ŞİFA KAPISINDAKİ ÇÖPLÜK: BEDENLERİMİZ ve BAHÇELERİMİZ NEDEN SAHİPSİZ?
Hastane koridorları,modern
toplumun MR’ını çeken acımasız birer teşhis odası gibidir.Birkaç saatlik bir
gözlem,sadece bireysel hastalıkları değil,toplumsal rahatsızlıklarımızın da
bütün çıplaklığını gözler önüne serer.Geçen gün Üniversite Araştırma
Hastanesi’nin farklı salonlarında gezinirken,bu teşhisin ne kadar net ve acı
olduğunu bir kez daha gördüm.
Bir yanda, sürekli kusma sancısı çeken esmer adamın başında pervane olan iki Anadolu kadını… Onların bitip tükenmeyen şefkati, adeta bir vatan müdafaası gibiydi; insana dair umudun son kaleleriydi onlar. Az ileride, doktordan yeni çıkmış yaşlı babalarına takılan evlatlar: “Baba, doktor stres yapmışsın dedi, niye stres yapıyorsun?” Babalarının cevabı ise modern dünyanın trajedisiydi: “Oğlum ne stresi olacak?” Stresin ne olduğunu dahi bilmeyen, belki de hissettiği ağırlığı isimlendiremeyen bir nesil… Kızmaya, küsmeye, üzülmeye bu kadar çok sebep varken, stresi reddeden bu babaya çocukları gerçekten inanıyor muydu acaba?
Bu karmaşanın ortasında, Şarköy’den gelmiş bir aile, adeta başka bir zamandan ve coğrafyadan ışık sızdırıyordu. Anne, baba ve yetişkin kızları… Yüzlerinde, hayatlarının büyük bölümünü rüzgârla, toprakla ve huzurla geçirmiş olmanın dinginliği vardı. Birbirlerinin sözünü kesmeden, faydalı şeylerden, balıklardan, denizin bereketinden söz ediyorlardı. Onlar, o kalabalık içindeki sağlıklı bir damar gibiydiler.
Fakat ne yazık ki, hastane koridorlarındaki genel manzara bu değildi. Genel görünüm “perişanlıktı”.Kilolarla, hareketsizlikle ve dengesiz beslenmeyle yorulmuş bedenler…”Zaten öleceğiz” çürük felsefesinin ardına sığınarak, henüz hayattayken yarı ölümlü bedenlere dönüşmüş büyük bir insanlık…
Aklıma ilkokul yılları geldi. İpsala Paşaköy İlköğretim Okulu’nda her sabah yaptığımız o yarım saatlik spor dersleri… Temiz havanın, bedeni ve ruhu aynı anda canlandıran o ritmik hareketlerin önemi bize sadece anlatılmaz, yaşatılırdı. Tıpkı her okulda birkaç folklor ekibinin olması gibi… Cumhuriyet felsefesi buydu işte; sadece zihni değil, bedeni de besleyen, sporla, sanatla, felsefeyle bütüncül bir insan yaratma ideali. Şimdi o idealin yerinde, sadece tüketime odaklanmış alışveriş sitelerinden verdiği siparişlerle “garip mutluluklar” yaşayan, teslim olmuş bir kalabalık var.
Bu içsel çürümenin dışa yansıması ise en acı haliyle hastanenin bahçesindeydi. Şifa bulmak için gelinen o kapıdan dışarı adımını atan herkesin-hastası, yakını, sağlık görevlisi-elinde bir sigara. Yerler izmarit, çöp ve kir içinde. Sanki yönetim de “salmış kendini “,bu toplumsal çürümeye teslim olmuş. Telefonlarından yeni sipariş ettikleri ayakkabıları, elbiseleri heyecanla tartışan üç sağlık görevlisinin, ayaklarının dibindeki o pisliğe karşı kayıtsızlığı, durumun vahametini özetliyordu.
Dönerken bindiğim taksinin şoförü, yıllarca turizmde çalışmış, gönlü açık bir aydın olarak son noktayı koydu. Hastane bahçesinden çıkarken etraftaki koru otları, çöpleri göstererek sitem etti: “Görüyor musun beyefendi, burada peyzaj sorunu var. Buraya bir el atsanız tanıyamazsınız. Kırılan bir daha yapılmıyor. Sanırsınız ki yöneticisi yok!”
O an anladım ki, sorun bir “peyzaj sorunu”ndan çok derindi. Hastane bahçesindeki kuruyan otların, çalıların çöplük görüntüsü, o sahipsizlik, aslında kendi bedenimize ve ruhlarımıza gösterdiğimiz özensizliğin somut bir yansımasıydı. Sporu ve hareketi unutan, dengeli beslenmeyi lüks sayan, zihnini sadece tüketimle meşgul eden bir toplumun, şifa aradığı mekânın çevresine özen göstermesini beklemek hayalcilik olurdu.
Asıl şifanın, o hastane kapılarından girmeden önce başlaması gerektiğini ne zaman anlayacağız? Bedenimize ve yaşadığımız çevreye hak ettiği saygıyı göstermediğimiz sürece, o modern hastaneler bile çürüyen bedenlerimizi ve ruhlarımızı tedavi etmeye yetmeyecektir. O bahçeye atılan her izmarit, aslında kendi sağlığımıza ve geleceğimize sıktığımız bir kurşundur.
Güven SERİN

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder