SÜMER’DEN BUGÜNE: GENÇLİK HEP SUÇLANDI
Sahilde bir kafeteryada…
Masalar dolu, deniz kendi sessizliğinde. Yan
masaya iki genç geldi; bir kadın, bir erkek. Sesleri yüksek ama hoyrat değil;
daha çok içte birikenin taşması gibi. İnsan, istemese bile kulak misafiri
oluyor.
Sanıyorum bir sağlık kuruluşunda çalışıyorlar.
Erkek sesiyle ustaca oynuyor; bazen kadınsı bir neşe, bazen buyurgan bir memur ciddiyeti…
Karşısındaki genç kadın gülüyor. Bu gülüş hafif değil; bastırılmış bir
yorgunluğu saklamıyor, ele veriyor.
Sohbetin tam da orta yerinde, erkek bir cümle
bırakıyor masaya:
“Böyle bir şey olmak
isterdim…
Kamburu çıkmış, masa başı bir
çalışan.”
Tam da orada sohbet sıradanlığı kaybediyor.
Çünkü gençlik artık yükselmeyi değil, sabitleşmeyi hayal ediyor. Geleceği
fethetmeyi değil; çevresi belli bir hayatı.
Erkek devam ediyor, önceden gözlemlediği
memurları taklit ediyor:
—Evet, sıradaki gelsin!
Taklit başarılı. Kadın başını sallıyor; belli
ki o da aynı duygunun içinde erkeğe destek oluyor. İstedikleri şey yaşlanmak
değil aslında; belirsizlikten kurtulmak. Gençliklerinin yok olması değil;
omuzlarındaki görünmez yüklerinin adının konması.
Çünkü kambur, çoğu zaman yaşlılığın bedensel
arızası değil; toplumun, kendi taşıyamadığı yükü gençlerin sırtına erken
koymasının görünür halidir. Bugünün genci kamburu bu yüzden hayal eder: En
azından ne taşıdığını bilmek için.
İlk bakışta bu sohbet tuhaf gelebiliyor
insana ama değil. Bu çağın gençliğinin itirafıdır.
Bugünün gençleri sadece çalışmıyor; sürekli
tutunmaya çalışıyor. Ekonomik olarak sıkışmış, psikolojik olarak gerilemiş,
sosyolojik olarak da “bir şey olma” baskısıyla kuşatılmış durumda. Masa başı
memuriyet burada kariyer hedefi değil; hayatın nereye kadar gideceğinin belli
olduğu durak, belirsizliğin biteceği bir eşik.
Bir filozof, değişmeyen tek şeyin değişimin
kendisi olduğunu söyler. Doğru ama tarih bize başka bir gerçeği anlatır: Şikâyet
de hiç değişmez.
Bugün gençler çok konuşuluyor, çok eleştiriliyor.
Oysa bundan dört bin yıl önce, Sümer tabletlerinde yaşlılar gençlerden
yakınıyordu.”Saygısızlar” ,”tembeller”, “eskisi gibi değiller” diyerek,
seslenişlerini kil tabletlere kazıyorlardı. Demek ki kuşak çatışması yeni
değil; sadece biçim değiştiriyor.
Fakat bir fark var. O günün gençleri dünyayı
bozmakla suçlanıyordu. Bugünün gençleri ise dünyanın altında kalıyor.
O kafedeki kahkahaları ne umursamazlık, ne de
hafiflik. Onlar, dayanma sınırına yaklaşmış bir kuşağın kendini ayakta tutma
biçimi gibi geliyor bana.
Belki de bu yüzden, gençliğe söylenecek son
söz sert bir hüküm değil; berrak bir çağrı olmalı. Aytekin Karaçoban’ın
dizeleri gibi… Taş kesilmiş bir suskunluk yerine, akışkan bir bilinç önermeli
bu ülkeye…
“Taş gibi durgun ve suskun
başlamak yerine,
Su gibi akışkan, konuşkan
başla,” der şair.
“Uyansın bilincim,
Sesi sis içinde yitiren o
ülkeye…”
Yeni bir öz ister, yeni bir biçim, yeni bir kimlik…
Bakışı özellikle ışıklı olmasını ister. Üstüne açık bir gök yerleştirir; bilir
ki göğün coğrafyası konukseverdir, sınırı yoktur ve aynı dil konuşulur her
köşesinde.
Belki de gençlik kamburu değil,
işte bu açık göğü hayal ediyordur.
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder