Kamera; Güven İstanbul
İnsanlar ilk önce mağaralara resimler yaptılar;
35-40 Bin yıl önceleri... O zaman bu olgu,
sanatın gereği değil, hayatta kalma isteğinin
harika bir dansıydı; var olabilmek için,
gerekli bir oyalanma şekliydi...
Bu mozaikler görülmeye değer; şimdi gün
ışığında..
HİÇBİR YERDEYİM
Onun için Türk edebiyatının gamlı prensesi diyorlar.
Gözlemleri, algıları, algılamayıp yarım kalanları… Nasıl ki İspanyol
edebiyatının hüzün yüzlü şövalyesi varsa, Türk edebiyatının hüzün yüzlü
prensesi Tezer Özlü var…
Geziyor, görüyor,
dinliyor ve irdeliyor. Tamamen insana özgü… Tamamen öyle ama bizi büyüten ve
besleyen tabiat, yüce evren bir şeyleri hızlı öğrenmeye karşı gibi! Her öğreti
ve gözlem, gizemli ve heyecanlı hissediş, aynı zamanda çok zorlu bir sıkıntı…
Sonsuza uzanan, günü
kurtarma telaşı yaşamayan, pafta, parseller ve soylu makyajların ağına düşmeyen
hüzünlü prenses seslenir hiçbir millete ait olmayacak edebiyat dünyasına;
“ Şimdi kent merkezinde yüksek bir yapının ikinci katında
oturuyorum. Buranın mı, Türkiye'nin mi daha karmaşık olduğunu düşünüyorum.
Hemen hemen aynı karmaşıklık! Önümde gene zafer anıtı! Bir ülkenin zaferi, bir
ülkenin yenilgisi! Zafer de, yenilgiler de insan ölüleri üzerinden geçiyor.
Bir çocuk bağırıyor.
İstasyona gideceğim. Hava dayanılır gibi değil. Hesabı öderken;
-
Nerelisin, diyor garson.
-
Hiçbir yerli.
Sonra dünya futbol şampiyonasına olan ilgimi soruyor.
-
Hiiiiiç. Diye bağırıyorum.
Merdivenlerden inerken arkamdan biri bağırıyor;
-
Alman, Alman. “
Ya her seslenişi bir
rüzgar, her rüzgarı bir tohum, her tohumu bir yaşam, her yaşamı bir koşu olarak
bilen Pavese seslenirse;
“ Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi
yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir
deliler topluluğunu andırmasıdır.”
Bazen, ruhunuza
çakılan yapay perçinleri çekerek çıkartır insan. Menteşeleriyle, çivileriyle
tutundukları yerden paralayarak çıkarmak, o çıkarıştaki acıları, beden
parçalarını, akan kanları, sinir sisteminizin bütün çılgınlığını boş vererek;
bir yerli olmaktan çok öte, asıl olan yerin sizi davet eden kokusunu duyar gibi
olursunuz.
Bu davet, evrenin
derinlerinden, dünyayı bile delip geçen o muhteşem enerjinin kendisinden
kaynaklanır; o yüzden, ışığa, arayışa, çelişkilere, ümitlere, buluşlara ve o
yüzden sanatın perspektif bakışlarına muhtaçtır insan.
Yarım kalan
şarkının, bitmemiş şiirin, tamamlanmamış hikayenin, genç yaşta ölen bir
annenin, babanın yarım bakışları, hüzünlü haykırışıyla, yine seslenir Tezer;
“ Daha sonra aklın sınırlarını zorladım, diyorum. Çünkü
aklın sınırları can sıkıcıydı, yaşam boyu yeterli olmazdı. Bir boyut daha
kazanmak gerekirdi, herkesin erişemediği bir boyut daha kazanmak, diyorum.
Akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir boyut olmalıydı.”
Nereli miyim? Hiçbir yerli...
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder