BİR YUDUM SOHBET, BİR ÖMÜR HATIRA: PAŞAKÖY
Bir akşamüstü doğduğum topraklarda, İpsala Paşaköy’deyim. Yanımda kıymetli dostum Rahmi Bey ile köy sınırlarında ilerlerken, sağ tarafımızda uzanan yemyeşil çeltik tarlaları adeta bir umut denizi gibi dalgalanıyordu. Bu yeşillik, çiftçilerimizin aylardır döktüğü alın terinin ve emeğin en canlı şahidi. Daha nice meşakkatli günün ardından soframıza pirinç olarak gelecek o kutsal emeği selamlıyorum içimden.
Köyüm, Paşaköy, kendi tenhalığına çekilmiş, sakin bir gün sonu yaşıyordu. İşi olanlar tarlaların yolunu tutmuş, köyün gençleri ise birçoğumuz gibi nasiplerini, geleceklerini başka diyarlarda aramaya gitmişlerdi. Bu gidişlerin geride bıraktığı boşluk, en çok annemin bahçesindeki kayası ağacında hissediliyordu. Belki mevsimin en bereketli zamanlarını yaşayan ağacın dalları “ gelin de yiyin” derecesine meyvelerle doluydu. Olgunlaşan, ballanan kayasılar sahiplerini bulamayınca toprağa düşün çürümeye yüz tutmuştu. Tıpkı Ali amcamların o muazzam bereket gibi, bu ağaçlar da onları çocukken afiyetle yiyecek evlatlarını, torunlarını büyük bir hasretle bekler gibiydi.
Bu duyguyla on dakikalığına da olsa Ali amcamlara ( Ali SERİN ) sütanneme ( Melahat SERİN ) uğradım. Ağacın altında, belki güne, belki de upuzun bir geçmişe dalıp gitmiş bir halde huzur içinde dinleniyorlardı. O sarılmamızda hangi zamanların, hangi anıların biriktiğini kim bilebilir? İşte, o anda, çocukluk arkadaşım, dostluğun ve vefanın nişanesi Şerif BİLİR çıkageldi.
Şerif, Rahmi Bey ve ben; üçümüz birlikte köy yollarını vurduk kendimizi. Ara yollar, koca yol derken, bir zamanlar her sokağın insanla, çocuk kahkahasıyla taşan Paşaköy’ün şimdi sessizleşmiş sokaklarından süzülerek köy meydanına ulaştık. İsmail Selvi’nin işlettiği kahvehanenin önüne geldiğimizde, günün yorgunluğunu atmak ve birkaç yudum sohbetle hayata can katmak isteyen tanıdık yüzlerle karşılaştık.
Masamızda kimler yoktu ki? Amcam Ahmet SERİN, amcaoğlu Yılmaz SERİN, can dostum Şerif BİLİR, Mehmet AVCI, Rahmi Bey ve ben. Masamıza bir bir uğrayan “Hoş geldiniz” diyen Paşaköy’ün güler yüzlü insanları, yaşanan bu anı törene dönüştürdüler. Osman GÜLAY, Hüseyin ERGİN, Şecattin CAN, Hasan KAYA, İsmail BİLİR, Ali Osman KALKAN, Mehmet BAYTAK, Çağlar DURAN… Doğduğum toprakların bana her daim en büyük armağanı olan bu marifetli, sıcakkanlı insanların o kısacak hal-hatır sormaları, bir “cansuyu” gibiydi.
Paşaköy’ün boşalan sokaklarına inat, insanların yüreğinde biriktirdiği o bitmeyen sevgi ve hoşgörü, bu toprakların en büyük zenginliği olmaya devam ediyor. Tıpkı dallarında evlatlarını bekleyen kayası ağaçları gibi, Paşaköy’de vefalı insanlarıyla her zaman bir misafirini, bir “Bizden olanı” kucaklamaya hazır bekliyor…
Bu diyar, sıradan bir yer değil; Balkanların gölgesinde, Meriç nehrinin Yunanistan sınırını çizdiği, tarihin ve coğrafyanın kucaklaştığı topraklardadır. Buradaki insanlar, Balkanlardan esen rüzgârların fısıltılarını duyarlar.
Eğer bir gün yolunuz düşer de Balkanlar’dan esen rüzgârın, Meriç’in ve bu kadim toprakların fısıltılarını duymak isterseniz… Yunanistan’a, Ege’nin serin sularına, Enez’e veya Gala Gölü Milli Parkı’na doğru yol alırken, rotanızı bir anlığına Paşaköy meydanına çevirin.
Hayatın o bildik koşturmacısını, zamanla yarışı ve tüm endişelerinizi nazikçe bir kenara bırakın. Köy kahvesinde demli bir çay için ve en önemlisi, o masalarda oturan güler yüzlü insanların sohbetine kulak verin. O sohbetin her yudumu, size bu toprakların neden hala bu kadar bereketli ve bu insanların neden bu kadar vefalı olduğunu anlatacaktır.
İşte o zaman, Paşaköy’ün asıl “ cansuyu” nun ne olduğunu bizzat hissedeceksiniz.
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder