SUSKUN ANITLAR: YUKARIKILIÇLI MEZARLIĞI
Yukarıkılıçlı Köyü-Mahalle ziyaretimiz eski ve yeni mezarlığı gezdikten sonra tamamlandı. Güneş doruktaydı. Çamların ve kırların diyarı, neredeyse gözünüzle görebileceğiniz ufuk çizgilerine kadar uzanıyordu.
Güneyde görünen Ganoslar, suskun mezar taşlarına benziyorlardı. Şairin, Yunus Emre’nin dizelerindeki gibi:
—Yalancı dünyaya konup göçenler
—Ne söylerler ne bir haber
verirler
—Üzerinde türlü otlar
bitenler
—Ne söylerler ne haber
verirler
Bir yazı insanı, bir düşünür her şeyden beslenir. Kaderinden, doğadan, köyünden, kasabasından, şehrinden, meydanlardan, parklardan ama en çok; sanatın özü haline gelmiş dizelerden. Bu dizeler, tıpkı suskun anıtlar gibidir; onları biçimlendiren eller, parmaklar ve zihinler yok olmuş ama onlar varlıklarını zamana karşı direnmelerini devam ettiriyorlar. Böyledir sanatın halleri; hemşirenin elinde pansuman bezi, doktorun reçetesinde bir ilaç, yağmurları bekleyen aç bir toprağın yeşermesi; buluşmaların tesadüfü ve ilahi neşeleridir…
Yunus Usta, zamana karşı direnen sessiz anıtların fotoğrafını çektikten sonra oradan ayrılamadığımı görünce, çektiğim fotoğraflara yansıyan manzarayı ona da gösterince, tam olarak hatırlamadığı ama biraz zorlanınca Yunus Emre’nin anıta dönüşmüş şiirinden birkaç dize söyledi:
—Kiminin başında biter ağaçlar
—Kiminin başında sararır
otlar
—Kimi masum kimi güzel
yiğitler
—Ne söylerler ne haber
verirler
O an, suskun anıtların zamanın içinde dile geldiğini sandığım bir an… Kuzey yönüne doğru baktığımda mavi bir gök, Yukarıkılıçlı tarlaları, ormanlarıyla birleşmiş gibiydi. Yer ve gök aynı yerde; uçsuz maviliğin kır kokularında, zaman sayacını yok saymış, insanı arayan insana bir sofra kurmuşlardı. Kekik, buğday, yasemin, hanımeli, zeytin çiçeği, çam, toprak kokan bir sofra…
Bir kez daha anladım ki böle hissiyatları gezen, gören ve irdeleyen her canlı; bir değil, bin kez yaşayacaktır. Evrimsel bir dönüşüm, yaşama ait bir öykünün doğum anları böyle oluyordu; koşulsuzluğun doğaçlama hallerinde, izahı zor şahitliklerde…
Zaman birbirinden kopmuş gibiydi. Hangi zamana ait olduğunu bilmeyen bir gezginin duruşu içinde... Bir anlığına, içinde bulunduğum zamanın dışına çıktığımı biliyordum. Birçok antik dünyayı gezerken, antik yolların yürüyüşleri içinde olduğum anlarda ki gibi… Sanki çok ötelerden bu zamana bir anı, bir tanıdık yüz, ses var: Issız viran sandığın capcanlı antik diyarlarda…
Eski mezar taşlarının üzerine yazılan bütün öyküler silinmiş. Neyi anlatıyordu silinmiş bu taşlar? Silinmiş, unutulmuş yaşamları mı? Çam ağaçlarının gölgelerinde toprağın içindeki sırlar neleri gizliyordu?
Bir avuç fısıltı, geçmişten gelen bir esinti yalayıp gitti kırların kokularının etrafa dağılıp gitmeleri gibi…
Susmuşlardı hep birlikte, bir tek amaçları var
görünüyordu; toprağın yeryüzünü tekrar tekrar var eden parçası olmak. Dönüşümün
sonsuz tekrarı içinde susarak yenilenmek, silkelenmek…
Bu derin sessizlik, hayatın-yaşamın kırılganlığını anlatmıyor muydu? Korkunç girdaplara benzeyen insan isteklerinin ne kadar çabuk son bulduğunu da fısıldamıyor muydu?
Büyük ibret aynasına baka baka, henüz diri olmanın diliyle konuşa konuşa tekrar Çanakçı Avşar yoluna koyulduk; geride uçsuz bucaksız öykülerin olduğu sessiz dünyaları, başka gezginlerin gözlerine ve zihinlerine bırakarak…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder