28 Şubat 2018 Çarşamba

TOPRAĞIN ÜZERİNE KARANLIK ÇÖKÜYORDU



TOPRAĞIN ÜZERİNE KARANLIK ÇÖKÜYORDU
---------------------------------------------------------

  Belgesel izliyordum; destan tadında; gözlerimizde ki körlüğü açıp, yüreğimiz ile vicdan yollarını durmadan temizleyen, bilgi, sabır dolu; tabiatın imbiğinden süzülen canlı olan her şeyin insan kadar değerli ve kutsal olduğunu anlatan çalışmalar…

  Bizlere, ceylanın güzelliği kadar, farenin, kartalın, yılanın, baykuşun, çekirgenin, kırkayağın da güzelliklerini; yaşam için ne büyük öneme sahip olduklarının doğal, aklıselim gerçeklerini anlatan eli öpülesi insanlar…

  Göçebelerin yüzü güleç, utangaç, yürekleri mahcuptur. Misafiri onurlandırmak için yapmayacakları şey yoktur. Aynı zamanda, duygulara teslimiyet; bir ormanı, ırmağı yok edecek kadar; oraları çorak bir bataklığa bırakacak kadar da karışık, yetersizdir.

 Sevinçleri yaz yağmuru kadar kısa, hüzünleri şiddetli bir fırtına kadar gerçek ve yıkıcı…

  Yine öyle bir anda; belgeselin görüntülerinden öte, felsefesine tutulma zamanı; gün biterken bir söz fısıldandı kulağımdan öte; tüm benliğime; “ Toprak üzerine karanlık çöküyordu!”

 Şair değilim; ama şiir yazmamı amatör heyecana katılıp, şiirlerin şölenine girme kim engel ki? Bende öyle yaptım ve dizeler medeniyetine girmeye cesaret eyledim;

Toprağın üzerine karanlık çöküyordu.
Biten günü mü, gelen geceyi mi anlatıyordu?
Bilinmez! Her ikisini de duyuyorum,
İlgilenmiyorum…
Aradığım bu değil.
Sözcük satın alan Yunanlı şair misali,
Öğreniyorum;
Tükenişe, değişime, dönüşüme yaklaşırken…

Toprağın üzerine karanlık çöküyordu.
Trakyalı çoban; Sezar’a kafa tutuyor;
Tepenin kutsallığını çiğnediği için.
İskender’in büyüklüğü;
 Aristo’nun yüceliğine, felsefesine denk!
Şafak, tan karanlığına muhtaç!
Gecenin perileri, beklerler hep;
Diğer yarısını gecenin…
Musallat olurlar korku bekleyen insancıklara
Horoz öterken,
Atlarlar aşağı bindikleri insanın, beygirin üstünden.

Toprağın üzerine karanlık çöküyordu.
Yaptıklarımızı, yapamadıklarımızı, tatminsizliğimizi,
Yeşertecek nice sürprizi bekliyoruz,
Bizden öncekilerin bekleyişine benzer…
Yarı tanrı olma özentisi,
Ta ki topuğumuzdan bizi vuracak bir okun saplanışı,
Paris’in, Hektor, Truva’nın öcünü alıp, Aşil’in işini bitirişi…

Hektor, Paris, Helene, Aşil,
Yüce Zeus bile ölümü seçti;
Güya ölümsüzken…
Tahir, Zühre, Ferhat, Şirin, Veysel
Daha niceleri,
Şanlarına hiçbir yapaylık katmadılar.
Doludizgin ilerliyor zaman,
Toprağın üzerine karanlık çöküyor.
Kuzey kutbuna çöken karlar,
Sesi, toprağı örttüğü gibi;
Usulca çöküyor…

Güven Serin 









27 Şubat 2018 Salı

HALDUN TANER BİR ORMANDIR


Meşhur kavuk bir zamanlar İsmail Hakkı Dümbüllü'ye
devredilmişti. O da Münir Özkul'a...Münir Özkul da
Ferhan Şensoy'a. O da,Rasim Özetekin'e...


HALDUN TANER BİR ORMANDIR
------------------------------------------------

  Tarihi Ses Tiyatrosunu ayakta tutmaya çalışan bir insan-sanatçı; Ferhan Şensoy; hani İsmail Hakkı Dümbüllü’nin kavuğu emanet ettiği kişi…

  Bir günün gecesi Halep Pasajı ve Ses Tiyatrosundayım. Ferhan Şensoy’un kızlarının sahnelediği bir tiyatro oyunundayım. Loca’dan sahneye bakıyorum; tarihi, iç içe geçmiş insan sahnelerini, günün oyunuyla yan yana koyarak…

  Bir ara; bir adam gözüme takıldı. Benim kaldığım locanın karşı çaprazında; sahneye çok yakın olduğu yerden bakıyor sahnede ki oyuncu kızına. Locanın, salonun loşluğu bir yana, oyunun anlatmak istediği, yarattığı hissiyat diğer yana…

  Ruhuma bir şeyler dokundu. Bir sıkıntı; dünyayı ezik görüp, dünyaya meydan okuyan; bu acınası yaşam rollerinde rol yapmayı bile beceremeyen insanlığa hicivlerle karşılık vermeye çalışan; bu uğurda ömrünü, iradesini, bilgisini; tüm sermayesini ortaya döken bir insanın; dünya gezegeninde son sahneleriymiş gibiydi.

   İki büklüm; karanlığı yaran hüznü, iç çekişleri; büyük salonu yarım geçiyor, bana kadar uzanıyordu.

  Ferhan Şensoy cumhuriyet dönemi tiyatro yazarlarını bir ağaca benzetirse nasıl olacaklarını görmek ister. Turhan Oflazoğlu budaksız bir çınara, Topkapı Sarayının bahçesinde görülen, kökü yüzyıllar içinde duran çınar olduğunu düşünür.

  Güngör Dilmen, budakları kanaviçe bir ceviz ağacına, Sermet Çağan yaprakları sanki bir kuş bir kavak ağacına… Necati Cumalı, gövdesi delik deşik, delinden yer yer Ege denizi görünen bir zeytin ağacı, Oktay Arayıcı, Cahit Altay bir güzel fındık ağacıdır.

  Melih Cevdet bir dağ başında yapayalnız servi ağacı, Suavi Süalp, yaprak altında gülen elma ağacı…

  Haldun Taner ise bir ormandır… Hani Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Keşanlı Ali Destanı ve daha nicelerinin yazarı olan insan… Sanatçı…

  İnsanlık, ilimlerle daha anlaşılır olmaya başladı. Ormanların işleyişi, hayvanların kendilerine özgü, içgüdüsel ve doğal yaşamları… İnsanların değişime karşı konmaz savaşı; nereye varacağı bilmeyen gelişmelerin sonsuzu ve ölümsüzlüğü göğüslemek le meşgul oluşları…

  Bu kadar çok bilmece çözülse de, insanlığın kilitlendiği, çözümsüz hale geldiği dönemler; tıpkı doğanın bilmem kaç bin yılda bir buzul çağı veya kıyametler yaratması gibi; yok oluş sürprizleriyle, kendi var oluşunu kurtarma, belki de tekrar tekrar yenilenme molaları…

  Bir ormandır Haldun Taner; Sait Faik gibi, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Cemal, Orhan Veli gibi…

 Güven Serin 



24 Şubat 2018 Cumartesi

İÇİNE BAĞIRAN BİR ADAM







İÇİNE BAĞIRAN BİR ADAM
-------------------------------------------


  Ne büyük yanılgılar yaptık otorite; güç, güçler adına… Yalan dediğimiz, bir rüya kadar kısa sayılan ömürlere sığdıra sığıdara, çelişkileri, pişmanlıkları sığdırdık. Edebi düşünceyi, birkaç laf sanan ahmaklığı bildik de, birkaç şairi, şiiri tanımadan, kabalıklarımıza bir dansın enerjisini, efendiliğini, ahengini sağlamadan garip bir övünç, övünme ve ağlama molalarıyla dolup taştı hayatımız; hayatlarımız.

 Bir şair; bizden biri; yüzlerce, binlerce yıl olduğu gibi; hastalık saçan dünyamıza panzehir olacak birkaç dize;

Orada hayalet bir değirmen
Nazlı buğday başakları, dua, bekleyiş
Rüzgârlara soyunmuş parmak sular
Terli bir gökyüzü, can sıkıntısı, ağır zaman
İçine bağıran bir adam
Nereye büyüyeceğini bilmeyen çocuklar
Etekleri yaz bahçesi bir kadın

  Şükrü Erbaş, böyle bir hikâyeyi, kocaman yaşamların damıtılmış mısralarını bırakır, insanlığa, insanlık mirası olarak: şiirin, birkaç güzel laf, şaklabanlık olmadığını da anlatarak…

Güven Serin 

21 Şubat 2018 Çarşamba

YERLİSİ YOK BURALARIN






 
YERLİSİ YOK BURALARIN
-------------------------------------------------

  Bu ses-haykırış toplumların, insanların algılarına tesir etmekten öte edebi dünyayı var etme, insanın takılıp kaldığı yerden öte geçirme adına söylenmiştir. Kıt olan tespitlerdendir. İyi kulaç atanlar, tırmananlar anlar veya anlamaya çalışır; bu tür ritmin kalp atışlarını.

  Leyla Erbil “Kalan” kitabında böyle bir tespite, felsefik, sosyolojik ve edebi çıkışa yer vermiştir. Neredeyse kitabın bana damlayan en değerli kültürel akışıdır.

  Yazar, İstanbul’u seyreder, dolaşıp tarihe dokunurken; bir sürü ize rastlar. Kim bilir hangi uygarlıkların, diğer uygarlıklara aktardığı; üst üste koyduğu tarihsel, mimari, öyküsel izler…

 Bir yerde kendini tutamaz; tutulmuş insan aklına, her daim sınırları çizmekle, duvarları yükseltmekle meşgul korku ve korkunç düşüncelere esir olmuşlara; “ Yerlisi yok buraların!” diye seslenir.

 Her daim yeni ile eskinin çelişkileri! Belki de en yabanıl, vahşi zamanlardan kalan içgüdülerimiz. Kendi kabilemize, topluluğumuza yer tutmak için; hayvanların bugün dahi yapmış olduğu; yer, ev, eş kavgaları…

 Bu kadar büyük gelişmeler, savaşlar, iç içe geçmiş kültürler; gelinen noktada bir avuç batı felsefesi…

  Hâlbuki göçlerle ne çok karışmışız; eski ile yeninin; yerli ile muhacirin kavgaları, sevdaları, acılarıyla yoğrulmuşuz…

  “ Yerlisi yok buraların; yerlisi yok hiçbir yerin!”

  Yazar, asıl yerlilerin toprağın altında olanlar olduğunu, hatta daha da yerli olanların daha da altta, ondan da yerli olanların onun altında olduğunu hatırlatır. Hatırlatmaktan öte, esaret zincirini balyoz ile koparmayı dener. Belki de anahtarı yanı başımıza bırakmak ister; kendi kendimizi kurtaralım diye…

 Kulaklarımda çınlıyor bu haykırış; Yerlisi yok buraların! Yerlisi yok hiçbir yerin…

  Bugün gelinen noktada; batı diyarı, düşüncesi, Rumeli kültürü, Anadolu gerçeği övünmesi, barışçıl işbirliği yaşanırken daha; yerli, muhacir kavgaları; hatta Karabezigan Köyünde olduğu gibi; yerli, muhacir mezarlığına kadar vardırılmış akıl olmaz, mantık ışı olan yer işaretleme, alan yaratma becerileri.

  Geldiğim yerde; yani doğduğum diyarda bize de “yerli” anlamına gelen argo seslenişler yaparlardı insanlar. Bir türlü kabul etmedi; yaşama dair arayış içinde olan benliğim. Oysa dedelerimizin babaları da MUHACİRDİR…

  Göç, terk yorgunu, suskunuydular…


Güven Serin 

ALT ÜST SOY HEYECANI...





                                         




ALT ÜST SOY HEYECANI
--------------------------------------


  İnsanların suskunluğu, merakı; köklerine olan muhtaçlığı ne kadar da önemliymiş. Gündeme birden oturdu. Ne ordumuzun savaşta oluşu, ne ABD ile oynanan satranç mı, tavla oyunu mu bilinmezlik, dolar ve euro’nun bir ileri, bir geri yükselip alçalması…

  Unutkanlıklarımız, göçebe kültürünü halen atamamış olmamız, inanılmaz derece manevi, kültürel kayıplarımız; sanki bir büyücü tarafından elimizden alınmış gibi; sonra birisi;”onları bulduk” deyince, büyük heyecanımız.

  Bu büyük ve değerli heyecanımızı, ilkbaharda salınan danaların heyecanına benzetmek de mümkün. Taze çimeni, ılık havayı ve esaretten kurtuluşu görünce nasıl da heyecanlanır, coşar, inanılmaz derece sevinir; hoplar, zıplarlardı.

  Şimdi, bizi; tüm ülkeyi saran büyük heyecan da öyle.!Dünya kayıt arşivi,çok net ve şaşmaz bir şekilde olmuş olsaydı;beş on yıl ötelere uzansaydık;kim bilir ne dönemeçler,köprüler,dereler tepeler geçmiş olduğumuzu;alt ve üst soy bilgilerimizde ki değişimi,dönüşümü görüp daha da şaşırsaydık…Heyecanlanaydık…

  Bu döngüye; büyük heyecana, köklere olan duygusal meraka bende kapıldım. İçimde ki ümit, beklenti fazla da değil. Çünkü arşivlere verilen merakı; daha doğrusu meraksızlığı, disiplinsizliği bir parça biliyorum. Çok detaylı ve ötelere gitmeyeceğini;baştan kabullenerek ve eniştemin ısrarıyla ben de başvurdum devlet gov.tr ye.

 On dakika sonra mesaj geldi. Alt üst soy bilgileriniz hazırdır, diye! O anda, bir sürpriz için değerli öğretiler adına hemen girdim vatandaşlık mekânıma. En eski tarihi 1860’ı gösterse de; doğum yerinin eksik oluşu, baştan şaşırıp, haklılık gülümsemesi yaşamamam neden oldu.

  Büyük ninelerimizin, dedelerimizin esas doğum yerleri yazmıyor; buruda bulundukları nüfus bilgileri; yani Türkiye kütüğünün kayıtları gösteriliyor.

  Oysa herkesin beklediği; benim de; büyük dedelerimizin, ninelerimizin esas doğum yerleriydi. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya veya başka ülkeler, şehirler; hatta kasaba ve köylere kadar.

 Yarım elma gönül alma, misali; kötünün iyisi olarak, büyük dede ve ninelerimin doğum ve ölüm tarihlerine; en önemlisi bilmediğim veya yarı bildiğim isimlerine dokundum. Onların ruhlarına, bedenlerine dokunur gibi; ben sizin torununuzum, hissedişiyle…

  Büyük çoğunluğunun isimleri şimdi kullanılan isimler değildi. Hatta böyle isimleri taşıyan akrabalarımız veya tanıdıklarımız hiç olmamıştı.

  Mesela; Babamın babasının annesi; Zeliha! Ne güzel bir isim. Yakın çevremde hiç duymamıştım. Anlamı ise; Su Perisi… Annemin annesinin babası; Halim ismini taşıyor. Babamın annesinin babasının annesinin ismi; Tenzile! Şerif, Hatice, Bilal, Hayriye, Aliman, İbrahim, Emine, Ömer, Seher; bütün bu isimler, büyük dedelerimin ve ninelerimin isimleri.

 Dedik ya; yarım elma, gönül alma. Beklentin yüksek değilse; en eksik olan da yetmezliklerle boğuşan ülke insanı olarak, yetiyor; yetinmeyi öğütlediğimiz bu dünyada. Ayrıca, yetinmek, bölüşme, paylaşma anlamında değerli bir şeyken; bilginin, bilimin, edebi dünyanın uçsuz bucaksızlığı düşünülünce; yetinmek yerine, öğrenmek zanaatına tutunmalıyız diye düşünüyorum.

 
  Leyla Erbil’in ‘Kalan’ isimli kitabında bir söz geçer; insanın bulunduğu yerler adına. Ülkemizde, bölgemizde ve dünyanın her yerinde sıkça rastlanan, sorun olan şeydir; yeni gelenlerin uyum sağlaması. Muhacir ile yerlinin savaşına dönüşür…

  Hâlbuki yazar ne güzel izah etmiştir kökleri peşinde koşan; yeni ile eskinin kavgasını veren insanlara;

“ Yerlisi yok buraların, yerlisi yok hiçbir yerin. Asıl yerlisi toprağın altındakiler, üstekiler yabancısı. Asıl yeril olanlar, asıl yerli olanlardan daha altta yatanlar! Daha da yerli olanlar; onların da altında yatanlar…”



 Güven Serin 


19 Şubat 2018 Pazartesi

GEÇTİ MEVSİMLER GİBİ;AZİZ ÖĞRETMEN


Nice zaman geçti;zamansızlığın formülünü aramakla.
Hiçbir şey içe yansıyan fotoğraf,çizilen resim,
yazılan şiir kadar geçerli,lezzetli ve taze değil...


Anıları öldürmek,ölü hale getirmek değildir niyetim.
Tam aksine,yaşama dahil etmek,her daim taze
tutmaktır hedefim...



Bir ses;sanatçı seslenir;yeryüzü sınırları içinde;

"Benim meskenim;dağlardır dağlar..." 

                                GEÇTİ MEVSİMLER GİBİ; AZİZ ÖĞRETMEN


  Zaman denen şey; 16 Şubat 2018 gecesini işaret ediyor. Gece yarısına bir yudum kala bir ses; Onur’un sesi, telefonun diğer ucunda; “Babamı kaybettik!”

  Haniden buz tutar ya sular; bir kıvılcım çakar ya; yakmak için koca ormanı; fokurdayan bir suyun taşması gibi taştı beynimin kan taşıyıcıları; zorlamak istedi milyar sayıda ki hücreleri…

  Bir taşkın; donma; bir yanış serüveni başladı; bitmeyeceğini sandığım gecenin içinde. Nice dostluğun bitişi, nice kervanın varacağı yere varması; dinmez sanılan ne büyük fırtınaların dinmesi gibi; yer değiştiren hayatlar…

  Önceden bilinen, bir hastalığın pençesinde geçen yıllar ve aylar; alıştıramamış bizi; yaşanacak vurguna. Sakat kalmamak için, ağır ağır, metre metre çektim kendimi. Beklettim vurgun odasında; tüm gecenin şafağına kadar.

  Çeyrek yüzyıldan beri sarıldık birbirimize. Bir dostluğu anlatmak için yılların büyüklüğü, çokluğu önemli midir? Sanmam! Nice ömürler, yan yana yürüyüşler; birbirlerini hiç tanımadan geçip giderler; köhne bir evin yıkılışı gibi; baştan temelsizdirler…

 Çeyrek yüzyılın; yaklaşık 9000 gün ve gecenin nice sayfalarında kaldı sesimiz. Nefesimiz, irademiz; türkülere, fıkralara, romantizmin bahçelerine, felsefenin patikalarına birlikte yürüdük.

 Önemlidir, siyasetin, ticaretin olmadığı eserler. Köprülerle bağlıdırlar birbirlerine; dağlardan dağa, vadilerden vadilere, kumsaldan kumsallara; İshak kuşunun şafağa göz kapaması kadar kısadır, akşama kadeh kaldırışlar.

  Dante nasıl çıkmışsa büyük yolculuğuna Vergilius’un arkadaşlığını seçince; öyle kuruldu bu dostluğun yoldaşlığı. Farklı partilere oy vermemiz, farklı bölgelerde büyümemiz, yaş farkımız çoktan yitirdi önemini.

  Bir serüven ki; Cemal Süreya’nın hüznüne bile çare olacak! Abidin Dino’nun ellere olan merakı gibi; el ele verdik; laubali olmayan tutunuşlarda. Mizah, felsefe ve türküler; yaklaştırdıkça yaklaştırdı bizi. Bir de yazgının, insan olmanın muhtaçlığı; her daim samimiyete aç oluşu; bir kedi gibi; usulca ve teklifsiz sokulduk.

  16 Şubat; bir kış gecesi; “ Babamı kaybettik” diyen bir ses… Bur uğultu; belki yarasaların duyacağı bir ses dalgası; bir iç sıcaklığı; korku tünelinin soğukluğu…

  Birkaç dakika sonra, henüz buğulanmamız gözlerimde; süzülmemişken imbiğin soylu ıslaklığı, kalemi aldım elime. Çeyrek yüzyılı, bir ömrü, ömürleri; yok oluşu, bitişi, ölümü değil; yeni bir başlangıcı anlatacak, aktaracak kalemi beyaz kâğıtla buluşturdum.

  Buydu benim yüküm! Suçum budur; yazmak kendimden öte diğer hayatları merak etmek, anlamaya çalışmak... İnsanın olduğu, dermandan çok dermansızlığı, zenginlikten öte yoksulluğu, sağlıktan, edebiyattan, felsefeden beslenerek; ararken kendimi, bulduğum insanı, insan öykülerini aktarmaktır yazgım…

 Budur benim yüküm! Görünmez bir yük; tartılar hesaplayamaz. Yani, ölçülerle anlatılacak bir yük değil; insanın insana olan yükü…

  Zafere ulaşan değil, zafere giden yolda, yorulan, sekteye uğrayan, vazgeçirilenin peşinde koşar benim yazgım. Çürümeyi, o iğrenç, ağır kokuyu duyarken, taze hali de bilmek ve dönüşümün istisnasız uygulanacağını kabullenmektir felsefem.

 Aziz Öğretmen; Aziz Ateş;16 Şubat’ın gecesi; diğer geceye bir yudum kala yer değiştirdi. Kimileri;” Daha çok genç!” diyecek. Bazıları da; “ Kurtuldu!” Hepsi; laf salatası! İnsafsız bir cehaletin öyküsü; tamamı…

  Daha iyi, daha güzel ve yazgıyı da şaşırtacak bir yaşam olabilir mi diye kafa yormak yerine; ne büyük kalıpsal çürüme! İnsanlık kokuyor;21.yüzyılın uzaya açılan kapısı; belki de bütün kalıpları yerle bir edecek; bu yüzden göçeceğiz kendimizden…

  Aziz Ateş; Aziz Öğretmen; bütün yağlarını eriterek gitmeyi tercih etti. Kalbi sağlamdı; öncüydü yavaşlayan diğer organlarına göre. Tutunuyordu ısrarla, kökleri olduğu bu şehre. Daha yorumlayacağı türküleri, fıkraları, dinleyeceği, anlatacağı hikâyeleri vardı; biliyordu…

  Aziz Öğretmenin öğrencileriyle ezbere bildikleri, sevgiyle kabullendikleri bir şiir; diğer şiirlerden çok öte; Ahmet Muhip Dranas’ın;

Yeşil pencerenden bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi,
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ

  Aziz öğretmen bir dizesini söyler; öğrencileri diğerini. Öğretmen öğrenci birlikteliği; damıtılmış inanç, öğreti anlatır bunu; hiçbir ticari korku, hesap, kitap değil…

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, kalbimde çiğ

  Aziz Öğretmen; Karabezirgan Köyü Muhacir Mezarlığında; anne ile babasının arasında bir toprak parçasında; her daim; dört bir yandan rüzgârları alacak bir servi, köknar yeşilinin gölgesi eşliğinde; değişimin, yer değiştirmenin sürecinde; bizleri bekleyecek. Belki bir gül ekecek, gül koyacak ağır ağır çökecek mezarının kabarık toprağına…

  Aziz Öğretmeni tanıyan, son ana kadar yanında olan sağlam arkadaşları; bir nefes kadar yakındılar ona; Yunus Usta, İsmail Can ve Bülent… Toprağa yakın olan kök, bitki kadar…
  
 Metin Esen; her daim uzaklarda; yollarda olsa da; sancının büyük olanını yaşadığını, çektiğini; kurban törenlerinde ki kurbanlar kadar acısal tesellilere olduğunu biliyorum…

 Güven Serin 









17 Şubat 2018 Cumartesi

SUSTU BEDEN,SERBEST KALDI RUH...





   Bir gece;diğer günün yarısına yudum kala;haykırır bir iç ses! Sanırsın ki susmuş dünya;değildir;ışıl ışıldır diğer yarım küre. Yer değişimi usulca değil,büyük bir hızla,duyamayacağımız,algılayamayacağımız  bir muhteşem çekim kuvvetiyle yapılır;her gün,her gece...Bir dost;Aziz Öğretmen gözlerini yumar da,ruhunu serbest bırakır dünyaya. Serbest kalan ruhtur artık arkadaşım;anlaşılmayanı,anlatılamayanı anlatmaktır benim yazgım...



Güven Serin 


15 Şubat 2018 Perşembe

BENİ KAYBEDİN ve KENDİNİZİ BULUN





                                        BENİ KAYBEDİN ve KENDİNİZİ BULUN



2000 yıl öncesinin ardına gizlenmeden seslenir Ovidius; yasaklanmış olanın peşinden koşan, çabalayan insanın çırpınışlarını anlatır.

  İdealleri reddetmeyen ve onlarla rekabet halinde olan Nıetzsche, yükseklerde ki havanın soğuk olduğunu bilmesi ve insanı zinde tutacağını haykırması gibidir; insanın birbirine olan haykırışları…

  Bu yüzden adeta yalvarır Alman filozof; “ Kendinizi bulmadan beni buldunuz; tün inananlar gibi. Demek ki inanç çok az şey ifade ediyor. Size yalvarırım beni kaybedin ve kendinizi bulun; ancak siz hepiniz beni inkâr ettiğinizde size geri döneceğim…”

 Kendimizi bulmak? O kadar kolay mı? Yükseklerde, oksijenin az olduğu yerlerde, kıymetli olan soluğu yerinde kullanmak ve peşine takıldığımız şeylerin büyük girdaplarından kendimizi kurtarmak; hiç de kolay bir şey değil…

  Yazar Mehmet Y. Yılmaz da buna dikkat çekiyor. Dermansız bir hastalığa yakalanmış Japon iş adamı Satoru Anzaki’nin 1000 kişilik davetinin; dostlarıyla vedalaşma törenine dönüşmesini; yıllar önce izlediği ‘All That Jazz’ filmiyle buluşturuyor.

  Bu yolu siz de takip edebilir, söylenenin birbirine uyuşmasını, yaşamın hep tekrarlandığı gibi bircik oluşunu ve eninde sonunda elimizden kayıp gideceğinin eğlencesine veya derin iç çekişlerine tutunmanız; o anki ruh halinize göre değişecektir.

  Hoşça kal hayat! Seslenişi, filmin, sahnenin veya yaşamın içerisinden sesleniyor oluşu; hiçbir şeyi değiştirmiyor. Her akşam, uykuya yatarken de hayatın, evrenin engin sırlarına olan o büyük boşluğun yolculuğuna çıkıyoruz.

 Her yolculuk büyük kazançlarla buluşur mu buluşmaz mı, bu insanın dört gözle baktığı gibi, her sese kulak kesilmesi ve dinleyici olmanın o muazzam erdemine tutunmasıyla orantılı bir denge; ısrarlı bir sarılma ister.

  Yalnızlığa merhaba diyecek kadar şen olan ve sahne hayatının hiçbir şeye benzemeyeceğini tekrarlayan film müzikali; hiç durmadan şu sözcükleri tekrarlar; “ Gösteri dünyası hiçbir şeye benzemez!” Makyajın, ışıkların, rollerin; her an gülümsemeye yazgılı sanatçıların dünyası…

 Burada ki ince çizgiye dikkat çekmek isterim! Hiçbir şeye benzemeyen bu dünyanın insanları; her daim bir kâin gibi uzağı göstermekten öte; yakını, yaşadığımız anın kıymetini anlatır. Yani, bizim de içinde olduğumuz sahnenin ta kendisini…

 Bazen güldürerek, bazen ağlatarak ve bazen de düşündürerek… Koltuklardan kalkarken sindirdiğimiz hücrelerimize kattığımız bütün kırıntılar önemli olduğu; bizim yaşamı yorumlarken aynı zamanda yaşam kaynaklarından en azami yararlanıp, onun tutku ve arızalarından dengeli etkilenişler geçireceğimizin de kanıtıdır.

  Filozof da yaşamı sorgulayıp çözdüğü bilmecenin küçük parçalarını bir servet değerinde olan tespitlerini bırakmıştır geriye. İnsanın kader sevgisi üzerine odaklanır. Zorunlu olana bir parça katlanmanın ve biraz da gizlemek olmadığını; “ Zorunluluklar nezdinde idealizmin bir aldatmaca dır-onu sevmektir”

  Yedinci Mühür filminde ölümü durdurmaya çalışan karakterin ölümden çaldığı zaman, insan alegorisini tüm çıplaklığıyla ortaya dökmesi gibi…

  “Ve kuzu yedinci mührü açınca, göğü bir sessizlik bürüdü ve bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerinde ki yedi borazanı çalmaya başladılar.”

  Japon işadamı da,’Alla That Jazz ‘ filminin desteğini almış mıdır bilinmez; filmin bitişinin vedası gibi; “ Elveda Mutluluk, merhaba yalnızlık” diyerek vedalaşır dostlarıyla…

  Yaşamın en tatlı, en dayanılmaz ve en ağır bölümlerinden birisidir; zaman hükmünü bırakmıştır artık. Şartların, edebi, felsefi, geleneksel bütün katkı ve baskıların da sonuna gelinmiştir.
Duyulan tek şey kalp atışlarıyla perçinlenmiş, kavgaları terk etmiş bir insan ve onun sevgisi; korkudan bile arınmış halde…

Güven Serin 

9 Şubat 2018 Cuma

CEZAYİRLİ KADINLAR ( Kayıtsızlığa Karşı Nasıl Direnmeli?)




CEZAYİRLİ KADINLAR
--------------------

  Cezayirli Kadınlar, bir Picasso çalışmasının ismidir. Günümüzden 62 yıl önce yapılan, Cezayir Halkını, Fransız sömürgecilere karşı destekleme amacıyla yapıldığı biliniyor. Sanatçının en önemli silahı, tuvali, sözcükleri; kısacası, kendine özgü becerileri; kırmadan, dökmeden, yaşam haklarının öldürmekten değil, yaşatmaktan doğabileceğini anlatmaktır niyet.

  Birkaç yıl önce bu eser New York müzayede salonunda 180 milyon dolara satıldığını biliyoruz. Sömürge dünyasına karşı duruş için yapılan bu eserin, Cezayir halkına desteği ne kadar oldu bilinmez ama kapitalizm döngüsüne büyük yarar; milyon dolarlık katkılar sağladığı da apaçık ortada.

  Hâlbuki bir başka sanatçı, şu evrensel seslenişi yapıyor; “ Kayıtsızlığa karşı nasıl direnmeli?” Elimizden akıp giden yaşamlar; gözümüzün önünde, korkunç ayıplar ve sömürüler…

Güven Serin 



7 Şubat 2018 Çarşamba

BABALIK ŞANI







                                             BABA OLMANIN ŞANI



 Ey özgürlük, diye başlar bir şarkının sözleri. Bir devrin, imparatorluğun kuruluşu da;

“ Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana…” diye… Öğütlerin yücesi olmaktan öte, tecrübenin, deneyimin ve sezginin saf gerçeği dökülür; yüzyıllar sürecek sevince, dövüşe evrilir…

  Özgürlüğü, zıpırlık, sorumsuzluk sananların kanatları hiçbir zaman uçmayı öğrenemedi Ruhları da göğe yükselmedi. Bir çırpınışla son buldu nice uygarlık; daha başlamadan bitti.

  Truva medeniyeti öyle mi? Kim bilir kaç yüzyılın üzerine kuruldu o muhteşem surlar, tapınaklar, evler, bahçeler. Hektor, günümüzden 3200 yıl önce nasıl yazdıysa şanını destanlara; şairler, yazarlar öyle sahip çıktı bu büyük medeniyetin büyük kahramanına.

 Her medeniyeti dize getiren, yanıltan olaylar; tabi-doğal süreçler gibi işlemeye başlar. Truva’nın koruyucusu Apollon,Odysseus’un kurnazlığına yenik düşmüştür. Bir tahta at; koca bir medeniyeti yok etme sürecini başlatmıştır.

  Bütün bu yıkımlar, yangınlar insanın pes etmesini değil daha ilerlemesini alevlendirmekten başka bir şey değildir! Katiyen; değildir…

  Efkârlı bir gecede karlı kayın ormanında yürüyen şairin derdini tam olarak anlamak, çözmek nasıl mümkün olmadıysa; destanları, masalları, yüzyıllarca hüküm süren imparatorlukları öyle anlayamayacağız…

  Hiçbir başarı; yüzyıllar süren oluşum; devlet, imparatorluk tesadüf değildir. Zaman saati işlerken, toplumların, milletlerin, ırkların saati de öyle işler. Nehirler gibi akarlar; kimi yeryüzünün üzerinden; kimi ise yerin derinlerinden…


  Ey Oğul! Seslenişi, sıradan, tesadüfü veya kendini öne çıkartan, itaat arzusuyla yanan bir hissiyatın felsefesi değildir. Bir milletin; hatta milletlerin oluşacağı yolun yolcusuna; öncüsüne; babanın şanına; bilgeliğin manevi ateşinin dumanı ve alevi gibi zorunlu bir destur; öğretidir.

  Şeyh Edebalı babalık şanının gereği yapmıştır bu seslenişi. Hiçbir zorlama, kural, kanun, korku taşımaz; birkaç sözcüğün bir koca dünya oluşturacak başlangıcın Osman Gazisine.

 “ Ey Oğul!

Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…”

 Zaman saatini geriye çekmenize; çekmemize gerek yok. Tarihin sayfaları, imbiğin saf damlaları gibidir; bilginin sağlamına, inancın, inanmanın, anlamanın kalfalığına tutundunuz mu bir kere; hoyrat rüzgârlar bana mısın demez sizin can taşıyan bedeninize.

 Bir başka baba; oğlunu almak için gece süzülecektir düşmanın çadırına. Ne zaman? Günümüzden 3200 yıl önce. Bir babadır Truva Kralı Priam. Oğlu Hektor’u öldüren Achilles’in (Aşil’in) çadırına korkusuzca süzülmüştür. Gecedir; Nice kuşatmaya göğüs germiş, yıkılmamış, dayanmış, bileği bükülmemiş Truva şehri; Büyük prensi Hektor’u kaybetmiştir. Hektor; Achilles ile girdiği savaşı kaybetmiştir.

  Truva Kralı Priam babanın acısını, onura, şana dokunmadan ifade eder. Düşmanına, oğlumu bana geri ver, diye seslenir. Ver ki onun şanına yaraşır bir ölüm töreni düzenleyim.

 Düşman dediğimiz yarı tanrı; yenilmez bir kahraman; Achilles (Aşil) Babanın; Kral Priam’ın acısı sağlamdır. Babalık inancı ise tam ve bütün…

  Achilles gibi bir korkusuz, ölüm meleğinin yüreğini dağlamak, onu vicdani mahkemede geri çekilmeye, anlaşmaya varmaya kadar götürecek şey; babalık şanıdır…

  Savaşa 12 gün ara verildiğini müjdeler Achilles. Hektor’un şanına yaraşır bir ölüm töreni için; babanın, babalığın yüce acısına destansı bir veda için 12 gün savaşılmayacağını; en savaş yanlısı ve en güç taraftarı Kral Agememnon’a karşı durarak, göğüs gererek kabul eder.

 Destanların, büyük imparatorların, imparatorlukların yüceliği sadece kalabalık olduklarından değil; içsel zenginliklerinden, kanla yıkansalar bile insana dair şanları, erdemleri, sevgileri unutmamış olmalarından ötürüdür.

  Kral Priam, ismi hiçbir zaman unutulmayacak olan Hektor’un ölüsünü alır ve onun şanına yaraşır bir törenle yakar. Bu şana, yüce destanlara büyüklüğü, yüceliği katan şey; iyiliğin büyüklüğü, felsefenin, inancın zenginliği kadar; düşmanın, düşmanların da sağlamlığı, acımasızlığı veya görgüleri, erdemleri etki eder.

 Ey Oğul! Seslenişi de öyle bir büyüklüğün temellerini atarken; yüce bir hatırlatma, değerli, eşsiz bir nasihatten başka bir şey değildir…

  Her daim önemini koruyacak en hakiki gerçek-şan; kuruluşların büyük heyecanını, yürüyüşlerin büyük törenini bilmek kadar, yıkılışların büyük çöküşlerini, kaybedişlerini de bilmek, görmek ve anlamaktır diye düşünüyorum…


  Çünkü insanın ve babalığın şanına bu yaraşır; yaraşıyor; kalbimin içinden, taşıdığım milyonluk, milyarlık hücrelerin; genler, elementler arası, öğretilerin fısıltılarından edindiklerim bunu anlatıyor…

 
Güven Serin  
 

5 Şubat 2018 Pazartesi

TEKİRDAĞ ve MARTILAR(Hoşça Kal Nigel...)


Sümsük Kuşu Nigel...

Artık onun da bir hikayesi var;mitlere benzeyen bir öyküsü...


MARTILAR ve TEKİRDAĞ
-------------------------------------


  Bir Pazar günü daha yaşanıyor Tekirdağ’ın sınırları içinde. Özgürlüğümüz karşımızda uçuşun martılara endeksli; gitme, koşma, uçma ihtimallerini zamana ve düşlere yayma uğraşında geçen nice Pazar günü ve diğerleri…

  Dışarıda deli gibi esen Lodos… Denizin; yani dibini, yüzeye taşıyan dalgalar martılar için iyi fırsat. Zaten martılar fırsatları her daim kollayan hayvanlar…

  Beslenme çığlıkları ve lodos; düşünce çığlıklarıyla başa baş bir gün sürümü… Cafe de Marin’in rahat koltukları, büyük camları, denizin dibinde ki mesafesi; yeryüzüne yayılan suların kenarında istediğin düşe dokunma fırsatı veriyor insana.

  Sadece suları; Cafe de Marin’in önünde ki suları izleyerek gezebilirim tüm dünyayı. Doğu yönüne gidersem; İstanbul Boğazına, Karadeniz’e varacağımı biliyorum. Güney Batı yönüne gidersem Çanakkale Boğazına; Ege, Akdeniz ve derken; Atlas veya Hint Okyanusuna yönelebilirim.

 Oradan da; Büyük Okyanus derken Yeni Zelanda Adalarına… Yeni Zelanda’da bir küçük ada: Mana Adası. Martılara benzeyen bir kuş yaşıyordu bu adada. İsmi Nigel. Tüm dünya onu tanıdı. Ama nasıl? Ölümüyle…

  Sadece ölümüyle mi? Hayır! Adaya konulan sümsük kuşu heykellerinden birisine âşık olmasıyla ünlendi. Üç yıl taş bir sümsük kuşu heykeline kur yaparak geçen ömrün sonu ve nihayetsiz bir aşkın hazin öyküsünün bitişini; parkın bekçisi tarafından duyurulmasıyla öğrendi dünya.

 Oysa sümsük kuşuna benzeyen binlerce kuş uçuşuyor Tekirdağ sahilinde. Lodos denizi, denizin besinlerini yüzeye taşıdıkça onlar da kıyıya yakın uçuşuyorlar. Kanat çırpmamayı, rüzgârın taşıma etkisini çoktan öğrenmişler.

 Herkes martıların fotoğrafını çekiyor. Lodosun güzel nimetlerinden faydalanmaya gelen ve bir isimi bile olmayan binlerce kuşun fotoğrafa yansıyan etkisi; arka fonun ve bizim becerimizin kuvvetlendirici yanından başka bir şey değil.

 Ne zaman ki bir olay, bir canlı edebiyatın konusuna giriyor; işte o zaman hikâye yazılmaya, hatta destansı bir hal almaya başlıyor. İsim konuluyor. İsmi, Nigel. Bir göç hayvanı; kuşu. Yeni Zelanda da Mana isminde bir adaya geliyor. İlk karşılaştığı şey; adaya sümsük kuşlarını çekmek için konulan taş kuş heykelleri…

 İşte o heykellerden birine vuruluyor. Vurgun yiyor; anlayacağınız! Üç yıl sürüyor kur yapması. Ama eş, sevgili, yar sandığı taştan hiçbir şey çıkmıyor. Ve bir gün; üç yıl sonra; tüm dünya şu haberle tanışıyor; Yeni Zelanda Mana Adasında yaşayan Nigel isminde ki sümsük kuşu öldü.

 Bir ölüm; bazen milyonlarca ölüme, hüzne, acıya, sabra, yorgunluğa ve bitkinliğe ne kadar da iyi geliyor. Milyarlarca çırpınışı, telaşı, gürültüyü bir anda dağıtan şey; küçücük bir kuş; sümsük kuşu; onun içgüdüleri veya ibret sel vefası…

Güven Serin 


2 Şubat 2018 Cuma

VATANI NASIL KURTARACAĞIZ?





  
 VATANI NASIL KURTARACAĞIZ?
-------------------

  Mutlakıyet rejiminden hemen sonra Meşrutiyet’e geçilmişti. İlk kez, güneşli bir hafta sonunda,1865 yılı; gençler, ulu ağaçların altında toplanmıştı. Bu gençlerden birisi, Namık Kemaldir. Yer, Belgrat Ormanlarındandır.

  Namık Kemal oldukça heyecanlı; daha 18’i içinde; “ Arkadaşlar işin kuramsal yanını bırakın da derhal ne yapacağız onları konuşalım. Vatanı nasıl kurtaracağız?”

  Fransa’da ki devrim çalışmalarından söz ediyorlardı. Hava kararmış, akşam, geceye dönüşürken onlar, tartışmaya devam ediyorlar. Ertesi hafta ise kaldıkları yerden bu sefer; Anadolu Kavağı’nda bulunan Yuşa Tepesinde toplantılar.

  Yeni Osmanlılar Cemiyeti ismiyle yepyeni bir örgüt kurmanın temelleri Yuşa Tepesi tanıklığıyla atılmış oldu.

  Onlara kimler sempati duymuyordu ki? Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, onları çok yakından takip ediyordu. Daha sonra, yazgının törpüleri Prens Mustafa ve Fazıl Paşa’yı İstanbul’un dışına, sürgüne yollayacaktır. Sultan Abdülaziz’in; daha doğrusu, üretmeyen, ilime, teknolojiye öncelik vermeyen sultanlığın dış güçler tarafından hileli satranç oyunlarına dâhil edilme süreci yine hızlanmaya başlamıştı. 

  Bugünün gelinen noktası; her daim, yol, köprü ile övünmeyi, stratejik üretimlerle besleyememiş olmamızın, yetişmiş beyinleri, aydınları kaçırmayı durduramayışıyla şekillenen, birbirine güvenmeyen insanlar topluluğu haline gelmiş oluşumuz; tıpkı 150 yıl önceki,100 yıl öncesinin hileli satranç oyunlarının başlangıcının verildiğini görmek mümkündür.

 İç dinamikler; akıldan, ilimden, sosyolojiden, akılcı siyasetten uzaklaştığı anda; muhteşem rakiplerimiz, soylu düşmanlarımız derhal; bin bir çeşit oyun ve oyuncularını sahneye sürüyorlar. Çoğunun, sahnedeki görevinden haberi bile yok…

  O günün aydınları, gençleri arasında Ziya Paşa’da vardır. Hani, şiirleriyle kendi zamanını olduğu gibi anlatan, yazar, şair Ziya Paşa. Bu şiiri, bugünü de, dünü de, yarını da anlamak, anlamlandırmak için paha biçilmezdir;

Eyvah! Bu oyunda bizler yine yandık
Çünkü zarar ortada bilmem biz ne kazandık

Kâfirler diyarını, yani batı ülkelerini gezdim, kentler güzel köşkler gördüm,

Müslüman ülkeleri dolaştım, hep yıkıntılar gördüm.

Güven Serin