30 Nisan 2025 Çarşamba

HEM AĞLARIM HEM GİDERİM

 

Kamera; Demokrat Gazetesi

             NAMİGAR DURAK BAŞBUĞOĞLU’NDAN BİR ESER DAHA

( Hem Ağlarım Hem Giderim )

   Olmasaydı Yunan yazarları, şairleri, edebiyatı ve filozofları, belki de bugünkü Yunanistan bile olmayacaktı. Filozoflar ve edebiyatçıları binlerce yıl önce öyle bir harç karmışlar ki bugünün Yunan ulusu, Avrupa’nın şımarık çocukları kabul ediliyor. Korunup kollanıyor; geçmişin o değerli; edebi, felsefi eserleri-harçları hatırına…

   Tekirdağ’ın yazarları, şairleri ne kadar çok üretirse, hatta ne kadar çok okuyucuyla, eleştirilerle buluşurlarsa, şehrimizin edebi harcı, felsefi dünyası o kadar genişler, derinlik kazanır ve çağlar ötesine taşınır; bizler yokken bile, varmış gibi esintileri her şafağın vakti bu topraklarda yaşayanlara can suları taşır…

   Bu yazıyı yazarken bile Namigar Durak Başbuğoğlu bir başka eseri yayın yaşamına hazırlıyor olabilir. Kendisi, üretmek, kayıp zamanların boşluklarını kapatmak isteyen çok önemli eğitimci, araştırmacı yazarlarımızdan birisidir…

   Kitabının-eserinin ( Hem Ağlarım Hem Giderim ) ilk sayfasında, yazarın teşekkür yazısı var. Doğmuş olduğu Oruçbeyli köy insanlarını tekrar tekrar birçok eserinde bağrına bastırdığı gibi yine o üretken köy insanlarını selamlıyor. Elbette her daim yanında olan eşi Bülent Başbuğoğlu’na da teşekkür etmenin erdemine tutunuyor.

   Kitabın önsözüne katkı veren geçen dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Albayrak ve Güven Serin’e de teşekkür ediyor. Bu eserin metin düzenlemesinde büyük katkılar sunduğu için Türkçe öğretmeni Gülderen Candemir Nalça’ya da teşekkür ediyor. Tekirdağ sanatına büyük katkılar veren bir başka Oruçbeyli sanatçı, her daim rahmetle andığım Nevzat Avcı’ya, Hasan Gönül’e, Lütfü Yavuz’a yapılan teşekkürler, bu esere dokunan insanların; yaşayan veya yaşamayanların ne kadar büyük zenginlik olduğunu da anlamak mümkündür.

   Yazarın önsöze kattığı şu cümle;

“ Geçmişi, sadece bilmek yetmez; gelecek kuşaklara da aktarılmalıydı. Bunun yolu da yazmaktan geçiyordu. Ne de olsa; ‘ Söz uçar yazı kalır…’ Ben de bunu yaptım!”

  Yazarın kendi doğduğu Oruçbeyli köyü, yaşadığı Tekirdağ Süleymanpaşa ile kurmuş olduğu edebi, felsefi ve duygusal bağların derinliğini anlamak için yukarıda alıntıladığım sözün derinliğine bakmak yeterlidir. Dünyada söz sahibi, öncü olan ulusların kütüphanelerine bakmak da önemlidir…

  Olmasaydı Sümer kitabeleri, Eski Mısır yazıları, o uygarlıklardan geriye anlatılacak çok az şeyler kalırdı…

   Yazarımız kitabını-eserini iki bölüm halinde hazırlamış. İlk bölümünde köy düğünlerini, ikinci bölümde ise Tekirdağ yöresel kıyafetlerini sadece fotoğraflarla değil, öyküleriyle, mercek altına alarak aktarıyor.

    Hatta bu öykülerin neredeyse gözlemcisi, her hikâyenin içindeymiş gibi, kına törenlerinden tutun da, gelinlerin gözyaşlarının ipeksi saf dokularını hissettirecek kadar okuyucuyu yakına davet ediyor.

     Detaylara girerek; insan denen canlının duygularını, saygı, sevgi ve disiplin içinde kullandığı zaman, erişeceği o değerli uygarlıkların önemini de anlatırken, okuyucuyu zamanın tanığı-şahidi yapıyor…

   Kısacası sayın okuyucu, Namigar Başbuğoğlu’nun bu eserindeki tatlar, yakın zaman önce bizi biz yapan köy düğünlerinden, yöresel giysilerden oluşuyor olsa bile bizim insanımızın binlerce yıllık yaşam serüvenlerini, bir arada gerçekleştirdikleri yüksek köy kültürü ve bilincini de onur duyulacak şekilde ve yeniden filizleniyor. Gün yüzüne çıktığı gibi, gelecek kuşaklar için eşine az rastlanacak, araştırmacılar için kaynak eser olarak aranacak bir sanat eserine sahip olduğumuzu onur duyarak duyurmak isterim…

    Kız İstemeleri, Söz Kesilmeleri, Çeyiz Düzmeleri, Çeyiz Sermeleri, Alay, Düğünler, Gelin Cuması, Kınacı-Kâhya Kadın, Ahret Dalı, Kına Manileri ve daha şimdiden yitik kültürler arasına girmiş bu yaşanmışlıklar bu eserin her sayfasında toplumsallığın öykülerini, sosyolojinin disiplinini anlatmakla kalmıyor, zihinlerimize yerleştiriyor.

   Mani demişken, yazarımızın annesi Şükriye Durak’tan dinlediği maniyi de paylaşmak istiyorum;

 “ Bugün hava dumanlık,

  Yandı bizim samanlık.

  Kara gözlü yârimi,

  Yakışmıyor çobanlık.”

 Güven SERİN 


 

   



25 Nisan 2025 Cuma

TENİS KORTLARINDA GECE

 

Tekirdağ Tenis Kortları

Tenis Kortları

İsmail Ata ve Yavuz Özdemir,Güven Serin



TENİS KORTLARINDA GECE


Şehrin ışıklarıyla yanan kortların ışıkları kendi törensel dünyasına başlıyor.Temiz kafetaryasına gelenlerin sohbetleri ve kortlarda insan denen canlının; zihin ve bedenin haykırışları,terler,çığlıklar,haykırışlar arasında Tekirdağ zamanları...

Yıllar sonra Yavuz Hoca ile maç yapmak,yine o bildik kort havasını enerjisini solumak; sonlu insanın sonsuz aşkı gibi...

Güven SERİN

19 Nisan 2025 Cumartesi

SYLVİE ÜZGÜN,SYLVİE YASTA

 



Karaailoğlu Parkı Antalya

Arkadaşım Çitlembik Ağacı Karaalioğlu Parkı

                                SYLVİE ÜZGÜN, SYLVİE YASTA

  Bilirsiniz, eski uygarlıkların acılarla baş etme biçimlerinden birisidir ağıtlar. Yanık ve gür sesleriyle ağıt yakıcılar, korkuturlar acılı insanın başına üşüşmüş kendisini parçalayacak kara düşünceleri…

   Sylvie’yi uzun zamandır tanıyorum. Antalya Kaleiçi diyarına ne zaman gitsem onun güvenli, huzurlu, temiz tam bir aile havası içinde olan pansiyonunda kalmak isterim…

   Her zaman olduğu gibi uzun aralardan sonra bile gittiğimde Sylvie:

—Senin her zamanki odanı hazırladım, der kendine özgü tebessümü, samimiyeti içinde. Öteden beri 6 numaralı odada kalıyorum. Sylvie’nin küçük, bakımlı, içinde ağaçları, çiçekleri olan bahçesine bakan 6 numaralı oda…

   Görüşmeyeli, zaman çarkının aldığı yol, dünya zamanına göre tam tamına 5 yıl oldu. Ayrılırken kış ayı içerisinde Fransa’ya gideceğini, yaşı epey ilerlemiş annesini yanına alacağını söylemişti.

    Çoğunluk Ekim ayı buluşmaları, Antalya ile bu zamana rastlayan kavuşmalar olsa da bu sefer Kasım sonunu ile Aralık başına denk geldi. Sylvie’nin pansiyonu her zamanki gibi, bakımlı; tertemizdi. Giriş salonunda karşılayan çalışanı Sevda Hanım oldu. Kızı Sibel Hanım ardından “Hoş geldin” dedikten sonra iç bahçede Sylvie ile karşılaştık. Hüzünlü ruhunun elini öptüm…

   Ne kadar gizlese, o an hissettirmese de yüzüne yapışan şey, geçen BEŞ yıl değildi. Bir hüzün, acı ve yas oturmuştu, işinin aşağı ve her zaman tebessümü eksik olmayan, her daim neşeli, hareketli ve müşterilerini bir aile görüp kabul eden Sylvie’de.

   O yüzden bir şey sormayıp, lafı öteden beriden dolaştırıp ikimiz de bir güzel idare etmeye çalıştık. O an istedim ki Hamlet, bir ağıt yakıcı gibi Şekspir’in kaleminden tekrar doğum oraya gelsin ve haykırsın:

 —Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!

Düşüncemizin katlanması mı güzel

Zalim kederin yumruklarına, oklarına

Yoksa diretip bela denizlerine karşı

Dur, yeter demesi mi?

   Görünen o ki, zaman çarkı dünyayı süpürmeye devam edecek. İnsan denen canlı, yakınında bulunan insanların zamansız ölümlerine her daim Şekspir’in,Hamlet’in,Macbeth’in,Brutus’un,Julıet’in haykırışlarını da dünya edebiyatıyla birlikte insanlığın zihinlerine mühürleyecek…

   Peki, ama işini, torunlarını, çocuklarını, doğduğu toprakları (Fransa ) severek yaşadığı kendi ülkesi kabul ettiği Türkiye’yi yüreğiyle, zihniyle seven bu insan niçin yastaydı?

   Ve beş on dakika sonra beklenen an geldi ve çattı:

—Sen bilmiyorsun değil mi? Oğlum, kalp krizinden öldü.

   Hastane yöneticisi olan yaşı birçok genç ölüm gibi çok genç olan çok zalim bir ölüm haberi daha… O an, o zalim çarka bir tokat atmak isteğini, sessizliğe bıraktım. Her ikimiz de konuşmak istiyordu ama SUSARAK…

  Sylvie’nin gözleri doldu ve taştı. Bildik bütün kelimeler buharlaşır gibi oldu. O ana verilecek hiçbir cevap yoktu… İstedim ki yine dünya edebiyatına ses, soluk, vicdan, şefkat olmuş:

—Merhamet zorla olmaz;

Gökten süzülen yağmur gibidir.

İki yönden kutsaldır:

Hem vereni kutsal kılar, hem de alanı.

En yüce kişilerde en güçlüdür;

Tahtına oturan hükümdara

Tacından daha çok yaraşır.

    Bir oğul ve ardından yaşlı annesini kaybeden Sylvie, işte bu yüzden üzgün ve yasta. Şefkatin memelerinden süt emmiş, vicdanın kollarında uyuyan, nezaket ve samimiyet bahçelerinde gezinen herkesin içindeki o soylu ve acı yüklü hüzün, onun da gözlerinden süzülüyordu yeryüzü pınarlarına doğru…

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 

  








18 Nisan 2025 Cuma

ZAMAN SAYACI ve ARKEOLOJİ

 



Kamera; Güven Myra Antik Kenti Demre Antalya

Myra Demre

Kamera; Güven Myra


Demre-Noel Baba Kilisesi

                                ZAMANIN SAYACI ve ARKEOLOJİ

  Zamanın Sayacı bir Arkeolog gibi ilerler. Arkeoloji Bilimi bizim toplumumuza epey uzaktır. Bir genç insan; “ Ben Arkeolog olacağım” derse, birçok aile bireyi; “ İş bulamazsın ne yapacaksın Arkeologluğu!” deme cesaretini kendisinde bulur.

   Zamanın sayacını filozoflar gibi arkeologlar da iyi bilirler. Katmanlara usulca yaklaşıp, büyük emek ve deneyim içinde ilerlerler. İnsanın yaşamı da öyledir; zaman sayacının içinde, kendi ruhsal, bedensel katmanlarımıza inmek için ne çok uğraşlar veririz. Bazılarımız büyük emekler de harcar…

  Dante’nin çıkmış olduğu kendi yolculuk, başyapıtı kabul edilen Komedya eserinde anlattığı yolculuk da bu katmanlardan bir tanesinden başka bir şey değildir… Cehennem, Araf ve Cennet; Dante’nin katmanlar arası dolaşımı, ustam dediği Vergilius ile birlikte yaşanır…

    Son dolaştığım antik kentlerden birisi de Aspendos, Olimpos ve Myra oldu. Oradaki antik kentlerin yakınlarında kazı çalışmaları devam ediyordu. Bir tarafta işçiler, diğer tarafta arkeologlar şehrin yüzlerce, binlerce yıl ötesine uzanan katmanları içinde gün yüzüne çıkacak olan eserleri arıyorlardı.

   Bugün milyonlarca insanın gezdiği çok bilinen, ünlü antik şehirlerin geçmişlerinde inanılmaz trajediler vardır. Yangınlar… Savaşlar… En önemlisi de şehirleri yerle bir eden depremler… O yüzdendir antik zenginlikler, yerin yedi kat altına gizlenmişler…

   Ama hangi ünlü antik şehri gezersek gezelim, geçmişlerindeki o korkunç olayların izlerini anlamak için arkeolog gözüyle bakmak gerekir. Yangınların, savaşların ve depremlerin izleri, delilleriyle birlikte; kazıldıkça gün yüzüne çıkar.

   İnsan denen canlı için de zamanın sayacı işler. Bir saniye dahi gecikmeden, bize sunulan yaşam içinde, tıpkı bizden önce milyarlarca canlı için işlediği gibi işler ve ayrıştırma işlemini yapar.

   Nasıl mı? Yağmurlar, rüzgârlar, güneş ışınları yardımıyla. Onun işi, bu gezegeni yaşanır hale getirmektir. Dünyanın ilk halini bilim insanlarından dinlemenizi isterim. Yaşanmaz olan zehirli gazların ve ateş topu zamanlarından bu yana işleyen zaman sayacı, eşsiz bir gezegen yarattı.

   Geçen milyarlarca yıl, zaman sayacı şahitliği eşliğinde yaşandı. Muhtemelen de bir o kadar daha yaşanacak. Ya insan? İnsan bunun neresinde? Milyarlık yaşları düşünürsek, toplu iğnesi gibi dahi yer kaplamayan yaşam sınırımız, zaman sayacı için hiç zorlanmadan kendi dönüşümü içinde geçecek ve gitmemiz gereken katmanlara gideceğiz…

  Öyleyse, niçin bir sürü ıvır- zıfır şeylerle zaten bir solukluk, bir yudumluk olan yaşamlarımızı hırpalıyoruz?

   Bu yazıyı yazarken bile zaman sayacının sesini duyuyorum. Kendisini göremesem de, bu yazı birkaç saat, birkaç gün sonra; geçmişin o soylu koynuna hapsolacak… Onu oradan çıkartacak olan yegâne şey; bu sayacın işleyişine aldırmadan merak eden, araştıran, okuyan diğer insanlar olacak veya olmayacaktır.

   Hiçbir şartın büyüklüğü, önceliği, zaman sayacı içindeki güne-şimdi-ye dokunma şansımız kadar güçlü olmamalıdır. Tükeniş ve dönüşüm durdurulamaz. Süreyi ne kadar çok uzatırsak uzatalım; elimizdeki yaşama, zaman sayacıyla pazarlık yapmadan sarılmak; ayrı bir beceri, hüner ve sevgi gerektiriyor…

   Zaman sayacı bir arkeolog gibi bütün katmanları açar. Önce bir ses, bir bebeğin tazeliği, nefesi ve sonra, yaşama ait süreçler… Sonrası mı, yaşamı tatlı, heyecanlı hale getiren hücrelerin ağır ağır uykuya, uçsuz bucaksız boşluğa doğru geri çekilirler…

   Yaşlanmanın katmanları; rüzgârın, güneşin, yağmurun etkisiyle gün yüzüne çıkmıştır. Dış etmenler kadar insan denen canlının zihni de kendi rüzgârını, fırtınasını, yangınlarını, sellerini, ateşlerini yaratma beceri veya kırılganlığına sahiptir.

   O yüzden, zaman sayacının arkeologluğu eşliğinde ölü zamana değil yaşamın içinde; iniltileri, sevinçleri, çığlıkları, tebessümleri olan zamana kulak ve el vermek daha karlı gibi görünüyor…

 Güven SERİN 

    

         

 








 


16 Nisan 2025 Çarşamba

BU YOL NAİP'E-NAİP KALESİNE GİDER

 

Kamera; Güven 







Naip tepelerinde karşımıza çıkan bir yoldaş...


NAİPLİ KEÇİCİ HACI HÜSEYİN

NAİPLİ ADEM AMCA

2012 den beri her gittiğim yere
gelen,neredeyse benle tek vücut olan sırtçantam
bu gezide; " Artık ben çok yoruldum!" dedi ve
emekliliğini istedi.Kabul edilmiştir...

                                      BU YOL NAİP’E-NAİP KALESİNE GİDER

   ( Orman Müdürüm! Çevre Müdürüm! )


   En yakın olan yerler, hep: En son anlaşılıp sevilen yerler olmak için beklerler. Yakın çevremiz, hatta bizi biz yapan özümüz bile, bir gün kendisini tam olarak anlamak için neredeyse bir ömür, hatta ömürler bekler durur…

  Naip bölgesinden; köy ve köy altından yıllardır geçip durduk. Naip Kalesi ve Naip Şelalesi isimlerini de öyle hep duyduk… Bir gün gideriz! Bir gün bakarız! Derseniz, üzerinden çok az geçti sanırsınız ama aldanırsınız. Yirmi yıl geçmiş; “ Bir gün gideriz!” dediğimiz düşünce eyleminin üzerinden…

   Yunus Çakır’a-Ustaya, fikrimi açtığımda derhal; “ Ne zaman gidiyoruz?” düşüncesi için tarihi belirleyip yola çıktık. Şehirden çıkarken neredeyse şehrin büyük çoğunluğu Pazar uykusundaydı. En doğal olanı yapıyordu, denizin kıyıcığında, dağların öykü dolu tepelerin ardındaki şehir insanımız… Uyumayıp da ne yapacak?

   Planladığımız gibi kahvaltı Naip Köyü yaşlı çınarlarının olduğu yaşlı kıraathanelerin birisinde yapıldı. Yunus Usta’nın tanıdığı Kıraathane sahibi Servet Bey geç geldiği için, erken gelip çayı demlemiş olan mekânlardan birisine girdik. Turizm alan bir yere yakışan esnaf içtenliği içindeki mekân sahibi genç adam:

 —Kahvaltı mı yapacaksınız? Buyurun, hoş geldiniz, sözleriyle yolun yolcusu olan insanlara, birazdan dağlara uzanan tepelere tırmanacak olanlara iyi bir moral oldu…

   Kahvaltı bittikten sonra gitmek üzereyken bir ses,1933 doğumlu Âdem Amca seslendi; ” Hoş geldiniz çocuklar! Hoş geldin Yunus” diyerek, çocuk gözleriyle ayaküstü doyumsuz sohbete de yer bıraktık. Kale ve şelaleye gidecek Naip yolunu sorduk soruşturduk. Her sorduğumuz farklı yön tarifiyle iyice kafamızı karıştırdı. Orman İşletme Müdürlüğü gayretleri, emekleriyle bir yerde yürüyüş ve kültür turizmine hazırlanan Naip Kalesi ve Şelalesi öksüz kalmış gibiydi…

  Naip tarafından bu yolculuğa çıkacak olan gezginler, meraklılar için köy içi tabelaları konmamıştı. Olacak iş mi bu; Sayın TEKİRDAĞ ORMAN İŞLETMESİ MÜDÜRÜM? Denizi geçmek için epey çaba harcamışsınız! Köprüler, orman içinde bir sürü dinlenme yeri ve yön tabelaları konduğu halde, Naip içinden yürüyüş yapacaklar için tek bir basit yön-işaret nesnesi yok!

   Gönüllüler Likya Yolu gibi neredeyse 700 km’lik antik yolu işaretleyerek uluslar arası en önemli yürüyüş yolları içine soktular. Naip Kalesi ve Şelalesi için bu küçük çalışmalar niçin yapılmadı? Bu işin zorluğu nerede? Koltuklara bağlı kalmakta mı? Sahaya yeterince inme cesareti göstermeme de mi?

   Yeniköy Uçmakdere yolu tarafından gidecekler için tabelalar takdir edilecek, alkışlanacak derece önemlidir. Naip tarafından gidecekler için ise tam bir bilmece. Bizim gibi yanlış yol tarifiyle gidenlerin, yağmurdan sonraki çamur yollarla baş etme biçimleri tam manasıyla serüven zorluğu ve sağlamlığı içinde gerçekleşti.

   Zorlu Naip Kalesi yolculuğu, bir gün önce yağmış olan yağmurun oluşturduğu inatçı ve yapışkan çamur yüzünden güçlükle aşılıp tepelere çıkınca orada niçin olduğumuz ve günün ışıklarıyla birlikte Naip dünyasının genişliğini, derinliğini anlama, hatta şaşırmamıza neden oldu.

   Ganoslar bunu hep yapıyor; insanı şaşırtıyor ve doğaya yazgılı, doğanın öz evladı hissiyatı içindeki canlıları; “ İyi ki buradayız! İyi ki gelmişiz!” sözlerini her defasında gönüllü yaptırıyor…

   Naip’in etrafını çeviren bolluğun bereketin haddi hesabı yok… Doğu ve kuzey taraflarındaki bağ-bahçeler, renkleriyle, güzellikleriyle üreten insanların öykülerini aktarıyor, anlatıyordu.

   Bir saat kadar yürüdükten sonra tepelere tırmandık. Etraf tam manasıyla renk cümbüşü… Çam ağaçları, gürgenler,pırnallar ve yamaçlarda ekili buğday tarlaları,yeşilin ara tonlarımı sergiliyorlar.

   Birkaç tepe geçtikten sonra gördüğümüz manzara karşısında ŞOK yaşadık. Su tutması için açılan dev çukur, oraya konulan ve ne zaman konulduğu belli olmayan su pompaları ve yapımı yarıda kalmış küçük bir ev veya depo, terkedilmiş bir halde! Doğanın kalbine bırakılmış kimyasal maddeden yapılmış büyük çukur plastik kaplamaları, doğal yaşama ait olmadığı gibi, kim bilir kaç havyanı zehirleyecek şekilde yıllarca orada kalacak-kötülüğün hükmünü sürecek…

   Sayın ÇEVRE MÜDÜRÜM: - Bu kötülük buraya yapılır mı? Böyle yarım kalmış, vazgeçilmiş su tutma çukuru, görmezlikten gelinir mi? Bu doğanın sahibi bizler, sizler değil misiniz? Muhtemelen ceviz bahçeleri sahipleri tarafından tepenin üzerinde yağmur suyu biriktirmek için yapıldı ama sonradan vazgeçildi…

   Doğaya bırakılan her türlü plastiğin, kimyasal maddenin doğaya verdiği zararı sizler bizden daha iyi biliyorsunuz. Kim yaptıysa bu kötülüğü ona kaldırtmak zorundasınız; böyle eşsiz bölgelerimizi korumak için kanunlarımız sizlere yeterince yetki veriyor…

  Şehrimiz, köylerimiz, bölgemiz muhteşem derece zenginliklerle dopdolu. Çok uzaklara bakmak yoğunlaşmak yerine ara sıra, bölgemizin sıra dışı doğasına, tarihi, kültürel ve sosyal değerlerine yaklaşmak; hem ruhumuza, hem de günümüze taze bir soluk, değerli bir yaşam iksiri gibi gelecek…

   Bu yol, Naip ve Naip Kalesine gider…

 Güven SERİN 

  

 

 

 

 






















14 Nisan 2025 Pazartesi

TEKİRDAĞ'IN ARKELOJİ MÜZESİ VAR

 

KAMERA, GÜVEN

ARKEOLOJİ MÜZESİ BAHÇESİ

ALİ IŞIKGÖR,KENAN OFLAZ,MEHMET AKİF IŞIN
GÜVEN SERİN


                                       TEKİRDAĞ’IN ARKEOLOJİ MÜZESİ VAR

 ( Mehmet Akif Işın Öncülüğünde Bir Gezi )

   Müzelerin ve sergilerin iyileştirici etkisi olduğunu Dünya Sağlık Örgütü açıkladı. Kurumların açıklamalarına, duyurularına, çağrılarına veya teşviklerine her zaman minnet duyduğumu ifade etmek isterim.

   Fakat esas çağrı kendi içimizden ve irademizden gelmiyorsa bilin ki taşıma suyla dönmeyecek değirmen gibi, bir orada, bir burada çare arayan, yörüngeden çıkmış bir gezegen gibi uçsuz evrende sürüklenen bir cisim gibi sürüklene ihtimalimiz hep var.

  Mehmet Akif Işın kim deseniz: -Tekirdağ’a hizmet etmeye her zaman hazır isimlerden birisi, eski müze müdürü olmaktan öte kültürel bir miras veya etkinlik adına ne zaman arasanız veya çağırsanız en önde gelenlerden birisidir;  Mehmet Akif Işın…

  Geçtiğimiz günlerde daha önce gitmiş olduğumuz gibi yine Tekirdağ Arkeoloji Müzesi ziyareti planı yaptık. Yaptık yapmasına ama gideceğimiz günü ben unutsam da, telefonun ucunda beni arayan ses; Mehmet Akif Işın unutmamıştı.

—Saat kaçta buluşacağız? Ve nerede buluşalım? Eski müze müdürümüz Mehmet Akif Işın’ın sesi aslında kültürel dünyaların, öyküsü tam olarak anlatılmamış, yerin derinliklerinde saklanan kültür hazinelerimizin de sesi ve soluğu gibiydi.

   Planladığımız saatte Tekirdağ Arkeoloji Müzesi önünde buluşmaya gittim. Bir sürpriz ile karşılaştım ve çok sevindim. Mehmet Akif Işın, Tekirdağ’ın bir başka değerli ve kent sevdalısı insanlarımızı; Kenan Oflaz ve Ali Işıkgör’ü de davet etmiş.

   Müzelerin ve sergilerin derinliklerine inmek ve güncel olana, yaşamın kendisine davet etmek adına insan birliktelikleri-sosyallikleri çok değerli… Eski Tekirdağ İl Kültür Müdürü Kenan Oflaz, eski Müze Müdürü Mehmet Akif Işın ve tarihçimiz Ali Işıkgör müze içindeki tarih yolculuğuna başladık.

   Neredeyse 100 yaşında bir tarihi mekânın içine sinmiş yüzlerce, binlerce yıllık zamanın gerisinden bugüne, zaman yolculuğuna çıkmış her önemli eserin önünde durup, Mehmet Akif Işın’ın yapmış olduğu gönüllü rehberlik bilgileri karşısında şaşkına döndük.

   O günün marifetli Trak kültürlerinin, medeniyetlerinin ulaşmış oldukları zanaat ve sanat eserleri, öyküleriyle birlikte önümüzdeydiler. Her sözcük eserle birleşip, adeta ruhumuza süzülmeye başladı.

   Mehmet Akif Işın anlatırken bir yandan Ali Işıkgör, diğer taraftan Kenan Oflaz bildiklerini paylaşıyor, merak ettiklerini soruyorlar. Doğal olarak, her soru bilgiyle, heyecanla cevaplanınca planlanan ve hedeflenen kültürel ve sosyal süreç başlamış oluyor.

   Müzelerin içlerini sevdiğim kadar ön, arka, yan bahçelerini de seviyorum. Belki de bu sevgiyi, Ayasofya ve İstanbul Arkeoloji müze bahçelerinde müzeleri gezdikten sonra uzun uzun oturan, gezdiklerini, gördüklerini konuşan, tartışan turistlerden etkilenip de sonradan geliştirdiğim, benimsediğim bir duygudur…

  Tekirdağ Arkeoloji Müzesi bahçeleri de sevilecek gezilecek bir yer. Her ne kadar, Mehmet Akif Işın’ın müdürlüğünden sonraki pırıltılar eksik kalmış, bahçelerin bakımı ihmal edilmiş olsa da gezilmeye, durup oradaki müze bahçesinin, biraz ötedeki sahilin kokularını içimize çekmek de ayrıcalık…

  Bahçenin düzenlemesinde de Mehmet Akif Işın’ın imzası, emekleri var. En köşedeki erik ağacının aşılanması, müze yakınındaki bahçede bulunan ayva ağacının aşılanması ve müze bahçelerine ayrı bir orman, yeşillik neşesi katan şimşir ağaçları, öyküleriyle birlikte daha anlam kazanıyor…

  Tekirdağ Arkeoloji Müzesi salonları ve bahçeleri gezildikten sonra Mehmet Akif Işın’ın davetiyle ve müze görevlilerinin çay kahve ikramlarıyla, müze programımıza üçüncü zenginlik katılmış oldu. Bir saat; sadece çay ve yudumlamadık! Yaşları ve heyecanları çok fazla olan müze görevlileriyle de tanıştık. Yeni gelen müze müdürümüze ayaküstü de olsa “Başarılar” diledik. Kayıp zamanların hazinelerine, öykülerine gelip heyecanla, dolaştığımız, gördüğümüz eserlerin tekrar tekrar yorumlamalarıyla ve Ali Işıgör’ün uzun, anlamlı tarih bilgisi, görgüsüyle 57.Alay öyküsüne, Çanakkale Gelibolu destanlarına ve Truva uygarlığına kadar uzandık…

  Meşhur bir söz vardır ya; “ Ölmeden önce gezilecek görülecek yüz şeyden birisi; Arkeoloji Müzeleri” dir. Dinleyerek, anlayarak, ruhunuzla dokunarak olabilirse, yakınınızda gönüllü aydınlar varsa ve sizlere bir sorup on anlatıyorlarsa; neşeniz, öğrenme zenginliğiniz daim olsun, derim; yurttaşlar, arkadaşlar ve dostlar…

 Güven SERİN 


 

 

  








12 Nisan 2025 Cumartesi

TAMER KAPTAN

 

Kamera; Güven



Kamera; Güven




                              KENDİ DÜNYASINI İNŞA ETMİŞ KAPTAN

   Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe romanı niçin çok sevildi? Bu büyük eserin yayınlamadığı, girmediği ülke yok gibidir. Orada da kendi dünyasını inşa eden; ıssız bir adada yaşama mücadelesi denen mucizeyi serüven tadıyla anlatan, aktaran ve hayatta kalmayı başaran bir karakterin eseridir.

     Milyonlarca insanın içinde, sönmüş volkanlar gibi yaşayan serüven ateşleri susmuş görünse de, her daim kıpır kıpır bir yeraltı nehri gibi süzülüp dururlar. Kimileri ıssızlığın içinde, kimileri ise kalabalık kentlerde: Yaratıcının insan doğasına, zihnine kazandırdığı ölümsüz düşler gibi, herkesin gözleri önünde…

   Kendi serüvenini, sonsuzluk hissiyatı veren okyanus sularının en tenha adasında yaşar gibi yaşayan Tamer Kaptan’ı Mart ayının ilk günlerinin birisinde ziyarete gittim. Hiç vakit kaybetmeden denizin kıyısına indik. Uzakta bir aile, güneşin son ışıklarını, deniz ile kesişen dostluğunu izlemek için seyyar koltuklarıyla birlikte gelmişler.

   Tamer Kaptan’ın yaşadığı yer tam da onun istediği, edebi sörf dünyasında peşlerinden koştuğu serüvenlerin sahneleri gibi bir kıyı şeridimiz. Deniz kıyı şeridinden epey çekilmiş durumdaydı. Tamer Kaptan denizi izah etmek için:

 —Deniz çekilmeye başlayalı yıllar önce başladı. Hemen bir günde çekilme olmadı.

   Denizin çekilmesinin ağır ağır olduğunu birkaç sözcükle anlatıverdi.

   Zaman dediğimiz kavram, günün yarısını geçeli epey olmuştu. Güneş uzaklardan da olsa ısıtıyordu Tamer Kaptan’ın, her güneşli günde kitabını okuduğu deniz kenarını.

   Günün ilk yarısını, katılmış olduğum cenaze töreninin hüzünlü kıyılarında olgunlaştırdım. Gözyaşları içinde uğurlanan ölümün, bir köy mezarlığında, uzaktan kuş ve baharın seslerinin, kokularının duyulduğu, cenazeyi insanların merak, hüzün içinde izlediği ve uğurladığı yerde geçirdim. Geri kalan yarısı da güneş batmadan önce denizin kıyıcığında bir yerde…

   Özlenen buluşmaların sohbetleri bildik zaman dilimine sığmasa da, bıraktıkları tatlar, yaptıkları yeni keşifler, insan danen canlının hareket içinde olmasının değerini ve zenginliğini de kanıtlıyor.

    Tamer Kaptan’nı tanıdığımdan bu yana, özgürlüğe vermiş olduğu değeri biliyorum. Denizlere duymuş olduğu tutkunun bir diğeri de dağlara, en yüksek tepeleri olan dağlara da, usta bir dağcı gibi merak duyuyor.

   Yaklaşık 14 yıl önceydi Kaptan’ın Ağrı Dağı zirvesine çıkma düşü. Birlikte karar vermiş olsak da kendi adıma belli riskleri göğüsleyemediğim için, o yalnız gitti zirvesi her daim buzla kaplı olan Ağrı efsanelerini kendisinde saklayan Ağrı Dağı’na.

   Ağrı Dağı’nın heybetini Tamer Kaptan’ın zirve yolculuğundan çok sonra Güney Kafkasya yolculuğumun bir bölümü olan Ermenistan’ın başkenti Erivan’a yapmış olduğum seyahatte gördüm. Ermeniler için kutsiyet taşıyan bu dağa, onların baktıkları yüksek tepelerden bakarak izledim, içinde efsaneleri, şarkıları, türküleri, masalları gizleyen Ağrı’yı.

   Tamer Kaptan’ın Ağrı yolculuğu, tam bir maceradır. Risk alanların tahtına kurulacağı, birçok sıradan insanın “Başyapıtım” diyeceği yolculuk ve tırmanışlarından birisi yaşanmıştır.

   Ağrı macerasından çok önceleri,2001’in başları Tekirdağ sahilinden, günün çok erken saatlerinde boyu yaklaşık 4,5 metrelik bir tekne-yelkenlisiyle açıldılar; denizin aydınlanmaya başlayan ışıklı dalgaları arasında. Arkalarından el sallayan iki kadın uğurladı deniz serüvenine çıkan iki kardeşi.

   Tamer Kaptan ve ağabeyi İlker Pala, bazı insanların düşlerine bile koymadığı yolculuğa; Bodrum’a kendi yelkenli tekneleriyle gitmeye karar verdiler. Günler süren yolculukları Hemoros’un Odysseia Destanı kadar uzun olmasa da daha önce böyle yolculuğa çıkmamış olanlar için başlı başına kişisel bir destanın parçası oldular.

   Bazen rüzgârın danslarıyla şaha kalkan dalgalar arasında kayboldular. Bazen de sessizliğe, ıssızlığa, yerin yedi kat altına çekilen rüzgâr yüzünden saatlerce esmesini, dile gelip yelkenlerini şişirmesini beklediler.

   Bir gece denizlerin tanrısı Poseidon’un yollarını şaşırtması yüzünden Yunan adasına çıktılar. Yakıcı güneşler altında onları sınayan günler, dondurucu ayazların altındaki geceler süren bir deniz yolculuğu öyküsü…

   Tamer Kaptan’ın kendi özgür ruhu ve zihniyle inşa ettiği dünyası bir okyanus kadar zengin, ovalar kadar bereketlidir. Destansı zenginliğe sahip olamayanların ve olamayacak olanların düşleri ve gülümsemesi tamamıyla mavidir… Bu maviliği sadece dağları ve denizi sevmesinden değildir.

   O’nun mavi yolculuğu; Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu arkadaşlıklarının buldukları, ülke maviliğine, serüven kültürüne hediye ettikleri mavinin öz parçası gibidir…

Güven SERİN 












10 Nisan 2025 Perşembe

İPSALALILAR MUSTAFA AYHAN İÇİN GELDİLER

 




                      İPSALALILAR MUSTAFA AYHAN İÇİN GELDİLER

      (Sayın İl ve İlçe Milli Eğitim Yöneticileri: Neredesiniz? )

    Ortacami avlusu öğle üzeri dolmaya başladı. Polis Haftası nedeniyle Ortacami’de okutulan mevlit, genç polislerimizin gelmesiyle dolan avlu ve bir süre sonra iki öğretmenin cenazelerinin gelmesiyle daha da doldu.

   Sonsuzluğa uğurlanacak öğretmenlerimizden birisi de benim de tanıdığım, sevip saydığım İpsala ve Tekirdağ’ın markası olmuş Mustafa Ayhan’ dı. Diğer öğretmenimiz Türkan Biçer’di.

   Ortacami’nin bahçesi polislerden sonra öğretmenlerle, tanıdık yüzlerle, hüzünlü bedenlerle çoğaldıkça çoğaldı. Çoğunun ortak tanıdıkları iki öğretmen, çok yakınlarında bulunan musalla taşında, sükûnet içinde ebedi âleme adanmış haldeydiler…

   Edirne İpsala’dan gelenlerin tamamı Mustafa Ayhan’ın eski öğrencileriydiler. Çoğunun Mustafa Ayhan ile anısı ve anlatacakları öyküleri vardı.

  Hasan AYTEKİN, İsmail ÇIRAK, Ali GÜRGEN, Mehmet PİRİNÇCİ, İbrahim TUNCALI, Nuri YAŞAR ve Tekirdağ’da yaşayan onlarca öğretmenle, ayaküstü olsa da Mustafa Ayhan’ı konuştuk…

   İyi iz bırakmanın değerli hatırası da; iyi anılmak olduğu herkes tarafından bilinir. Evrenin şaşmaz matematiği herkes için geçerli olduğu için, eninde sonunda ebedi yolculuğun yolcuları olmamız nedeniyle; kötülüğe ve kalp kırmaya karşı savaşlar açmalıyız…

   Bazen bir yudum çay, bir fincan kahve, küçük bir tevazu bile bir yerde bir tohumun filize, bir başka yerde bir filizin ise ağaca, sonra da ormana dönüşeceği şaşmaz bir evren, aynı zamanda gezegen hesabı değil de nedir?

   Ortacami bahçesinde iki öğretmene son görevini yapmaya gelmiş onlarca öğretmenin oluşturduğu farklı guruplara sokuldum. Kimisiyle tokalaşıp, bazılarıyla hal-hatır sorduktan sonra konuştuklarına kulak misafiri oldum.

   Oradaki öğretmenlerin sitemleri vardı. İki cenazenin olduğu yerde sadece iki çelenk vardı. Birisi Süleymanpaşa Belediyesi, diğeri ise Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından gönderilen iki çelenk, duyarlı öğretmenlerin acısını hafifletmeye yetmemiş olacak ki:

 —Hani Milli Eğitim çelengi nerede? Tekirdağ Milli Eğitim İl ve İlçe Müdürlüğü yetkilileri nerede? Diye soran kişilerin gözlerindeki duyarlı acıyı görünce etkilendim.

   Sorması ayıp olmaz ise bu kadar değerli bir topluluğun, Cumhuriyet’in kökleşmesinde en önemli görevleri olan öncülerin, öğretmenlerin yuvası olan Milli Eğitim yöneticileri nerede?İki öğretmen cenazesi,iki suskun yürek oradaydı; ya sizler?

      Niçin, kendi personelleri olan öğretmenlerinin sonsuza uğurlandığı ve musalla taşında sadece yarım saat kalacağı cami bahçesine gelip, ailelerine baş sağlığı dilemezler? Hangi sebep ve hangi mazeretler böyle eşsiz ve birleştirici, kalplere çok önemli izler bırakacak zamanları görmemeyi-duymamayı emreder?

   Değerli öğretmenim Mustafa AYHAN ve Türkan BİÇER sizlerin manevi huzurunda, vatanın evlatlarına adanmış kalplerinize: Minnetle selam ve saygılarımı sunuyorum. Huzur içinde, rahmet içinde kalınız…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 

 






7 Nisan 2025 Pazartesi

TELEFONUN UCUNDAKİ SES: ÖKSEL DEMİR

 

TEKİRDAĞ ESKİ LİMAN 2019

İNTERNET

                             TELEFONUN UCUNDAKİ SES: ÖKSEL DEMİR

                           

( Ses Tiyatrosu )

   Sanıyorum bir ay önceydi; eski İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Altaş atölyeye uğradı. Her zamanki üretme heyecanı ve merakı içinde konuştuk. Mehmet Altaş yıllardır biriktirdiği deneyimleri yaşadığı kente fayda olsun diye, hiç karşılık beklemeden sunmak isteyenlerin en başında geliyor.

   Konumuz şehrimizin kültürel ve sosyal yaşamı üzerineydi. Şehrimizin kültürel yaşamı, sanat yönü açıldığında Öksel Demir’i anmadan kimse geçemez. Geçersek şehir kültürü adına çok önemli eksikler kalır.

  Mehmet Altaş da Öksel Demir’in şiirlerinden, kitaplarından söz edince Öksel Demir sevgi ve saygısını dile getirdi. Artık bana gelemediği üzerine hüznümü aktardım. Önceki yıllarda atölyeye geldiğini, muhabbetine doymadığımı aktardım. O heyecan içinde Mehmet Altaş derhal telefona sarıldı. Telefon uzun uzun çaldıktan sonra Öksel Demir’in sesi:

—Aloo…(Sesinde eski heyecan yok…)Mehmet Altaş birkaç söz konuştuktan sonra ; “ Güven Serin’in yanındayım.” Diyerek telefonu bana verdi. Öksel Demir bu, söz sanatıyla şehir kültürünü bir ömür yoğurmuş, defalarca atölyeme gelmiş, tok sesiyle dolu dolu sohbetlerin demini bırakmış eğitimci yazar ve şair. Ne zaman olsa benimle konuşurken:

—Güven-cim diye başlayan sesin tonu iki insanın yoldaşlığını da pekiştirecek derece kuvvetlidir… Mehmet Altaş telefonu bana verip kendimi tanıttığımda Öksel Demir belki de uzun yorgunluk zamanlarının bir yükü, sanki uzun zaman önce tanıdığı birisiyle değil, yeni tanıştığı bir insanla, bir yabancıyla konuşuyor gibiydi.

   Bilirsiniz, alışık olduğunuz bakış, sesleniş biçimi yazı sanatı içinde mayalananlar için fazlasıyla önemlidir. Durumu idare etmek adına, Öksel Demir’i fazla da yormamak için çok kısa bir soru:

—Şiir çalışmaları nasıl gidiyor Öksel Bey? Yeni çalışmalar var mı? Sorularına sığındım ve aldığım yanıt çok netti:

—O defterleri kapattık artık… Öksel Demir’den duymak istemeyeceğim, onun şehir kültürüne, Tekirdağ’a hep şiir, hep hikâye yazmasını isteyenlerin başında olduğum için; garip bir hüzün yaşadım.

   Eve geldiğimde, geceyle birlikte üzerime çöken günün hüznü, yan tarafta duran Öksel Demir’e ait şiir kitabı tek tesellim oldu. Tanığı Hüzündür Sonbaharın eserini hemen elime aldım. Kitap fotoğrafı deniz kıyısında kayıkların olduğu yerde bir viran ev ve bir de yaşlı bir ağaç resmiyle yaşamın bildik bütün hallerini anlatıyor gibiydi…

   İstem dışı, olarak daha önceleri birkaç kez okuduğum kitabın son sayfasını açtım.52.sayfa ve içinde yıllar önce koymuş olduğum bir tiyatro bileti duruyor. Tam da hüznümün efkârımın en yüksek olduğu zamanda kitabın son sayfasındaki tiyatro biletini elime aldım.2015 yılında gitmiş olduğum, Halep Pasajı’nda bulunan eski tiyatrolarımızdan birisi, Ses Tiyatrosu biletiydi. Oyun, müzikal kabereydi.

   Daha öncesi hiç bu kadar dikkatle incelememiştim bileti. Hatıra olarak hangi tiyatro opera ve müze bileti olursa olsun onların kitap sayfalarında saklama-biriktirme huyum olduğu için, bir kez daha efkârlı bir sevinç içinde bileti incelemeye başladım.

   Ferhan Şensoy’un ölümünden 5,5 yıl öncesiydi. Ferhan Şensoy’un kızlarının yazıp yönettiği Peradaki Hayalet isimli oyundu. Ses Tiyatrosu’nda ilk kez tiyatro oyunu izlediğim geceyi olduğu gibi tüm çıplaklığı ile hatırlıyorum. Tiyatro’nun loca bilet fiyatları daha ucuz olduğu için üst loca bileti almıştım. Sahneyi çaprazdan gören bir yedeydi. Ama en önemlisi bu locanın ismi Haldun Taner’di.

   Tiyatronun konusu ise ÜNLÜ olmak için çabalayan, hatta kafayı bozmak üzere olan gençleri anlatıyordu. Ama o akşamdan bir başka anı yaşadım. Ferhan Şensoy sahneye yakın bana çapraz kalan locada yalnız başına tiyatroyu izliyordu. Loş locaya yayılan baba ve kızlarının sanatçı-insani duygularını anlamaya çalıştım. Bir taraftan da yaşamın, sanatçı sorumluluğunun üzerine binmiş olan yükünün ağır sarhoşluğu da üzerindeydi…

   Elimde tuttuğum bileti yine yerine, Öksel Demir’in şiir kitabının son sayfasına koydum. Son sayfadaki şiiri tekrarladım; şairin şiirini yeni görün, sanatçıyı yeni keşfeden, sanki şairi adım adım takip eden bir dostun heyecanıyla;

 “ Unutmak yontulu heykel

  Kadındır, bir kadındır Asur yazıtlarından beri Meryem.

  Bir kadındır,

  Yaslanmış en olumlu yönüyle pazarlıklara

     Nasılda güzeldir mutlu ırağı

   Nasılda güzeldir sabahçıl bacakları,

    Kadındır, bir kadın Asur yazıtlarından beri Meryem.

   Sabahları unutmak soyunur yorgun ellerine

   Ellerinde akşamlar karanlıklara soyunur…”

Güven SERİN 

 

 

 



5 Nisan 2025 Cumartesi

MİZAH SADECE GÜLDÜRMEZ,DÜŞÜNDÜRÜR DE

 

İNTERNET

                MİZAH, SADECE GÜLDÜRMEZ, DÜŞÜNDÜRÜR DE!

    Mizah yazarlarının yüzlerinin ciddi olması çoğu insanı şaşırtıyor olabilir. Onlara; “ Mizah yazarısınız ama yüzünüz hiç gülmüyor” derseniz, Aziz Nesin, Ahmet Zeki Yeşil gibi diyebilirler; “ Ben komedyen değil,mizah yazarıyım”

   Bu sözlerden sonra aklınız, varsa mizah anlayışınız veya her güldüğünüz şeyi mizah sanan görgünüzü epey sallayabilir… Fransa’ya göre Osmanlı’da ilk çıkarılan mizah dergisi, tam olarak 246 yıl sonra kültür hayatımızda yerine almıştır. Matbaa da, icadından 234 yıl sonra ülkemizde yerini almıştır.

   Uygar dünya ile aramızdaki engeller, çok fazla yaşamayan Tophane sırtlarında Takiyüddin Rasathanesi kurulmuş ancak üç yıl gibi kısa bir süre yaşatılmış, sonra da top atışına tutulup yok edilmiştir.

   Mizahın girmediği veya çok sonra girdiği toprakların öfkesi bir türlü dinmediği gibi, Şekpsir oyunlarını geride bırakacak trajedileri de bir türlü son bulmuyor; bulmayacak gibi görünüyor.

  Namık Kemal ime Teodor Kasap bir araya gelip 246 yıllık bir gecikmeden sonra kurdukları ilk mizah dergisinin adı; DİYOJEN olmuştur.

   Hani çok esaslı bir filozof olan, günümüzden binlerce yıl da hep eksiği çekilen, gündüz elinde fenerle dolaşıp “ İnsan arıyorum” diyen efsanenin ismi ilk mizah dergimize verilmiştir.

  DİYOJEN dergisinin başlığının hemen altında, mizah kabiliyeti çok mükemmel olan Ali Bey’in sürekli paylaştığı unutulmaz o mısra, cümle; “ GÖLGE ETME BAŞKA İHSAN İSTEMEM…”

  Bu söz-cümle hemen akla, o büyük filozof Diyojen ile onu ziyaret eden Büyük İskender’i akla getiriyor. Kimsenin önünde baş eğmeyen ve onu güç, mülkiyet teklif edilen Diyojen’in verdiği cevap tam da budur; “ Gölge etme; yeter…”

  Aradan geçen yüzlerce, binlerce yıl aradan sonra aynı söz geçerliliğini koruyorsa; mizahın bir başyapıtı hainle gelmiş olmasından, hiçbir zaman eskimeyecek oluşundan kaynaklanmıyor mu?

   Sırf bu yüzden Aziz Nesin’in de yüzü hiç gülmezdi. Ama yazdıkları o ciddi öyküler, düşündürürken bile gülümsetirdi insanı. Şimdi düşünüyorum da o gülümsemeler en ufak bir şımarıklık, ucuzluk içermez, tam dersi olgunlaşan kozası içinde dönüşüm geçiren bir canlının sancılı, bir o kadar da insani öğreti ve öğrenme içindeki gülümseme fısıltılarıdır.

   Bu yüzden Aziz Nesin de, Diyojen gibi tarihi bir söz, felsefe benimsemiş; “ Benim mizahım evcil değildir” sözleri, tam manasıyla laf ola beri gele, çok ucuz, hiçbir anlam taşımayan mizah anlayışını değil, az ve öz ama kalıcı, onun izah ettiği gibi bir ANAHTAR rolü üslenmesi gerekir…

   Diyojin bu topraklarda yaşadı. Nasrettin Hoca, Karagöz ve Hacıvad da bu topraklarda doğdu-yeşerdi…

   Günümüzden 150 yıl önce çıkan DİYOJEN isimli derginin; “ Yerine getirilmesi mümkün olmayan şeyler” diye bir sütunu vardı. Bakalım neymiş yerine getirilmeyen şeyler bir görelim;

 “İnsanın kendini beğenmemesi

Bugün git, yarın gel demeyen memurun terfi etmesi

Pastırma-sucukların sadece dana-koyun etlerinden yapılması

Asayiş berkemaldır, diyen valilerin evi soyulmaması “

   Mizahın gücünü görüyorsunuz ya, yaşlanmaz ve inatçıdır.2400,3000 veya 150 yıl önce yapılmış, yazılmış olsun; öncü bir rol içinde daima sığınacak bir yuva, en karanlık zamanlarda bir kalkan gibi hem ruhumuzu, hem de aziz bedenimizi koruyacak bir ana felsefe-karakter biçimi…

Güven SERİN