26 Temmuz 2024 Cuma

KIRMIZI MİNİBÜSÜN KAHRAMANI

 

İNTERNET

                                           KIRMIZI MİNİBÜSÜN KAHRAMANI

       ( Kral Odisseus-Büyük Yolculuk )

 

    Ördeklidere civarında eski bir tanıdığa rastladım. Oturduğumuz küçük masalar göklere uzanan büyük ağacın dallarıyla, yakıcı güneşten korunuyordu. Oturduğu masadan o bana el kaldırıp gülümseyerek selam verdi. Ben de ona el kaldırarak selam verdim. Bir dakika ya geçti ya geçmedi elinde çay bardağıyla birlikte verdiğim selamı bir davet kabul eden tanıdık, kara yağız beyefendi oturduğum küçük ahşap masaya geldi.

   Yüzündeki heyecanından belliydi anlatacağı çok şey olduğu. İthaka Kralı Odisseus’un on yıl süren Truva Savaşı ve on yıl süren geri dönüş yolculuğundan sonra ülkesi İthake’ye çok sevdiği karısı Penelope’ye dönerken taşıdığı heyecanı anlaşılır bir şeydi. Ya tanıdığın, o kara yağız bey efendinin heyecanı sadece, yeni satın aldığı kırmızı minibüs yüzünden miydi?

   Ben sormadan kırmızı minibüsü satın aldığını. İçini uzun yolculuklar için hazırladığını. Yakında belki aylar, belki de yıllarca sürecek yolculuğa çıkacağını yine ben sormadan anlattı. Siyah bakışlarında, heyecanını anlatan en yüce şey, gözleriyle gülümsemesiydi. Kendinden fazlasıyla emin, bildik insan karakterlerinin en yüksek duruşuna sahip bir ego! Sanırsınız ki İthaka Kralı Odisseus’un koruyucusu tanrıça Athena onu da koruyacak ve kollayacak tüm yolculuğu boyunca…

  Tanıdığın minibüsünde onu mutlu edecek her şey varmış! İçkilerin her çeşidini aldığı gibi, geriye bakmadan, burada bıraktıklarını bir yerde özlemeden, yol ve sezgileri onu nereye getiriyorsa oraya gidecek bir serüvenin içindeydi.

  Fakat konuşmamızda destanlardan, şiirlerden, antik dünyaların o muhteşem zenginliklerinden hiç söz etmedik. Gösterişli minibüsünde olmayan şeylerden birisi de kitaplardı. Kitaplar olmayınca öyküler de olmuyor, destanların kahramanlarından çıkaracağımız o muhteşem yaşamsal dersler de…

   Son yıllarda özellikle yolculuğa, kendilerince destansı yolculuğa çıkan insanları yakından dikkatli gözlerle anlamaya çalışıyorum. Harcadıkları zaman, o büyük yolculuğun destansı tarafı var mı diye, ilgi ve samimiyetle yaklaşıyorum. Görünen o ki, destanı destan yapacak değerlerin en başında edebiyatın o sırlarıyla kaynaşmış olması, şiirsel ve düşsel dille insanların yüreklerine kazınacak cesaret ve maceraları da taşımasıdır…

   Kolay olan her şeyin geride bıraktığı izin çok çabuk silineceği bir yerde toplumsal ve kültürel evrim tarafından sadece ve sadece dönüşüm malzemesi olacağı bellidir. Hiç gitmemekten, dolaşamamaktan, görmeyip gezememekten iyidir düşüncesi ise, çok değerlidir…

  Gösterişli kırmızı minibüsün sahibinin kendini eğlendirecek, ona göre her şeyi vardı. Parası, zekâsı, iradesi ve cesareti… Bol bol her duracağı manzaralı yerde mangal yapacak eti ve içeceği…

  Bir de Homeros gibi bir arkadaşı olsaydı ya! Onun yolculuğunu en azından bir kısmını kaleme alsaydı ve kendi düş gücüyle bir güzel biçimlendirdiyse, ortaya kim bilir hangi zenginliklere sahip bir başka destansı yolculuk çıkardı…

  Ülkemiz, destansı yolculuklara çıkmak için her türlü coğrafya ve destansı uyarlıkların izlerine sahip. Biraz bilgi, birazcık irade ve antik dünyalardaki insanların macera dünyasına yakınlık duyup o şiirsel dile, ölmez insan yaratıcılığına sokulmak yeterli…

   Tekirdağ yalnız kaldıysa, Tekirdağ dünyanın öncüsü bir yana ülkemizin dahi öncüsü olmuyorsa, destanlarına, destansı yolculuklara benzer yolculuk yapan aydınlarına, sanatçılarına samimiyetle sahip çıkma cesareti göstermeyen, kültür ve sanata yarım-yamalak yaklaşan yöneticilerin kısır bakışları, dokunuşları yüzünden yalnız kalmıştır…

  Kırmızı minibüs sahibiyle yaptığımız bir saatlik konuşmada bana pek söz düşmese de, onun çıkmış olduğu yolculuk, nerede bitecek ve Tekirdağ’a ne zaman dönecek bilmiyorum.

Bildiğim bir tek şey varsa, o da gerçekler ile düşlerin dünyasını bir araya getirecek tek şey; bütün sınırları alt eden, kapıları, dilleri, inançları nazikçe ikna eden edebiyat olacaktır…

Güven SERİN 

 

  


25 Temmuz 2024 Perşembe

WATTPAD

 

İNTERNET

                                                    YASAKLAR ÇARE Mİ?

 ( Wattpad Yasaklandı )

    İnsan zihnini bilgiyle eğitemezseniz, gönlüne ve iradesine akacak olayları, deneyimi her kuşağın anlayacağı ve kabul edeceği bir şekilde veremezseniz kendi toplumunuza hiç anlamadan yabancı kalırsınız.

   12 Eylül 1980 darbesi de bir sürü yasakları beraberinde getirmişti. Sonra onları kaldırmak yine o günün siyasetçilerine düşmüş, yasaklanan kitaplar, kasetler, oyunlar, filmler, sanatçılar gün yüzüne çıkınca “Öcü-Canavar-Tehlike” diye tanıttıkları eserlerin anlattıkları, bizlere gösterdikleri gibi olmadığını öğrendik.

  İlk önce sanatçılar, sanatın onlara tanıdığı fırsatlar sayesinde sahnelerden ve şarkılı türkülü kasetlerden dokundular; insanların bedenleriyle birlikte ruhlarını ezen yasaklara…

  Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın Devekuşu Kabare’nin Reklâmlar ve Yasaklar oyunu da böyle, insanımıza birçok şeyin yasaklı zamanlarında, yasaklarla sanat yoluyla dalga geçmek için oynandı.

  Yıl 2024 ve 12 Temmuz günü bir başka yasağın haberini alıyoruz;

 “ Popüler hikâye platformu Wattpad,12 Temmuz tarihli mahkeme kararıyla, Türkiye’de erişime engellendi.”

 Engelleme nedeni henüz açıklanmasa da ortada dolaşan bir sürü sisli, puslu anlatım var. Gençlerin ahlakı adına alınan bir karar olduğunu, bu sitenin denetlenemediğini, denetimden uzak kaldığını ve daha bir sürü şey…

  Bu sitede yıllarca yayın yapıldı. Neredeyse bir kuşak bu sitede yaptığı yayınlarla büyüdü ve gelişti. Ülke gençliğinin eğitimini önemseyenler değerli ve gerekli denetimlerini niçin yapmadılar? En kolay eğitim yolu; yasaklamak mı?

   Korkuyla, zihinlere ve kalplere yansımayan kararlarla yapılacak her türlü yasak, kendi çıkış yolunu oluşturacağı bilinmez mi?

   Bu tür kararları alırken, kendi gençliğimizle kucaklaşmak, onların yeni dünyalarında dönüşümlerine yakın olmak varken, onların yaptığı her şeyden korkarak nereye varacağız? Varsak varsak, eninde sonunda kendi terk edilmiş yalnızlığımıza varırız…

   Bu konuyu sadece küçük bir örnekle anlatmaya çalışacağım. Her şeyi yasaklayan, her şeye karşı duran, kendi öz evladını anlamak yerine korkutarak büyüten ailelerin geleceklerinde kaos-karışıklık olmadı mı? Aynı kandan, candan insanlar birbirinden uzaklaşmadılar mı? Yabancı düşmediler mi?

   “Bizim zamanımızda böyleydi, şöyleydi” sözlerini bırakalım sanat, edebiyat, sosyolojinin kendisi önemseyip bir yerlerde saklasın. Ya bu zamanda, dünyanın değişen, dönüşen teknolojisi, ekonomisi, özgürlük sahalarına göç eden gençlerin iradelerine nasıl yasak koyacaksınız? Önleye biliyor musunuz?

   Şu kara mizahı da söylemeden edemeyeceğim. Kendi ülkesinin gençliğine yasakları koyan insanların, imkânları olduğu zaman, yasakların değil özgürlüklerin daha çok ülkelere karşı duydukları özleme ne demeli? Nasıl bir anlayış ve aldanış öyküsüdür bu öykü?

   Bugün hangi sahaya gidersek gidelim, ister eğitim, isterseniz sağlık alanları büyük çoğunluğunda gençler çalışıyor. Hani sıklıkla eleştirdiğimiz, güvenme sorunu yaşadığımız o güzel yüzlü çocuklar. Onlara işimiz düşünce, nasıl da eğilip bükülüyor, işimizi yapmışlarsa, nasıl da methiyeler düzüyoruz çarçabuk…

 Güven SERİN 


 

 

 

  


23 Temmuz 2024 Salı

PAŞAKÖY'ÜN DÜĞÜNLERİ ve GÜLÜMSEYEN YÜZLERİ

 



         PAŞAKÖY’ÜN DÜĞÜNLERİ ve GÜLÜMSEYEN YÜZLERİ


   Sözünü ettiğim diyar, İpsala, Paşaköy, Yeni Karpuzlu ve Enez, ülkemize ait sınırların bittiği, tabiatın özenerek beslediği; Balkanlar, Meriç ve Ege buluşmasının da coğrafi, tarihsel, tabi istasyonu gibidir.

  Deniz Atlas’ın sünnet düğününe Rahmi Bey ve Cem ile birlikte gittik. Neredeyse 1,5 yüzyıl önce büyük dedelerimizin kök saldığı, büyük göçlerin acılarını, hüzünlerini, yorgun, bitkin beden ve ruhlarını dinlendirmek ve susturmak için geldikleri topraklara…

   En uzak veya en yakın yerlere bile gitmenin seyahat; kültürel bir dönüşüm, manevi bir tatmin olduğunu söylemeden geçmek istemem! Dört kuşağın bir arada toplandığı, önemli bir şenliği birlikte kucakladığı haneye; Ali amcaların her zaman bakımlı olan bahçesine geçtik.

   Ali Serin (Amcam) Sütannem (Melahat Yengem ) birinci kuşak olarak oradaydılar. Misafirleriyle yakından ilgileniyorlardı. İkinci kuşak, Yılmaz Serin ve Ebru Serin oradaydılar, aynı mutlu telaş, Paşaköy’e gelen misafirlerini gülümseyen, gülen yüzlerle ağırlıyorlardı. Üçüncü kuşak, Sercan Serin ve Sevilay Serin, yani sünnet düğünün sahibi Deniz Atlas’ın anne ve babaları da oradaydılar. Dördüncü kuşak, Deniz Atlas gibi; akan zaman, insanın insanlık yolunda yürüyüşü, nereye gelirse gelsin, ne olursa olsun, diğer insanlarla kucaklaşarak, paylaşarak demleneceğinin büyük ve anlamlı gösterisi içinde olduk…

   Doğmuşluğun bin bir hatırı ve hatırası vardır. Hemen arkada ki büyük bahçe ve içindeki yaşlı dut ağacı; bildiklerini, duyduklarını, dinlediklerini unutmuş görünüyordu. Yemek yediğimiz, Paşaköy insanlarıyla selamlaşıp tokalaştığımız yerin doğusu Ahmet amcaların bahçesini, evini ve sıklıkla çocuk kredileri içinde çaldığımız ekşi ayvaları tuzlu yediğimiz yer… Ön, güney tarafında ise Hüseyin amcaların evi ve bahçesi bulunuyor. Şimdi üç amcama daha; Süleyman, İsmail ve Mehmet Serin’e yuva olan, eve gelirken kestirme olarak geçtiğimiz patikaların ve hatıraların bulunduğu borçlu olduğum güzel haneler…

   Neredeyse bütün gün, bütün gece bahçesinde onlarca çocuğun gürültüsünü, geçmişi çocuk, insan, komşu, akraba sevgisi ve deneyimiyle dolu olmayan hiç kimse kaldıramaz. Bizler öyle özgür, öyle şenlik ve oyun kültürü içinde dev bin evrenin çok önemli bölgesinde kışın ince teneke sobaların tüttüğü, karların dev çukurlara saklanıp yaz ayları içinde dondurma üretimi için harika bir tada dönüştüğü yerde yeşerdik…

   Kocayol,Paşaköy’ün kalbi gibidir.Çeşmelerin,kuyuların aktığı,insanların kalpten akan temiz kanla beslenmesi gibi her türlü beslendiği bir yolun sessiz ve temiz haliyle karşıladı bizi.Rahmi Bey’e ; “ İşte bu yol,bizim bütün öykümüze şahitlik eden yer” derken,aynı zamanda o çocukluğun büyüsü bozulacak diye fazla konuşmadım.

  Yanımızda Paşaköy ismine ayrıcalık katan arkadaşım Şerif Bilir, Cem ve Rahmi Bey, yıllardır yapılan düğünlerin olduğu alana doğru ilerliyoruz. Geçtiğim, yürüdüğüm sokaklar tam manasıyla hatıraların bahçeleri ve insan sesleriyle, duruş ve gülümsemeleriyle dopdolu görünüyor. Şenleniyor ruhum ile birlikte kim bilir kaç yıldır taşıdığım bedenim…

   Köy Meydanı hangi misafirim gelse en çok övündüğüm, kasaba meydanlarına denk bir yer. Rahmi Bey’e gururla anlatıyorum, bu meydanın esnaflarını, insanlarını, kıraathanelerini, nereden gelip nereye; usulca gittiklerini…

  Düğün alanı, bir köy için yapılan en anlamlı, huzurlu, ışıklı yerlerden birisi. Paşaköy’ün onuru ve eserlerin olan, okul binalarının, okul bahçelerinin, öğretmen evlerinin kenarından geçerek geldiğimiz yer. Oradalar, neredeyse yarısı için yabancı sayıldığım Paşaköy genç insanları. Bakımlı, oldukça iyi giyinmesini, gülümsemesini bilen Paşaköy genç kızları da orada; Deniz Atlas’ın mutlu gecesinde eğleniyorlardı.

  Tıpkı yıllar öncesi gibi girdiğim her kahvehane ve uzanan “Hoş geldin” elleri, Paşaköy insanları için Orta Asya, Kafkas, Anadolu, Rumeli diyarları olan, çok ötelerden taşıdıkları, kalplerinden hiç ayırmadıkları gülümseme ve el uzatma töreni gibiydiler…

   Teşekkürler Paşaköy’ün değerli insanları; teşekkürler, her şeye rağmen gülümsemeyi unutmayıp, hoş geldin ellerini uzattığınız, sofralarınıza buyur etme kültürünü yaşattığınız için; TEŞEKKÜRLER…

Güven SERİN 




22 Temmuz 2024 Pazartesi

ÖLÜ CANLAR

 


                                             ÖLÜ CANLAR

  ( Merhaba Gençler ve De Her Zaman Genç Kalanlar )

    Edebiyatın Dünya Klasikleri olarak bilinen yapıtlarından birisi de Nikolay Vasiyeviç Gogol’un yazmış olduğu Ölü Canlar eseridir. Cem Karaca’nın meşhur bir seslenişi vardır;

“ Merhaba gençler ve de her zaman genç kalanlar.” Bu sesleniş de nereden çıktı diyeceksiniz? Hiçbir yerden çıkmadı. Sadece kendisini ruhsal, psikolojik, kültürel, sosyal açıdan enerjik ve yaşama karşı sorumlu hissedenlere seslenmeden önce Cem Karaca’yı da Gogol ile birlikte anmak istedim…

  Gogol bu eserini yazarken sadece Rus halkına değil dünya insanlarına, insanlığa da seslenmiş midir bilinmez! Ama şöyle der yaşadığı topluma;

“ Ben bu kitabın ilk bölümünde Rus halkının kötü yönlerini göstermeye çalıştım. Kolay yoldan para kazanmaya çalışan, kötü niyetli insanları okura göstermek istedim!” gerçekçi söylemi de sonsuza kadar yapma hüneri gösterir…

  Seslendiği, eserini bıraktığı topluluk Rus halkı gibi görünse de şimdi; tüm dünyaya ait bir miras… Eskimeyeceği, hep güncel kalacağı bellidir. Kitabın kahramanı Çiçikov, ailesinin sürekli onu; “ Kendini kurtar da nasıl kurtarırsan kurtar!” felsefesiyle büyütmüş, o seslenişlerin altında ezildikten sonra kendini kurtarmak için kılıktan kılığa girip, zengin sınıflar arasında yaşamının son anlarını belki zengin olarak geçirme ümitleriyle kendine bile ters düşen karakteriyle ün salmış birisidir.

   Yaptığı şey, o günün Rus çiftliklerinde tam olarak insan bile sayılmayan, karın tokluğuna çalışan işçileri, ölmüş olanları satın almaya çalışmak. Her beş yılda bir çiftliklerde işçi sayımı yapıldığı için, yaşam koşulları ağır olması nedeniyle çalışanların çoğu ölüyor, yıllarca kayıtlardan silinmedikleri için canlıymış gibi görünüyordu.

   Çiçikov’un biricik hilesi de budur. Ölmüş olan işçileri satın alıp çok işçisi varmış gibi devletten kredi alıp, sosyetenin içinde lüks hayat geçirmek…

    Çünkü çocukluğunda onu yetiştiren ailesi, Rusya’ya yayılan anlayış, algı da böyle bir şey; yaşam tarzı olan insanları istiyordu. Zenginsen; muhakkak bir şeyler-dolaplar çevirmiş, kısa yoldan kazanmış, yolunu bulmuş insandır…

   Klasikler niçin tüm zamanlar güncel kalıyor? Gogol bu kitabı yazdığından bu yana onlarca yıl geçti. O günün imparatorlukları yok artık. Güya demokrasi ile yönetilen ülkeler ver çevremizde! Değişen çok şey olmuş mudur Rusya ve komşu ülkelerde yaşayan insanlar adına?

   Bu eserler ağır ağır, sindire sindire okunduğunda değişen bir şeyin olmadığını bugünün güzel ülkesi olan kendi ülkemizde de yaşananlardan anlayabiliriz.

   Sağlık sorunu olan insanlarımızın randevu çileleri, uzayan bürokrasi kuyrukları, en temel ihtiyaçları karşılamak için canla başla, neredeyse kapı kapı dolaşan insanlarımız; sanki tarihin Ölü Canlar sayfasına ait zamanlardan sıyrılıp da bu zaman akıp gelmiş gibi…

  Gücü eline geçirenler iyi niyetli dilekleriyle bir yere gelmedikleri gibi insanlarımızın 21.yüzyılın birinci çeyreği içinde bir şehirden diğerine gitme sorunu yaşadıkları bir ülkenin yol ve köprüleriyle övünmesi de ayrı bir Ölü Canlar öyküsü olabilecek gibi…

   Türküdeki gibi; yağ ve şeker var, un var… Yollarımız, köprülerimiz, hastanelerimiz, hapishanelerimiz, adliye saraylarımız var; çok şükür!

   Neler eksik kalıyor acaba? Çoğalan birçok şeyimiz var; köprüler, havaalanları, yolar gibi… Ama azalanların yanında, insanlarımızın birbirinden kaçar hale gelip gelir düzeyleri arasında uçurumlar oluşmuşken, neleri eksik bırakıyoruz?

   Yoksa yaşar görünürken, tıpkı kahramanımız Çiçikov gibi kendimizi kurtaralım derken, toplumsal sorumluluklarımızı, demokrasiye olan bağlılığımızı mı unuttuk?

   Yine de moral olsun diye Cem Karaca’nın seslenişiyle bitirmek isterim:

—Merhaba gençler ve de her zaman genç kalanlar…  

Güven SERİN  

  


19 Temmuz 2024 Cuma

ABLA METAFORU

 

İNTERNET

                                              ABLA METAFORU

  Bizim milletimizden başka milletlerde da var mıdır bu tür seslenişler acaba? Önüne gelene “Abla”, “ Amca”, “Dayı” hatta “ Anne”, “Baba” (…)

  Sanıyorum Küçük Asya-Anadolu kültürü, derinliği, bin bir çeşit milletle yoğrulup ekilip biçilmesi ve tekrar tekrar pişerek Anka Kuşu gibi yaşama dönmesi; seslenişlerdeki zihinsel becerileri, hitap biçimlerinde sosyolojik, ticari terimleri de farklı biçimlerde yeryüzüne, insanların iç içe olduğu yaşamsal alanlara taşıyor.

  Kumbağ’a doğru içinde on kişinin olduğu yolcuyla birlikte, denizi gören tepelerden geçen yolda, açık camlardan esen rüzgârın üfürmesiyle serinlemeye muhtaç halde, gidiyorduk. Kumbağ girişinde, özellikle yazlıkçıların olduğu sitelerin başladığı yerlerde 55–60 yaşlarında kadın yolcu minibüs şoförüne tatlı mı tatlı, sıcak mı sıcak bir dille:

—Ablaam, beni şurada indirir misin, diyerek seslendi. Yetmedi, inmek istediği yerde duran şoföre, bir teşekkür niyetine; “ İyi günler” dilese de genç şoförün umurunda bile olmadı.

   “Ablam” seslenişini-metaforunu-eğretileme özellikle yaptığını, bu tür iletişim denemelerinde büyük çoğunluk karlı çıktığını kim bilir kaç kez sınamıştır. Bizim toplumumuzda da simgesel haline gelmiş, değer seslenişler gibi oturmuş, kabul görmüş olsa da galiba yeni nesille birlikte süresini doldurup; sonsuza kadar kaybolmuş sözcükler mezarlığına gidecektir.

  Abla, abi, dayı, amca, yenge, teyze, hala, baba, anne; hepsinin gerçek karşılıkları, toplumları oluşturan insanlar arası muhteşem derece etkili akrabalık ilişki ve rütbelerini belirleyen kavramlardır.

   Bu kavramları, ustaca kullananların büyük çoğunluğu ticari ve sosyolojik karların peşinde koştukları bellidir. Pazaryerlerinde pazarcıların kendilerinden çok küçük, hatta genç kızlara; “ Buyur ablacığım” diye seslenişinin elle tutulur yanı ne kadar vardır bilinmez! Bilinen şey değerli ve yoğrulmak, göç etmekten bıkmamış toplumda, hak edilen kavramların hakkını, bu kadim milletin değerli kültürlerine yakışır şekilde yapmamamız… Ne acı bir kayıp…

   Gerçek annemize; “ Anneciğim”  gerçek babamıza; “ Babacığım” ,halamıza “Halacığım”, teyzemize; “ Teyzeciğim” diye seslenmek varken, hiçbir akrabalık derecesi olmayanlara “Baba, anne, teyze, abla” diye seslenerek, GÜYA onurlandırıyoruz…

   Ya Bülent Ersoy’un seslendirdiği şarkıyı dinleyen dil bilimcileri, sosyologlar nasıl bir tuhaf duygu içine düşmüştürler kim bilir?

 

“Sıkı sıkı sarıl bana

  Ablan kurban olsun sana

  Sıkı sıkı sarıl bana

  Ablan kurban olsun sana

  Sıkı sıkı sarıl bana”

   Sanırsınız Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil şiirindeki o muhteşem felsefe hâkim olmuş dünyamıza;

 “Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

  Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

  O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

  Derken karanfil elden ele”

  Yahu, bir kadına, bir genç kıza; “ Hanımefendi” diye seslenmek varken; bu kıvrak, oynak metaforlara-eğretileme ihtiyaç var mı? Minibüsten inen bol makyajlı ve bakımlı hanımefendi; “ Beyefendi şurada inmek istiyorum” derse, daha harika, içten ve dürüst bir sesleniş olmaz mı?

  Cumhuriyet, Mustafa Kemal ATATÜRK; Beyefendiliği, Hanımefendiliği boşu boşuna mı öğretmeye, göstermeye çalıştı: -Sevgili beyefendiler, hanımefendiler?

 Güven  SERİN 

   

  

 

  


17 Temmuz 2024 Çarşamba

SCHOPENAUHUR'UN ELLERİ

 

İNTERNET

                                              SCHOPENHAUR’UN ELLERİ

( Çapkınların Sınırsız Düşleri )

  Goethe’nin de etkilendiği filozofların başında Schopenhaur gelir. Karamsar filozof olarak bilinir. İlerleyen yaşamında kadınlara ciddi mesafeler koyan bir yerde onlara karşı cephe açan bir filozof…

  Davul bile dengi dengine çalar, atasözünden yola çıkarsak, denk olmayan ilişkilere, bu ilişkilere ömrünü adamış düşleri hiçbir zaman sona ermeyen beyefendilere kadar uzanabiliriz.

   Yelken Kulüp’te karşılaşıp aynı masayı paylaştığımız tanıdıkların içinde sınırsız düşleri olanlar da vardı. Sınırsız düşlere sahip bu tanıdık, yaş-baş hesabı yapmadan yaşamı, moda deyimle pozitif bir şekilde devam ettiriyor. Kendi kendine yeten, birçok yeteneği, uğraşı hüneri olsa da can sıkıları, bazen gölgelerle kavgası bitmeyen insanların öncüsü olabilecek kadar da belirgin bir karaktere sahip.

  Özellikle dikkat ediyorum, üzüm üzüme baka baka kararıyor muyuz diye düşünmeden edemiyorum. Sürekli aynı gruplar, aynı insanlar, aynı arkadaşlarla zaman geçiren insanların sohbetlerinde de aynılık, bayatlık ve can sıkkınlığı göze çarpıyor.

  Yelken Kulüp masasında başrol konumundaki tanıdık lafı döndürüp dolaştırıp genç evliliklere, genç sevgililere getiriyor. Gençliğe duyduğu merakı anlıyor, çoğu zaman tebessüm ederek geçiştiriyoruz. Dedik ya davul bile dengi dengine çalmak ister, öyle yakışır diye. Öyleyse bu felsefemizi biraz daha açalım ve örneklerle destekleyelim.

   Bir dahi olan Arthur Schopenhaur da genç kadınlara merak sarmış, böyle genç bir sevgiliyle Venedik kanallarında gondolla gezerken, sevgilisine yanlarındaki meyve sepetinden bir salkım üzüm vermiş. Genç kadın üzümü almış fakat yememiş. Gizlice suya bırakmış. Bunu gören Schopenhaur genç kadının yaşlı ellerinde tiksindiğini düşünmesine neden olmuş. Acaba bu tür başarısız ilişkiler sonucu mu kadınları hor görmeye, onları küçümsemeye başladı? Düşünmeden edemiyorum.

   Bu dahi filozofu başka nedenlerden terk eden annesi yazar Johanna da oğlunu terk etmiş, terk ederken tarihsel seslenişini yapmıştır:

“Çekilmez ve kasvetli bir insansın. Kendini beğenmişliğin bütün iyi niteliklerini gölgeliyor. Başka insanlarda kusur bulma eğilimini önleyememe de bu nitelikleri işi yaramaz hale getiriyor.”

   Ne kadar çok hünerleriniz, zenginliğiniz, rütbeleriniz, ün ve şanınız olursa olsun, kültürel, sosyal, vicdani, tarihsel dengeleri önemsemeyen bir yapımız varsa, tıpkı filozofun insanlığa seslenişinde, belki de kendi kusurlarını, yaşam deneyimini de eleyerek ortaya çıkarttığı felsefesinde gizlidir:

—İnsan, istemenin kuyusuna düşer. Ve o kuyu her zaman acıları da beraberinde getirir.

   Schopenhaur insanın acılarından, dertlerinden, sıkıntılarından kurtulmak için tek çözüm olarak ; “İstemeyi susturmak! Yani istenci bastırmak” felsefesini öne sürer.

   Yelken Kulüp içerisinde suya yakın masanın akşam serinliğinde istemesini susturmamış gruba Çorlu’dan katılan tanıdıkların tek derdi; “Genç bir sevgili, ilişki” olurken, filozofun ellerinden iğrenip de verdiği üzümü bile yemeyen genç kadını anlatmayı çok isterdim. Ama anlatamam…

   Belli yaşa gelmiş ve yetmiş yıllık zamanın oluşturduğu karakteri üzerine sımsıkı örtmüş bir insana kimse yardım edemez; kendinden başka…

   Her şey bir yana, arkadaşlarımızla, dostlarımızla yeni şeyler, yapaylıktan, ezberden uzak konulardan konuşamıyorsak; sadece, vay canına: Sıkıntılı hallerimize, demeyi borç biliyorum…

 Güven SERİN 

  


13 Temmuz 2024 Cumartesi

YORGO VUPURİDİS

 

İNTERNET

                       YORGO VAPURİDİS: TAVERNALAR KRALI

  “Ben bin yıllık Türküm; şarkılarımda Türk Sanat Müziği sazları kullanmanın onurunu yaşadım!” diyen sanatçı Yorgo Vapuridis’e eşlik eden Türk Sanat Müziği saz sanatçılarını, o değerli isimleri tek tek anmak istiyorum;

 Polat Tezel, İsmail Şençalar, Kadri Şençalar, Metin Bükey, Tevfik Okşar, Ramazan Ulaş, Sezgin Sezer, Kemal Gürses, Seyfi Ulaş, İsmail Filiz, Şadi Gümüştekin, Önder Keskinkılıç, Volkan Başaran, Kemal Dükey, İskender Paydaş, Kemalettin Akbaş…

  Bu ülkede, ne kadar çok değerli, yetenekli ve ülke sevdalısı insanlar yaşadı ve yaşıyor? Böyle büyük değerlerin, müzik, kültürel yaşama kattıkları zenginliğin karşısında şaşırmamak mümkün değil…

   Günümüzün kısır dünyasını, bencil ve muazzam ego kaleleriyle çevrili yaşam tarzları karşısında; müzik yaşamı da, kültürel, sosyal yaşamlar da büyük yıkıma uğradığı, uğrayacağı görünen acı gerçeklerdendir.

  Anadolu, Rumeli ve Orta Asya’dan süzülmüş anıların, kültürel birikimlerin birlikteliğiyle neler doğmuş, neler oluşmuş ve neleri kaybetmişiz, araştırmaları yapılsa, ruhlarımızın ağlaması aylarca dinmez diye düşünenlerdenim.

   Binlerce yıl, deneyim sonucunda gün yüzüne çıkan, insanı insanlığın neşesiyle kucaklayan musiki tınıları, besteleri, sanatçıları ve yaşamın kendisini hafifletmek için yine insanın sosyal hünerleriyle ortaya çıkan gece-eğlence yaşamı, kim bilir kaç milyon insanın elleri acıyana kadar alkışladığı, günün ve günlerin korkunç yüklerini, kirlerini o müzikal bahçelerinde bıraktıkları, ülkesini her fırsatta terk eden gençliğe anlatılmalı ve aktarılmalıdır…

  “Ben bin yıllık Türküm; burada doğdum, burada öleceğim. Burada kazandım burada harcıyorum” diyen Yorgo’nun varlığını bir tesadüf sayesinde öğrenmemi; yine yetişmeyen kültürel yaşamın, bitmeyen cehaletin sızısı içinde anlattığımı vurgulamak isterim.

  Bu büyük medeniyetler diyarını ister insanlarının kabiliyetleri veya antik dünyalardan kalan antik şehirlerimizin görüntüleri, destansı yaşam öyküleriyle anlatmayı başarabilseydik; sinemamız, tiyatromuz, operamız, üniversitelerimiz, mahcup ama öfkeli, cesur ama korkak insanlarımız; kısacası herkes elinden gelenin en iyisin yapmış olsaydı, vize alınmadan her ülkenin ağırlayacağı insanların, milletlerin başında gelirdik.

  Biz bu diyarların sahibi, bizler bu diyarların koruyucusu, kollayıcısı, diyemedik! Antik şehirlerimiz gibi müzik insanlarımız da hep yarım kaldılar, yarım bırakıldılar. Onların sonsuza ait öykülerini tamamlamak için kurum ve insan kültürünü yaygın, istikrarlı hale getiremedik…

  Yorgo VAPURİDİS, bu toprakların yetiştirdiği, bu toprakların esin perileriyle coşku, hüner verdiği, bu kabiliyeti en saygın, sağlam ve kararlı halde, yücelten, taşıyan ve aktaran bütün değerlerimizin öncüsü gibi; sadece birkaç yazı, birkaç fotoğraf, video ile değil, onlarca bölümden oluşan belgeseller, sinema sanatlarıyla da onurlandırılmalı, sahip çıkılmalıdır.

  Kış uykusu hayvanların en güzel icatlarından birisidir. Evrim denen muhteşem dokunuş, yaşamın içinde kalmak isteyen, yaşama sımsıkı sarılan canlıları, yiyecek sıkıntısı çektikleri vakit bu uykuyu; kış uykusunu icat etmelerine neden olmuş.

   Kış uykusu ne kadar sürer derseniz; bahara kadar derim. Ya, bu kadim milletin, ülkenin kış uykusu ne zaman biter? Sadece barınma, üreme ve mülkiyet edinme sınırları içinde; sadece kin, nefret, mahcubiyet, masumiyet halleriyle gerçekleşen duruşlarımız; yarım kalmış öyküleri tamamlamaya, bu ülkenin fedakâr, hünerli değerlerini anlayıp sahiplenmeye yeter mi?

 Güven SERİN 

  

 

 


9 Temmuz 2024 Salı

İDEALLERİ YARIM KALAN İNSANLAR

 


                                    İDEALLERİ YARIM KALAN İNSANLAR

  Sürekli yenilenen, değişen, şekillenen, belki de tekrar eden öykülerin içinde bir dünyalı olarak yazmanın, yazı sanatıyla kördüğüm sanılan yazgıların, boğuşmasını yapmanın, bende bıraktığı izleri hiçbir sözcükle anlatamam…

  Yas tutmak nasıl bir şey? Kan bağları, yüce dostluk, komşuluk, arkadaşlık diyalogları ve hatıraları olmadan da birisini sevmek: -Nasıl bir şey?

  4 Temmuz 2024 günü ulusal basınında şöyle haber çıktı; “ Bakırköy’de eski bakan Fehmi Adak’ın kardeşi eski hâkim ve avukatlık yapan Nedim Adak evinde ölü bulundu.”

   Nedim Adak için sadece “ Bir tanıdık!” diyebilirim! Öyle sanıyordum… Belki de çok erken yaşta kaybettiğimiz babama benzetmiştim onun yüreğinle konuşma biçimini. Belki de sürekli horlanan, hırpalanan insanlığın temiz yüzü olarak görmüştüm…

  Mutlu olabileceğim bir günde, bu haberi duyar duymaz başka âlemlerin içine girmedim; sanki düştüm… Bu hissiyatı tam olarak ne sakinleştirir, çare bulur diye dert etmeden; başımı, ruhumla birlikte öne eğdim…

   Çalışkan öğrenci sayılıp da öğretmenin seni tahtaya kaldırınca soruyu yapamadığında, arkadaşlarınla göz göze, yüz yüze gelirsiniz ya: -Yer yarılsa da yerin yedi kat dibine insem dersiniz! Öyle demesem de, Ganoslar Dağlarına çıkıp günlerce yürüsem ancak gelebilirdim kendime. Aç susuz, midem guruldarken ruhumun, irademin doyuma ulaşmasını bekleme içinde nasıl bir dönüşüm yaşardım acaba?

  İdealleri peşinde koşup da yarım kalan insanlar için ağlamak istedim… Tıpkı dağların antik yollarında yürümek istediğim gibi. Ağlamak, sadece ağlamak; hiçbir karşılık beklemeden… Ama gelin görün ki ağlayamadım… İnsanın içine ağlaması ne acayip bir şey… Ne büyük bir yük…

  O an düşündüm, yarım kalan idealleri olan milyonlarca dünyalının kaçınılmaz döngünün içinde dönüşüme çağrıldıklarını. Öğretmeleri, doktorları, avukatları, hâkimleri, işçileri, esnafları, iş insanlarını, bilim insanlarını ve daha nicelerini…

  Şu işi bitirmeden, şu sonucu görmeden “İnşallah ölmem” deyip de o sonucu, o işi bir türlü bitiremeden, göremeden giden milyonlarca insan için ölüm denen şey ne büyük hafiflik… Ne büyük kurtuluş…

  Kadim diyarlardan atalarımıza bırakılmış mirasların en değerlileri atasözleridir. Özellikle büyük dertleri veya acıları olan insanların ardından demezler miydi; “ Kurtuldu… Artık dertleri ve acıları yok oldu…” İnançların çoğunda bu dünyanın “ Yalan” olduğu, bu harika ve çok değerli sahnenin anlamsızlığı üzerine on binlerce yorum, düşünce, öykü saklıyken, günlük ihtiyaçların albenisi ve büyüsüne ne kadar çok tutunmuş, sarılmışız belli değil…

İdealleri yarım kalan insanların ardından onlarca, yüzlerce yazı yazdım. Ömrüm yettiğince yazacağım da bellidir.”Her ölüm erken ölümdür Atilla Öğretmen” gibi daha nice yayımlanan yazılar için ağlamak istemiş, ağlayamamış sadece çare diye bir yazı, bir dua not düşmüştüm o özgür ruhların ardından…

  Ne zor şey; “ Ayıp sayılan ağlamanın” içinde düğüm düğüm olmak? Korkunç ayıpları normal kabul eder, yok sayarak; sadece insanlığın geçmişinden süzülecek olan yaşlardan utanmak…

 Güven SERİN