16 Eylül 2024 Pazartesi

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

 




                                    BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

                                  ( Beni Öldürmeyen Acı Güçlendirir! )

   Ve Zerdüşt, dağlardan aşağıya inmeye karar verdi. Yani Alman filozof Friedrich Nietzsche: bir deha, üstün insanın peşinde koşan üstün insan…

    Niçe tedavi amacıyla gitmiş olduğu İsviçre’nin Sils Maria ve Luzern bölgelerine âşık oldu. Tabiatın sınırları zorlayan senfonisi buradaydı. Bir değil iki aşkın doğuşu da orada olacaktı!

   Niçe, doğanın desenleri, renkleri, sesleri ve kokularıyla büyülenmişti. Rus asıllı genç kız, yazar, öykücü, psikanalistti Lou Salome de onu büyüleyen, âşık olduğu ikinci ve son aşkıdır.

   Saatlerce yürüyor, sohbet ediyor, her konuda konuşuyorlardı. Genç kadın Niçe’nin fikirlerini çok beğeniyor, birliktelikleri İsviçre’nin, Sils Maria’nın doğasına uygun, yakışır bir ahenk içindeydi. Bu aşktan, samimiyetten cesaret alan Niçe,Lou Salome’ye ikinci kez evlilik teklif etti.İkincisinde de reddedildi.

   Bir dehanın reddedilmesi, yeraltında yüzlerce birikmiş enerjinin birden yeryüzüne çıkması gibidir. Çok değerli, çok büyük ve anlamlı acıları da beraberinde getirir. Zaten, zaten üstün insan felsefesini taşıyan, yücelten ve anlatan Niçe için yaşamının en büyük sınavı başlamış oldu. Ya intihan edecek, ya da yoluna devam edecekti…

   Acı karşısında aradığı şey, hayatın anlamını bulmaktı. Bunun yanı sıra, acı çekmenin kendisinin mutluluğun anahtarı olduğunu görmeye başladı. Acının mutluluk için bir fırsat olduğunu düşünmeye başladı. Ve o büyük eseri ; “ Böyle Buyurdu Zerdüşt “ için kalemi eline adı ve yazmaya başladı.

   Yarattığı eser, yıllar boyunca sanatçıları, filozofları etkileyecek, ancak dehaların yaratacağı türden bir eserdi. O artık, sonsuz dönüşün yaşayan bir kanıtıydı…

    Sağlığı giderek kötüleşse de o artık Avrupa’nın birçok şehrini gezmeye başlamıştı. Dönüşüyordu; sonsuzun içinde insanın durduğu sürece, hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir eserin ruhunu ve bedenini inşa ediyordu.

   İyinin ve Kötünün Ötesinde ki eserinde geleneklere karşı çıkıyor, dimdik savunduğu fikirlerin arkasında, önünde duruyor ve yürüyordu.

    En büyük eserim dediği kitabı yayınlatacak yayın evi bulamadığı için 1886 yılında kendi imkânlarıyla yayınlattı. Yazdığı kitabın karşısında kendi bile dehşete düşmüştü. Eleştirmenler ise; “ Bu kitap dinamit kadar tehlikelidir.” Diyerek adeta kaçıyorlardı.

   Niçe, İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabıyla bir yerde Hristiyanlığa da savaş açmıştı. Ona göre farklı güdülere sahibiz. Cinsellik güdüsü, saldırganlık güdüsü, baskın olmak güdüsü! Hristiyanlık ise bu güdülerin Tanrıya karşı bir hakaret olduğunu söylüyordu. Filozof ise kendini bastır fikrinden nefret ediyordu. Bu şekilde insan kendini temizleyemezdi… Hristiyanlığı köylü ahlakı olarak görüyordu.

   Nisan 1888’de Turin’a İtalya’ya taşındı. En verimli olduğu zamanlardaydı. Yılda dört kitap yazdı. Dehası, adeta fışkırıyordu…

   Dehanın deliliği de 1888 yılının sonunda başladı. Megalomani’ye dönüşen bir durum söz konusuydu. Ve bir süre sonra akıl hastanesine kapatıldı. Bir deha, bir daha ölümüne kadar ( 10 Yıl ) hiçbir şey yazmadı. Zihni kayıp gitmişti gitmesine ama eserleri için hayat yeni başlıyordu.

   1897’de akıl hastası teşhisi konan Niçe’yi kız kardeşi Elisabeth ölene kadar kendi evine taşımış ve orada bakmıştır. Öldükten sonra o evi, Niçe’ye adanmış bir tapınağa çevirmiştir.

   Niçe aklını kaçırmadan önce yazdığı birkaç satırdan birisi; “ Boşluğa yeterince uzun bakarsanız, boşluk da size bakacaktır…”

   Dehaların kaderi de budur; öldükten sonra eserleriyle yaşamaya başlarlar. Üstün insan; belki de boşluğu doldurmak isteyen, üstün bir ruha, cesarete, erdeme, iradeye dönüşmüş olandır…

 Güven SERİN 

   


14 Eylül 2024 Cumartesi

KAFDAĞI ARDINA GİDEN MİNİBÜS

 

İNTERNET

                              KAFDAĞI ARDINA GİDEN MİNİBÜS

( Anılarda Kalan Panayırlar )

   Çocuk gözüyle bakılan her şey; masal, öykü içerir. Düşleri ve algıları sınırsız bir özgürlük, üretkenlik taşır…

    Elem içinde söylemek isterim ki o Kaf Dağı öyküleri çoktan yok oldular… Öykü yaratacak, çocukların düşlerine dokunacak, hatta sokulacak kurum ve kuruluşlar kalmadığı gibi, anne ve babalar da büyük yarışın büyük eserini yaratma düşleri içindeler…

  Doğanın, doğurganlığın en hakiki ve özü olan çocukları işleyecek fabrikalar; sosyologlar, öğretmenler ordusuna ihtiyaç var. O temiz, o masum bakışların sözcüklerini abartıya kaçmadan, edebi, felsefi sarılma erdemi içinde duyarlı bir sanat eserine dokunan sanatçı gibi dokuyacak insanlar çok azaldı artık…

   Bir cambaz, dokuma ustası gibi marifetli panayırcı romanlar, o yetenekli çingeneler de bir bir yok olup gittiler; çocuk düşleri, öyküleri gibi; ticari düşüncenin tapınaklarında hepsi birer; dinleyici, izleyici rolünde fotoğraf ve video karelerine hapsediliyorlar…

  Sözün meclisten dışarıya olduğu haller, çocuk özgür alanları ve onları anlayıp da deryalara katkı veren anne babaları, bu eleştirilerin dışında bırakarak onların önünde eğilerek teşekkürü borç biliyorum…

   Panayırların insanlara dokunan heyecanı, hissiyatı bugünün komik, yapay festivallerinden çok öteydi. İnsanlık mirası gibi güz zamanı, tarım insanları harmanlarını bitirme zamanları; bir soluk, bir eğlence, o günün panayırları. Panayır alanlarının kurulması çok büyük özen ve büyük emeklerle günler sürerdi. Ustalık isteyen bir işi yapardı o günün yetenekli panayırcıları…

  İpsala ve Keşan Panayırı da kendi bölgesinde nam salmıştı. Hele çocukların güzünde tam manasıyla Kaf Dağları ardında periler ülkesi bir yer… Homeros bile bu kadar heyecanlanmamıştır: -Büyük eserini yazar, oradaki esin perilerini anlatırken…

  O günler, tam manasıyla organik günlerdi. Sakin Şehir felsefesi içinde soylu mahcubiyetlerin de hüküm sürdüğü zamanlardı. Paşaköy, Karpuzlu’dan ardı ardına kalkan minibüsler İpsala panayırına insan taşırdı. Özellikle delikanlılar, genç kızlar, erkekler giderdi. Bir şölendi yeri gibiydi;  oradaki tozlu, ışıklı, müzikli ve bol barut kokulu alanlar…

  Her yaşta insanın gece buluşması tam bir şölensi atmosfer oluştururdu. Herkesin meşgul olacağı, eğlenip, oyalanacağı alanlar vardı.

   Bizler henüz küçük, büyükler olmadan gidemediğimiz zamanlardı. Paşaköy’ün minibüsçülerinden birisi de İbrahim Aras, yani dayımdı. Minibüsler sırasıyla kalkardı Paşaköy’ün meydanından.

  Panayır gecelerine akan minibüslerin yolcu bekleme anlarında meydana yayılan ezgiler o günün sanatçılarına ait olduğu gibi, o günün insanlarının öyküsünü anlatıyordu.

   Bazılarının hoparlöründen Şenay’a ait sev Kardeşim şarkısı veya Yeliz’in Bu Dünya Kardeşim şarkısı sürekli ve coşkuyla çalınıp dinleniyordu.

  O akşam birkaç küçük çocuk, İpsala panayırına gidecek mavi minibüsün yolcularını bekleyen meydanın kenarcığında minibüsten yayılan şarkıyı dinliyorduk. Barış Manço’nun Nick The Chopper isimli ve oldukça enerjik, coşku dolu şarkısı çalınıyordu. Yalnız başına gidemediğimiz, ancak gidenleri izlediğimiz gecelerden birisiydi. O şarkı, o minibüs ve minibüsün içindeki delikanlılar, sanki İpsala panayırına değil de, Kaf Dağ’ı ardına giden son yolculardı…

   Zihnime o müzik, o insanlar, o sahne öyle kazınmış ki, zamanı allak bullak eden bir enerji, yenilenme ve dönüşüm içinde sahneye çağırıyor o çocuğu… Büyümeyi reddeden, bildik rütbeleri saygıyla, minnetle selamlayıp o panayır şarkılarına, minibüsteki şakalaşan insanlara kulak veren çocuk; zamana bile rest çeker halde, sürekli zihnini şarkılarını ve öykülerini dinliyor…

 Güven SERİN 

 


  


12 Eylül 2024 Perşembe

TÜM ÜLKE: NARİN...

 


                                               TÜM ÜLKE: NARİN…                         

( Öyle Bir Yerdeyim Ki! )

   Dünyanın diğer coğrafyalarında da kan nehirleri, öteden beri akar… Tarih’in sesi bu acıklı öykülerle dopdoludur. Zamansız ölümler ve eninde sonunda bardağı taşıran o büyük acılar; toplumun bütün fertlerinin vicdanlarının, kalplerinin aynı sofraya oturduğu zaman; bu zamandır…

   Tüm ülke, Narin; tepeden tırnağa, iliklerden, diğer organlara, saflığın vahşetini aktaran duygularla dolu ve taşmış durumda…

  Şu sorunun cevabını hiç kimse, hiçbir kurum ve kuruluş veremez:

—Daha kaç Narin öldürülecek? Daha kaç çocuk, en güzel ve en saf çağlarında zamansız bir trajedinin içine çekilecekler?

  Masallarda, mitlerde sabah kuşu öter ve kötülük son bulur. Tekinsiz olan geceler ve tenha yerlerdir. Ya vicdanın, bilimin, sanatın girmediği yerlere ne demeli? Daima şiddet, öfke, kin ile beslenen, onca medeniyetin yıkılış sebebi olan bu korkunç dramları hangi üniversite, enstitü alıp inceleyip artık; “ Sabah kuşu öttü, gece sonsuza kadar bitti ve gün doğdu” diyebilecek?

  Hüzünlerimizi ve bu ülkede yaşanan trajedileri üst üste yığsak çoktan Cin Seddi ile yarışır bir halde, uzaydan bile görünürdü; Küçük Asya’nın gül yüzlü çocuklarının, kadınlarının solmuş ve gülümsemesi yarıda kalan yüzleri…

  O yüzden bu topraklarda çok ağıt, çok destan vardır. Hepsi, Narin gibi saf ve temiz çocuklardan, kadınlardan, masumlardan doğmuştur. Onların ruhlarından geriye kalanlarından doğmuş, vahşetin tüketmeye çalıştığı masumiyetin tohumlarından filizlenmiştir;

  “ Öyle bir yerdeyim ki/ Ne karanfil ne kurbağa/ Dostum dostum güzel dostum/ Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge/ Yaprak döker bir yanımız/ Bir yanımız bahar bahçe “

  Dünyanın ilk kütüphanesinin olduğu Asur başkenti Ninova antik kenti için arkeologlar neredeyse hiç durmadan çalışıyorlar. Üç bin yıllık şehrin, altı bin yıl öteye uzanan öyküsü, eşsiz kütüphanesi, mimarisi için çırpınıp duruyorlar…

  Ninavo şehri, dünyanın ilk kütüphanesinin kurulduğu o güçlü şehir nasıl battı? Ya Sümerler? Mısırlılar? Frigya, Likyalı, Roma ve Osmanlı’nın yanında yüzlerce uygarlık; nasıl yok oldular?

  Doymak bilmeyen hırsların ve insan dünyasının yetmezlik içinde çırpınan sanrılarının da sebebiyle olabilir mi?

  Narin’in bedeninde kötülüğü binlerce yıldır tekrarlayanların var olduğunu herkes bildiği halde, sadece ağıda benzer haykırışların, günü kurtarma ve vicdanları susturma çabalarının yetersiz olduğunu görüp bilmek de yetmiyor. Kötülüğü bu güzel ve değerli ülkeden kovmak için gerçekten çabalar gösteriliyor mu? Kurutmak için o kötülük bataklıklarını bunca yıldır ne yapıldı?

   Hani toprak reformu? Hani, aşiretlerle adaletli, ilmi, demokrasilere yakışır mücadeleler? Ne zaman susacak bu kara vicdanlı kötülük sahipleri? Ne zaman bitecek, son bulacak?

  Öyle bir ağıt yaksak, tüm dünya ağzından düşürmese, bizi teselli eder, Narin’leri geri getirir mi? Bugün için tüm ülke Narin için ağlıyor! Ya yarın? Yarınlar? Her gün gündemleri delen, zekâmızla neredeyse alay edecek olan binlerce kötülük tohumu da nöbet tutuyor. Neden mi? Dağınık haldeki milyonlarca iyiliği hep korku ve panik içinde bırakmak için…

  Narin, oyun oynamaya çocukluğa doymayan o küçük kız; teslim ederken o taze ve yaşama doymamış bedeni; “ Beni unutmayın diye fısıldamış olabilir…” , “ Beni unutmayın…”

  Belleklerimizdeki bütün kirli bilgiler, alışkanlıklar silinip Narin’in buyruğu, ricası oraya, sonsuza kadar kayıt edilip, toplumsal bilinç geri gelecek, şaha kalkacak mı? Herkes gibi sanmam… Kişisel dürtüler, çıkarlar, çığlıklar, öfkeler henüz kendini toplumsal bilince teslim etmemişse, sadece her gün, usul usul silinecek ve başka Narin’lere başka yaslar tutacağız…

 Güven SERİN 

   

 

 

 

 

  


10 Eylül 2024 Salı

SAKİN ŞEHİR: KIRKLARELİ VİZE

 

Kamera; Güven Vize



Kamera; Güven 

Kamera; Güven 

                                      SAKİN ŞEHİR: KIRKLARELİ VİZE

    Bilinen ismiyle Cittaslow, sakin şehir felsefesi-hareketi 1999 yılında İtalya’da doğdu ve tüm dünyaya yayıldı. Ülkemizde bu harekete-felsefeye ilk üye olan kentimiz, İzmir Seferihisar oldu.

  Daha ayağımızın tozuyla geldiğimiz bölgemizin sakin şehir hareketine üye olmuş Kırklareli Vize ilçemize geçmeden önce bir Hitit duasını da, etkilenerek okuduğum bu kadim sözcükleri de hatırlatmayı borç biliyorum;

“ Tanrım beni yavaşlat,

Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir.

   Zamanın sonsuzluğunu göstererek,

Bu telaşlı hızımı dengele… M.Ö.2000”

   Sakin şehir felsefesine dokunurken biz insanların hız merakımız, aşırı telaşımız ve çok sınırlı ömürlerimiz karşısında yeterince sakin olamayışımızı, sırf bu yüzden mutlu ve huzurlu yaşamlardan fazlasıyla uzak kalışımızı büyük bir elem içinde ifade ediyorum…

   Bu telaş niye? Bu büyük kargaşalar niye? Tam olarak nereye koşuyoruz? Hangi zamanlara ait yaşamlar için bunca kaygı, telaş ve hüzün?

   İlk sakin şehrimiz İzmir Seferihisar’ı yıllar önce ziyaret ettiğimizde fazlasıyla etkilendim. Özellikle Kaleiçi denen yerdeki, taş ve ahşap yapıların onarılması, korunması ve yaşamın içine dâhil edilmesi kendi adıma çok büyük kazanımdır. Tıpkı, şehrimizin Ertuğrul Mahallesi, Çiftlikönü Mahallesi ahşap kültürlerin, bu felsefeyle onarılıp, huzurlu insan yaşamlara dâhil edilme umutlarım gibi…

   Yıllar sonra çok yakınımızda olan yere, geç kalmanın hüznü ve cehaleti ile gittim. Binlerce kilometre ötedeki yerleri anlatırken övünüp de,90–100 km ötedeki sakin şehrimiz Kırklareli Vize’yi ancak bu zamanda ziyaret etmek, kendi adıma geç kalınmış bir buluşma oldu…

    Tam olarak nedir bu sakin şehir hareketi?

   Giderek hızlanan, gürültüye, kargaşaya teslim olan şehirlere karşın, yavaş yaşamayı esas alan şehirlerin bir araya gelmesidir. Bireylerin birbiriyle iletişim kurabildiği, sosyalleşebildiği, kendi kendine yetebilen, sürdürebilir olan, yenilebilinir enerji kaynaklarını kullanan, doğasına, kültürüne ve göreneklerine sahip çıkan, altyapı sorunları olmayan, nüfusu 50 binden az olan kentler sakin şehir kentleridir.

   Sakin şehir hareketi İtalya merkezli olması bir yana daha çok yeni bir oluşum. Vize de bu harekete katılan, henüz bu felsefenin başında olan yeşil doğası ve misafirperverliği ile öne çıkan çok değerli ilçelerimizden birisi.

   Bu hareketlere sadece belediyelerin üye olması yeterli değildir. Bir süreliğine bir takım gelişmeler sağlansa da, sakin şehir hareketinin en önemli tarafı; halktır. Halk benimser, yaşadığı yerle çok samimi, içten ve duyguları sürekli denetleyip, temizleyen akıl yoluyla destek olur, sahiplenirse yaşamın başka renkleri, desenleri, kokuları da görülüp duyulmaya başlayacaktır.

   Gezdiğim iki sakin şehir, İzmir Seferihisar ile Kırklareli Vize toplumsal ve şehircilik anlayışına ve geleceğimize daha umutla baktığım yerlerimizden oldu. Vize’nin sakin şehir bölgesindeki bahçeli evleri, tarihi eserleri, yeşillikleri, gezi, dinlenme parkları ve botanik park-bahçe olabilecek konumdaki korulukları ve insanlarıyla birlikte ilerleyen zamanlarda çok daha önemli insan başarılarına imza atacaklarını düşünüyorum.

  Vize kalesi, tarihi cami ve kilisesi, sakin şehir hareketiyle birlikte yenilenen Arnavut kaldırımları, yolları, her türlü damak ve bütçeye uygun yeme içme yerleriyle birlikte insanın, insanlık yolculuğunda bir başka öyküsünü anlatıyor ve bizleri sakin olmaya, sakin şehrimiz Vize’ye davet ediyorlar…

 Güven SERİN


 

  











7 Eylül 2024 Cumartesi

İPSALA PAŞAKÖY'LÜ HATİCE ÖNDER

 

Kamera; Güven Eski Şehir Mezarlığı Tekirdağ


Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                            HER KADIN BİR İNSAN, BİR İNSAN BİN ÖYKÜ

      ( Paşaköy’lü Hatice Önder )

    Söz sözü açmasa, Ayşe Koç (Teyzem ) bize gelip geçmiş zamanları anmasa, 66 yıl önce ölen Hatice teyzemin mezarının Tekirdağ’da olduğundan ve genç yaşta (38 yaş) ölümle tanıştığından haberim olmayacaktı…

 Hatice Önder ( Teyzem ) Tekirdağ’da 57.Alay Binaları olarak bilinen o zamanın devlet hastanesinde 38 yaşında birçok kadının öldüğü sebepten ölmüş ve Tekirdağ Eski Şehir Mezarlığı’na gömülmüştür.1950’li yıllarda ölenlerin gömüldüğü yol boyuna; Karlık Caddesi’ne beş on metre yakınına gömülmüş. Yaşayanların ayak sesleri, araç seslerinin her daim birbirine karıştığı mezarlığın kıyıcığında bir yere…

  Mezarın başında kendiliğinden bir meşe ağacı yeşermiş. İki gövdesi olup sonradan onlarca dala ayrılmış Trakya’nın öz çocuğu olan meşe ağaçlarının devamı olan sessizliği; erken yaşta ölümü, geride kalan altı çocuğun hüzünlü gözlerini ve kalplerini sessizce dinleyen meşe ağacı…

  Eski Şehir Mezarlığı’nın ( İstanbul çıkışında ) tenhalığını bildiğim için bir yerde bir önlem-can yoldaşı olsun diye Bülent Yorulmaz’ı aradım. Tam da kamp programı yapın Karadeniz havası, suyu adına Kırklareli dağlarına gitme anına denk geldim. Biraz konuşunca bana gereken zamanı ayırmayı, gideceği yere geç gitmeyi uygun buldu.

  Mezarlığın ana kapısından birlikte girdik. Birkaç karga ötüşünden öte kimsecikler yoktu. Mezarlığın otları yeni temizlenmiş, bakımlı görünüyordu. Dikkatli baktığımızda bakımlı görünen tek şeyin otların kesilmesi olduğunu görmenin hüznünü yaşadık. Belki de yüzlerce mezarın taşları çoktan yer değiştirmiş, sağa sola devrilmiş…

    Hangi mezar taşı hangisine ait? Birçok mezar taşının tarihsel ve kültürel önemi belliyken, bunların ayağa kaldırılıp öykülerinin derlenip toparlanmaması şehir kültürü adına başlı başına kayıp…

  Ayşe teyzemden aldığım tarifi iyi ezberlediğim ve çok az zamanımız olmadığı için, mezarlığı baştanbaşa geçip cadde tarafına geldik. Bülent mezarlık duvarını takip ederek doğu tarafına, ben ise tam ters yöne, batı tarafına yönelip Hatice teyzemin mezarını aramaya başladık. Onlarca mezar ve taşları adeta inliyor, güya gelişen uygarlıkların gerisinde unutulmuş olmalarının acılı görüntülerini görmem için adeta yalvarıyorlardı…

  Uzun arayışlar, onlarca mezar taşını, mezarı kontrol ettikten sonra vazgeçmek üzereyken, Bülent ile tekrar buluşma noktamız, tam da Hatice teyzemin mezarının birkaç metre ötesi oldu. Meşe ağacı, teyzemin tarifindeki gibi orada sessizliği, hüznü, genç yaşta ölen bir kadının öyküsünü bekliyor ve dinliyor gibiydi…

  Belli yaşa gelip de daha fazla çocuk yapıp, diğer çocuklarıma bakamam endişesi yüzünden düşük yapmak amaçlı etraftan duyulan, komşu tavsiyesi ve bitkisel ilaçlara girmiş oldukları mücadelenin sonucu, bizim şehrimizde çok erken son bulmuştur.

  1958’li yıların imkânları bellidir. Araç da çok az, telefon da. En etkili haberleşme mektupla, telgrafla. Komşu tavsiyesiyle yapılan bitkisel ilaçlar düşük yapma çabaları sonucu çok kan kaybeden teyzemi eşi Mehmet enişte Tekirdağ’a getirmiş. Hastane ve can kurtarma günleri devam ederken, birkaç günlüğüne İpsala Paşaköy’de yaşayan evlatlarını dolaşmak için yola çıkmış. Çıkmış ama içinde bir endişe; “ Hatice, sevgili eşim ne olacak?” Sezgileri ve endişesi onu, birkaç gün sonra geri döndürür.

  Mehmet enişte hastaneye, eşi Hatice’nin yattığı odaya girince yatağın boş olduğunu görür ve ; “ Bizim hastamız nerede?” sorusu karşısında o dün öldü, bugün de Şehir Mezarlığı’na gömülüyor.

  Bir insanın iç acısını, ruhsal daralmasını düşünebiliyor musunuz? Koşar ve gömülme anına ancak yetişir. Oradan buradan bulduğu birkaç taşı başucuna diker. Altmış altı yıl önce Paşaköy’den hiçbir zaman tanıyamadığım, sadece çok uzak zamanlarda yaşadığını sandığım Hatice teyzemin mezarı başında zamana yayılan insan ve kadın öykülerine daha çok sokuldum.

  Bunca ölüm ve sessiz mezar ve mezarlık… Yaşamın hangi bölümünü hatırlatıyor olabilir? Fazla değil 50–60 yıl önce çok genç yaşta ölen anneleri, kadınları ve onların öykülerini yok sayamayız… Hepsi birer kahramandılar…

   Kimi altı, kimisi sekiz, on çocuk büten ve akıl almaz zorluklara sadece bir tiyatro sanatçısı gibi görev bilinciyle sahiplenen, sahneye çıkıp oyununu oynayan güzel ve yüce insanlar…

  Hatice teyzemle tam olarak 66 yıl sonra tanıştık. Küçücük, temiz mezarında sessizliğe ait ve zaman nehrinde hür-özgür bir halde, geride bıraktığı neslinin onun kanından, hücrelerinden yaşama serpilmiş insanları, sevgiyle kucaklayan bir düşünce gülümsemesi içinde Hatice teyzemle ancak şimdi, altmış altı yol sonra buluştuk…

     Yıllar önce ölen kadınlarımızın ölüm sebeplerinden önemli bölümlerinden birisi düşük yapma biçimleriydi. Ya şimdi? Ardan geçen bunca zaman ve değişen çok şey yok; bu sefer kadınlarımızı öldüren başka bir şey; cehalet, ölü alışkanlıklar ve töreler…

 Güven SERİN 

 


  











6 Eylül 2024 Cuma

KIRKLARELİ VİZE'NİN ONURU: HÜSEYİN ÖZ

 

KAMERA; GÜVEN




                    KIRKLARELİ VİZE’NİN ONURU: HÜSEYİN ÖZ

  Oldum olası idealist insanlara ve gönüllülere hep imrendim. Nasıl ki öncü filozoflar bir öğretmen, öğretici sevdaları içine yüzlerce, binlerce yıl öteden bugünlerin karanlıklarına fener tutup önümüzü açıp aydınlatmışlar ise, Kırklareli Vize’de yaşayan Hüseyin Öz de bugünün ve yarının kuşaklarına; gönüllü müzecilik ve bir aşkın dersini verip geride miras olarak bırakıyor…

   Gönüllü yeteneklerin geride bıraktıkları, onların üretim atölyelerinde pişmiş eserlerin tadı ve tuzu tam manasıyla evrensel anlayışa, algıya ve değerlere de hitap ederler…

   Kırklareli Vize’de yaşayan emekli olmuş Hüseyin Öz ile yeni tanıştım. Vize’ye ziyaret etmek amacıyla gitmesek, tanışmamız mümkün olmayacak! Aynı zamanda Vize kalesi içinde bir başka Sakin Şehir projesi gönüllüsü Kıymet Hanım, bizim merakımızı, tarih ve kültürel heyecanımızı hissedip bizi Hüseyin Öz’ün evinin, etnografya müzesinin olduğu yere, zahmet edip getirmese yine tanışmamız mümkün görünmüyordu…

  Yolculukların, seyahatlerin her zaman bir okul, gönüllü bir öğretmen olduğuna inanıyorum. Doğaçlama tarafı için biraz sabreder, koşullu gelmeyip acele etmiyorsanız, gittiğiniz yerdeki doğal güzellikleri, tarihi eserleri ve insan kültürleri için birkaç yudumluk zaman yaratırsanız o kadar çok şey kazanıyorsunuz ki, yapılan hizmeti, harcanan emeği görünce; VAY BE! Demeden kendinizi alamıyorsunuz…

  Kırklareli Vize ilçemiz İtalya merkezli sakin şehirler projesine katılalı 14 yıl olmuş. Henüz işin başında olsa bile, sırf bu merak yüzünden gidip de bir tesadüf eseri tanıştığım Hüseyin Öz ise kendi sevdalı yolculuğuna tam olarak 30 yıl önce başlamış. Nedir bu merak ve sevda?

   Gözlerinize inanamayacağınız kadar etnografya eseri, maddi kültür değeri ve önemi olan objeleri sabırla, fedakârlık ve dikkatle biriktirip sergiler hale gelmiş… Kendi bahçeli evin küçük salonlarında ve havlusunda ben diyeyim 500 obje, siz deyin 1000 obje-kültürel değere sahip eser; çok seçkin, sağlam ve sağlıklı olarak etnografya kültürüne değer ve önem verenler için gün yüzüne çıkmış. Otuz yıllık emeğin tek sahibi Hüseyin Öz…

   Biliyorsunuz, Ankara Etnografya Müzesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün etnografya kültürüne verdiği değerin de sembol binası, müzesi ve görülmeye değer etnografya müzelerinin en başında geliyor. Burasını içindeki eserler için ayrı, müzenin mimari değeri için ayrıca ziyaret etmek gerekir…

  Kırklareli Vize’de bulunan Hüseyin Bey’in bir yerde kendi aşkı olan bu mütevazı bahçesi olan ismi bile olmayan yer, onlarca, yüzlerce etnografya müzesini geride bırakacak kadar zengin eserlerle dopdolu...

   Özel müzecilikte ulusal ve uluslar arası öncülüğü yapan Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Koç Müzesi arkalarındaki büyük entelektüel ve maddi güç sayesinde ülkemiz ve dünya kültürüne hizmet etmeye başladılar.

   Yalnız kültür sevdalıların, etnografya aşklarının meydana getirdiği ve yapılan fedakârlığın çok üst seviyelere ulaştığı ilk müzeyi, Edremit’in Kaz Dağları bölgesinde Tahtakuşlar Köyü’nde yaşayan Alibey Kudar’ın Etnografya Müzesi’nde görmüştüm. Çok etkilendiğim, içindeki zenginlik, tertip düzen karşısında şaşkına döndüğüm müzeden geriye kalan izler ve anılar hep zihnimde! Yıllar sonra Kırklareli Vize’de Hüseyin Öz’ün kurduğu henüz müze olarak duyurmadığı yerdeki etnografya deryası karşısında da aynı şaşkınlığı, heyecanı ve duyguları hissediyor, taşıyorum…

   Alibey Kudar, sadece Kazdağları Tahtakuşlar Köyü insanlarına değil, tüm ülkeye ve uluslar arası çevrelere tanıttığı müzesi, Alibey Kudar’un, bir Köy Enstitüsü insanının ülkesi ve dünya için ne kadar çok şeyler yapabileceğinin de en görkemli ve bilimsel kanıtıdır…

    Hüseyin Öz’de bu yolda, çok büyük yol almış. İddia ediyorum ki birçok Etnografya Şehir Müzesi ile karşılaştırılsa görenler ve oradaki görevliler imrenerek, şaşkına dönerek geriye dönerler. Biz nerede, Hüseyin Bey nerede? Diye sessiz sorguları, bürokrat kimlikle sessizliğe ve belki de hiçliğe doğru sokulur…

   Cellât Baltası nasıl bir şeydir derseniz Hüseyin Öz’ün henüz ismi konmamış etnografya müzesinde! Pranga nedir derseniz; orada! Faytonlar, çeşit çeşit karanlığı aydınlatan lambalar, kağnı ve yakın geçmişe, atalarımıza ait eşyalar: Hüseyin Öz’ün henüz adı konmamış etnografya müzesindeler…

    Hepsi çok ilginç ve önemli;  kültürel, sosyal, maddi ve manevi öyküleriyle birlikte, belki de yaşam-yaşatmak denen derslerin ilk önce öğretilmesi gereken bazı hikâyeleri de fısıldamak için; oradalar…

Güven SERİN