İNSAN, İNSAN OLMA EVRİMİNİ
TAMAMLAYAMADI
Kim bilir daha
ne çok filozof, şair, yazar çıkacak; insanın komedisini, trajedisini ve
kaybolmuşluğu içerisinden çıkacak olan kuşakların öyküsünü anlatacak… Israrla
geliştirdiğimiz dilimiz ve sözcükler, anlatmak için icat edilen kavramlar; ne
büyük buluşken ne korkunç yüke dönüştü; kimi bilerek, kimi bilmeden…
Bir şair, insanlığın
mı yoksa kendi ağıtını mı yakıyor bilinmez;
“ NİÇİN, eğer var oluş süresini geçirmekse konu / Bir
defne yaprağı olarak, biraz daha koyu öbür yeşillerden / Küçük dalgalarıyla her
yaprağın kenarındaki / ( Gülümsemesi sanki rüzgârın ) : niçin / İnsan olmak
zorunluluğu ve niçin yazgıdan kaçarak / Yazgının özlemini çekmek? “
Bunca büyük kavram,
devasa hedef ve rekabet içerisinde eninde sonunda yazgının boyun eğdirdiği
insandan geriye kalan toprak ve öyküler… Ağır ağabeylerin, ablaların ve nice
kutsanmış öykünün imbiğinden çıkan, süzülen ve neredeyse 21.yüzyılın eşiğinde
kendi yalnızlığınla yüzleşme aşamasına gelen yalnız insan… Üstelik yapayalnız;
bir günde yüzlerce, binlerce videoyu, resmi, fotoğrafı; insana dair akışı
izleyen insanın girdaba düşmüş bir hali var; olmasaydı bilim dünyası,
gelmeseydi sanatçılar yeryüzüne…
7 milyarlık büyük
çoğunluğun biricik derdi; yaşamın içinde kendine düşen payı ve o paydan daha
fazlasını ele geçirmekken, bir avuç bilim insanı, bir avuç sanatçı; kendi devinimi,
öğretileri ve sezgileri içinde denemedik haykırış bırakmıyor. Niçin duyulmuyor?
Niçin fark edilmiyor? Henüz hazır olmayan insan evrimi; kendi kavgasını, kayıp
sıkıntıları; yaşamadan, yerini diğer kuşaklara bırakmadan değişimin öyküsü
başlamayacak; belli…
Sessiz Kuşak, X Kuşağı,
Y derken; Z Kuşağı da sahneye geldi. Sessiz Kuşak ise çoktan sahneyi terk etti,
üzerine düşen vazifeyi; üremeyi, neslin devamını fazlasıyla sağlayarak; ölen ve
öldürülen savaş kurbanlarından daha çok çocuğu bırakarak geride…
Ölenden daha fazla doğan,
öldürülenlerden daha fazla yaşayan insan olunca, kendi çokluğu içerisinde kendi
erdemini, kıymetini yaratamıyor. Niçin? Tamamlanamayan açlıkların, içgüdülerin öfkesi,
ön yargısı, rezil bir gurur yüzünden…
Oysa işe yarayan,
faydalı olan insanın, insanlığa ait bir ortaklığı var. Üretmek; tüketenleri
mutlu etmek… Geçmişe ait bir tanıklığın öyküsü; iki dayım ve babamın öyküsü.
Babam, daha çok seveceği, daha neşeli, sıcakkanlı olanı değil de, yüzü daha az gülen,
daha muhafazakâr olanı seviyordu. Neden? Mavi gözlü, daha sevecen olanın,
sözüne sahip çıkmadığı gibi, aldığı borcu ödemekte zorlanması, unutmasıydı. Ya
diğeri? Aklıyla çalışmaktan öte fedakârca çalışır, aldığı işi alın teri, iman
kuvvetiyle yapardı. Oysa babamın seveceği olan diğeriydi; sözünde durmayı öğrenmiş,
borçlarını ödemenin onurunu varmış olsaydı…
Bir başka tanıdığım
kişi; “ Doğu İnsanı” na, kendince öfke geliştirmiş, birçok bilinmez suçu onlara
yüklemeyi alışkanlık haline getirmişti; çok önceleri. Çalıştığımız yer, kamu kuruluşuydu.
Sözleşmeliydik o kurumda. Bir de kadrolu dedikleri çalışanlar, staj yapan
gençler vardı. Kadrolu çalışan dediğimiz arkadaş iyiliğine iyi; hatta iyiliğin
gözünü çıkartacak kadar iyiydi. Kendince önem verdiği insanı bayıltacak kadar
özen gösterir, karşımızda bulunan doğu kökenli bir esnafa gitmemeleri için
stajyer çocukları sürekli uyarırdı. Bizim söylemlerimiz, insana, insanlığa dair
olsa da; bizler sözleşmeli ve sesini yeterince yükseltme-meliydik. Derken bu
kadrolu arkadaşımız, kendisine müzik alete almak için İstanbul'a gitti.
Geldiğinde,yanında zamanın en güzel org denen müzik aleti de vardı.Bizimkisi
bir memnun ki sormayın; satın aldığı kişi doğulu bir esnafmış.Ama çok iyi,çok
güzel bir insanmış.O kadar memnun kalmış ki; bir daha İstanbul'a giderken ona
Tekirdağ rakısı getirecekmiş… (Müzik aletini ucuza almanın sevinci, tutunduğu
kavramı da yerle bir ediyor.)
Görüyorsunuz ki; insan,
kendi yarattığı kavramları kendisi bir güzel çiğner ve bir başka yardımcı
kavramlarla savunmaya geçer. Oysa yaşam pratik olandan beslenir. İnsanları,
sosyolojik, psikolojik, kültürel, politik gözle değerlendirmeden beslenen yaşam
ise tadına doyulmayacak kadar insan; insanlık kokar. Neden sorusuna; cevap arar
ve bulursunuz.
Bu insan niçin kötü?
Niçin suç işler? Veya kötülüğün tam olarak tarifi, matematiksel formülü nedir?
Yüklendiğimiz yükler o kadar çok ki; her an birine kızma, öfkelenme hakkını
kendimizde görüyoruz. Politik öncülerin koltuğu, oyunları o kadar işlek ki, her
an taraf, yön ve anlam değişebiliyor. Yani bildik bir sürü yüce sözcük-hissediş
ve ilke; çağlar öncesinin kıt'aları gibi yer değiştiriyor…
Neredeyse bütün dünyada,
özellikle sırtını belli söylemlere dayamış siyasetçilerde bir kaygı başladı.
Sahneye çıkmış olan ve hızla gündeme dokunma yarışında olan Y ile Z Kuşağının ne
zaman ne yapacağı belli olmadığı, çarçabuk boyun eğ-dirilemediği için bir telaş
ki sormayın… Bir de ALFA kuşağı denen bir kuşak doğacak yakınlarda.Belki de
doğmaya başladı bile…
İnsan, insan olma
evrimini tamamlayamamış olabilir ama geride bıraktığı yığınla tarih var.
Savaşın, korkunun, kıyametin, hastalıkların tarihi; üstelik çoğu, güne; bugüne
süzülüyor; patlamış yanardağların sıcak külleri gibi bir başka yakıcılığı haber
veriyor…
Susayım ve usulca
sözü şaire; Rainer Maria Rilke’ye veriyim. Ağıtının bir bölümünü varsın burada
da söylesin;
“ Bir kez için, her şey, yalnızca bir kez için. Bir kez için,
hepsi bu./Ve bizler de bir kez için. Bir ikinci yok hiçbir zaman./Fakat bir kez
var olmuş olmak, yalnız bir kez bile olsa: / Yeryüzünde var olmuş olmak,
yadsınamaz görünüyor.”
Güven SERİN