Bir Fransız kadın; o, Sylvie... Türk dünyasını,ticaretini, duygusallığını
anlayıp, Fransız zekası,zarafetiyle güzel sunumlar yapan insan...
Kaç yaşam,anılar mezarlığına,hiçlikler bataklığına dönüşmeden
taze kılar yaşamı; kaç yaşam,bu tazelik için durmadan
tohum üretir...
Kadehler sadece şarap ve rakı ile yükselmez göğe,
kahve ve meyve suyunun da zafer çığlığı atma
nedeni vardır; insan,dönüşüme,yeşermeye muhtaç
insan çağlayanları oluşturmak için...
KUTUPTA YAZLAR KISA GEÇER
Okuduklarımız,
dinlediklerimiz ve izlediklerimiz sayesinde dünya hızla küçülüyor. Eğer ki bu
dünyayı insan kalıcılığı, doymazlığı ve cahilliğinde kabul etmediyseniz,
gezmenin, görmenin, öğrenmenin ve paylaşmanın yüksek erdemiyle esas göçe,
yolculuğa hazır olma çalışmaları içindeyseniz, çevrenize, yaşadığınız
coğrafyaya ve dünyamıza ilgi, alaka ve sevgi gösterirsiniz.
Neredeyse çürüme
noktasına gelen politik savaşlar sayesinde aynı zamanda iyi bir belgesel
takipçisi de oldum. Kuzey Kutbunu tanıtan belgeseldeki görüntüler oldukça
güzeldi. Uzun süren kış, büyük kar ve buz tabakaları eriyip kısa süreli yaz
güneşi, yeşilliği ve neşesi çıkmıştı ortaya. Buna benzer belgeseller fazlasıyla
izledim. Kuzey Kutbunun yazının kısa olduğunu da biliyorum.
Kuzey Kutbunu ve
görüntülerdeki güzellikleri tanıdan kişi, o yöreyi sevmiş olmanın, göz
pırıltılarını, yüz mimiklerini de saçıyordu. Ve parıldayan güneşin yaşama akan
sularının şırıltısında karınlarını doyurmuş ayı yavrularının oyun sahneleri,
kuşların sevinç türküleri eşliğinde yapımcı ruh ve beden bütünlüğüyle seslendi
izleyicisine;
“ Kutupta yazlar çok
kısa geçer. Ama oldukça güzeldir.”
Bu söz, bu kelimeler
seslenişi, bazen bir romanın, bir ömrün, bir hikayenin anlatımı kadar uzun ve
anlamlı, söylenecek bütün sözleri içine almış yaşam dolu gezegen kadar yaşam
kokuyor.
Nice yaşlı insanla
konuştum. Kendi deneyimlerimden şunu edindim. Birbirine benzeyen yaşam
biçimleri bir süre sonra tekrarın girdabına düşüyor. O girdap, aynı yaşamları
sıradanlaştırıp iç içe geçiriyor. Bir ömür, koca bir ömür de sürseniz,
birbirine benzeyen günler, aylar yaşamın tadını, tuzunu, heyecanını da
kemirmeye başlıyor.
Yaşamın içinde, bir
sürü deneysel gözlemlerimde şunu da gördüm ki, bolluğun, hazırın, emek
harcamadan kazanılan her şeyin, her hak edişin veya kavuşumun tadı-tuzu da
olmuyor. Tıpkı, çocukluğumuzda karpuzu, kavunu, domatesi, biberi çuvallar
dolusu görüp kıymet bilmediğimiz gibi; günde beş-on karpuz kırardık, en iyisini
bulana kadar. Kimine kelek der, kimisine burun kıvırırdık.
Bolluk da şımartır
insanı, emek sizlik de… Tekrarlanan, özlemden, yorgunluktan uzak her şey de
kendi doğal bıkkınlığını yeşertir. İşte bu yüzden bu söz içimi titretti. Kısa
olan kutup yazlarının ne kadar güzel olduğunu, o güzelliklere gönül vermiş
bilim insanı tarafından anlatılırken, bir başka anlamları bir yazarın evrene
adanmış amatörü öğrenciliğin öğrenme telaşıyla kabul ettim.
Bir tanıdığım vardı;
sevdiği insanı hep yanında görmek isterdi. Ve bir gün, uzak oluşlarını,
yeterince doğru olmayışlarını bahane ederek ayrıldılar. O ayrılışları gelince
aklıma, kutup yazını, o muhteşem güzellikte oluşu da dönüşüm yaşadı. Ayrıntı
dolu, yaşam telaşına, bir tek güne önem veren tabiatın dirilişine, hayvanların koşturma cısını
düşündüm; güzel ve mutlu olan şeylerin kısalığı, tabiatta bile kendi uyumunu,
dengesini oluşturmuşken, insan denen büyük ustanın sınırsız beklentileri, azı,
sınırlı olanı kabul etmezken, çoğu yok etmenin sarhoş ve bıkkın eylemlerini
içim sızlayarak hissettim.
Biliriz ki, KUTUPTA
YAZLAR KISA GEÇER. Ama oldukça güzeldir, hareket, renk, ışık, ses kokar… Eriyen
buzların şırıltısı beyazlığın diğer renklere dönüşümü güzel ve kısa bir yaşamın
tekrarıdır. Belki de tabiatın bol seçenekli güzelliklerinden sadece birisini,
biz düşünen insana, insanlığa bir anlatış biçimidir; kim bilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder