BİÇARE YAKUP!
Yakup isminde birisi; her gün, cadde ve sokaklardan geçen binlerce insandan sadece birisi… Onu diğer insanlardan ayıran şey ne? Neredeyse yaz kış üzerindeki kahve renkli paltosu mu? Hiç elinden düşürmediği belki de bütün malı-mülkü olan plastik poşet içerisinde birkaç ıvır zıvır…
Daha öncesinden de yazmıştım Yakup’u. Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup şiirinden alıntılar yaparak seslenmişti kalemimden bizim Yakup. Yakup bu; sessizliğe yazgılı bir biçare…
Merkez köylerden olduğunu öğrendim. Yıllardır tanırım onu; caddelerin karşı kıyıcığından, parkların tenha banklarından… Hep aynı duruş ve görüntü içerisinde; aksak yürüyüşü, elinde bütün serveti poşetiyle, oradan oraya sessizliği taşıyan Yakup…
Yıldan yıla hatırladığımız Noel Baba, sırtında çuvalıyla çocuklara hediye dağıtmanın peşinde koşa dursun. Zeki, çalışkan, kurnaz insanlar ise bildik o muhteşem oyalanmanın; malın, mülkün, su katılmamış gururların peşinde oyalansınlar. Yakup, kendi halinde Biçare Yakup, o sessizliğin peşinde koşacak; ta ki son nefesine kadar…
Biçare Yakup, hiç düşündü mü acaba taşıdığı canın ağırlığını? Evsizliğini, kimsesizliğini, yetersizliğini, on binlerce insanın arasında herkes evine çekilirken bir kahve köşesinde rıza gösterirlerse kuru bir sandalye üzerinde kıvrılıp uyumanın yükünü hiç dert edindi mi kendisine?
Ona ses çıkarmayan sıcak kahvelerin bir köşesine sokulmasını seven Yakup’un gece olunca, herkes yatmaya çekilince hastanenin acil servisine gittiğini öğrendim. Belli ki orada bulunan insanlar-yöneticiler, amirler, memurlar ona acımışlar; devletimizin, milletimizin olan mülkün bir kıyıcığında bulunan bir sandalyede geceyi bir kuş gibi tüneyerek geçirmesine izin vermişler.
Şafak vaktiydi Yakup’un olduğu hastaneye gittiğimde. Henüz gün aralanıyordu gecenin kalın bulutlarının ardından… Yaşlı hastane, yaşlı ağaçlar henüz günün hareketine kavuşmamıştı. Umduğum gibi Yakup’u gördüm loş ve tenha hastane köşeciğinde. Kupkuru bir sandalyenin üzerine, tam da düşündüğüm gibi; İshak Kuşu gibi tünemişti kuru dalına…
Otomatik kapı açılır açılmaz, zaten derli-toplu ve kuşkulu hali hemen hareketlendi. Belli ki çok uyarılmıştı; “İnsanlar girince içeriye; derlen, toplan ve usulca sokaklara, caddelere, kahvehanelere geri dön!” uyarısı almıştı onu kollayan, koruyan kişilerden.
Otomatik kapının gürültüsü geçince, Yakup gibi süzüldüm içeriye; sessiz ve neredeyse soluksuz…
Rahatsız etmeden baktım ona. O da rahatsızlığının geçici olduğunu düşündü ki, bir kuşun başını kanatları altına gömmüş olduğu gibi tekrar kasketinin içerisine döndü; yabanıl bir hayvanın tedirgin her an uçmaya hazır içgüdüleri içerisinde…
Yakup’u farklı açılardan, farklı zamanlarda gördüm.Ne ayağının aksaması,ne de mülksüzlüğü,evsizliği koyuyor gibiydi ona.Bir yazgının,on binlerce insanın içerisinde,kendi biçareliğine çoktan tutunmuş,sımsıkı sarılmıştı.
Zaten iyi şairler, iyi sanatçılar biçareler için doğmuyorlar mı, gelmiyorlar mı bu dünyaya? Kendi biçare halleriyle yoğurmuyorlar mı Yakup gibi masum, yalnız; bir evrenin ruh hallerini;
Daha hiç çağrılmadım.
Biri olsun ‘ Yakup ‘ diye seslenmedi hiç!
Yakup!
Diye seslenmedi ki dönüp arkama bakayım.
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim.
Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım.
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder