUN ÜSTÜNDE TÜTEN EN SON OCAK

  Bütün çocuklar aynı anda, aynı inanmışlıkla yerden göğe, öne, arkaya, yanlara dağılan seslerin çocuk gücüyle haykırdılar. Saçları, uzundu, kısaydı; siyahtı, sarıydı, kumraldı. Düzdü, kıvırcıktı. Ama hepsi çocuktu… Beslenmişliğin, öğretilere adanmışlığın yüksek erdemiyle çocuktular çocuk olmasına ama suskunluğun, miskinliğin, korkunun aldatmacasına teslim olmuş büyükler gibi sessiz ve heyecansız değillerdi.

 Sonra bir çocuk, yine diğer çocuklarla aynı anda, boşluğun büyük hoşluğu içinde üçüncü dizeye geçtiler;

O BENİM MİLLETİMİN YILDIZIDIR PARLAYACAK
O BENİMDİR, O BENİM MİLLETİMİNDİR ANCAK.

 Bir milletin her şeyidir içlerinden süzülerek ortaya çıkan marşlar. Büyük heyecanı, muhteşem acıları, candan, canandan öte olan hatıralarıdır da… Haykırışları, kahramanlıkları, düştükleri müşkül durumun büyük destanıdır da…

  Büyük bir ülke, genç bir nüfus neredeyse en fakir aile bile içsel inancı ile “biz okumadık, sen oku, sen kurtar kendini” söylemine büyük bir adanmışlık içinde yarınlarım, kederim, ülkem, ulusum dediği çocuklarını okutma peşinde. Görüyorum, harika şımartılmış, muhteşem zekâ ile donatılmış, çocuk bakışlarında büyük filozofları görüyorum. Ama sevinemiyorum, tam manasıyla Doğa Irmağa sarılırken, ülkemin bütün çocuklarına, hatta dünyanın bütün çocuklarına sarılış heyecanını kavrayamıyorum.

 Nedenine gelince düzenli ve gerçekçi çocuk politikalarımızın olmadığıdır. Şehirlere bakın bir kere; sıkışmış, beton ormanına dönmüş şehirlerin yaşam alanlarına bir bakın! Koşmayan, yere yalın ayak basmayan,  toprağı, çiçeği, hayvanların doğal halini görmeyen, bilmeyen, dinlemeyen çocukların yedirilerek, içirilerek, şıklaştırılarak hiçbir yere gelemeyeceği de bellidir. Büyüdükçe özgür olmaya çalışıp da daha da esir olan insanlar görüyorum. Hiçbir fikri olmadıkça, sadece akademik hayatın büyük baskılarına maruz bırakılıyorlar.

 Hadi, bu güzel dünyaların uzun vadeli geleceklerini bir kenara bırakalım! Ya, şiddet görenler; küçük yaşta evlendirilenler, satılanlar, yok sayılanlar, sırtlarına hayatın yükünü alıp da çocuk gülüşlerini, haykırışlarını sonsuza kadar yaşamayanlar ne olacak.

 Uygar bir devletin politikası ilk önce çocuklarından, onların mutlu ve huzurlu büyümelerinden başlayan bir sorumluluk taşımaz mı? İyi beslenmeyen, iyi yetişmeyen çocukları daha sonra belaya, kazaya bulaştıkça kurtarmak mümkün müdür? Bu mümkün olsaydı, çocukların başlarına gelenleri inceleyen, ortaya çıkartan ve bu ortaya çıkan büyük utanmazlığa, ayıba bakacak onurlu yüzler olurdu.

  Ne kadar büyük nutuklar, ne kadar hilebazlık içinde olursak, çocuklarımızı o kadar kaybedeceğiz demektir. Güzel yüzlü, çiçek soluklu çocuklarımız; ümitlerini, hayallerini dışarıya, başka ülkelere yönlendiriyorsa bizim ülkemizde bir şeyler eksiliyor, doğru gitmiyor demektir.

 Onlar, temiz ve yumuşak tenli, onlar pis ve kirli suratlı; onlar, utangaç veya şımarık olabilirler. Çünkü çocuktur onlar. Daha büyüklüğün kurnaz hilebazlığa teslim olmazlar. Ve onlar, inandıkları marşları en temiz inancın gür sesleriyle, bizim gurur ve aynı zamanda sessizliğimize utanmamıza neden olacak kadar çocukturlar…

   Güven Serin


 



2 yorum:

Momentos dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
GÜVEN SERİN dedi ki...


Merhaba Sezer. Haklısın,çok haklısın, bizim olmaktan çıkıyorlar.