KÜÇÜK İNSANLARIN ÇOK
BÜYÜK SEVİNÇLERİ
( Paşaköy, İpsala, Edirne Diyarı )
Fazla değil,40–50 yıl önce kendilerini soylu bir mahcubiyet içinde saklayan, hürmet denen sözcüğün her rengini bilen insanlar kendilerini küçük zannetme âlicenaplığı içindeydiler…
Ne büyük yanılgıydı; felsefenin, edebiyatın, tarihin az bilindiği o güzel insanların terlerinin bile kötü kokmadığı zamanlarda… O’nlar üretendiler… Toprağı işlemeyi bildikleri gibi, vatana, millete adanmışlık içinde; sonsuza akan bir türkünün şafak vaktindeydiler…
Erken evlenen ailelerin çocukları, babasının
askerden geldiğini bilen ve az da olsa hatırlayanlar vardır. Askerliğin
pazarlıksız iki yıl olduğu zamanlarda hayal meyal hatırladığım zamanların birisindeydi.
Babam askerden gelmiş. Ninemler, annemler yama üstü denilen yerdeki bostan
tarlasına gitmişler. Bir akşamüstü olduğunu zannediyorum. Yanlış
hatırlamıyorsam uzun boylu bir çocuk, o zaman bana göre bir adam! Beni
omuzlarına aldığı gibi neredeyse
Bu çocuk, bu adam dayım İbrahim Aras olduğunu masalımsı bir gölge, yitik bir uygarlığın kazı yapan arkeologu gibi hatırlamaya çalışıyorum…
Neydi dayım İbrahim Aras’ın o büyük heyecanı?
Küçük insanların heyecanları ne çok büyükmüş! Müjde verecek! O’nun büyük
heyecanı müjde verip; bir aferin, belki bir çift çorap almaktan çok öte,
toplumsal bir bağın sevinç yüzü, yeryüzünün son düşünürü olan insanın sevinme
biçimleriydi…
Yine o zamanlara ait belli belirsiz hatıralardan küçük bir demet. Aynı küçük insanların çok büyük, çok yüce sevinç anlarından bir yaprak, bir öykü, bir destan…
Bu sefer Şerafettin dayımın omuzlarında olmalıyım. Sanıyorum, Paşaköy Spor ile İpsala Spor şampiyonluk mücadelesi veriyorlardı. İpsala sahasında, Paşaköy Spor oyuncuları tarafından bir gol atılıyor. Babam olmalıydı ki Şerafettin Dayım’ın sevinme coşkusu sıra dışıydı. Omuzlarında ben, oradan oraya, diğer büyük Paşaköy insanlarıyla sarmaş dolaş olan küçük insanların muhteşem sevinci, o küçük çocuğun hafızasına mıh gibi çakılmış. Hatta kazınmış; Paşaköy ve İpsala zamanlarına ait o masum ve küçük insanların büyük haykırışı, neşesi…
İlkokul yeni bitmiş, yaz tatiline girilmişti. Küçük insanların Paşaköy’ü büyüktü. Kasaba heyecanı yaşatan bir çarşı, neredeyse her akşam bir filmin gösterildiği bir sineması vardı. Bayırlarında ise çan sesleriyle, zil sesleriyle sürüler, en büyük katedrallerin haykırışından daha güçlü, daha verimli, daha üretkendiler…
Arkadaşlarımla Paşaköy’ün büyük mahallelerine devriyeye-haylazlığa çıkmıştık. Bizim mahalleden uzak diyarlara aşağı mahallelere inmiş, öğleden sonra aç karınlarımızın guruldaması yüzünden savaş kazanmış kahramanlar gibi geri dönüyorduk.
Meydandan geçerken bir ses:
—Güven, babanla konuştum. Yaz
tatilinde birlikte çalışacağız. Yarın çalışmaya gelirsin.
Seslenen kişi o günün en marifetli terzisi
İsmail Ağuş’tu. O’nun dükkânı sadece bir terzi dükkânı değil, aynı zamanda felsefenin,
mizahın, sosyalliğin, kültürel dönüşümün de yaşandığı renk renk kumaşların
gösteri sanatına, tütsü sükûnetine baş eğdirecek derece önemsenen bir mekândı…
İsmail Ağuş’in seslenişindeki heyecanımı ve bir süre sonra aynı heyecana denk hüznümü anlatamam…
Acaba dedim özgürlüğüm elimden gidecek mi?
Haylazlığım, sıra dışı keşif tembelliğim…
Sonra, bir mekâna çağrılmak, o zamanın okulu
olan ve aynı zamanda üreten bir yerde olmanın o küçük insan olmanın o büyük
sevinci bütün hücrelerimi sardı.
O küçük insan diyarlarında, birkaç aylık terzilik çıraklığında kimleri tanımadım ki? Kahveci Şefik Baş’ı… İsmail Ağuş’un yardımcısı Rıdvan Ağabeyi… Oraya gelen küçük insanların çok büyük kalpli ve ağızlarından çıkan sözcüklerin çok değerli olduğu neredeyse bütün Paşaköy insanlarını…
Fazla değil zamanımızdan 40–50 yıl önce, kendilerini küçük, dış dünyalar, büyük şehirler karşısında mahcubiyet içinde bir eziklik yaşayan o insanların yüceliği ve kaybolan, küçük sanılan çok büyük üretkenlikleri; şimdi dimdik ayakta!
Köy ekmeği, köy tavuğu, köy yumurtası, köy insanı, köy odası, köy koruyucusu, köy merası, köy meydanı, köy okulu, köy sağlık ocağı, köy öğretmeni, köy masumiyeti içinde dimdik ayakta ama kaybolmuş bir uygarlığın kalıntıları, anıları gibi tarihin en soylu sayfalarında saklanacak bir sızının yüce neşesi içinde ayakta selamlanacak derece ayaktalar…
Küçük sanılan insanlar, o zamanlar üretkenlikleri, neşeleriyle öne çıkardılar. Şimdi ise, tok gözlü ve üretken halleri, yitik-kaybolan gizemli uygarlıklar gibi; ÖZLENİYORLAR…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder