24 Mart 2012 Cumartesi

DENİZİN ÜSTÜNDE ATEŞ KÜRESİ

Kamera; Güven    TEKİRDAĞ

 Gün doğuyor şehrin üzerine.
Farketmemişçesine insanlar bu doğumu,
yine öldürüyorlar geceden kalan rüyaları.
Rüya, düş deyince; kabus... Korku... Öfke...
Sevgi-sevmek deyince; niye bu kaçış...


Kamera; Güven   TEKİRDAĞ

Sana koşuyorum bir vapurun içinde
Ölmemek, delirmemek için.
Yaşamak; bütün adetlerden uzak
Sait Faik


DENİZİN ÜSTÜNDE ATEŞ KÜRESİ



 Tekirdağ şehri sabahı martı çığlıkları ile karşılar. Cumba balkonlu ahşap evleri terk edenlerin hüzünleri çoktan nasırlar bağladı. Yine aynı bildik yolda; kordon boyunda yürüyorum. Doğu yönünde tam da denizin üzerinde, ufuk çizgisinin gizemli bir görüntü sergilediği yerde bir kırmızılık doğuyor.

 Büyük çok büyük kırmızı; kıpkırmızı bir küre, şehrin doğu yönünden göğe yükseliyor. Büyük kırmızı küreyi örtmeye çalışan bulutların gücü yetmediği belli. Ateşten küre, bütün engellemeleri ortadan kaldırıp görkemli bir kırmızılık içinde saygı ve minnet aynı zamanda şükran ile karşılayacağımız güzellikte yükselmeye, parıltılarını arttırmaya devam etti.

 Ateş küre kırmızıydı, büyük yangınların merkeziydi; yanına çok yakınına yaklaşan olmadı bugüne kadar ama sarıyı, pembeyi, yeşili, maviyi hatta insanı ve bütün canlıları besleyen de, büyüten de odur.

 Büyük ateş küre ne kadar da yakın da duruyor. Yürüyüp yanına varacağım kadar yakın; hemen ufuk çizgisinin olduğu yerde.

 Sanki bir fısıltı yaklaş dedi. Yürüdüm bende bir düşün içine yürür gibi. Geldiğim yerde deniz karayı yalayarak tırmanmaya çalışıyordu. Şımarık bir çocuk gibiydi deniz; anakara’ya nineye, dedeye şımarır gibi şımarıyordu.

 Yine o ses; “soyun” dedi. Ama nasıl olur? Ayıp! … Saf mahcubiyetin, yüklendiğin binlerce ayıp yüzünden acı çekmiyor musun sen? Diye seslendi fısıltı. Ne kadar da doğruydu; örtünme ve soyunma çarpışmaları arasında yaşadığımız hayat acılar, nefretler, kırgınlıklar ile doluydu. Sanat denen şey; sadece belli merkezlere hapsolmuş. Dans, müzik, tiyatro da öyle… Gazinolar, diğer eğlence mekânları da öyle; ayıplarla yüklenmiş olan insanların diyarına hiçbir zaman uğramamış gibi…

 En korkusuz soyunmaları hastalığımızın ilerlediği zamanlarda doktordan gelecek emir ile ama yine mahcubiyet içinde yapıyoruz. Etrafımıza bakıp bulabileceğimiz bir incir yaprağı var mı diye aranıyoruz. Elimizi incir yaprağı şekline getirip de öyle ölüme yakınken bile ayıplarımızı örtüyoruz.

 Yine o fısıltı; “ insan vücudu neden ayıp? İnsanı var etti diye mi? Bilimi, sanatı, dansı, şiiri var etti, insanlık hizmetine sundu diye mi?” Sahi insan bedeni niye ayıp? Ayıbın en soylu, en vefalı arkadaşı örtünmedir. Hatta gizlenmedir. Bu vefalı arkadaşlar olmasaydı “ayıp” da olmazdı. Ayıp, kahrından ölür de başka dünyalara ayıp hastalığını yaymaya giderdi…

 Ben “ayıp” sözcüğü ve bedenlerimize vurduğu prangayı düşünürken az ötede iki genç kumru yetişkinliğe geçiş töreni hazırlığı yapıyorlardı. Kumru zarif bir kuştur ama yuva kurma, eşini ikna etme hazırlığında olan iki genç kumru hiç de zarif davranmıyorlardı birbirlerine. Kanat vuruşları hoyrat iki Romalı savaşçı gibi sert ve hızlı bir şekilde yapılıyordu.

 İki zarif kumru, Hititli, Mısırlı iki savaşçı gibi ama bildik oyunu, aşk oyununu oynuyorlardı. Bütün sertlikleri, aceleleri bundandı. Ateş küre baharı müjdeliyordu onlara. Baharın deliliğini, aşka davet edişini ve yenilenmeyi… Kumruların örtünmeden, ayıplardan haberi bile yoktu. Bildikleri en güzel şey; baharın hakkını verecek kanat çarpma oyunlarıydı. Ve oynuyordu, sevişirken kumrular…

 Kaç insan hiçbir oyunu oynamadan çekip gitti bu dünyadan. Kaç insan buruk ayrıldı bu güzel ülkeden. Bu ülkeyi sevmenin yüksek erdemi anlaşılıp, ateş kürenin sonsuz içinde sonlu yaşamlara hizmet edildiği de kavranılsaydı şimdi bu ülkede danslar, şiirler; bin bir güzelliğe bürünmüş mimarinin baş döndürücü katkıları ile yükselmiş masal şehirleri olurdu.

 Eğri büğrü yolları, sokakları ve tozu hiç eksik olmayan kaldırımlarıyla bu şehri seviyorum ben. Severken ağlayıp, ağıtlar yakıyor ve kimselere belli etmeden bu şehrin sokaklarında her gün kayboluyorum.


 Büyük ateş kürenin sonsuza uzanan ve hiçbir zaman erişemeyeceğimiz büyüklüğü hiçbir karşılık beklemeden yaptığı fısıltıları minnet ile kabul edip, hiç eksik olmayacak curcunanın, tozup-toprağın içine; yani adına şehir dedikleri yere ilerledim…

 Güven Serin

4 yorum:

Momentos dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
gülsen VAROL dedi ki...

Satırlarını tek tek ben yazmışım gibi okudum sevgili Güven.. okurken bir yandan da kafamı salladım onay yerine!!
Sanki hemen arkandaydım sen ateş küresini seyre daldığında..
Nicedir bu kadar doğal yazılan duygu yüklü bir yazı okumamıştım..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Günaydın Sezer. Merhabayı şiirle yapmışsın ve çok güzel bir Ataol Behramoğlu şiiri. Teşekkür ediyorum.

Bu güzel ve eşsiz dünyadan bir kuş cıvıltısı ile doğmak; insan hayatında yaklaşık 25 bin kez tekrarlanan doğumdur bu doğum...

Yirmi beş bin günü ve gecesi vardır insanoğlunun. Ve ben yirmi beş kez farketmeyenlere üzülürüm hep...

Sevgiyle

GÜVEN SERİN dedi ki...

Günaydın öğretmenim. Sizin kaleminizden alınan övgüler taze sabaha,günün ilk saatlerine iyi geldi. :)) Ama şımarmadım; bileseniz.

İnsan denen canlı övgüyü bilir de neden öze inen soylu eleştirilere katlanamaz ben bazen bunları da irdelemeye çalışırım...

Sevgiyle