DOĞAYLA BÜTÜNLEŞEN BİR HAYAT:
ŞEFİK CAN KARDEŞ’İN ESERİ
Hüzün, bazen şehrin üzerine bir sis gibi çöker. O gün, şehrimizde tam da böyle bir gündü. Kalemini ve kelamını sevdiğimiz yazar ve şairimiz Aytaç Oy’u son yolculuğuna uğurlamıştık. Yeni Şehir Mezarlığı’nın toprağına bir dostu, bir değeri emanet etmenin ağırlığı omuzlarımızdaydı. Dönüş yolunda, Hayrullah İşgören ile birlikte şehrin ritmine doğru ilerlerken, içimizdeki boşluk yol boyunca bize eşlik ediyordu.
İşte o anda, Hayrullah İşgören, Hayrabolu yolu üzerindeki bir dosttan, Şefik Can Kardeş’ten bahsetti. “ Gel uğrayalım çiftliğine. Hem hüznümüzü bir parça dağıtırız.” Dedi. Bu teklif o anki ruh halimiz için can simidi gibiydi. Kabul ettim.
Kısa bir süre sonra kendimizi, doğanın kalbinde gizlenmiş bir huzur vahası gibi duran bir çiftliğin kapısında bulduk. Bizi karşılayan manzara, az önceki matem havasını bir anda dağıtmaya yetti. Şefik Can Kardeş ve Hayrullah İşgören’in kucaklaşması, yıllanmış bir dostluğun ne denli samimi ve güçlü olabileceğinin canlı bir kanıtıydı. Bu içten karşılama, ruhumuza işleyen bir teselli oldu.
İlk gözüme çarpan, ustalık eseri ahşap bir bina oldu. İçerisi temizleniyor, bakım yapılıyordu. Her yer dağınık görünse de, oraya ; “ Burası bir etnografya müzesi” dedirtecek haldeydi. Bu yapı zamana meydan okuyan bir zarafetle ayakta duruyordu. Kapının girişinde duvarda asılı duran pano ise adeta bu yerin felsefesini özetliyordu: “ Çiftçi, Şefik Can Kardeş’in Yazıhanesi” .Ne bir unvan, ne bir paye; sadece toprağa ve emeğe adanmış bir kimliğin ilanı… Şefik Bey ve yeğeninin misafirperverliği, insanın insana duyduğu en saf haliyle karşımızdaydı.
Fakat bu mekânın asıl büyüsü, kavak ağaçların rüzgârdaki uğultusuyla başlayan mistik atmosferinde saklıydı. Etrafı gezdikçe, o devasa sırra vakıf oldum: Dört tane kavak ağacı… Gövdeleriyle toprağa kök salmış, gökyüzüne uzanan kollarıyla adeta birer dua gibi duran dört ulu can. O an, o ağaçların sadece birer bitki olmadığını hissettim. Onlar, asırlarına tanıklık eden, insanlığa “ Bizi yaşatın. Biz doğanın en görkemli canlarıyız. Bizi koruyun.” Diye fısıldayan birer abideydi.
Bu dört kavak, birbirine omuz vermiş dört bilge gibiydi. Ve tam ortalarında, onların kalbine yerleştirilmiş ahşap bir ağaç ev… Hangi ustanın elinden çıktığı bilinmez ama bu yapı, ağaçların bir parçası olmuş, onlarla birlikte nefes alan bir sanat eseriydi. Şefik Can Kardeş’in belki de yaşama sevincini borçlu olduğu o sığınak, doğayla insan arasında en estetik en saygılı birlikteliği sergiliyordu.
Çiftlikten ayrılırken, günün başlangıcındaki o ağır hüzünden eser kalmamıştı. Evet, bir dostu, Aytaç Oy gibi değerli bir kalemi toprağa vermiştik. Ama dönüş yolunda, anıt ağaçlar gibi toprağına ve gökyüzüne sıkı sıkıya sarılmış bir başka dostu, Şefik Can Kardeş’i tanımanın o yüksek erdemiyle doluydum.
Hayrullah İşgören’e teşekkür ederek şehrin o günkü ritmine döndüğümüzde anladım ki; hayat, bazen en hüzünlü anlarda bile karşınıza yeni kapılar açar. Bazen bir şair susar; ama ulu bir ağaç konuşmaya başlar. Bazen bir dost gider, ama bir başkasının dostluğu size yeniden yaşama gücü verir. O gün biz, toprağın aldığını, yine topraktan ve onun sadık bekçilerinden teselli bularak geri aldık.
O gün, şehrin yasını yaşarken, dört anıt ağacın fısıltılarını da duymak, bilmek; yaşamın ne kadar eşsiz, dayanıklı, inatçı, zarif ve çeşitli olduğunu öğrenmek: Çok değerli bir deneyimdi…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder