ROMANLAR
YOLCULUKTA
Charles Baudelaire, çingeneler yolculukta şirinde dile getirir gördüklerinin sancısını ve haykırışını;
“ Gün yola çıktı yine, gözbebeği ateşten
Kâhinler aşireti, yavruları sırtında
Ve sunarak onlara arzu duyduklarında
Sarkık memelerinin hazinesini her an”
Altınova’da oturan arkadaşım Yunus Usta yıkılacak eski bir yapının yan tarafında bekleşen Çingeneleri haber verdi. Telefondaki sesindeki heyecan, saygı ve sevgi iç içe germiş, her an bir şiir yazacak şairin doğurganlığı içinde;
“ Görmelisin Güven, öyle bir heyecan içinde bekleşiyorlar ki! Bir de ateş yakmışlar çalı çırpıdan; etrafına toplanmış çoluk-çocuk…
Neşe içindeler; küçük, büyük; birazdan yıkım olursa çıkacak demirlerden kendilerine düşen payı almak adına, bir gün daha tok geçecek umutları sapa sağlam; oturdukları ateşin başında-eski-püskü giysileriyle çingene çocukları, bir yudum umudu zenginlik kılıyor…”
Şehrimizde yaşayan çingenelere çingene demek neredeyse suç haline geldi. Şimdi ; “ Roman “ diye sesleniyorlar onlara. Sanki dertleri azalmış, saygınlıkları artmış, onları eğlenceli kılan meslekleri-uğraşları daha yücelmiş gibi…
Bu kandırmaca seslenişe neredeyse herkes teslim olmuş durumda. Hemen hemen her sorunu yok sayarak veya önemsemeyerek bu durma düşmedik mi? Kendi folklorik değerlerimiz de böyle eridi gitti. Gönüllü erime, asimilasyon böyle bir şey… Fakat bu eriyişimizin karşılığı ne? Bir dönüşüm, bir yenileme içinde olduğumuza göre kime benziyor, kime dönüşüyoruz? Batıya mı? Doğuya mı? Sanırım; hiçbiri…
“ Seni satmam çocuğum
Dört yüz bin tekliğe,
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin.”
Günümüzden 30–40 yıl önce panayırlar olurdu. Eğlenmek adına panayırlarda yok yoktu! Şarkılı danslardan, müzikal benzeri etkinliklere, uçan sandalyelerden, silah atışlarına, halkalara kadar; hüner isteyen büyük organizasyonu kuran da yöneten de Çingenelerdi. Bir makyaj yapardı çingene kadını, etrafında on, yüz, bin erkek dolanırdı. Güya dışlanan, güya ötelenendi Çingene kadını! Hünerli eller böyle bir şeydir, kendine çeki düzen verir ve hünerini satmayı becerir…
Doğduğum yerde birkaç ayda bir gelen Çingeneleri görürdüm. Özellikle, sepetçi ve kalaycı zanaatı olanlar anne annemin komşusu olurlardı. Neden mi? Onların Ayşe Ninesiydi. İstedikleri zaman su, ekmek verir onları kollardı. Onların da yeryüzünde insan olduğunu, insan haklarına sahip olduğunu kendi hiç hukukuyla çoktan anayasasına yazmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gibi; herkes eşittir; “ Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrı gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmaz.”
Yasalar böyleyken yaşadığımız toprakların zenginliği binlerce yıl öteye uzanıyorken, kendi geçmişimizin coşkusu, Rumeli, Anadolu, Orta Asya imbiğinden süzülmüşken niçin kendi kendimizi eritiyor, kültürlerimizi özentiler uğruna yok ediyoruz?
Şehrimizin en önemli renklerinden birisi de Çingene vatandaşlarımızın yüzlerce, belki de binlerce yılda oluşturdukları meziyetler değil midir? Onların kalaycılığı, el sanatlarındaki becerisi; panayır şenliklerinin sıra dışı mimarı ve mühendisi onlar değil mi?
Ya müzik uğraşları? Hangi topluluk, hangi kültür onların müziğe olan tutkusuyla, müzisyenliğiyle boy ölçüşür? Ya bakışları? Yüzlerine yansıyan o yabanıl bakışlar? Sahtenin de sahtesi kol geziyorken, şehrimiz için kültürel, sosyal ve turizm yönüyle büyük bir hamle olacak destekleri veremeyiz mi?
Onların müziği, onların el sanatları, onların yaşam tarzı; kendi kendilerine yetecek duruma gelmeleri, şehrimizin eriyen, kaybolan kültürü ve kültürleri adına çok büyük bir kazanım olacaktır. Bir ormanı düşünün; tek bir ağaç çeşidi, çok şey ifade etmez. O ağaçlar, diğer ağaçlarla, bitkilerle, böceklerle, hayvanlarla bir orman olabilir ancak…
Charles Baudelaire devam ediyor şiirine;
“ Kum yuvası içinden görüp geçişlerini
Cırcırböceği birden yükseltiyor sesini
Çoğaltıyor yeşil, böylece dost Kybele”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder