KIŞKIRTMA…
--------------
Bu sözcüğün temize
çıkması, kendini savunması çok zor gibi görünüyor. Her daim, kötülüğe yazgılı
gibi…
Sözcüğe can ve akıl verilse,
kendini “hadi savun” denilse; kimleri seçerdi? Elbette, yazarları, şairleri,
filozofları seçerdi. Ancak, onlar kurtarırdı onu düştüğü bu büyük kâbustan…
Oysa edebiyatın kadim
elleri dokunmaya görsün; nasıl da sımsıcak sarar insanı; kışkırtmanın dişil
çağrısı. Yine eyleme dönüktür; kötücül olmayana… Tuzak kurmayana… Ahenk,
tonlama bütünlüğü içinde, şiire, anlatıma; köyden kente, kentten ovalara,
dağlara, bayırlara heveslendirmeye yöneliktir.
Edebi dünyanın iz
bırakanları düşündüğünüzde, en kötücül sahneleri yaşayan Veysel’i düşünün!
Onun kışkırtılması, terk edilmişliğe duyulan öfke değil; bilakis; Uzun İnce Bir
Yolun sonsuza açılan kapılarına dönüktür. Kör oluşu, kara bir baht değil; Kara
Toprağın hayat sunuşuna, büyük bir anlayış gösteriştir.
Ya Borges? Körlüğü
kalkan olarak kullanmış, kışkırtmanın içe dönük hastalığı değil, ailesinden-genlerinin
ona taşıdığı bu geçişi, kaderin kaçınılmazlığı, yazgının bir lütufu gibi kabul
etmiş…
Okuyamamanın, görememenin
belli bir yararı olduğunu, okumayınca zamanın başka biçimde akışına tanıklık
ettiğini anlatmaya çalışmıştır
Onu anlatanlar;
körlüğün onu, bitişe, sona hazırlayan bir kışkırtma değil, tam aksine koruyucu
bir kalkan, şaşırtıcı belleğinin daha bir ortaya çıkışı olduğunu izah ederler.
Cemil Meriç’in
körlüğü de böyledir; körlük, pes etmeye yazgılı bir kışkırtma değil, dinlemeye,
anlatmaya ve dersler vermeye geçiş; yaşamın ikinci bölümü veya yepyeni bir
anlamı gibi, edebi dünyamızın içinde yer almasına hak kazanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder