1 Nisan 2014 Salı

EBEDİYEN BİR DAHA


Kamera; Güven   Galata-İstanbul

Etrafa yayılan tınılar,çello ile dans eden genç,
yaşam sahnesine katkı veren çocuklar ve kız;
taş yapının yüz binlerce kez tanıklığını yaptığı canlı
manzaraları...

EBEDİYEN BİR DAHA!

  Böyle seslenir acıları ruhunda ve bedeninde taşıyan Alman filozof; “ Evet, bir kere daha! Ebediyen bir daha! “

 Onu çok iyi tahlil eden Stefen Zweig ebediyete adanmış, her devir hakikati arayanlara ışık tutacak filozofu irdelemeye devam eder;

 “ On yıllık acısının sonunda, canlılığın en derin noktasına ulaşmıştır. Sinirleri yüzünden paramparça olduğu, yıprandığı düşünülür, umutsuz bir depresyon içinde kötümser bir kendini kurban ediş yüzünden perişan olduğu sanılır. O anda Nietzsche’nin zihinsel tutumunda, o şimşek gibi aniden çıkan, gerçek anlamda yaratıcı, dönüşlerden biri, onun zihinsel tarihini böylesine dramatik ve heyecan verici hale getiren o kendini tanıma ve kendini kurtarmalardan biri gerçekleşir. Aşağıda ona mezar kazan hastalığı bir hamlede tutup yukarı çeker ve onu kalbine bastırır; tümüyle esrarengiz bir andır bu, eserin tam orta yerinde, Nietzsche’nin hastalığını keşfettiği, hayatta olmasına hayret ettiği sırada, en derin depresyon dönemlerinde, hayatın en acılı anlarında verimliliğinin azalmak yerine arttığını, bu acıların, bu yoksullukların onun için ‘esasa’ hayatın o kutsal, onun için tek kutsal esasına dahil olduğu içten bir inançla ilan ettiği o şaşkınlık içinde gerçekleşir.”

  Büyük uluslar, şairlerine, filozoflarına, yazarlarına çok şeyler borçludur; insanlığın var oluş ve bu var oluşu gerçek kılan yaşam faaliyetini, anlamlı bir tarife, kararlı bir yürüyüşe öncülük yapan onlardır.

 Alman Ulusu o yüzden büyüktür; o yüzden yok oluş aşamasından, tekrar doğuş, yükseliş aşamasına geçip, dünya halklarına ibretsel derecede örnek olacak, dahiler, çılgınlar çıkartmıştır.

 Nietzsche’de böyle bir dahidir. En sıra dışı, en acılı ve yalnız zamanlarda bile, zihni ardık bedenine acımamaya, acısını paylaşmamaya başladığı andan itibaren ilk kez hayatını yeni bir görüş açısından, hastalığını daha derin bir anlam penceresinden görür.

 Tıpkı, Türk Ulusunun, bu vatana gönül vermiş her bir vatandaşın yüzyıllardır destanlar, fıkralar, ağıtlar ile aktardığı acılardan beslendiği ve onlarla yaşama kararı verdiği gibi Nietzsche, en ağır durumda bile haykırışına, sözcüklerden meydana gelen o büyük eserlere kalbindeki bütün sevgiyi, bilgiyi, mayalanmış sentezi üflemiştir.

 O artık hayatın savunucusudur, hem de fanatik olarak; yaşamın, hakikatlerin biricik savunucusu… İnsan var oluşunda her şeyi sevdiği için, acılarına da Zerdüşt gibi kahramanca ‘evet’ der.

 Bir kere daha! Ebediyen bir d aha! Diye bağırır. Sadece bir tanımadan ibaret olan şey bilgiye, bilgi şükrana dönüşür. Hayatın bir alışkanlık değil, yenilenme olduğunu hastalığına borçlu olduğunu bilir ve böyle açıklar;

 “ Hayatı adeta yeni keşfediyorum, tabii kendimi de”

 Gezi bilinci de bu şekilde doğdu. Dayatılan kısır yaşam biçimleri, saldırgan bir ekonomik zenginlik, adına şehir denen kocaman köyleri, milyonlarca insanı bir araya getirdi. Evrenin sıkışması gibi sıkıştılar ve iyice olgunlaştıktan sonra acıya-acılara dayanıklı hale geldiler. Tıpkı o büyük Alman filozofu gibi, kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, çocuğuyla haykırdılar gaz sıkan demir yığınlarına, ruhları alınmış, dondurulmuş diğer canlara;

“ Bir kere daha! Ebediyen bir daha!” Kırmızılı genç kadın, tazyikli suya, besili, güçlü bedenleriyle gaz sıkan kendi ulusuna gaz sıkanlara, bu bilinçle, dimdik durdu. Ve ölüme yürüyen o genç çocuklar, gözleri çıkan, başı yarılanlar; hiçbir pişmanlık duymadan, hakikatin o sevdalı bilincine erişmişliği ile bir kez olsun pişmanlık duymadan, sunak taşına yattılar; her bir damla kanın, aynı zamanda, tekrarlanan yaşamın değil, yeni bir dönemin başlangıcı olduğunun bilincinde olarak…


  Güven Serin  

Hiç yorum yok: