BÜYÜLÜ BEYAZ PERDEYE İKİ AYRI DOKUNUŞ
Beyaz perde, özellikle son gitmiş olduğum Soyut Dışavurumcu Bir Dostluğun Anatomisi veya Yan Yana filmi, çocuklukta kurulan bir dostluğun çağrısıydı. Çocukluk derken, çok az çocuğun doğduğu yerde haftada iki kez film gösterildiği yıllara, o hatıralara dokunma şansı vardır. Bu hatıraların en yakın tanığı Mehmet Amcam ( Mehmet Serin ) dir. İzlediğimiz filmler belki sanat yönünden zayıfta zayıf olmasına ama sinema kültürümün emekleme zamanlarıyla birlikte ilk inşaatının başladığı yıllardı.
Kimi filmler; hikâyesinden çok insana bakışıyla hatırlanıyor. Can Dostum da böyle bir filmdi. Fransız orijinali, seyircisini zorlamadan, parmak sallamadan, “bak böyle olmalı” demeden anlatıyordu. Samimiydi… Sessizdi… Yer yer güldürüyor ama asla gürültü yapmıyordu. En önemlisi de insanı, olduğu haliyle kabul ediyordu.
Haluk Bilginer’in rol aldığı uyarlamayı izlerken ise şunu düşündüm:
Bu filmde çok ciddi emek var, ama o emek zaman zaman hikâyenin önüne geçiyor. Filmin hakkını da teslim etmeliyim; Haluk Bilginer rolüne çok iyi çalışmış, yaşamış ve rolünü iyice sindirmiş.
Feyyaz Yiğit, alıştığımız
komedi kalıplarının dışına çıkarak ciddi bir yükün altına girmiş.
Hatice Aslan ve Bilge Önal da
rollerini büyük bir disiplinle taşımış. Oyunculuklar zayıf değil; aksine çok
güçlüydü.
O büyülü beyaz perde, yani sinema sadece iyi oyunculukla ayakta kalmıyor, zihinlerin derinine inemiyor.
Fransız orijinalinde hayat, olduğu gibi akıyor. Bilge Önal’ın canlandırdığı Figen karakterinin cinsel yönelimi saklanmıyor, fısıldanmıyor, utanılacak bir şey gibi köşeye itilmiyor. Kız arkadaşıyla bir anlığına görülmesi bile “normal” in tanımı olarak duruyor ortada. Çünkü film seyircisine “alış” demiyor; zaten alışıkmış gibi davranıyor.
Uyarlamada ise aynı durum kulağa fısıldanıyor. Fısıltı, sinemada çoğu zaman cesaretin değil, çekingenliğin işareti sayılıyor. Ama beyaz perde, tam aksine çekingenliği değil, cesareti sever.
Bir diğer mesele de dil…
Orijinal filmde argo yerli yerinde, ölçülü ve hikâyeye hizmet ediyor. Uyarlamada ise argo, gereğinden fazla ve çoğu yerde hikâyenin önüne geçen bir gürültüye dönüşüyor. Ne yazık ki, oyuncuların bütün emeği, bazı sahnelerde bu emeği kurtarmaya yetmiyor.
Küçük ama önemli bir detay:
Fransız filminde “acil” hastaneye yetişmeye telaşı, evrensel bir kaygı olarak duruyor. Bizde ise hastane adı veriliyor ve sahneye ticaretin kurnaz kokusu siniyor. O an, film sanki tökezliyor. Sanmayın ki bunu seyirci fark etmiyor! Beyaz perdenin şöyle bir yanı vardır; samimiyetsizliği hemen ele verir.
Şunu açıkça söylemek isterim:
Bu uyarlama asla kötü bir film değil. Ama orijinal filmin kalpten gelen sadeliğini tam olarak yakalayamıyor.
Yine de; oyuncuların emeğine
saygı duyuyorum. Haluk Bilginer’in yüzündeki o büyük yorgunluk, Feyyaz Yiğit’in
doğallığı, Hatice Aslan’ın bakışı… Bunlar sıradan ve kolay şeyler değil. Belli
ki herkes elinden geleni yapmış.
Belki de mesele ne uyarlamada, ne oyunculukta, ne de teknik detaylarda. Mesele, hikâyeye ne kadar güvendiğimizde gizli. Can Dostum, seyircisine güveniyordu; susarak anlatıyor, abartmadan dokunuyordu. Bizim uyarlamada ise anlatmak yetmemiş, altı çizilmiş, ses yükselmiş.
Beyaz perde kendisine güvenen hikâyeleri ödüllendirir; fazlasını söyleyenleri ise sessizce eleyip geçer.
Uzun zamandır uzak kaldığım beyaz perdeyle yeniden buluşurken, güne yalnızca bir film değil, geçmişi de ekledim. Huzurlu koltukta otururken Hüseyin Ağabey’in sert ahşap sandalyelerine, sık sık kopan filmin yeniden başlamasını yarı uykulu beklediğimiz yıllara uğradım. Zaman, sinema perdesinin önünde beni sessizce bir geçmişe, bir bugüne çağırdı…
Güven SERİN

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder