26 Ağustos 2022 Cuma

NEREDE DURACAĞINI BİLMEYEN ZEKA

 

FİKRET MUALLA

                         NEREDE DURACAĞINI BİLMEYEN ZEKÂ!

 

  Onun ismini çokça duyduğum halde öyküsünü, Fransa’da yaşayıp orada öldüğünü bilmiyordum. Eserleriyle ise ilk kez 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı etkinliklerine gittiğimde Ankara’da tanıştım…

  Nerede mi? Cumhuriyet’in özünü anlatan, Mustafa Kemal Atatürk’ün mimarından, mühendissine, işçisine kadar herkesin Türk olmasını isteyip ortaya çıkan bir başka eserde: Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde…

   Kimden mi söz ediyorum? Fikret Mualla’dan; o dahi ressamın perişan halinden ve belki de dâhilerin bizlerin görüp de adını koyamadığımız bildik insan ilişkilerini reddeden Fikret’ten söz edeceğim sizlere.

  Arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadelerindeki gibi “ Nerede Duracağını Bilmeyen Zeka “ dır.Onun seçmiş olduğu yaşamın görünen tarafı…Fikret Mualla için söylenen sözlerden birisi de; “ Ya gerçekten bir deliydi,ya da hayatı bizim gibi algılamıyordu.”

  Sanırım, dahi sanatçıların ileri görüşleri, toplumların yaratmış olduğu normlardan çok öte. Onları iyi izlerseniz tek dertleri anlaşılmaktan öte gitmediği, bizim gibi normal sayılan inanların; mülkiyet, kalıp haline gelmiş söz-hal-hatır sorma gibi merakları, öyle bir dertleri olmadığını görebilirsiniz. Yaptıkları iş, yaşam tarzı nasıl olursa olsun; inançları çok sağlamdır.

   Van Gogh’un dehası, acıları, sancıları onun resim yapmasını istiyordu. Ve o,sürekli resim sanatını bulduğu her tuvale icra ediyordu. Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin dehası ise tam manasıyla insan merkezliydi. Kıyamete yürüyen insanlığı, insan kılığına girmiş “Kurtarıcı” rolünde uyarıyordu. Düşünceye, insana ait bildik bütün çağrıları söze, söyleme taşımıştı…

  Fikret Mualla’nın dehası ise; alkolü ve resmi seçmesine neden olmuştu. Genç yaşta kaybettiği annesi ve başına gelen diğer elem dolu olaylar onun resim sanatıyla alkole sığınmasına neden olmuştu…

  Zekâ fazlalığının freni nedir diye kim bilir kaç kez sordum kendime. Tam olarak bir cevap verebildim mi acaba? Aradığım cevaplar arasında sığındığım fikirleri yok sayamam. Örneğin, sosyoloji, edebiyat, felsefe ve insanı insan yapan serüven-seyahat merakı; bizi, önce kendimize, sonra diğer insanlara yönlendirdiğini söylemeliyim…

  Nasıl ki panzehir denen şey, zehrin sahibinden elde ediliyorsa, insanın panzehiri de yine insan ve o insanın, insanlık yolunda bulduğu bilim, sanat dalları, amatör bir ruh tercihi içinde yapılırsa, insanın dehasına gerektiği zaman fren görevi yapacağını düşünüyorum.

  Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde onun ilk önce karşılaştığım eserlerinden ikisi; İki Figür ve Gece Kulübü isimli resimleriydi…

  Bilinen manada iki arkadaşı hep onunlaydı; fırçası ve içki şişeleri. Görünen o ki, ikinci arkadaşı içki şişesi için durmadan fırçasına iş düşer. Bir şişe şarap resimlerini elden çıkartır…

  Bizlere, kendimize normal diyen insanlara göre; “ Ne büyük enayilik “,ne büyük kırılma ve yanlış tercih gibi görünse de onun yaşama biçimiydi. Belki de geçmişindeki acılı dönüşüm anlarını unutmaktı bütün mesele…

  Sayın okuyucu, bilmelisiniz ki edebiyatı var eden de bu tür yaşamlardır. Riske, ritme, estetiğe, özgün farklılıklara muhtaçtır edebi dünya. Fikret Mualla da 26 yıllık Fransa serüveninde ana dilinden, ana vatanından uzak, neredeyse iki arkadaşı; fırça ve içki şişeleriyle baş başa yaşamın başrol oyuncusuydu.

   Kendi içinde tamamen özgürdü. Kalıplara, geleneklere, bildik büyük insan manzaralarına uymayan bir yaşam; tam manasıyla göçmen bir kuş misali; vakti geldiğinde bir gün fazladan durmayacak bir halde Paris kafelerinde, parklarında, çarşılarında Türkiye’nin Van Gogh’u olarak bilindi ve anıldı. Uçsuz bucaksız insan deryası içerisinde birkaç adım öne çıkan, Paris’in bir köyünde yaşama veda eden; bildik insan gözyaşlarını içine gömen bir insan…

   Yaşamı her ne kadar renksiz görünse bile, resimleri renklerin deryası, çiçek bahçeleri içerisindeydi. Resim sanatına, kasveti, korkularını taşımamış; tam aksine, renk ve desen cümbüşü içindeydi bütün eserleri…

   Bildiğim bir Fikret, Aşiyan’a, Türkiye’ye damgasını vurmuşken, diğer Fikret, Paris’e, Türkiye’ye nam saldı. Birisi, şiir sanatına tutunmuşken, diğeri resim sanatına; dört elli sarıldı; estetik duygulardan çok öte, yaşamak ve karnını doyurmak için.

   Her ikisinin de ortak noktaları; Galatasaray Lisesiydi. Farklı zamanlarda yaşadılar ve öldüler. Birisi, Aşiyan’da kendi projesini onayladığı evinin hemen kıyısında, diğeri de, Paris’ten kimsesizler mezarlığından getirilen kemiklerinin dinlendiği yer; Karacaahmet Mezarlığında, sonsuz evrenin içinde, büyük eserler bırakmanın erdemiyle dinginliğe doğru akıp gidiyorlar…

Güven SERİN  

  


2 yorum:

Klio'nun Şarkısı dedi ki...

İşte bu farklı insanlardır hayatı güzelleştiren. Fikret Mualla da onlardan biri. Çok severim çok.
Kaleminize sağlık!

GÜVEN SERİN dedi ki...



Özgün olan,yaşayan belki eziyet çekiyor gibi görünse bile,yaşamın tadı ve tuzu onlara bir ödül gibi sunuluyor.Eskilerin söylediği gibi" üç günlük dünya" birçok insan için güya yaşıyorum,yaşıyoruz diye sadece podyumlara çıkma,güya büyük seyirciden alkışı alma arzularıyla yanıp tutuşma...Oysa,özgün yaşama inanmış insan veya sanatçı,yüce alkışı,ilahi bir kanaldan duyar,hisseder ve her eziyet,yük,sıkıntı,akışın da başladığı anların habercisi gibidir...Teşekkürler Sezer...