14 Temmuz 2014 Pazartesi

AT ve TAVŞAN (KIŞ UYKUSU)


Kamera; Güven  Marmara Adası


Kamera; Güven   Marmara Adası-Saraylar

Yüzleşme, dut ağacı ve meyvesi ile yüzleşme buna denir;
neredeyse parmağım kadar dutlar, cazibeli duruş içinde
davetkar bir gösteri yapıyordu. Hazır dolaşıyorum, susamış,
acıkmışım birkaç tane yiyeyim dedim; asıldım, asıldım,
asıldım; dal kırıldı dut kopmadı; kopmadı ama bana
bir güzel oyun da oynadı, süzülen kan kırmızı su; bileğimden 
koluma; işte bu manzara çıktı ortaya.



Kamera; Güven Marmara Adası-Saraylar
Mermerin ana vatanı... Güzel Sanatlar öğrencileri,
kendi iç  dünyaları, öğretileriyle burada 
yüzleşip, bu güzel şeyleri buralara dikmişler.

AT ve TAVŞAN (KIŞ UYKUSU)

  Bir hayvanı kendi doğasında görmediğiniz zaman tam olarak anlayamazsınız. Onun yaşam hakkı için nasıl bir mücadele verdiğini, mevsimleri döngünün en görkemli töreniymiş gibi kabul edip her türlü zorluğa uyum sağlayıp görkemli bir gösteri yaptığını bilemezsiniz.

 Anadolu da yaşayan vahşi atlar için de, hemen hemen her yerde bulunan yaban tavşanları içinde aynı şeyi söyleyebiliriz. Her ikisi de yaşamlarını en keskin doğa şartlarına rağmen uyum içerisinde yaşarlar;  hiçbir şikâyet, istek, arzu belirtmeden, soylu lanetler yağdırmadan…

 Tavşanların şansı biraz daha fazladır. Yuvalarını yeraltına yaparlar; toprağın o muhteşem koruyuculuğuna güvenirler, en sert kış fırtınalarından, soğuklarından korunmak için. Yine de yaşamın vazgeçilmezi vardır; yaşamak için yiyecek bulmak. O yüzden tavşanlar da yiyeceği bulmak için, en görkemli kış zamanlarında bile dışarı çıkarlar; hoplayarak; önce iki ayağını öne atıp, sonra arka ayaklarını yay gibi kullanarak yiyecek ararlar.

 Kış Uykusu filmi aynı zamanda diyalogların da gösterimi; yüzleşmenin, insan bedenine yaslanmış, şırınga edilmiş, dayatılmış kalıpların da büyük yapıtı. Sineme bu yüzden önemli; harcanan emek, yapılan yatırım, on yıllarca verilmek istenen eğitimin vereceklerini birden başınızdan aşağı döker.

  Bu filmin karakterleri insanı, yani bizleri olduğu gibi anlatıyor. En doğal haliymiş gibi, iç dünyamızın örümceklerini temizlemeden, kilerlerin loş, serin bir de ekşi fare idrarı kokan kapılarını sonuna kadar açıyor. Eşsiz manzarası, doğanın insanlığa büyük bir armağanı olan Kapadokya nice filme, diziye ev sahipliği yaptığı gibi Kış Uykusu Filmine de harika bir ev sahipliği yapmış.

 Kapadokya’yı anlamak için tabiatı anlamak gerekir. O güzel, sıra dışı şekillerin meydana gelişini Erciyes Dağına bakarak teşekkür edebiliriz. Sonra, yağmurlara ve rüzgara… Günümüzden iki bin yıl önceki insanların bu sıra dışı taşları, tavşanın hayatta kalabilmek için nasıl yeri eşeleyip, yontup kendi sarayını inşa ettiyse, insanların da taşları, yontup, eşeleyip inanılmaz saraylar inşa ettikleri bu yerler; insan aklının, zorluklarla nasıl da beslendiğini, bir başka döneme masalımsı bir şeyler bıraktığını da gösteriyor.

 Bu film iyi bir şarap gibi fıçısında, mahzeninde durdukça daha güzelleşecek. Bu şarabı içkiden öte içenler; hatta yudumlayanlar, insan ruhunun, tabiat ve yaşam şartlarıyla nasıl bir döngü içine girdiğini de yudumlayıp, kendilerini prangalardan kurtarmaya çalışacaklardır. Olsun, sadece debelenmek bile yeter, kurtuluş ümitlerini, kurtulma çabalarını anlatmak adına…

  Bu filmin görünmez kahramanları, belki da insanın alt katmanlarını zorlayacak en önemli anlar diyaloglar görünse de çok önemli iki oyuncu daha var; yakalanıp ehlileştirilen bir at ve beyaz karların yorgan gibi yeri kapladığı kış günü, nafaka ararken film başkarakteri tarafından vurulan tavşan…

 Bu iki sahne, bana sorarsanız en can alıcı sahneler… Birçok insanın kendini kandırıp, kafesine soktuğu kuşlar için söylediği bir şey vardır; “ burada ne güzel rahat yaşıyor. Tabiatta olsaydı çoktan ölürdü!” Birçok insanın çocuğuna büyük bir jest gibi gittiği hayvanat bahçeleri de böyle hüzünlerin büyük insanlık gösterisini yaparlar; ayıların, kurtların, zebraların, atların insanlığa gösterildikleri alanlar otuz kırk metre kareyi geçmez. Hâlbuki bu hayvanların doğal yaşam alanları yüzlerce kilo metre alanı kaplar.

 Filmdeki ehlileştirilen at ta öyle bir özgürlüğün içinden geliyor; Anadolu bozkırlarında bütün sevdikleriyle vadilerden, tepelere, yaylalara, bozkırlara koşarak yaşarlar. Her türlü yaşam mücadelesiyle baş etmeyi bilirler; insan hariç…

 Filmde yakalanıp en iyi şartlarda bakılan at, belki yaban hayatından daha iyi koşullarda görünse bile, bu hayat kendi doğal hayatı değildir. Sıkılıyordur, bir çıkış arıyordur. En iyi besin, en iyi iltifat, onun bozkırlarında onu bekliyordur. Tıpkı, filmin diğer önemli kadın karakteri Nihal gibi…

 Bu filmi, Nihal’i; yani kendi karşımızdaki, yakınımızdaki kadınları anlamak için aynı zamanda yakalanan vahşi atı ve onun sonrası özgürlük ile buluşma anını da beyninize iyi kazıyın derim…

 Tavşan ise çok kısa bir an, beyaz karların üzerinde yiyecek yerken görüntülenir; işte o an, filmin başkarakteri tarafından kurşunla vurulur. Göğsünden aldığı iki kurşun yarası onu boylu boyunca yere uzatır. Birkaç nefes, solunum, yaşam savaşından sonra ölür.

Aslında bu ölüm, katı alışkanlıkların, katı öğretilerin; “ her şeyi yapıyorum, yediğin önünde, yemediğin ardında” diyenlerin de kendi ölümlerini simgeler; burada, bu filmi büyük cesaretle, gözlerini bile kırpmadan izleyecek kişi ve kişiler; tavşanın ölümüyle, kendi katı alışkanlıklarımızın, kültür diye etrafı aydınlatırken onları nasıl yok ettiğimizin fark ediş vicdanının da ölümü olacaktır…

  Biliyorum; zor bir yüzleşme…


 Güven Serin 




Hiç yorum yok: