GÜCÜN DEĞİL, DİSİPLİNİN HİKÂYESİ: YAVUZ SAL
Parmak hesabı yapsam, Yavuz Sal’ı kırk iki,
belki kırk üç yıldır tanıyorum. Aynı lisede, üç yıl boyunca aynı sınıfı paylaştık.
Zaman bazı insanları sadece yaşlandırır; bazılarını ise olgunlaştırır,
derinleştirir. Yavuz Sal, o ikinci gruptandır.
“Yavuz Sal kimdir?” deseler, hiç düşünmeden
şu cümleyi kurarım:
“ Disiplinli bir sporcu, bir insandır.”
Lise yıllarında karate sporuna merak sarmıştı.
Ama bu, gelip geçici bir heves değildi. Okul biter bitmez, adeta koşarcasına
antrenmana gider, sporun hakkını vermeye çalışırdı. Ardından tekvandoya gönül verdi.
O gün bugündür bu yolculuk, sıradan bir spor serüveni olmaktan çoktan çıktı.
Yavuz Sal bugün sadece bir sporcu değil;
yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, öğrencilerinin bir kısmı hoca olarak yaşama
kazandırılmış,”hocalar hocası” unvanını çoktan hak etmiş bir emek insanıdır.
Okul yıllarından aklımda kalan en önemli
özelliklerinden biri şuydu: Karateyle uğraştığı dönemlerde bile sporu asla bir
gösteri aracı olarak görmedi. Gücünü sergilemek, insan korkutmak ya da üstünlük
kurmak için kullanmadı. Onun için spor; önce ruhu eğitmek, sonra da bedeni
güçlendirmekti.
Tekvando ile birlikte, belki de atalarımızın
yüzyıllar boyunca yoğurduğu o yüksek disiplin anlayışını hayatının merkezine koydu.
Kendisi için de öğrencileri için de temel ilke hep aynı oldu:
“Bu spor, önce disiplindir.”
Yıllardır Yavuz’la baş başa, uzun bir sohbet
etmenin özlemini çekiyordum. Ta ki güneşli bir Tekirdağ gününün şanslı bir
anına kadar…
Onu, lise yıllarında okula gidip geldiğimiz
Hükümet Caddesi üzerinde gördüm. Dayanamadım, bir Nasreddin Hoca fıkrasını
sahiplenerek seslendim:
“Yavuz, senin için çok
geziyor diyorlar! Ben de onlara ‘gezseydi bana da atölyeye uğrardı’ dedim.”
Gülümsedi.
Buluşmak üzere sözleştik.
Ben yoluma devam ettim. Önce Halil Sever
Usta’ya uğradım. Kısa ama bir o kadar değerli bir sohbetli birlikte ısmarladığı
Türk kahvesini içtim. Ardından da Eski Sanayi dükkânlarında atölyesi olan Sedat
Dursun Usta’ya uğradım. Tavlada bir güzel yenildikten sonra sahilin yolunu tuttum.
Yavuz, sahilde bir bankta oturuyordu. Vagon Kafe’de olacağımı söyledim.
Yarım saat sonra geldi.
Ve iki arkadaş; geçmişle geleceğin tam ortasında,
şimdiki zamanda buluştuk. Sohbetimiz ilerledikçe anladım ki tekvando, dışarıdan
bakıldığında sadece tekme ve savunma sporu gibi görünse de özünde çok daha
derin felsefe barındırıyor. Selam vermekle başlıyor her şey. Rakibe değil, önce
kendine saygı öğretiyor. Sabırsızlığı törpülüyor, öfkeyi dizginliyor; bedeni
güçlendirirken zihni de terbiye ediyor.
Yavuz Sal’ın öğrencilerine ilk öğrettiği şey
sadece teknikle olmadı. Ne yüksek tekmeler, ne hızlı hamleler… Önce duruşu anlattı.
Salona girişteki selamı, hocaya ve arkadaşına gösterilen saygıyı, kaybedince susmayı,
kazanınca kibirlenmemeyi… Çünkü tekvando, insanı ringde değil, hayatta ayakta
tutmayı amaçlar.
Bugün Yavuz Sal hâla spor hocalığı yapıyor.
Tekvandonun verdiği o sağlam disiplinle; hem öğrenmeye hem de öğretmeye devam
ediyor.
Bu yazı, bir dostluğu anmak için yazıldı. Bir
spor insanını onurlandırmak için yazıldı. Ama en çok da; gücün değil,
disiplinin bir hayatı nasıl şekillendirdiğini hatırlatmak için…
İyi ki varsın Yavuz SAL.
İyi ki aynı sınıfı, aynı
yılları ve aynı dostluğu paylaşmışız.
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder