BİTMEYEN
KULÜBE: TEKİRDAĞ’IN GAUDİ’Sİ YUNUS ÇAKIR
Tekirdağ’ın Yeniköy’ünde doğmuş, tüm rüzgârları birbirinden ayırt edecek kadar tabiatın sesine kulak vermeyi bilen bir adamdan söz edeceğim bugün size. Eli zanaata sürülünce sanat doğuran; taşı, tahtayı, toprağı birer canlıymış gibi okşayan, yılların ağırlığını nasırına işlemiş bir gönül ustasından… Yunus Çakır’dan.
Peynir helvasıyla tanırsınız onu. Şekerin, sütün ve emeğin nasıl bir araya gelip lezzete dönüştüğünü gösteren o eski usul ustalığıyla… Yunus Çakır dediğimiz adam, eline malzeme verdiğinizde sadece helva değil; bir duvar, bir çatı, bir kulübe de çıkarır ortaya. Hem de öyle gelişi güzel değil; taşı taşla, ruhu ruhla birleştirerek.
Tam da bu yüzden, bir vadinin ortasına, dere kenarında, zamanın hızını unuttuğu bir noktaya inşa ettiği kulübeyi gördüğünüzde anlarsınız bu öyküyü. O kulübe, yapılmış bir yapı değil; yapılmaya devam eden bir eserdir. Bitmeyen bir nefes, sürekli eklenen bir heves…
Kiremitleri yamalıdır ama yamalı diye bakımsız değildir; kırılmış bir taşın yerine yenisi gelecek ama ne zaman geleceğini sadece Yunus Usta bilir. O kulübe, ustanın gönlü ne zaman ilhamla dolarsa o zaman büyür. Tıpkı bir ağacın doğanın içinde doğal bir şekilde uzayan dalları gibi…
Bazen bir kiriş ekler, bazen bir taş oyup duvara yerleştirir, bazen oturup sadece kulübeyle sohbet eder. Huzurun da üretimin parçası olduğuna inananlardan…”İş bitti” sözcüğü onun sözlüğünde bulunmaz; çünkü bitmeyen işler, bitmeyen ruhların eseridir.
O Tekirdağ’ın Gaudi’sidir.Antoni Gaudi’nin İspanya’da başlayıp asırlardır bitmeyen o ünlü eseri vardır ya…Halkın “ bitmeyen kilise” diye bildiği Sagrada Familla…Yapıldıkça güzelleşen,yıllandıkça gençleşen bir dünya mirası…
Yunus Çakır’ın kulübesi de onun bir dağ eteklerindeki köyünde kardeşi gibidir. Belki küçük, belki gösterişsiz görünür ilk bakışta. Ama Gaudi’nin eserinden eksik değildir bir yönü:
Bitmeye niyeti yoktur.
İkisinin ortak yanı büyüklük değil, felsefedir.
Biri Barcelona’da taşları dantel gibi işler, diğeri Ganosların eteklerindeki vadide taşın yüreğine dokunur. Biri kubbe yükseltir, diğeri dere kenarında bir duvar örer ama ikisi de aynı duyguya emek verir:
YARATMANIN SONSUZLUĞUNA…
Yunus Çakır’ın kulübesini gördüğünüzde, insan emeğinin zamana kafa tutan yanını hissedersiniz. Orası sadece barınak olmaktan öte; ustanın iç dünyasını dışarı taşımış halidir. Bir gün çatıya yeni bir kiremit konur, ertesi gün içeriye dokunulur… Ve bu değişim hiç bitmez.
Kulübenin çevresindeki sarmaşıklar, yosun tutmuş taşlar, rüzgârın uğultusu ve derenin sesi, sanki bu yapının ortak ustalarıdır. Yunus onlara karışır, onlar da yapıya ruh verip gizem katar.
Belki de kulübe eski ve küçük görünse bile hayatta kalmayı çok iyi bilir. Çünkü doğanın dilini anlamış bir el tarafından inşa edilmiştir.
Küçük ama derinliği büyük bir öykü. Yunus Çakır’ın kulübesi, büyük mimarların, büyük şehirlerin, büyük projelerin gölgesinde kalacak bir şey değildir. Bazen büyüklük metrekareyle ölçülmez. Kim bilir, belki de bu toprakların Gaudi’si sessizce tüm zamanlara ait mimarlara, ustalara sessizce ses veriyordur…
Kulübe bir gün tamamlanır mı? Belki. Tamamlansa bile biteceğini sanmam. Ustası nefes aldığı sürece, o kulübe de nefes almaya devam edecek.
Güven SERİN




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder