Nice zaman geçti;zamansızlığın formülünü aramakla.
Hiçbir şey içe yansıyan fotoğraf,çizilen resim,
yazılan şiir kadar geçerli,lezzetli ve taze değil...
Anıları öldürmek,ölü hale getirmek değildir niyetim.
Tam aksine,yaşama dahil etmek,her daim taze
tutmaktır hedefim...
Bir ses;sanatçı seslenir;yeryüzü sınırları içinde;
"Benim meskenim;dağlardır dağlar..."
GEÇTİ MEVSİMLER
GİBİ; AZİZ ÖĞRETMEN
Zaman denen şey; 16
Şubat 2018 gecesini işaret ediyor. Gece yarısına bir yudum kala bir ses;
Onur’un sesi, telefonun diğer ucunda; “Babamı kaybettik!”
Haniden buz tutar ya
sular; bir kıvılcım çakar ya; yakmak için koca ormanı; fokurdayan bir suyun
taşması gibi taştı beynimin kan taşıyıcıları; zorlamak istedi milyar sayıda ki
hücreleri…
Bir taşkın; donma;
bir yanış serüveni başladı; bitmeyeceğini sandığım gecenin içinde. Nice dostluğun
bitişi, nice kervanın varacağı yere varması; dinmez sanılan ne büyük
fırtınaların dinmesi gibi; yer değiştiren hayatlar…
Önceden bilinen, bir
hastalığın pençesinde geçen yıllar ve aylar; alıştıramamış bizi; yaşanacak
vurguna. Sakat kalmamak için, ağır ağır, metre metre çektim kendimi. Beklettim
vurgun odasında; tüm gecenin şafağına kadar.
Çeyrek yüzyıldan
beri sarıldık birbirimize. Bir dostluğu anlatmak için yılların büyüklüğü,
çokluğu önemli midir? Sanmam! Nice ömürler, yan yana yürüyüşler; birbirlerini
hiç tanımadan geçip giderler; köhne bir evin yıkılışı gibi; baştan
temelsizdirler…
Çeyrek yüzyılın;
yaklaşık 9000 gün ve gecenin nice sayfalarında kaldı sesimiz. Nefesimiz,
irademiz; türkülere, fıkralara, romantizmin bahçelerine, felsefenin patikalarına
birlikte yürüdük.
Önemlidir, siyasetin,
ticaretin olmadığı eserler. Köprülerle bağlıdırlar birbirlerine; dağlardan dağa,
vadilerden vadilere, kumsaldan kumsallara; İshak kuşunun şafağa göz kapaması
kadar kısadır, akşama kadeh kaldırışlar.
Dante nasıl çıkmışsa
büyük yolculuğuna Vergilius’un arkadaşlığını seçince; öyle kuruldu bu dostluğun
yoldaşlığı. Farklı partilere oy vermemiz, farklı bölgelerde büyümemiz, yaş
farkımız çoktan yitirdi önemini.
Bir serüven ki;
Cemal Süreya’nın hüznüne bile çare olacak! Abidin Dino’nun ellere olan merakı gibi;
el ele verdik; laubali olmayan tutunuşlarda. Mizah, felsefe ve türküler;
yaklaştırdıkça yaklaştırdı bizi. Bir de yazgının, insan olmanın muhtaçlığı; her
daim samimiyete aç oluşu; bir kedi gibi; usulca ve teklifsiz sokulduk.
16 Şubat; bir kış
gecesi; “ Babamı kaybettik” diyen bir ses… Bur uğultu; belki yarasaların
duyacağı bir ses dalgası; bir iç sıcaklığı; korku tünelinin soğukluğu…
Birkaç dakika sonra,
henüz buğulanmamız gözlerimde; süzülmemişken imbiğin soylu ıslaklığı, kalemi
aldım elime. Çeyrek yüzyılı, bir ömrü, ömürleri; yok oluşu, bitişi, ölümü değil;
yeni bir başlangıcı anlatacak, aktaracak kalemi beyaz kâğıtla buluşturdum.
Buydu benim yüküm!
Suçum budur; yazmak kendimden öte diğer hayatları merak etmek, anlamaya
çalışmak... İnsanın olduğu, dermandan çok dermansızlığı, zenginlikten öte yoksulluğu,
sağlıktan, edebiyattan, felsefeden beslenerek; ararken kendimi, bulduğum insanı,
insan öykülerini aktarmaktır yazgım…
Budur benim yüküm! Görünmez
bir yük; tartılar hesaplayamaz. Yani, ölçülerle anlatılacak bir yük değil;
insanın insana olan yükü…
Zafere ulaşan değil,
zafere giden yolda, yorulan, sekteye uğrayan, vazgeçirilenin peşinde koşar
benim yazgım. Çürümeyi, o iğrenç, ağır kokuyu duyarken, taze hali de bilmek ve
dönüşümün istisnasız uygulanacağını kabullenmektir felsefem.
Aziz Öğretmen; Aziz
Ateş;16 Şubat’ın gecesi; diğer geceye bir yudum kala yer değiştirdi. Kimileri;”
Daha çok genç!” diyecek. Bazıları da; “ Kurtuldu!” Hepsi; laf salatası!
İnsafsız bir cehaletin öyküsü; tamamı…
Daha iyi, daha güzel
ve yazgıyı da şaşırtacak bir yaşam olabilir mi diye kafa yormak yerine; ne
büyük kalıpsal çürüme! İnsanlık kokuyor;21.yüzyılın uzaya açılan kapısı; belki
de bütün kalıpları yerle bir edecek; bu yüzden göçeceğiz kendimizden…
Aziz Ateş; Aziz Öğretmen;
bütün yağlarını eriterek gitmeyi tercih etti. Kalbi sağlamdı; öncüydü
yavaşlayan diğer organlarına göre. Tutunuyordu ısrarla, kökleri olduğu bu
şehre. Daha yorumlayacağı türküleri, fıkraları, dinleyeceği, anlatacağı hikâyeleri
vardı; biliyordu…
Aziz Öğretmenin
öğrencileriyle ezbere bildikleri, sevgiyle kabullendikleri bir şiir; diğer
şiirlerden çok öte; Ahmet Muhip Dranas’ın;
Yeşil pencerenden bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi,
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ
Aziz öğretmen bir
dizesini söyler; öğrencileri diğerini. Öğretmen öğrenci birlikteliği;
damıtılmış inanç, öğreti anlatır bunu; hiçbir ticari korku, hesap, kitap değil…
Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, kalbimde çiğ
Aziz Öğretmen;
Karabezirgan Köyü Muhacir Mezarlığında; anne ile babasının arasında bir toprak parçasında;
her daim; dört bir yandan rüzgârları alacak bir servi, köknar yeşilinin gölgesi
eşliğinde; değişimin, yer değiştirmenin sürecinde; bizleri bekleyecek. Belki
bir gül ekecek, gül koyacak ağır ağır çökecek mezarının kabarık toprağına…
Aziz Öğretmeni
tanıyan, son ana kadar yanında olan sağlam arkadaşları; bir nefes kadar
yakındılar ona; Yunus Usta, İsmail Can ve Bülent… Toprağa yakın olan kök, bitki
kadar…
Metin Esen; her daim
uzaklarda; yollarda olsa da; sancının büyük olanını yaşadığını, çektiğini;
kurban törenlerinde ki kurbanlar kadar acısal tesellilere olduğunu biliyorum…
Güven Serin