Kamera; Güven Salt Galata-Rabıh Mroue
RABİH! RABİH!
Bir kadın sesleniyor
savaşın, iç kargaşanın devam ettiği yanık, yıkık yerin hemen yakınında,
erkeğini arıyor;
Rabih! Rabih! Diye…
Lübnanlı sanatçı
Rabıh Mroue’nin çalışmasındaki bu iki kelimelik sesleniş, dinlediğimden beri
kulaklarımda, beynimin içinde; bana, yıkıntıların arasında kaybolmuş ruhuma
sesleniyor;
Güven! Güven! …
Bu etkileniş, bu
çalışma 1990 yılında sona eren Lübnan iç savaşını anlatsa da, bitmeyen kendi
savaşlarımızda her gün azar azar ölümler yaşasak da, özellikle bu sesleniş
niçin etkili oldu?
Şimdi burada bu
büyük insanlık hikayesinin çok küçük bir bölümünü, sanat deryasından, kendi iç
dünyası ile dış dünyası arasında harmanlama yapan, çıkan ürünü tüm insanlığa
sunan sanatçının çalışmalarından bir çeşni aktarıyorum:
“ Yerel gazetelerde kayıp kişi olarak çıkmış fotoğraflarımı
topluyorum. Bunu neden yaptığımı çok iyi olarak bilmiyordum, ama bir kişinin
nasıl kaybola bileceği sorusu ilgimi çekmişti; özellikle de Lübnan gibi
herkesin birbirini tanıdığı, itirafçı, toplulukçu kabile gibi olduğu söylenen
küçük bir ülkede.
Burada-veya herhangi
bir ülkede-kontrol ve otorite ne kadar iyi oturtulursa oturtulsun, insanların
içinde kaybolduğu çatlaklar ve yarıklar her zaman var; kaçarlar, kurtulurlar,
yok olurlar ve bazen de suç işlerler arkalarında hiçbir iz bırakmadan.
Bana öyle geliyor
ki, Lübnan vatandaşları olarak bireyselliğimizi kazanmak için, kaçırılma,
ortadan kaybolma, cinayet ya da şehitlik gibi ağır bedeller ödüyoruz. Ve
açıkçası, BUNUN BİLE YETERLİ OLDUĞUNA EMİN DEĞİLİM.”
Bu sesleniş, bu
çalışma içimde bir başka ben olurken bu toprakların da Lübnan topraklarına
benzetilmeye çalışıldığını, tarihimizin hangi dönemine bakarsak bakalım, şanlı
ölümlerin, öldürmelerin, cinayetlerin nasıl da bir yol bulunup politikacıların
soylu açıklamalarıyla sıradanlaş-tığına tanıklık ediyoruz.
Sabahattin Ali’nin
nasıl ve niçin öldürüldüğünü bilmeyen, bilmek istemeyen, her gün kutsallıktan
söz eden insanların, kendini insan-bir şey sananların, söz konusu kendi
kıçlarını kurtarmak olduğunda Nazım Hikmetten şiirler okuyarak, vatan, hürriyet
aşkını yüceltirken Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mithat Paşa’dan söz edip
heykellerini dikerken, onların yaşamlarını, yaşam haklarını-süreçlerini,
onların sonlarını ve son nefeslerini bilmek istemeyiz…
Sanatçı Rabih! Rabih! Diye seslenirken, kendi kayboluşunu,
diğer kaybolan, yok olan, yok edilmiş canlıların ruhlarına adamışken yakın
zamanın ölümleriyle bir kez daha yerle bir olan iş kazası sınıfına sokulan SOMA
faciası, diğer ölümlere çare olacak adaletle, hakla, vicdanla yine
kutsanmadığı, anlaşılmadığı ve anlatılamayacağı ortada duruyor.
Bu ses, bu sesleniş
kim bilir ne kadar yankılanacak beden duvarlarımda; Rabih! Rabih! Sanırım,
yankılanmakta haklı, onu bırakmayan, kayıt altına alan bedenim, diğer seslerle
buluşup kendi tesellisini buluyor almalı. Bir yanda Sivas vahşeti ve o vahşetin
zarif kurbanları, onların yakınları sesleniyor;
Nesimi! Nesimi! Asım! Asım! Metin! Metin! Muhlis! Muhlis!
Behçet! Behçet! Edibe! Edibe!
Bir yanda çok yakın
zamanın seslenişleri; ülkede kimsenin beklemediği insan seli, gençlik
haykırışı, ilahi bir sesin hak arayıcıları gibi çıkmışlardı meydanlara. Gazla,
coplarla, mermilerle insanları yutan yarıklara gömüldüler. Kimileri kör oldu,
kimileri ise ölümle öldürüldüler. Ve onlara seslenenlerin, viran adaletin,
yıkık siyasetin korku kokan mekanlarında onları arayan insanların sesleri bir
aylardan beri tekrar ediyor o genç isimleri;
Abdullah! Abdullah! Ethem! Ethem! Mehmet! Mehmet! Mustafa! Mustafa! Ali İsmail!
Ali İsmail!
İşte bu yüzden o iki
sözcük ruhlarımızın derinlerindeki çanları çalıyor; bu yüzden davet ediyorlar
bizi savaşların kötülüğüne sahip çıkıldığı kadar iyiliğinin de olduğunu
anlatmaya. İyiliği nedir diyecek olursanız; insanlığın derine çekilen
vicdanını, adalet arayışını tekrar yüzeye çıkarmak için sanatçı gibi onlardan,
vahşetin efendilerinden özür dilemeliyiz;
Onları üzdüğümüz
için. Daha fazla çalmalarına, meydan okumalarına, doğayı ve insanlığı
katletmelerine izin vermediğimiz için. İnsan denen canlının en olmadık yerde
uyanıp ayağa kalkıp iyiliğin savaşını verdiği için de o maskeli efendilerden
özür dilemeliyiz. Onları yanılttığımız için. Aklın, sanatın, felsefenin,
evrenin, doğanın, insanlığın barışını savunduğumuz için özür dilemeliyiz…
Bir yanda sanatçıyı
arayan bir genç kadın sesleniyor; Rabih! Rabih! Diğer yanda bir anne, baba
sesleniyor; Ali İsmail! Ali İsmail!
2 yorum:
Sizin yazılarınız hep etkiler beni ama bu bir başka.
İnsanlığın doğruya, adalete ve güzele evrilmesi için ne bedeller ödeniyor ödenmesine de; o sözünü ettiğiniz efendilerdeki vicdan kaynaklarının kuruluğundan mıdır nedir, hiç bir sesleniş hatta haykırış amacına ulaşamıyor.
Teşekkür ederim... Evet,bu başka bir hissedişin yazılımı; sözcükler daha bir süzüldü, daha bir zorladı bedeni...
Sanatçıların sanatlarıyla hüzünlü ruhlara,yorgun bedenlere bir soluk, bir can suyu vermeye çalışmaları ürpertiyor beni.
Yorum Gönder